Jose Carlos Mariátegui
Lima
1 Mayıs 1924
Kaynak
27 Nisan 2018
1 Mayıs ve Hürriyet Mücadelesi
3 Mayıs 1919
26 Nisan 2018
Rancière ve Demiryolu İşçileri
Kaynak
Herut’un Hayaleti
24 Nisan 2018
22 Nisan 2018
Marx’ın Doktrini
Karl Marx’ın Doktrininin
Tarihsel Yazgısı
Marx’ın doktrininde en önemli nokta,
sosyalist toplumun yaratıcısı olarak proletaryanın evrensel tarihsel rolünü
günışığına çıkarmış olmasıdır. Peki Marx’ın bu doktrini formüle ettiği günden
beri dünya genelinde yaşanan olaylar onu doğrulamış mıdır?
Marx bu doktrini ilk olarak 1848’de
geliştirmişti. Marx ve Engels’in 1848’de yayınlanan Komünist Parti
Manifestosu, bu doktrinin bugüne dek yapılmış en tam ve en sistematik
yansımasıdır. O zamandan bu yana dünya tarihi, belli başlı üç döneme ayrılır:
a) 1848 Devrimi’nden Paris Komünü’ne (1871) dek uzanan dönem; b) Paris
Komünü’nden Rus Devrimi’ne (1905) dek uzanan dönem; c) Rus Devrimi’nden
günümüze dek uzanan dönem.
Şimdi bu dönemlerden her birinde Marx’ın
doktrininin ne tür bir yazgıyla karşı karşıya kaldığına bir bakalım.
I.
Birinci dönemin başında Marx’ın doktrini,
henüz döneme hâkim olmaktan uzaktır. O, sadece sosyalizme ait çok sayıda hizip
ve akımdan bir tanesidir. Sosyalizmin hâkim biçimleri, temelde bizdeki
halkçılığa [Narodnizme] benzeyen akımlardır: bunların ortak özelliği ise,
tarihsel hareketin materyalist temelini anlayamamak, kapitalist toplumdaki
sınıflardan her birinin rolünü ve önemini kavrayamamak ve demokratik
reformların burjuva niteliğini “halk”, “adalet”, “hukuk” vb. üzerine söylenen
sözde sosyalist laflarla gizlemektir.
1848 Devrimi, Marx-öncesi sosyalizmin
bütün bu şamatalı, uyumsuz ve tutarsız biçimlerine kesin bir darbe indirir.
Bütün ülkelerde devrim, toplumun çeşitli sınıflarını iş başında gözler önüne
serer. Paris’te 1848 Haziran’ında işçilerin cumhuriyetçi burjuvazi tarafından
katledilmesi, proletaryanın ve yalnızca proletaryanın sosyalist niteliğini
kesin olarak ortaya koyar. Liberal burjuvazi, bu sınıfın bağımsızlığından
öylesine korkar ki, en berbat gericiliği yüz kez mubah sayar. Liberalizm, korkusundan
gerici güçlere yaltaklanır. Köylülük, feodalizme ait kalıntıların ortadan
kaldırılmasıyla yetinir ve düzenden yana tavır alır; nadiren işçi
demokrasisi ile burjuva liberalizmi arasında yalpalayıp durur. Sınıf
dışı sosyalizm ve sınıf dışı politika üzerine kurulu tüm doktrinler
gevezelikten başka bir şey olmadıklarını ispatlamışlardır.
Paris Komünü (1871) burjuva reformlarının
bu evrimini sona erdirir. Sınıf ilişkilerinin en açık biçimde ortaya çıktığı
politik örgütlenme biçimi olarak cumhuriyet, güçlenmesini salt proletaryanın
kahramanlığına borçludur.
Avrupa’nın tüm diğer ülkelerinde daha
karışık ve daha yavaş bir biçimde yaşanan evrim, hep aynı sonuca, kesin
biçimini alan bir burjuva toplumuna ulaşır. Fırtınalarla ve devrimlerle geçen
birinci dönemin (1844-1871) sonunda Marx-öncesi sosyalizm ölür. Bağımsız
proletarya partileri doğar: Birinci Enternasyonal (1864-1872) ve Alman sosyal
demokrasisi.
II.
