30 Mart 2017

Kazıcıların Şarkısı

Siz Kazıcılar, cümleniz necib insanlarsınız, kalkın ayağa
Necib Kazıcılar, kalkın ayağa,
El koyun ekilmemiş topraklara,
Kazmalarınızı hor gören, sizi karalayan
Şövalyelerin isimlerini lanetle anın.
Şimdi kalkın ayağa.

Evlerinizi yıktılar, kalkın ayağa.
Yoksulları korkutmak için evlerini yıktılar,
Kalkın ayağa.
Asıl o soylular alaşağı edilmeli,
O tacı yoksullar başlarına geçirmeli.
Şimdi kalkın ayağa,
Cümle Kazıcılar, kalkın ayağa.

Küreklerinizle, çapalarınızla, pulluklarınızla, kalkın ayağa.
Küreklerinizle, çapalarınızla, pulluklarınızla, kalkın ayağa.
Savunun hürriyetinizi, görün şövalyelerin yüreksizliğini.
Yapabiliyorlarsa gelip öldürsünler sizi
Haklarınızı alsınlar becerebiliyorlarsa.
Kalkın ayağa, cümle Kazıcılar, kalkın ayağa.

İrade gücünüz sizin hukukunuz, kalkın ayağa,
Başeğmez iradeniz kanununuz, şimdi kalkın ayağa.
Zulüm gelip kapıyı çaldı, günahsızız dediler üstelik
Yoksulları açlıktan gebertmek için
Tuzak niyetine hapishaneler inşa ettiler.
Kalkın ayağa, bugün kalkın ayağa.

Soyluların her yanını yağ bağlamış, kalkın ayağa.
Her biri domuz gibi şişmiş, kalkın ayağa.
Kafalarında bin bir tilki
Bizi kandırmak için yığmışlar önlerine onca bilgiyi.
Kalkın ayağa, çekinmeyin korkmayın, kalkın ayağa.

Yanlarına almışlar bir de avukatlarını, kalkın ayağa.
Avukatları da yanlarında, kalkın artık ayağa.
O kadar öfkeliler ki onların tavsiyelerini dinliyorlar
İçlerindeki şeytan yalana batmış, iki gözleri de kör.
Kalkın ayağa, artık kalkın ayağa.

Sonra din adamları geliyor, kalkın ayağa.
Gelip size bu günah diyorlar.
Demek ki baştan başlamalı, hürriyetimizi kazanmalıyız.
Cümle Kazıcılar, kalkın ayağa.

Gelip haraçlarını alacaklar, kalkın ayağa.
Gelip bir de haraç alacaklar, kalkın ayağa.
Avukatların ücretini, soylular haracını istiyorlar.
Cesaretle konuşuyorlar, yoksulları esarete mahkûm ediyorlar.
Kalkın şimdi ayağa. Cümle Kazıcılar, kalkın ayağa.

Avukatlar, rahipler, hepsi size karşı, kalkın ayağa.
Avukatlar, rahipler, hepsi size karşı, kalkın ayağa.
Hepsi de zalimlere ettikleri yemine sadık.
Bize et, su, elbise vermeye gelince
Hepsi birer dut yemiş bülbül,
Hepsi gönülsüz, ah ah ne günlere kaldık.
Kalkın ayağa cümle Kazıcılar.

Onların kanunu sopa atmak, kalkın ayağa.
Ellerindeki sopa onların hukuku, kalkın artık ayağa.
Korkuya boğmak için o ellerindeki sopa.
Ama bu hukukun ilelebet sürmeyeceğini iyi biliyorlar
O zaman kalkın ayağa, şimdi kalkın ayağa.

Şövalyeler sizin düşmanınız, kalkın ayağa.
Şövalyeler sizin düşmanınız, kalkın şimdi ayağa.
Maskeleri düştü birer birer, o şövalyeler düşmanınız.
Şarkı söyleyen çocukları memnun edecek olan,
Yavan sözler değil, dizelerdir.
Kalkın artık ayağa, ey Kazıcılar, kalkın şimdi ayağa.

Aşkla ulaşmak için zafere, atılın.
Onları yenmek için fırlayın öne.
Sevginin gücüyle kazanmak için geçin başa.
Size yakışan budur, önder olun bu kavgaya.
Çünkü sevgi yücelerdeki kraldır
Sevmek gibi başka bir güç yoktur.
Zafer onundur, cümle Kazıcılarındır.

[Kaynak: Christopher Hill, Winstanley: The Law of Freedom and other Writings, Cambridge University Press, s. 393-395.]

27 Mart 2017

Yeni Ateizm, İslam ve Savaş


Fikrî alanda bir boşluk oluşmuş ve bu boşluğu “Yeni Ateizm”in aydınları dolduruyor. Bunlardan biri Sam Harris, diğeri de Christopher Hitchens. İslam karşıtı kesime mensup sağcıları ikna etmek zor değil. Asıl zor olan, liberalleri ikna etmek. Harris gibiler, bu işi üstlenmiş gibi görünüyor.

Bu çaba dâhilinde Müslümanlar, insan olmayan, akıldışı hareketleri bulunan bir öteki olarak takdim ediliyor. Dolayısıyla, onların en ağır boyunduruğa mahkûm edilmesi isteniyor. Harris, Irak Savaşı esnasında takipçilerine şunları söyleyebiliyor:

“Müslümanların öngördüğü tek gelecek, tüm kâfirlerin Müslümanlaştırıldığı, politik olarak boyun eğdirildiği veya öldürüldüğü bir gelecek. Uygar insanlar ise Irak halkının hayatını geliştirmek için, onca bedeli ödeyerek, çaba sarfediyorlar. Müslümanların ABD ve Britanya’nın dış politikasına yönelik öfkesi, özünde teolojik endişelerden kaynaklı bir öfke.”

Temelde Harris, bizim devletimizin öldürdüğü kadınlara, erkeklere ve çocuklara üzülmememiz gerektiğini söylüyor. Onlar aslında bizleri, bilhassa ürkek ve zayıf liberalleri, en küçük fırsatı bulsalar, memnuniyetle öldürebilecek, vahşi Müslümanlar. Bu savaşlardan rahatsız olduğumuz, yabancı halklara yönelik zulmü eleştirdiğimizde Harris, o yapılanları bir tür özgecilik olarak tarif ediyor. O insanlar, barbarlığa meyilli, akıldışı inançlara sahip kişiler çünkü.

Harris, yalana batmış, tuhaf laflar ediyor. Bu halkların uzun zamandır sömürgeciliğin ve emperyalizmin kurbanı olduğunu görmüyor. Aime Cesaire’ın tespitiyle:

“Sömürgecilerin fethi, yerli halka yönelik küçümsemeye dayanır ve bu küçümseme üzerinden meşrulaştırılır. Sömürgeci, vicdanını biraz olsun rahatlatmak için ötekini bir tür hayvan olarak görür.”

Eskiden bu sömürü, Hristiyanlığın yayılması üzerinden meşrulaştırılıyordu, bugünse “liberal” değerlerin şiddete başvurarak yayılması temelinde meşrulaştırılıyor. Harris, en barbar siyasetleri, işkenceyi, ırkların gözetlenip takip edilmesi, hatta nükleer savaşı savunmasına karşın, hâlâ daha liberalizme ait ilkeleri cesurca savunduğunu iddia edebiliyor. Yeni Ateizm kampının diğer bir şövalyesi Bill Maher ise “liberallerin liberalizmin ilkelerini savunmaları gerektiğini” söylüyor. Aslında o da Harris’in yeni sömürgeciliğe dayalı söylemini besliyor ve destekliyor.

Esasında burada “liberal” sözcüğü, radikal mânâda yeniden tarif ediliyor. Bu noktada Noam Chomsky, Bertrand Russell ve Karl Marx gibi solcu ateist isimlerle emperyalizme hürmet eden Harris, Hitchens ve Maher gibi isimleri karşılaştırmak önem arz ediyor.

Ateizmi sosyalist görüşlerinin bir parçası olarak gündeme getiren aydınlar, yoksullara ve her türlü haktan mahrum olanlara boyun eğdirme sürecinde rol oynayan dinî kurumlara tepki geliştiriyorlar. Yeni Ateistler ise mazlumların dinî inançlarına işaret ederek zulmü meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Hâsılı, “kitlelerin afyonu” sözünün yerini “vahşileri öldürün!” sözü alıyor.

Binlerce Iraklının öldürüldüğü ve sakat bırakıldığı Felluce Savaşı sonrası Hitchens, kana susamış biri olarak şunları yazabiliyor:

“Ölü sayısı yeterince yüksek değil. […] Savaştan çok sayıda cihadcı kurtuldu.”

Devamında Harris, Müslüman halkların otokratik idareler altında yönetilmesi gerektiğinden bahsediyor ve onlar için en uygun yönetim tarzının “yumuşak diktatörlük” olduğunu söylüyor. Bu lafların Russell gibi liberal ateistlerin özgürlükçü söyleminden çok uzak olduğu açık.

Rıza Aslan’ın daha doğru bir ifadeyle tanımlayıp “anti-teizm” olarak nitelediği Yeni Ateizm, tüm iddialarına karşın, dine ait metafizik iddialara yönelik boş ve tutarsız bir saldırı gerçekleştiriyor. Özünde bu, entelektüellerin öncülük ettiği bir “düşünce” hareketi değil.

Entelektüel sorgu sürecinin dayattığı standart bir şarta uygun olarak, tarih boyunca âlimlerin ve teologların argümanlarıyla uğraşmak istemeyen veya aslında uğraşamayan Yeni Ateizm, bostan korkuluklarını ateşe veren kasıntılı adamların kendi yaptıklarını kutlayıp durdukları bir literatür ortaya koyuyor. Bu hareketin saçmalıklarıyla ilgili olarak Bentley Hart şunları söylüyor:

“Bunlar şüpheci değiller, ateizmi gayet ucuza satın almışlar, o kaba kibirleriyle kendilerini büyük birer stratejist zannediyorlar. Oysa bunlar, silahsız köylülerin evlerini tanklarıyla ezen askerlere veya geneleve giriş ücreti cebinde olduğu için kendisini büyük bir âşık zanneden adamlara benziyorlar.”

Yeni Ateizm, ne teolojiden ne de felsefeden haberdar. Sadece bir tür siyaseti ve ideolojiyi pratiğe döküyorlar. Bu siyasetin ve ideolojinin özgün bir yanı da yok.

Hem önemli bilimsel başarıların hem de kitle katliamlarının altına imza atmış bir inanç olarak, ilerleme ve insanın mükemmelleşmesine inanan Aydınlanma’nın en aşırı versiyonları, tüm bu yazarların eserlerinde başköşede duruyor.

Harris, birkaç yüzyıldır insanın sömürgeci pratiğinden dem vuruyor ve bu pratiğin ancak dinî engellerden kurtulmak suretiyle ortaya konulabildiğini söylüyor. Hitchens ise Amerika’daki yerlilerin imhasını onaylayan laflar ediyor ve bu imha sayesinde “insanlığın daha da yüceldiğini, fırsatların ve yeniliğin çağına kapı aralandığını” iddia ediyor. Kendilerini Aydınlanma’nın özgün hâli olarak takdim eden bu insanlar, yirminci yüzyılın totaliterlerine has görüşleri dile getirmekten başka bir şey yapmıyorlar. Sadece ilerleme standardı üzerinden, şiddeti New York Times’ın çok satanlar listesine girebilecek şekilde yeniden ambalajlıyorlar.

Örneğin Chris Hedges, “ister seküler isterse dinî forma sahip olsun, ahlâkî ilerlemeye dönük bu inanç büyülü bir düşünme biçimidir” diyor. Bu büyülü düşünme biçimi, ilerlemenin önünde engel görülen başka halkların tanımlanıp imha edilmesini savunuyor. Bu düşünme biçimi, çoğunlukla sömürgeciliğin ideolojik düzlemde meşrulaştırılmasına hizmet ediyor, zira ona göre önemli olan, yerli hakların Aydınlanma’nın fayda sağlayıcı yönlerinin dayatılması suretiyle “yükseltilmesi”. Buradan da aynı düşünme biçimi, gerektiğinde tüm halkların, kaynakların yağmalanması için imha edilmesi gerektiğine işaret edebiliyor.

Bu, ilerleme fikrinin somut bir tezahüründen başka bir şey değil ve bu tezahür sapkın ve aşırıcı bir içeriğe sahip. Tarihin en karanlık kesitlerinde ortaya çıkan bu fikir, söz konusu yeni hareketin aydınlanmış bilgeleri tarafından dillendiriliyor. Harris gibi kişiler için bugün Müslümanlar temelde tarihe aykırı varlıklar:

“İslam’da karşımıza tutsak edilmiş bir tarihi olan bir tür uygarlık çıkıyor. Bu tutsaklığın kapıları kırılıyor ve on dördüncü yüzyılda Hristiyanlık tüm dünyaya akma imkânı buluyor.”

Bu tür ifadeler, Müslüman halklara yönelik olarak ayrım göstermeksizin gerçekleştirilen iğrenç saldırıları coşkuyla onaylıyor. Yeni Ateizmin mayası zehirli, sömürgecilik yanlısı bir tür bağnazlıkla karılmış.

Bu kesimlerin kendilerini “rasyonalistler” ve “şüpheciler” soyundan geldiklerini iddia etmeleri tuhaf. Yeni Ateistler ve takipçileri, konu İslam ve Müslümanlar olduğunda, en köktenci Hristiyanların savundukları söylemleri ve politikaları taklit ediyorlar. Harris gibi isimlerin “İslam’a karşı savaş”ın zorunlu olduğuna dair iddiaları, sağcı Hristiyanların gerici, obskürantist düşlerine benziyor. Bunlarda şovenizm de gayet yaygın bir husus. Sağcı Hristiyanlar da Yeni Ateistler de “uygarlık” götürme iddiaları üzerinden Müslüman ülkelerin fethedilmesini destekliyor, ölenlerin dinine bakarak kitlesel katliamları ve cinayetleri meşrulaştırıyor.

Arada sadece görünüşte bir farklılık var. Hristiyan köktenciler, emperyalist fetih girişimlerine dinî sebeplerle sevinirlerken, Yeni Ateistler ve takipçileri, uygarlık seviyeleri düşük halkların imhasını “değerler” temelinde onaylıyorlar. Bu noktada Yeni Ateistler, şüpheci veya ateist gibi yeni ya da tarafsız kategorilere değil, Hristiyan köktencilere ait argümanlara göre hareket ediyorlar.

Yeni Ateizm, Tanrı’yı öldürüp yerine liberal “değerler” ve bilimciliğin amorf bir karışımını koyuyor. Nietzsche’nin ifadesiyle, liberal hümanizm esasen İsa yerine bireyi koyan bir tür Hristiyanlıktan başka bir şey değil. Yeni Ateizm, aynı düşünceyi köktenci bir dille ifade ediyor. Bu görüş dâhilinde Tanrı’ya ibadetin yerini kendine tapmak, kendinin maddi kazanımlarına ibadet etmek alıyor.

Bu sebeplere bağlı olarak Yeni Ateizmin yeni bir şey inşa etmediğini söylemek mümkün. Aksine, o tarih boyunca kendisini bazen ortaya koyan kendini övmeye, güce ve dogmatizme dönük ilkel insanî güdülerin yeni bir ifade biçiminden başka bir şey değil. Bazen din, bu tür güdülerin dışavurulmasına yönelik bir araç olarak araçsallaştırılmıştır, ama insanın doğası gereği hata yapan bir varlık olduğu gerçeğini kabul eden din, ayrıca teoride her zaman bu ilkel güdüleri ıslah etmiştir. Harris ve Hitchens’ın ideolojileri ise bu tarz duyguların vahşice ortalığa serilmesini ve onların tüm dizginlerini kırmasını istiyor.

Bazıları işkenceyi ve toplu katliamı savunuyor, öfkelenmek yerine yaşananlara üzülmekle yetiniyor. Ama hepsi de işkenceyi ve katliamı, pragmatizm ve kültürel şovenizm gibi sebeplere bağlı olarak, savunuyor. Bu aşamada ahlâkî aydınlanmanın yeni biçimlerine başvrulmuyor, aksine ahlâk fetih ve kendini koruma ile ilgili içgüdüler temelinde çöpe atılıyor. Yeni Ateist aydınlar, pratikte “yeni barbarlar” olarak tanımlanmalı. Bunlar, bin yıllık ahlâkî ve fikrî ürünü, yavan bir bilimcilik ve ahlâkdışı pragmatizm adına devre dışı bırakıp insanın en ilkel zihin durumuna geri dönüyorlar.

Emperyal savaşlar bağlamında, sakin bir dönemde ancak merak edilip incelenebilecek olan bu ideoloji, yaygınlaşıyor. Harris gibi isimlerin Müslümanların aşağılık varlıklar olduğuna ve onlara şiddet uygulanmasının meşru görülmesi gerektiğine dair felsefî argümanları, savaşın yaşandığı bir dönemde işe yarıyor. Irak Savaşı ve Ebu Gureyb’de tutsakların işkenceden geçirilip öldürülmesi, CIA’in ölüm listesi, ayrıca Guantanamo, ancak bu türden saray aydınlarının sadakatle yürüttükleri hizmet olmaksızın mümkün olamazdı.

Dolayısıyla somut hiçbir felsefî veya teolojik argüman dile getiremeyen Yeni Ateistler, daha kolay olan bir işe soyunuyorlar ve gücü, şiddeti meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Bu sebeple söz konusu hareketin ne olduğunun idrak edilmesi şart: o, toplumlarının hâkim kesimlerine mensup imtiyazlı, eğitimli beyaz erkekler arasında görülen, özgürlüklere düşman olan öfkenin ve şovenizmin ifadesi. Başka bir ifadeyle, Yeni Ateizm, hâlen daha kendilerini “liberal” olarak niteleyen insanların dogmatik ve üstünlükçü ideolojisi.

Bugün işe yaramasına rağmen muhtemelen Yeni Ateizm, öylesine yavan bir ideoloji ki mevcut “avantaj”ını zamanla yitirecek ve önerdiği politik yol hükmünü yitirecek. Üzerindeki yaldız sökülüp atıldığında onun boş, anti-entelektüel bir hareket olduğu görülecek. En iyi hâliyle bu hareket, pop kültürüne ait bir olgu, savaş zamanında yurttaşların vicdanını rahatlatma yolu.