İkinci dönemin (1872-1904) birincisinden
farkı, “barışçıl” niteliği ve devrimlerin yokluğudur. Batı, burjuva
devrimlerini bitirmiştir. Doğu ise henüz bu devrimlere hazır değildir.
Batı, gelecekteki dönüşümlerin “barışçıl”
hazırlık dönemine girer. Her yanda, proleter bir temele dayalı sosyalist
partiler kurulur, bunlar, burjuva parlamentarizminden yararlanmayı, gündelik
basın organlarını, eğitim kurumlarını, sendikalarını ve kooperatiflerini
kurmayı öğrenir. Marx’ın doktrini tam bir zafere ulaşır ve yayılmaya başlar.
Proleter güçler, yavaş ama emin adımlarla toparlanırlar ve gelecekteki savaşa
yönelik hazırlık yaparlar.
Tarihin diyalektiği gereği marksizmin
teori alanındaki zaferi, düşmanlarını Marksist kılığa bürünmeye zorlar.
İçeriden çürümekte olan liberalizm, sosyalist oportünizm biçimi altında
hortlamaya çalışır. Bunlar, eldeki güçlerin büyük savaşlara hazırlandığı dönemi
bu savaşlardan vazgeçmek olarak yorumlar. Liberalizme göre, ücretli köleliğe
karşı mücadele etmek amacıyla kölelerin durumlarını düzeltmeleri, özgürlük
haklarını birkaç kuruş karşılığında satmalarıyla gerçekleştirilir. “Sosyal
barış”ı (yani kölelikten yana olan barışı) ve sınıf mücadelesinden
vazgeçilmesini alçakça savunurlar. Bunların sosyalist parlamenterler, işçi
hareketinin çeşitli memurları ve “sempatizan” aydınlar arasında pek çok
yandaşları vardır.
III.
Oportünistler, “sosyal barış”ı göklere
çıkartıp “demokrasi” sayesinde fırtınaları önlemeye gayret ederlerken, Asya’da
dünyayı sarsan yeni bir fırtına dönemi açılmıştır. Rus Devrimi’ni Türk, İran ve
Çin devrimleri takip etmiştir. Bugün bu fırtınalar ve Avrupa’daki “yankılar”ına
tanıklık ediyoruz. Hâlen çeşit çeşit “medenî” sırtlanın iştahını kabartan büyük
Çin Cumhuriyeti’nin kaderi ne olursa olsun, Dünya’da hiçbir güç, ne Asya’daki
feodal düzeni geri getirebilecek ne de Asya ve Orta Asya’daki ülkelerde yaşayan
halk yığınlarının kahramanlıklarla inşa ettikleri demokrasiyi yeryüzünden
silebilecektir.
Kitle mücadelesi için hazırlık yapılmasını
ve onun geliştirilmesini zaruri kılan koşulları dikkate almayan kimi insanlar,
Avrupa’da kapitalizme karşı kararlı bir biçimde verilen mücadelenin uzun
süredir ertelenmiş olması sebebiyle, kitleleri ümitsizliğe ve anarşizme
sürüklemektedir. İşte şimdi bu anarşist ümitsizliğin ne kadar dar görüşlü ve
ödlekçe olduğunu görüyoruz.
Sekiz yüz milyon insanı barındıran
Asya’nın Avrupalılarla aynı ülküler uğruna verdiği mücadeleye girmesi
karşısında, ümitsizliğe düşmek şöyle dursun, aksine bizim cesaretlenmemiz
gerekmektedir.
Asya’daki devrimler, bize liberalizmin
aynı sünepeliğini ve alçaklığını, demokratik yığınların bağımsızlığının aynı
olağanüstü rolünü, proletarya ile her türlü burjuvazi arasındaki aleni ayrımı
ortaya koymuştur. Avrupa ve Asya’daki deneylerden sonra hâlâ sınıf dışı bir
politikadan ve sınıf dışı sosyalizmden söz eden herkes, sadece kafese kapatılıp
Avustralyalı bir kangurunun yanında teşhir edilmeye müstahaktır.