Yeni Ateistlerle ateizmin entelektüel açıdan önem arz eden isimlerini kıyaslamanın mânâsı yok. Bunlar, zalimin suratına hakkı haykırmak yerine, iktidarın en berbat ve en korkunç işlerini meşrulaştırıyorlar ve gücün yanında hizalanıyorlar. Bu hareket öyle kibirli ki esasen kendi kendisinin kökünü kazıyor. Umalım ki akla ve ahlâka sahip ateist çoğunluk, bu özgürlük düşmanı kesimlerin elindeki bayrağı alır.

Murtaza Hüseyin
15 Nisan 2015
Kaynak

,

İsrail’in Ölüm Mangaları


Mossad, itibarını uyguladığı zulme borçlu. Ajanları müttefik devletlere ait çalınmış ya da sahte pasaportlarla dünyayı dolaşıyor ve İsrail düşmanlarını kaçırıyor, işkenceden geçiriyor, katlediyor.

Örneğin 1972’de Mossad, Filistinli Marksist ve romancı Gassân Kenefâni’yi katletti. Arap dünyasında belirli bir üne sahip olan aydın ve yazar Kenefâni aynı zamanda Filistin Halk Kurtuluş Cephesi üyesiydi. Yazar, yanında bulunan on yedi yaşındaki yeğeni ile birlikte, İsrail’in düzenlediği bombalı araç saldırısında öldürüldü.

Katlettiği insanlar, çoğunlukla Filistinli ve başka Arap ülkelerinin vatandaşları olsa da 1986’da Mossad, devlete ait bilgileri sızdıran, İsrailli muhalif isim Mordehay Vanunu’yu kaçırıp uzun süre enterne etti. Vanunu ilâçla bayıltılıp kaçırıldı. Eskiden nükleer alanında çalışan teknisyen Vanunu, İsrail’in elindeki gizli nükleer silahları ifşa etmişti. Merkezi Londra’da bulunan Sunday Times gazetesine sunduğu deliller gazetede yayınlandı. Vanunu, aynı zamanda bilgileri Mirror gazetesine de sunmuştu. Gazetenin sahibi Robert Maxwell’in İsrail istihbaratıyla güçlü bağları mevcuttu. Londra’daki İsrail büyükelçiliğine ihbarda bulunuldu. Vanunu, Mossad üyesi bir kadın tarafından kandırılıp Roma’ya götürüldü ve orada kaçırıldı. Göstermelik bir mahkeme Vanunu’yu on sekiz yıla mahkûm etti, 11 yılı tecritte geçti. Baskıcı İsrail rejimi onun ülkeden ayrılmasına hâlen daha izin vermiyor.

Kenefâni ve Vanunu, Mossad’ın icraatına dair sadece iki örnek. Daha çok örnek var. Geçen yıl İsrail’in küresel ölüm mangaları olağan işlerini yapıyorlar, Filistinli direnişçileri ve silâhsız eylemcileri soğukkanlılıkla öldürüyorlar.

Aralık ayında Mossad ajanları, Tunus’ta havacılık mühendisi Muhammed Zuari’yi katlettiler. Zuari, Kassam Tugayları’nın yürüttüğü insansız hava uçağı programının başındaki isimdi.

İsrail’in ırkçı “savunma” bakanı Avigdor Lieberman, cinayetle ilgili sözleriyle Mossad’ın rolünü teyit etti. “Elimizden geleni yapmaya devam edeceğiz, çıkarlarımızı koruyacağız.” Ocak ayının başlarında Tunus Cumhurbaşkanı Beji Caid Essebsi cinayetin ardında İsrail’in olduğunu söyledi.

Zuari, 15 Aralık’ta Sfax’taki evinin önünde öldürüldü. Hükümetin katilleri mahkemeye çıkartmadığını eleştiren halk Essebsi’yi protesto etti. Cinayet esnasında susturucu silah kullanıldı. Katiller, Zuari’yi bulmak için kapalı devre televizyon kayıtlarından faydalandılar. (Muhtemelen bu dersi daha önceden almış olan Mossad üyesi katiller, Hamas komutanı Muhammed Mebhu’yu 2010’da Dubai’de bir kamera ile tespit etmişlerdi.)

Haaretz’de çıkan bir makalede İsrail’in son yıllarda insanları yargısız infazla katlettiğinden bahsediliyor. Makalede “İsrail’in politikasının teröristlerin ileride saldırı düzenlemelerine mani olmak üzerine kurulu” olduğu iddia ediliyor.

Oysa bu iddia, Ömer Nayif Zayid’in öldürülmesi ile çürütülüyor. FHKC üyesi Zayid 25 yılı aşkın bir süredir Filistin topraklarına adım atamamış. Geçen yıl Şubat ayında Filistin Büyükelçiği’nde katledildi.

O dönemde ailesi cinayetten Mossad’ı sorumlu tuttu. Zayid elçilik balkonundan aşağı atılıp öldürüldü. Zayid, yirmi yılı aşkın bir zamandır diasporadaki Filistinlilerin önemli bir ismiydi. 1986’da İsrailli bir yerleşimciyi öldürdüğü iddiasıyla yargılandığı askeri mahkemenin verdiği karar sonrasında 1990’da İsrail hapishanesinden kaçmıştı.

FHKC, Zayid’in ölümünden hem Mossad’ı hem de üç ay süredir Zayid’i tutuklamak ve hapsetmek için takip etmiş Bulgar hükümetini, güvenlik güçlerini suçladı. Bu cinayetle alakalı olarak Filistin Yönetimi de suçlandı. Zayid’in kardeşi Hamza, FHKC’nin çıkarttığı Hedef gazetesine Sofya’daki Filistin elçisinin Zayid’e yemeğine zehir koyup onu öldürebileceklerini, İsrail’e geri dönmesi için bir uçağın beklediğini söylediğini aktardı.

O dönemde İsrail medyası Zayid’in intihar ettiğini söyledi. Örneğin Haaretz, Zayid’in üst kattan düştüğünü iddia etti. Ancak Amerikalı gazeteci Richard Silverstein cinayet emrinin yeni Mossad direktörü Yossi Cohen tarafından verildiğini yazdı. Cohen Zayid’in yakalandığı dönemde Mossad’ın Avrupa masası şefiydi ve “gözetim altında iken Zayid’in İsrail adaletinden kaçmış olması sebebiyle çok öfkeliydi”. Cohen Zayid’in ölümünden sadece bir ay önce, Ocak 2016’da yeni görevine getirilmişti. Bulgar devleti ise Zayid’in ölümünü yeniden soruşturulacağını duyurdu.

İsrail, barışa âşık bir demokrasi maskesini takmayı seviyor. Mossad’ın cinayetleri, bu maskenin düşmesini sağlıyor.

Asa Winstanley
28 Ocak 2017
Kaynak

,

Mazen Fukaha



Filistin direniş hareketi Hamas İsrail rejiminin kuşatma altındaki Gazze’de üst düzey üyelerinden birini katlettiğini söylüyor.

“Hamas ve askeri kanadı, İsrail’i ve işbirlikçilerini bu alçak saldırıdan sorumlu tutuyor”. Cuma günü Mazen Fukaha’nın öldürülmesinden birkaç saat sonra kaleme alınan Hamas bildirisinde bu tespit dile getiriliyor.

Devamında bildiride şu söyleniyor: “İsrail savaşçılarımızın kanının boş yere dökülmediğini biliyor, Hamas nasıl hareket edeceğini bilen bir güçtür.”

Gazze’deki içişleri bakanlığı sözcüsü 38 yaşındaki Fukaha’nın Telu’l Hava Mahallesi’nde öldürüldüğünü, soruşturmanın başlatıldığını söyledi.

Hamas’ın Gazze’deki biriminin başkan yardımcısı Halil Haya da Fukaha’nın ölümünün sadece İsrail’in işine geleceğini ifade etti. Fukaha 2011’de İsrail’le yapılan tutsak anlaşması sonucu serbest bırakılan bini aşkın tutsaktan biriydi. Haya sözlerine şunu ekledi:

“Bu cinayet işgalcilerden (İsrail’den) başka kimsenin işine gelmez. Diğer partilerin bu cinayetle bir alakası yok.”

Hamas’ın diğer bir üst düzey yöneticisi, İzzet Rişk suikastçıların Fukaha’yı başından, susturucu silahla vurduğunu belirtti.

İsrail ordu sözcüsü ise bu cinayete dair yorumda bulunmak istemedi.

Mazen Fukaha’nın cenazesine binlerce Filistinli katıldı.

Middle East Monitor
25 Mart 2017
Kaynak

25 Mart 2017

,

Pasolini, Althusser, Kilise

Din Siyaseti

Pasolini’nin Gospel isimli filmindeki mükemmellik, filmin bugün tanık olunan, dine dönüşten farklı olarak yeni bir vizyon veya yeni bir Tanrı fikri öneriyor olmasıdır. Bugünün dinî liderleri ve dinî-politik hareketleri, perhizden, giyinmeden ve “geleneksel” yaşam tarzlarından dem vuruyorlar. Avrupa’da yaşayan Müslümanlar için ana mesele, başörtüsü, çarşaf giymeme, örtünmenin yasaklanması veya Suudi din adamlarının muz yemeye izin verip vermemesinden ibaret. Aynı şekilde, Katolik rahipler de sadece kürtaj veya gey hakları konusunda endişeliler. İşte tam da burada asıl soruyu sormak gerekiyor: peki din, tüm bu meselelerin neresinde?

Bugün “dine geri dönüş” sürecinin mevcut formlarında Tanrı’ya ve dine yer var mı?

Yeni ve eski yaşam tarzları arasındaki gerilim, eskiden beri varolan bir mücadelenin konusu. 

Komünist Parti Manifestosu’nda Marx şunları yazıyor:

“Burjuvazi, bugüne dek onurlandırılmış, hürmetle, hayranlıkla anılmış her türden mesleğin etrafındaki haleyi söküp attı. Doktoru, avukatı, rahibi, şairi, bilim insanını ücretli emekçilere dönüştürdü. Burjuvazi, ailenin üzerindeki o hislerle örülmüş örtüyü parçaladı ve aile içi ilişkiyi sadece parayla kurulan ilişkilere indirgedi.”[1]

Başka bir ifadeyle, yeni ve geleneksel arasındaki gerilim, güç ve kâr arasındaki ilişkilere mündemiçtir. Ne var ki geleneklere atıfta bulunup onları devreye sokarak burjuvazi, gelenekleri paraya dayalı çıkarları için araçsallaştırır. Dindar köktenciler ise kapitalizmin kültüre yönelik bir tehdit teşkil ettiğini, geleneklerin artık meşruiyetini yitirdiğini söylemektedirler. Bu anlamda gelenekler ile yeni demokratik, hoşgörülü yaşam tarzları arasındaki ikilik, gerçek bir ayrım olmakla kalmıyor, ayrıca az da olsa dinin kendisini de kesiyor. Ancak dinin önemini reddetmemekle birlikte, ben bugünkü sunum biçimi ve uygulama tarzı dâhilinde dinin temelde davranış, perhiz ve giyinme ile alakalı el kitaplarına indirgendiği, bu hâliyle yozlaştığı kanaatindeyim. Bu özelliğiyle dinin yüzleştiği asıl gerçek tehdit, esasında dinleri savunan dindarlar.

Gelgelelim, bu noktada şu soruyu sormamız lazım: evrenselcilik öğretisinin kapalı cemaatler öğretisine doğru gerilemesi nasıl mümkün olabilmektedir? Kimlikçi ve özele kilitlenmiş siyasetten yana olan politik gruplar, dini ideolojik bir silâh olarak mı ele alıyorlar? Eğer din gerici siyasetin eline geçmişse, o vakit yüzümüzü yeniden dine dönmenin ne anlamı var? Veya dinde yeniden temellük edilmeye değer bir şey var mı?

Althusser, dünyanın ortaya çıkarttığı yanlış sonuçtan dem vuruyor. Ona göre, bu yanlışlık sahte peygamberlerle alakalı (Althusser için Camus ve Malraux bu türden sahte peygamberler). Bu isimler, sahte İsa’lar olduklarını iddia ediyorlar ve yaptıklarını İsa’nın gelişine denk olaylar olarak sunuyorlar. Oysa sahte peygamberlerin farkına varmamız gerektiğini söyleyen, bizzat İsa’nın kendisi. İsa, bu sahte peygamberlerin son günler yaklaştığında açığa çıktığını söylüyor. Buradaki paradoks açık: Her Hristiyan’ın yakınlaştığı o son, aynı zamanda tarihte sahte peygamberlerin artık ortaya çıkmayacağı bir son değil.[2]

Pasolini’nin filmi bir sahil sahnesi ile başlıyor. Sahilde insanlar gündelik işlerini yapıyorlar. Sahnenin başında geniş çekim yöntemine, ardından da hızlı zumlama yöntemine başvuruluyor. Sonraki sahnelerde bu insanların gündelik faaliyetleri yakın çekimle veriliyor. Ardından bir sahne geliyor. Burada oturmakta olan İsa Mesih sağa sola bakıyor. Bu sırada altı havari yanına geliyor. Havariler, İsa’dan iki üç metre uzakta, ayakta duruyorlar. Kameranın mevcut konumu üzerinden havariler ve İsa Mesih birbirlerine bakarken görülüyor, ama hiçbirisi seyirciye, yani bize bakmıyor. Bu esnada bir havari şunu söylüyor: “John sana şu soruyu soruyor: gelecek olan sen misin yoksa başka birini mi beklemeliyiz?”

Matta 7:21’de İsa şunu söylüyor:

“Cennet krallığına bana ‘Tanrı’ diyenler değil, cennette olan babamın iradesini yerine getirenler girecektir, bu yüzden sahte peygamberlere dikkat edin. Bunlar karşımıza kuzu postunda çıkacaklar ama o postun içinde vahşi bir kurt var.” (Matta 7:15).

Burada özünde putperestlikle mücadeleye işaret ediliyor. Althusser ise proletaryanın kapitalizm koşullarında yüzleştiği gerçek sorunu, yani işçi sınıfının maruz kaldığı sömürüyü görmeyenlere karşı farklı bir mücadele verilmesi gerektiğinden söz ediyor. Peki Althusser de o eleştirdiği aynı hatayı yapmıyor mu? Sahte peygamber, gerçek sorunun gizemlileştirilmesini, onun üzerine örtü serilmesini ifade ediyor, zira (Althusser’in anlayışı dâhilinde) sahte peygamber, sorunun “gerçekliğini” göremiyor. Gelgelelim, gerçek sorunların (sömürü, zulüm ve hâkimiyetin) çözümü olarak sosyalizmi tanımlayan Althusser, aynı tuzağa düşmüyor, çünkü Hristiyanlık açısından “kendisini gerçek peygamber olarak görsün ya da görmesin, sahte peygamber olmak için putperestlik yapmak gerekiyor.” Ayrıca Althusser’in belirlediği geç dönem Marksizm açısından, “Tanrı’nın kendisi de sınıf mücadelesini perdeleyen gizemlileştirici, putperestçe bir figür olabiliyor.”[3]

Tüm bu hususlar dikkate alındığında, dinî örgütlenme biçimlerine dayanan yeni bir toplumsal ve politik kurtuluş mümkün mü? Kilise hakkında kelam eden Althusser, bu önermeyi hasta bir adamla kıyaslıyor:

“Bugün dünya, kiliseyi dinlemiyor, kilisenin sözleri günümüz insanına ulaşamıyor. Kilise, budünyanın bugününde ve geleceğinde hâlihazırda yaşayan geniş kitleler için bir yabancı hâline geldi. Diğer yandan, kiliseye imanla bağlı insanlar açısından şu soru gündeme geliyor: bu insanların mümin halleri hâlen daha dindar mıdır? Bu tarihsel durum, Hristiyanların içinde yaşadığı tarihsel bağlamla eşzamanlı olarak gerçekleşiyor. Hristiyan olsun ya da olmasın, tüm insanlar, her momentte bu gerçekliği karşısına alamıyorlar. Dolayısıyla, eskiden tüm yollar Roma’ya çıkıyordu, bugünse tüm yollar, apaçık ortada olan, birbiriyle ilişkili iki olguya çıkıyor: modern kilise, artık bugün kendi yurdundan sürgün edilmiştir, müminlerin geniş bir çoğunluğu, esasen gerçek anlamda kilisede olmadıkları için kilisededirler.”[4]

İdeolojik açıdan kilisedeki yozlaşma, Althusser’in ifadesiyle, onun kendisi hakkında bir tefekkür içine girememesiyle alakalı: kilise, bugün artık insanlara cazip gelmeyen anlayışlar üzerinde yükseliyor.


Pasolini’nin Gospel filminin ikinci yarısında karşımıza İsa Mesih bir tarladan aşağı, arkasından gelen havarilerle yürürken çıkıyor. Yürüyüş sonrası duruyorlar. Nadiren girdikleri diyalogların birinde Matta 16:16[5]–17’daki[6] sözler filmde dile getiriliyor. Bir sonraki sahnede İsa Mesih, kolunu Peter’ın omzuna koyuyor ve şunu söylüyor:

“Sana da söyleyeyim Peter. Kilisemi bu kayanın üzerine kuracağım. Ölüler diyarının kapıları bile onu esir edemeyecek. Cennet krallığının anahtarlarını sana vereceğim. Yeryüzünde bağlayacağın her şey göklerde de bağlanmış olacak; yeryüzünde çözeceğin her şey göklerde de çözülmüş olacak.”

Bu sahnede de gösterildiği gibi, Althusser de “kilisenin toplumsal kurtuluşu”nu talep ediyor:

“Kiliseye hükmeden toplumsal güçlere ancak o güçleri nesnel planda mağlup edebilecek, esasında etmesi gereken toplumsal güçler eliyle diz çöktürülebilir. Bu güçlerin rastgele bir nitelik arz etmesi mümkün değildir. Bu güçler, ortaya çıkışları ile birlikte, eski yapıların yıkım sürecini tehdit etmeli, o yapıları tehditkâr, arkaik ve modası geçmiş unsurlar olarak ortaya çıkartmalıdır. Bu diz çöktürme meziyetine ve mücadele etme azmine sahip güçlere bugün örgütlü proletarya öncülük etmektedir. Bu sorun ve bahsedilen mücadele, doğası gereği dine dair değildir; kolektif dinî yabancılaşmanın ortadan kaldırılması, bir koşul olarak bu politik ve toplumsal mücadeleyi önvarsaydığından, bu süreç yaşanmadan, herhangi bir kurtuluşun, hatta dinî kurtuluşun kendisinin tasavvur edilmesi bile mümkün değildir.”[7]

Bu nedenle, kilisenin toplumsal ve politik planda yaşayacağı özgürleşme, “dinî hayatın ve dinin kendisinin yeniden fethedilmesi”ne bağlıdır.