Asya’dan sonra, Avrupa da kıpırdamaya
başlamaktadır. Ancak bu kıpırdanma, Asya’daki tarzdan farklı bir tarza
sahiptir. 1872-1904 yıllarının “barışçıl” dönemi bir daha geri gelmemecesine
kapanmıştır. Hayat pahalılığı ve tekellerin etkisi, ekonomik mücadelenin eşi
benzeri görülmemiş biçimde şiddetlenmesine yol açmıştır. Liberalizmin en çok
ayarttığı İngiliz işçileri bile silkelenmeye başlamışlardır. Almanya’da, iflah
olmaz burjuva junkerlerin (aristokratların) ülkesinde, politik bir bunalım
gözlerimizin önünde cereyan etmektedir. Silâhlanma çılgınlığı ve emperyalist
politika, bugünkü Avrupa’yı bir barut fıçısına dönüştürmüştür. Diğer yandan da
tüm burjuva partileri zayıflamakta, proletarya sürekli olarak olgunlaşıp
gelişmektedir.
Marksizmin ortaya çıkmasından bu yana, o
dünya tarihinin üç büyük döneminin her birinde doğrulanmış ve yeni zaferler
kazanmıştır. Fakat önümüzdeki tarihsel dönem, proletaryanın doktrini olan
marksizme daha da parlak zaferler kazandıracaktır.
V. I. Lenin
1 Mart 1913
Kaynak
21 Nisan 2018
Nefret mi Öfke mi?
“Evinizi işinizi çalan patronlardır. Savaş ve açlıktan kaçarken botlarda yaşamlarını yitirenler değil!” [İtalya]
Ernst Bloch Söyleşisi
1967
Nefret,
her gün bizim doğrudan veya dolaylı olarak yüzleştiğimiz bir olgudur.
Kanaatimce kolektif nefret, politik düzlemde istismar ve maniple edilebilir.
Yaptığımız bu sohbette ben, bilhassa ırksal nefret ve sınıfsal nefret
meselelerini nasıl değerlendirdiğinizle ilgileniyorum. Motifler farklı. Fakat
üzerinde durulduğunda görülüyor ki ortaya hep aynı sonuç çıkıyor ve halklar yok
ediliyor.
İlk
planda nefret, hoş bir vasıf değil. İnsanı öfkelendirir ve kör eder. Doğru
olduğunda bile insanın simasını kötüye doğru değiştirir. Ama gene de sınıfsal
nefretle ırksal nefret arasında içerik ve muhatap noktasında net farklılıklar
olduğunu belirtmek gerek. Irksal nefret ve yabancı düşmanlığı gibi nefretin
bastırılmış biçimlerinde saldırganlık, aşırı ölçüde körüklenir ve insan, o
saldırganlığın temellerini bile sorgulamaz. Sınıfsal nefret ise ta Spartaküs
döneminden beri sömürü ve zulümden kaynak alır.
“Yahudilerdir
başımızdaki belâ” ve “yabancı işçilerdir başımızdaki belâ” türünden sözlerle
Marx’ın Kapital’de incelediği, insanların kapitalizme yönelik duydukları
gerçek düşmanlık arasında net bir ayrım yapmak lazım. On sekizinci yüzyılda,
Adam Smith’in döneminden, hatta onun öncesinden beri, yani on beşinci ve on
altıncı yüzyılda müteşebbisler kendilerini loncalardan kurtardılar, böylelikle
üretici güçler zincirlerini kırmış oldu. Fransız Devrimi, Aydınlanma ve
Ansiklopedistler bu döneme ait. Tüm bunlar, hatta özgürlük denilen kategorinin
kendisi bile, ekonomik sistemin prangalarından kurtulması sayesinde ortaya
çıkabildi. Bu anlamda Marksizm, 1800 yılına dek yaşanan kapitalist gelişimi
oldukça ilerici kabul eder (ki bu ilerleme, her daim muhafazakârların ve
gericilerin kafasını karıştırmış bir husustur). Ancak kapitalizm, çelişkiler
yurttaşların eski feodal yatağa yuvarlanmasına neden olacak ölçüde derinleşene
dek ilericiliğini muhafaza etti.
Ortaya
çıktığı noktada aşağıdakilerin nefreti, esasen yukarıdakilerden kaynaklanır. Bu
noktada nefret edilenler, önemli bir rol oynarlar zira nefret yüklü olanlar
bizatihi kendileridir: yukarıdakiler, küçük insandan, köylüden ve ezilenden
nefret ederler, bilhassa isyan ettiklerinde. Beyaz terör, kızıl terörü aşan
boyutlarda gerçekleşmese bile her daim ona denk düzeydedir. Buradaki aşırılık,
yoksul odun hırsızlarına darağaçlarında verilen orantısız cezayla
kıyaslanabilir ancak.