“Önsel olarak bir tür yabancılaşma olmayan dine hükmeden güçlere diz çöktürülmesi, Hristiyanların gerçek bir dinî hayatı yeniden yaşamalarını sağlayacaktır. Zira Hristiyanlar, bu gerçek dinî hayatın mevcut koşullarını ve sınırlarını pratikte, mücadele içerisinde zaten tanımlamaya başlamıştır.”[8]

Bu tespitin ışığında, kilisenin özgürleştirilmesi için gerekli araçlara işaret etmek suretiyle Althusser başka bir şey yapmaktadır: o, özünde partiye dayalı politikanın evrensel düzeyde yeniden tahayyül edilebilmesine ilişkin felsefî ve dinî argümanları ya da koşulları sunmaktadır. Kilise ve parti, ürkütücü görülen, modası geçmiş kolektif örgütlenme modellerine ait birer ad olmalarıyla ortaklaşmaktadır. Her ikisi de insanların ihtiyaçlarını ve taleplerini temsil etme noktasında başarısız olmuştur. Buradan şu soruyu sormak mümkündür: Althusser’in ve Pasolini’nin dile getirdiği önermeler üzerinden bizim, “ne tür bir parti örgütlenmesi gerekli?” sorusu üzerine yeniden kafa yormamız mümkün müdür?

Yeniden düşünmemiz gereken parti, politikanın dinî temellerine (eşitliğe, özgürlüğe ve evrenselliğe) dayanan bir partidir. Bu partinin yapacağı liderlik dünyevî olmalı, toprağa kök salmalı, aynı zamanda her türden teolojik vaade imanla bağlı kalmalıdır. Böylesi bir liderlik, olayların tesadüfî akışına güçlü bağlarla bağlı olmalı, kaderden çok durumsallığa, ihtimallere bakmalıdır. Pasolini’nin İsa’sı türünden bir liderdir burada asıl talep edilen. Filmin ikinci yarısında karşımıza çıkan bu İsa versiyonu, gayet rahatsız edici ve öfkeli bir isimdir. O “tapınağa girer ve orada alım satım, tefecilik işleri yapanları kovar, tefecilerin masalarını devirir, güvercin satanların koltuklarını dışarı atar.” O noktada İsa onlara, “benim evime ‘ibadet evi denilecek’ diye yazılmıştır, siz ise onu haydut yatağına çeviriyorsunuz.” (Matta 21:13). Devamında İncil şunu söylemektedir: “Ayrıca İsa, mabette yanına gelen körleri ve topalları da iyileştirdi.” (Matta 21:14). Bu noktada Pasolini, Kutsal Kitap kaynaklı bu sözleri filmi üzerinden başka bir forma kavuşturur. Diğer filmlerdeki İsa’dan farklı bir İsa takdim eden Pasolini, Hristiyanlar arasında yaygın olarak görülen, öğretiyle alakalı birçok sunum tarzından da ayrışır. Pasolini’nin İsa’sı, belirli meseleleri dert edinen, tek çıkış yolu yeryüzünde cennet kurulması olan insanlara sevdalı olan birisidir: “İki ya da üç kişi benim adımla her nerede bir araya gelirse, ben orada onların arasında olurum” (Matta 18:20). Tıpkı politika (ve kurtuluşa yazgılı politika gibi) kilise de kendisini yeniden icat etmek zorundadır. Bu ise ancak sömürülen, dışlanan, zulüm görenler güçlerini birleştirip devrimci kurtuluş için çalışmaları ile mümkündür. Kilisenin (veya her türden dinî kurumun) toplumsal kurtuluş mücadelesi, aynı zamanda bir evrensel kurtuluş mücadelesidir. Pasolini’nin de ortaya koyduğu biçimiyle, bugün temelde ideolojik hâkimiyeti ebedi kılan bu toplumsal koşulları yeniden üreten, kilise türünden bir ahlakî otoriteye değil, politik otoriteye sahip bir liderliğe ihtiyaç vardır. Sadece temsil etme yerine bu liderlik, müştereklerin yeni örgütlenme formunun merkezi olabilmelidir. Bu tespitin ışığında, son sözlerimizi bir şiir aracılığıyla dile getirebiliriz:

Arap mısın, Balkanlı mısın
Antik çağlara ait bir halk mısın
Yoksa yaşayan, Avrupalı bir ulus musun
Nesin?
Bebeklerin açlıktan öldüğü,
Ruhu çürümüş siyasetçilerin toprak ağalarının
Gerici valilerin emrinde çalıştığı
Saçları arkaya doğru taranmış
Ayakları kokan beş para etmez avukatların
Ortalıkta cirit attığı bir ülke misin?[9]

Agon Hamza

[Kaynak: Althusser and Pasolini: Philosophy, Marxism, and Film, Palgrave Macmillan, 2016, s. 165-169.]

Dipnotlar:
[1] Karl Marx ve Friedrich Engels, Manifesto of the Communist Party, MIA.

[2] Louis Althusser, The Spectre of Hegel: Early Writings, Verso, Londra, 2014, s. 10.

[3] Roland Boer, Criticism of Heaven: On Marxism and Theology, Brill, Leiden/Boston, 2007, s. 117.

[4] Althusser, The Spectre of Hegel, s. 192–193.

[5] Ona “peki ben kimim sence?” diye sordu, Simon Peter’da şu cevabı verdi: “Sen Mesih’sin, yaşayan Tanrı’nın Oğlu’sun.”

[6] İsa ona şunu söyledi: “Ne mutlu sana Yunus oğlu Simon, çünkü bunu sana ifşa eden etten kemikten insanlar değil, göklerdeki Babam’dır.”

[7] Althusser, The Spectre of Hegel, s. 202.

[8] A.g.e., s. 203.

[9] The Selected Poetry of Pier Paolo Pasolini, Çift Dilli Baskı, Yayına Hz. ve Çeviren: Stephen Sartarelli, University of Chicago Press, Şikago ve Londra, 2014, s. 295.

,

Oscar Romero


Kırk yıl önce bugün (24 Mart 1980) El Salvadorlu Katolik Başpiskopos Oscar Romero, kilise ayini esnasında ABD destekli aşırı sağcı güçlerin saldırısı sonucu katledildi.

Ülkede bu güçlerin yükselttiği şiddet ve zulüm dalgasına rağmen Romero, ömrünün büyük bir kısmını apolitik bir isim olarak geçirdi. Katolik din adamlarının ve kilise dışı isimlerin giderek radikalleşip Salvador’da iktidarda bulunan ordunun denetiminde ilerleyen yoksulluk ve eşitsizlik koşullarına karşı mücadeleye iştirak ettiği dönemde muhafazakâr kilise hiyerarşisi, onu halka açıktan beyan edilmiş politik görüşleri veya politik herhangi bir faaliyeti içermeyen geçmişinden ötürü başpiskopos seçmişti.

Ancak yakın dostu ve kendisi gibi rahip olan, yoksulların safında örgütlenen Rutilio Grande’nin sağcılar tarafından 1977’de öldürüldüğü günden sonra Romero, bir değişimin içerisine girdi. Romero, bu noktada rejime ve onun zorba destekçilerine, bilhassa ABD’ye karşı sözler sarfetmeye başladı. Bu savunu yüzünden Romero üç yıl sonra öldürüldü.

Öldürülmesinden bir gün önce Romero, San Salvador’daki ulusal katedralde o ünlü vaazını verdi. Radyo aracılığıyla tüm ülkeye yayınlanan o vaazında doğrudan askerlere seslenmişti:

“Ordudaki insanlara, bilhassa Ulusal Muhafızlar mensubu askerlere, polislere ve garnizonlara seslenmek istiyorum.

Kardeşlerim, sizler de bu halkın evladısınız. Sizler bu ülkede kendi kardeşlerinizi öldürüyorsunuz. Bir insanın verdiği ‘öldür’ emri karşısında hüküm, Tanrı’nın ‘öldürmeyeceksin’ emrinde olmalı.

Hiçbir asker, Tanrı’nın hukukuna aykırı bir emre itaat etmeye mecbur değil. Ahlakdışı bir kanuna kimse uymamalı.

Artık vakit, vicdanınıza göre hareket edip, günahın değil, o vicdanın emirlerine itaat etme vaktidir. Tanrı’nın haklarının, Tanrı’nın hukukunun, insan haysiyetinin savunucusu olan kilise, nefret edilmesi gereken böylesi bir günah karşısında asla sessiz kalamaz. Biz, birçok insanın kan deryasında boğulmasını istemiyorsa, hükümetin önerilen reformları ciddiye almasını talep ediyoruz.

O vakit Tanrı adına, çığlıkları her gün tüm o gürültüsüyle cennete dek yükselen bu çilekeş halk adına size yalvarıyorum, istirham ediyorum, size emrediyorum, bu zulme son verin!”

Romero cinayeti, Salvador’daki iç savaşın başlarında gerçekleşti. O dönemde ülke, sağcı bir rejimin idaresi altındaydı ve 2009’a dek Romero’nun ölümüne dair hakikatin açığa çıkması meselesiyle pek ilgilenmedi, bu nedenle suikast konusunda kimseye hesap sorulmadı. Ta ki ABD’de bulunan insan hakları grubu Adalet ve Hesap Verme Sorumluluğu, cinayetten sorumlu kişiler aleyhine dava açana kadar. Avukatlardan biri olan Matt Eisenbrandt Romero’nun ölümünü ve katillere karşı açılan davanın seyrini Assassination of a Saint: The Plot to Murder Oscar Romero and the Quest to Bring His Killers to Justice [“Bir Azizin Katli: Oscar Romero Cinayeti ve Katillerini Mahkemeye Çıkartma Mücadelesi”] isimli çalışmada anlatıyor. Yazarla yapılmış bir röportajı şu kaynaktan dinlemek mümkün.

Micah Uetricht
24 Mart 2017
Kaynak

23 Mart 2017

,

Atlı Süvari


Askerde, muhtemelen gerçek bir olaya dayanan, bir fıkra anlatılır: kışlada bulunan bir bankın boyanması gerekmiş, komutan askerlerin yanlışlıkla oturmasına mani olmak için başına bir nöbetçi dikmiştir. İkinci bir emir gelmediğinden, senelerce bankın başına bir asker nöbetçi dikilmiştir. Bugün devletin bankın rengini, yerini değiştirdiği, nöbet uygulamasının anlamsızlığını gördüğü açıktır. Ama şu da görülmelidir: bu fıkra bile askeriyenin parçasıdır.

Devletin sivil-asker diye bölünmesi, ezen-ezilen, işçi-burjuvazi ayrımları yerine bu ayrıma kilitlenilmesi, politik bir marazdır. Bu bölünmeden bahsetmek, “atlı süvari” demektir. Atla süvariyi ayırdıklarında ata binebileceklerini zannedenler, fena hâlde yanılmaktadırlar.

Sivil-asker ayrımına en çok 12 Eylül mağdurları örgütlenmektedir. Asıl kırılma bu momentle alakalıdır. Söz konusu ayrımı yapanların orduyu eskinin kralı, kendilerini Jakoben zannetmeleri, ne büyük bir yanılgıdır. Bu, mevcut orta sınıf siyasetlerini yaldızlamaktan başka bir şey değildir.

* * *

Taner Timur’un Mustafa Koç’a ağıt yakıp “jakobenizme düşmanlık karşı-devrimciliktir” demesi normaldir. Onun gibi solcuların ufku, burjuvaziden, tüccarlardan ve esnaf-zanaatkârlardan oluşan kesimin ufkunu aşamaz. Buna göre ordu, sermayenin iç ve dış ihtiyaçlarına uygun bir yapılanma içine girmelidir.

Timur’un yoldaşı Yalçın Küçük’ün Kral Louis’nin sağ kolu Colbert’e işaret etmesi, tesadüf değildir. Çünkü ufkundaki “sosyalist iktidar” ancak bir Fransız Devrimi ile mümkündür. Buna göre ordu profesyonelleşmeli, ülkenin dışarıdaki çıkarları korunmalı, içerisi ezilmelidir. Ve evet, Diyarbekir’in ortasında bir genç vurulmalıdır.

* * *

Ordudaki dönüşümü önemli bir devrimci mevzi, bir ilerleme olarak satanlar, sahtekâr olarak nitelendirilmelidir. Tüm politik teorisi sivil-asker ayrımı üzerine kurulu olanlar, ordunun tüm topluma sirayet etmesinin araçlarıdır. Karşılıklı dönüşüm dâhilinde bu ordu, hapishanelere silâhla, topluma BBG Evi ile saldırmıştır. Bugün askerden kaçan on binlerce genç, askeriyenin postmodern hâli olan Survivor yarışmasına katılmak için çabalamaktadır. Bu seneki yarışmada eski bir Özel Kuvvetler mensubu vardır. Hesaplar mevcut dönüşüme uygundur. Dolayısıyla, her yere ayna dikip sadece kendisini görenler, “a ben de Kürdüm, ben de Aleviyim o da Alevi hem de Kürd, demek ki ses yarışmasında ben de kazandım” diyenlerin görmedikleri gerçek burada saklıdır. Dodan ve o Survivor’cı asker, iç içedir.

İç içeliğin bir anlığına kırıldığı moment, Kemal Kurkut’tur. Yurtsever medyanın bu gencin katlini hemen gündeme taşımaması, politik müdahalede bulunmaması, “yazık oldu gence” demesinin sırrı buradadır. Solun maruz kaldığı son yirmi yıllık teorik-ideolojik-politik dönüşüm, devletin ve ordunun dönüşümü ile birlikte okunmalıdır. Bu okuma olmaksızın, müdahale ve mücadele de mümkün değildir.

Dolayısıyla, Demir Küçükaydın’ın yazdığımız yazıya düştüğü nottaki devletlu ağız garipsenmemelidir. Küçükaydın’ımızın, “algı oluşturma”dan, “dezenformasyon”dan dem vurması doğaldır. Ona Kıvılcımlı’nın sözünü anımsatmak gerekir: “Çığlıkta ahenk aranmaz.”

Bu tip isimlerin Marksizmi aşmaları, Marx’tan uzaklaşıp güya markizleşmeleri, özünde orta sınıf siyasetine yakınlaşma amacını güder. Fikret Başkaya’nın Ekim Devrimi’ni devrimden saymaması, Fransız devrimciliği ile alakalıdır. Bu tür isimler, orta sınıfın yönetsel ilişkilerde rol alma çabasını mutlak, tek devrimci olgu olarak görmeye mecburdurlar. Kitlelerdeki kaosu, kaosun kitleselleşmesini devlet gibi onlar da sevmezler.

Bu açıdan, Perinçek’in “ordu-millet elele”si iç liberalizm; DSİP’gillerin ebrulîliği dış liberalizmdir.

Perinçek ordu ve milleti ayırmakta, aradaki tire işareti olmakla güçleneceğini düşünmekte, devletse “haddini bil, ben varım, ikisi iç içe geçecek” buyurmaktadır. Her iki tür liberalizmin birbirini tamamladığını görmek gerekir. Kuveyt emirine takılan nişanda Atatürk’ü arayanlar, bu dönüşümü perdeleme gayretindedirler. Aynı şekilde, kadının bacak arasına, cinselliğine, hormonlarına bakan kadıncılar, kadının kolektif-tarihsel gücünü perdelemek için vardırlar.

* * *

Saf, mutlak demokrasi arayışı devleti görmez, göstermez. Bu perdenin gerisinde görülmeyen şudur: AKP, devletin basit bir alt ideolojik aygıtıdır, onda ne İslam, ne Ortadoğu, ne Ortaçağ ne de kişisel bir kibir mevcuttur. Bunlara işaret edenler, devletin safındadırlar.

Savaş, siyasetin başka araçlarla sürdürülmesi ise Survivor savaşın siyasette sürdürülmesidir. Bu savaş, her bireyin birbirinin kurdu olmasıyla alakalıdır. Emekçi kitleler bu tür bağlarla ana trafoya bağlanmaktadırlar. Ordunun tarihsel dönüşümünde devlet kitleleri silâhlandırma ihtiyacıyla yüzleşmiş, bundan korkmuş, söz konusu adımı atarken, gerekli yerlere sigortalarını yerleştirmiştir. Bu sigortaları STK’larda, partilerde ve derneklerde arayıp bulmak şarttır. Bunların içindeki kurtlarla mücadele edilmelidir.

Dolayısıyla, ordunun milliyetçilikten vazgeçtiğine sevinenler, bir avuç efendinin milliyetçi kudretini kitlelere yedirmesine dönük çabalarına katkı sunarlar. Zira bugün “devletsiz demokrasi”den söz edenler, bu lafı nedense aynı masada oturdukları devlet görevlilerine değil, ezilenlerin kudretini örgütlemeye çalışanlara etmektedirler. Küçükaydın’ın yirmi yıldır sürekli bağırdığı “aşın, taşın, özgürleşin, bireyselleşin” şiarı devlete veya orduya değil, elinde devleti veya ordusu olmayanlara, bu sebeple Avrupa’ya koşanlara haykırılmaktadır. Asıl sorun buradadır.

Asıl sorun, en komünistinin bile düne kadar “dönek” denilen Livaneli çizgisine gelmesidir. Livaneli, “bu cahiller karanlığı sever, hiçbir şey üretemezler” buyurmuştur. Oysa kendisi, o “cahil” halkın ürettiği türküleri mülk edinip satarak ünlenmiş bir isimdir. Birçok türküyü kendi bestesi gibi takdim etmiş, boru gibi sesiyle, müziğin tıkanmasına sebep olmuştur. Onun önerisi ise aydınlanmış bir avuç efendinin silâhlarıyla birlikte ülkeye ayar vermesidir. AKP’nin açıklarını bu tür isimler kapatmaktadır. Onlar, Avrupaî AKP’nin üyesidirler.

* * *

Sivil kıyafetin altındaki hakilik görülmek zorundadır. Devrimci örgütlerin kadrolarına bu hakiliği veya laciliği önermesi tuhaftır. Yoksullara hamamböcekleri gibi bakan gözler çoğalmıştır. Mazlumlara işaret edip zulme ortaklığını örtbas etmeye çalışanların sayısı artmıştır. İhanet zincirini tutanlar, utanmadaki devrimciliği gerici görmektedirler.

Öğle sıcağında ağır teçhizatıyla o bankın başında bekleyen erin alnından akan terdir önemli olan. Her gün her kanalda asker, özel harekât dizilerini piyasaya sürenlerin bu terin değerini bilmesi mümkün değildir. Doktrin merkezlerine çalışanlar da o teri anlayamazlar. Güzel atlar, yiğit atlılar… gün onlara hasrettir.

Eren Balkır
23 Mart 2017

20 Mart 2017

,

Güngören-Bağcılar


Gelinen momentte politik varlığı Acunn’a SMS atmaktan ibaret olanların Duvarr’ıdır mesele. Acunn, özel olarak bir Müslüman Rap’çiyi sahneye ite kaka çıkartmış, yanına da solculuktan sıkılmış, “yeter artık, ekmeğime havyar sürmek benim de hakkım” diyen birini iliştirmiştir. Devlet ve sermaye, o çarklar, böyle dönecektir.

Mesele, Müslüman Rap’çinin Güngören’in, Bağcılar’ın çilesini; Duvarr’a asılan Dodan posterlerinin türkülerdeki çığlığı susturmasıdır. R’leri artık kırık telaffuz etmek şarttır. Çünkü bu yarışma, ses değil, tizlere çıkma yarışmasıdır. Duvarr’daki R’ler fazladır. Bugün devrim, kimilerinin tahayyülünde, bar-kafe zincirini Güngören’e, Bağcılar’a uzatmaktan ibarettir.

Bu nedenle kusmaya çareler sıralar Redaktif gibi siteler. Solculuk kusmuklarıdır. Artık banyo köpüğü, küvet ve brokolidir solculuk. İçki sofralarındaki esrik hal, onlara kâfidir. Balkondan sarkan sepet geri, kredi kartları ileridir. Güngören’i, Bağcılar’ı hor görmek, küçümsemek, oralardan tiksinmek, bir kılıfa kavuşturulmalıdır. Artık haberdar olunan “sol” veya “Marksizm” tarihinin hiçbir karşılığı, kıymeti yoktur. Sadece kaynayan katran, kendisini şeker zannedeceği yerlere akmaktadır. Bu nedenle muhayyilede Güngören’e, Bağcılar’a girmek, nüfuz etmek gibi bir dert yoktur. Girmek, ancak kentsel dönüşümle açılan kanaldan, sosyetik sanat galerileriyle olabilmektedir. Misal, Halkevleri gibi örgütlerdeki halkçılık, eskinin disiplinine izin vermediği için kıymetlidir, halkın kendisi talidir, değersizdir. Bireye saklanma imkânı verdiği için bir anlamı vardır. Tek tip kortejlere izin vermediğinden, halkçılık yapılmaktadır. Dert de dava da halk değildir bunların.

* * *

AKP’yle olansa şudur: eskiden kendi dünyalarında yaşayan, laiklerin pek görmedikleri kesimler, görünür hâle gelmişlerdir. Soldaki dönüşüm, benzer yeğinlikte, politik sağ kesimlerde de gerçekleşmiştir. İddialar, dava, çöpe atılmış, iman, bireysel bir pratiğe indirgenmiştir. Laikler, görünürlüğe bile tahammül edememektedirler. Sol da laik kesimlerdeki bu hasedi örgütlemek derdindedir. Haset, hasat yeridir. Yarıştırılan, bireyliklerdir, bireyler üzerinden sermaye ve devlet ilişkilerinin yeniden teşekkül etmesidir.

Dolayısıyla ezilen, emekçi gibi ayrımlar hükmünü yitirmişlerdir. Yoksul bir semtteki Müslüman Rap’çiye bile tahammül edilememekte, onun karşısında lüks semtlerin lüks barlarında boy göstermek isteyen biri tercih edilebilmektedir. Sınıfa, mazluma dair hassasiyetler, sol limanı terk etmişlerdir.

Aynı şekilde AKP de Müslümanlığını başkasıyla bir nebze tamama erdirebileceğini düşünenleri bir bir öldürmektedir. “Fırsat bu fırsat, İslam’dan kurtuluyoruz, AKP’ye buradan saldıralım” diyenler, onu İslam üzerinden eleştirenler, devletin dönüşümüne yedeklenmektedirler.

Tüm liberal salvolar, ordudaki dönüşüme tabidir. Dolayısıyla Acunn yarışmasından-şovundan referanduma dair önnot çıkartanlar, aslında devletin hangi koltuğunun altına sığındığını da belirlemek zorundadırlar.

* * *

Demir Küçükaydın[1] gibi isimlerin sesinin duyulması buradadır. Doksanlardan beri düzen, ezilene, yoksula çare olan, onların sesine yoldaşlık eden isimleri değil, çareye ve yoldaşlığa düşman isimleri parlatmıştır.

DSİP ve Küçükaydın’daki milliyet ve devlet eleştirileri, yüzeyseldir. Her ikisi de 2000’lerin başına Avrupa Birliği’nde modellendirilen, demokrasi, sivil devlet ve ordunun dönüştürülmesi programının basit bir bileşenidir.

Doksanlarda ittihatçılara şiirler dizen Roni Margulies, 2000’lerin başında 1908 kadrolarının mezarı başında ağlayarak selam duran Chris Stephenson (Cem Uzun), sonrasında ordu eleştirisi ile belirli bir popülerlik kazanmıştır. Bu isimler, ordunun sivil üniformalılarıdır. Bu açıdan Kemalistlerin liberalizm eleştirisi, temelsizdir. En fazla, ordudaki liberalizme eklemlenme sürecine örtü görevi görmektedirler. Hepsi el eledir.

Kemalistlerin liberalizm eleştirisi, kayıkçı dövüşünün parçasıdır. Özel şirkete güvenlik müdürü olan albayları bu liberalizm eleştirisi gizlemektedir. Sokakta askerîleşen isimleri İslamcılık eleştirileri örtbas etmektedir. Devlet ve sermaye içerisinde söz sahibi olunca siyaset yapabileceklerini düşünenlerden arınılmadığı sürece, yol almak mümkün değildir.

Küçükaydın’daki kesif milliyetçi düşmanlığı da ordudaki dönüşüme uygundur ve özünde sola saldırı temelinde yaldızlanmaktadır. Yani burada belirli bir reçete ve program sunulmamakta, neoliberal dönüşüm bağlamında sol da dönüşüme tabi tutulmaktadır. Esas olarak yazılanlar, sola nizamat vermekle alakalıdır.

* * *

Son dönemde yanlış bilgiler çöplüğü olarak sosyal medyada Dev-Genç Marşı ile ilgili bir tezvirat dolanmaktadır. Bu sözleri sarfedenler, o marşın zaten bir asker marşı olduğundan habersizdirler. (Aynı durum Gündoğdu Marşı için de geçerlidir.) Bugün gelinen noktada Küçükaydın ve Margulies gibilerin misyonu, o bağları kopartmak üzerine kuruludur. Rasim Ozan’la aynı şeyleri söyleyenler, kirlerini ona küfrederek gizlemeye çalışmaktadırlar.

Ayşe Hür’e yoldaş olan Emrah Cilasun, Hür’ün her fırsatta sosyalizme ve Sovyetler’e eleştiri yöneltmesine ses etmemekte, yıldızını o mecrada parlatabileceğini düşünmektedir. R’leri kırdırarak telaffuz etmek gibi, Maoizmi de Amerikan troçkizmiyle yumuşatmak, hiçbir sonuç üretmeyecektir. Ayşe Hür, Denizlere “darbeci” demek için çıkartılmış gazetenin ürünüdür. Benim diyen sol örgütler, ya o gazeteden beslenmiş ya da oralarda yazı yazmak için birbirleriyle yarışmışlardır. Ve kimse, o sürecin hesabını vermemiştir. Dolayısıyla, bugün ordunun da pek ses etmeyeceği, bir iki İslamî derneği molotoflamadan önce, o sürece dönüp bakmak, “ben ne yaptım, ne yapmadım” demek gerekecektir.

* * *

Temelde doksanların Marksizm ve sol tartışmaları, iktidar, parti ve devrim kavramları etrafında dönmüştür. Bugün Başkaya’dan Küçükaydın’a, bildiğimiz tüm isimler, bu kavramların tasfiyesi ile alakalı olarak yaldızlanmışlardır. Yumuşama, rahatlama, R’leri kırdırma, bu kavramlarla alakalıdır. Bu isimlerin söyledikleri hiçbir sözün iç dönüşüm ve sıçrama çabası ile bir ilişkisi yoktur. Dertleri, kendi bireylikleri, bireysel tercihleri; davaları, bu doğrultuda iktidar, parti ve devrim gibi kavramlardan kurtulmaktan ibarettir.

Bunların doksanlarda “Marksizmin krizi” dedikleri şey, üç kavramın tasfiyesi ile alakalıdır. Panel panel, dergi dergi arzı endam eden bu isimlere biçilen rol, tasfiyecilikle tanımlıdır. İktidar, parti ve devrim kavramları, tasfiye edilmek, en azından belirli bir alt düzeye çekilmek zorundadır. Bunun için Güngören’den, Bağcılar’dan uzaklaşmak, zaten belirli bir devrimci ekibin ağırlıkta olduğu mahallelerde o ekibe saldırmak gerekmektedir. Saldıranların, sonrasında avukat örgütü bölündüğünde ve bölünen avukatlara devlet saldırdığında, ses çıkmamasına laf etmeleri mümkün değildir. O saldırıda Alevileri bahane edenlerin Alevilerle de bir alakaları yoktur. Zaten bugün hepsi Alevilere, “dedelerin kıçına tekmeyi basın, cemevlerini dinamitleyin” demektedir.

* * *

Ordu, neoliberalizm, devlet-sermaye ilişkilerinin reorganizasyonu, bölgesel siyasette taşların yerlerine oturtulması, solun teorik âleminde de karşılık bulmak zorundadır. Geriye dönük olarak tüm teorik işlemler, bu dönüşüm bağlamında yeniden okunabilir.

Tasfiye işlemi dâhilinde, teorik alanda, Althusser’in hümanizm eleştirisinin sahip olduğu ağırlığın hafifletilebilmesi için Althusserci görünmek şarttır örneğin. Althusser, hümanizmle bireycilik arasındaki bağa işaret etmekte, bireylerin tekilliğine ve biricikliğine saldırmakta, onların tercihlerinin kutsallaştırılmasına karşı çıkmakta, bu tür yaklaşımların tarihe ve topluma dair bir teoriyi imkânsızlaştıracağını söylemektedir. Bugün “Althusserciyim” diyenler bile Althusser’in karşısında konumlanmaktadırlar. "Althusser" kalesi ele geçirilerek, onun olası darbeleri bir biçimde göğüslenmiş olacaktır.

Bugün Batı’da bol bol alıntıladıkları isimlere denk bir üretimin altına imza atan herhangi bir kişiye rastlanılmamaktadır. Tercüme büroları, tırtıkçılar, tırşikçiler el ele kol koladırlar. Yaptıkları, teorideki tasfiyeyi kökleştirmek, gerekli kılıfları örmek ve kendilerine biçilen rolleri ifa etmektir.

“Soma’da ölen işçinin kendi tercihi, inmeseydi madene” veya “inşaatta çalışmak işçinin tercihi, çalışmasaydı” diyen bir tür solculuk türemiştir artık. Bu solculuğa ne AKP ne devlet ne de başka bir şey bahane olabilir. Güngören’e küfretmeden önce düşünülmesi gereken budur. Güngören “tercihler”e saygı duymadığı için Kadıköy’e sığınılmaktadır.

Gençlere ve kadınlara iktidar, parti ve devrim gibi sözcüklerden tiksinmek öğretilmektedir bugün. Bu iki dinamik, ilgili kavramlardan kurtulmak için bir tür manivela olarak kullanılmaktadır. Zaten kendilerini şeker zannedenler, şekerleşenler, herkese bu kavramlardan kurtulmayı aşılamaktadırlar.

Bugün mangalda kül bırakmayan sol örgütlerin yayınlarında kadrolara yönelik yazılar, şirketlerin kendi içlerinde yürüttükleri kişisel gelişim seminerlerinden çıkmadır. “Sürdürülebilir devrimcilik” kavramını üreten özne, teknokrattan ya da orta sınıfa mensup bir yuppie’den başka bir şey değildir. Çünkü örgütler, kitlelere, kolektife, müşterek öfkeye-derde değil, bireylere ve onların tercihlerine seslenmekte, o bireyin kendisini beğenmesini istemektedirler. Bu da teoriyi ve eylemi biçimlendirmektedir. Bu örgütler için, Kadıköy’deki bar ve kafeler, Güngören’de, Bağcılar’da açılana dek devrim bir hayalden ibarettir.

Eren Balkır
20 Mart 2017

Dipnot
[1] Demir Küçükaydın, “Korkut Boratav vs.”, 19 Mart 2017, DK.

Bi Şey

Bana sorarsanız mesele, Dodan’ın o şova çıkıp çıkmaması değildir; herkes istediği yere çıkar, dilediği yerde, dilediği biçimde sunar kendisini ve ürettiği şeyi. Bu, kişinin seçimidir. Kimse kimseye kendi ölçüsünü dayatamaz. İnsanlar, yaşamda seçimlerini yapar ve seçimleri zaten onları belirler. Bu, sanatçılar ve edebiyatçılar için de geçerlidir. Şahsen ben, herhangi bir dilin yasak olduğu ırkçı bir platformda bulunmam ilkesel olarak, bulunana da saygı duymam. Ama bu, benim tutumumdur, kimseye dayatamam...

Ancak, Dodan meselesinde malum bir gerçeği bir kez daha gördük ki; “Kürdler, Türkiye’de her şey olabilir ama sadece Kürd olamazlar.” Daha doğrusu, Kürd olarak bir şey olamazlar...

Varsayalım ki, Dodan tüm şarkıcılık hayatında yaptığı gibi, Kürdçe dışında her dilde şarkı söylenebilen o sakil ırkçı şov programının finalinde de Kürdçe bir şarkı söylemeyi tercih etti, bırakın şampiyon olmayı, önce müzik koçu popçu Hadise ve Şovun patronu Acun duruma müdahale eder, sonra da o ışıklı tribünlerden inen onlarca “hassas” kişi, şampiyon adayının elinden mikrofonunu alıp onu linç ederdi. Bunun örnekleri var ve her gün farklı alanlarda farklı biçimlerde yaşanıyor.

Welhasıl, yukarıda bahsettiğim o sihirli kural bu saçma şov programı için de geçerliydi. Dodan da oyunu kuralına göre oynadı ve şampiyon oldu. Elbette Dodan da biliyordu; Türkiye’de hem Kürd hem şampiyon olunamayacağını. Daha doğrusu, Kürd olarak şampiyon olunamayacağını...

Ha “illa Kürdçe şarkı söylemeliydi” mi diyorum?

Hayır, bu beni ilgilendirmez. “Söyleyemezdi” diyorum, “söylese şampiyon olamaz, en iyi ihtimalle kovulurdu” diyorum. Mesele bu. Yoksa bana ne Dodan’dan ve onun kariyer planlarından...

Bir de yeri gelmişken, Dodan’ı savunmak için, (oysa onu suçlamayı ya da savunmayı gerektiren bir durum yok ortada) “E kimse konserlerine gitmiyordu, destek olmuyordu, ne yapsın, aç mı kalsın çocuk?” vb. şeyler söyleyerek insanları duyarsız olmakla suçlayan tuhaf şeyler de okuyorum sosyal medyada. Buna benzer şeyler söyleyenler de genelde bir biçimde sanat-edebiyat camiasının içinde yer alan kişilerdir. Oysa insanların birilerinin konserine gitmek, birilerinin filminin, oyununun biletini almak, birilerinin kitabını almak falan gibi bir yükümlülüğü yoktur. Sen tercihini yapar ve ona göre yaşarsın.

Sanatsal ve edebi üretimlerle geçinmeye çalışan biri olarak söylüyorum: Denklem basittir; ya piyasanın içinde, piyasanın ilişki biçimlerine ve kurallarına göre sanat edebiyat vs. yaparsın ya da piyasanın/pazarın dışında...

Bu yaşamın tüm alanlarında böyledir. Ayakkabı tamircileri de emek veriyor ama geçinemiyorlar. Onlar ne yapsın? Dönüp insanları daha fazla ayakkabı tamir ettirmedikleri için duyarsızlıkla suçlayıp kendilerini hırsızlık camiasının içine mi atsınlar?

“Aynı şey değil” denilebilir ama hiç fark yoktur; ikisi de emekçidir. Gerisi sanatçı, edebiyatçı fetişizmi ve yüceltisidir. Bu türden sanatçı, edebiyatçı fetişizmi ile insanları “sahip çıkmıyorsunuz” diye suçlayan yaklaşımların altında yatan şey, aslında “Dodanlaşma” özentisi ve arzusudur.

Dikkatli gözler, bu tür sözlerin bir çeşit erken dışavurumun teorisi olduğunu görüyor. Sistemin dışında kalarak, alternatif, bağımsız, özgür sanat ve edebiyat yapmanın zorlukları var elbette ama bu zorlukları aşmanın ve bu zorluklarla mücadele etmenin yöntemi, asla piyasanın içine dalmak değildir. Ha, piyasaya dalmışsanız artık dışındaymış gibi konuşamaz ya da dalmış olan kişiyi hâlâ piyasanın dışında bir sanatçıymış gibi lanse edemez ve bunun için insanları suçlayamazsınız.

Eleştiri yapacaksanız, hedefinizde “bizi aç bırakıyorlar” dediğiniz “müşterileriniz” değil, sistem olmalı. İnsanlar neden sanata ilgi duymuyorlar? İlgi duysalar bile neden sanata ve edebiyata bütçe ayıramayacak kadar yoksullar? Sorgulama düzeyin en azından bu soruları içeren düzeyde değilse, zaten bir zahmet sanat falan yapma lütfen. Sanatçı ve edebiyatçı olmanın asgari düzeyi budur. Gerisi tüccarlıktır.

Ve kimsenin tüccarları doyurmak gibi bir görevi yoktur. Asıl konuya dönüp bitireyim. Welhasılı kelam, Dodan bu şova katıldığı ilk gün orada bulunma sebebini zaten “çok bi şey olamadık” diye açıklamıştı ve şimdi “bi şey” oldu. Durum bu. Hayırlı olsun. Hayırlı işler...

Suad Işık
20 Mart 2017