Irka
ve yabancılara dönük nefret, muhafazakârların körlüğünden, gerçeklere mantıklı
yaklaşmamasından kaynaklanır. Bu özellikleri yüzünden muhafazakâr,
yukarıdakilerin beslediği nefrete veya sağdan kaynaklanan nefrete alkış tutar
ve o nefrete ortak olur, sonuçta da nefret ettiği kişilere iftiralar atar ve
onun yolu büyük bir aptallıkla anti-komünizme çıkar. Çoğunlukla sağdan
kaynaklanan antisemitizm gibi bu anti-komünizm de “Rus”u, “Alman”ı, “Fransız”ı
ve “Yahudi”yi genelleştirir. Anti-komünizm de genelleme çabasının en kötü
biçimlerinden biridir ve her türden farklılığa karşı kördür. Genellemeci
yaklaşım, aptallığın hüküm sürdüğü yerde gelişip serpilir.
Fakat
bence asıl mesele, şu soruyu sormaktadır: somut devrimci durumlarda nefret, en
azından bir süre, izin verilebilecek bir araç mıdır? Yukarıdakilerden yetkiyi
aldığı noktada yozlaşan ve körlükle, saf hınçla suça bulaşan bu nefret gözden
kaybolur. Bu nefret öfkeye dönüştürülmelidir. Öfke, nefretten çok farklıdır. İnsanların
haklı nefretten değil de haklı öfkeden söz etmelerinin sebebi buradadır. Öfke,
kitlelerin Bastille’e hücum edip yıkmasına, Zwing-Uri Kalesi’nin fethedilmesine
ve William Tell’in Gessler’in şapkası önünde eğilmeyi reddetmesine neden olan
ana unsurdur. Öfke, insan haysiyetine, dik duruşumuza yönelik saldırılara
duyduğumuz kızgınlıktır. Nefretse soluktur, karamsardır, korkaktır, insanın
içini yiyen kurttur, üzerindeki gaz kimi zaman patlar. Öte yandan öfke
alenidir, soluk yüzü kıpkırmızı eder. Sefil küçük burjuva Nazi, kendi nefreti
dâhilinde gayet ihtiyatlı hareket eder ama öfke o ihtiyatı yele savurur. Öfke
asla fırsatçı değildir, birden kişinin çıkarları aleyhine dönebilir. Bu sebeple
öfke, yüce vasıflara meyillidir.
O
hâlde siz, sınıfsal nefreti nefret değil de daha çok öfke olarak
değerlendiriyorsunuz?
Her
devrimde öfke vardır. Öfkenin insanı her daim körleştirmesi gerekmez. O, aynı
zamanda aktif ve geçici bir olgudur. Buna karşılık nefretse çürümeye devam
eder. Öfke patlaması yaşandığında insan, hâlen daha düşünmek için vakit bulur.
Aksi takdirde kişi, çürütmeye meyilli nefret duygusuyla kirlenir. Nefret,
öfkedeki vuzuha, duruluğa dönüştürülmediği durumda yoz bir duygudur. Nefret,
her şeyi tüm yalınlığı ile gören gözleri kör eder, dolayısıyla kesinlikle sınıf
mücadelesine ait bir duygu değildir. O, doğru muhatabını asla bulamaz.
20 Nisan 2018
Menşevizm
Menşevizm: 1917’nin Jirondenleri
Aralarında
ne türden farklılıklar bulunursa bulunsun, Lenin, Plehanov, Martov ve Trotsky,
Rus Devrimi’ni 1789 Fransız Devrimi deneyimini takip eden bir devrim olarak
görüyordu. Rus devrimcileri, aynı zamanda kendilerini Fransız Devrimi’ndeki
farklı partileri model aldılar ve eylem kılavuzu olarak bilinçli bir biçimde
veya bilinçsizce o partileri kabul ettiler. Lenin ve Bolşevikler, kendilerinin
o günün Jakobenleri olduklarına inandılar ve işçi sınıfını örgütleyecek,
iktidarı alacak gözü pek birer devrimci olduklarını düşündüler. Buna karşılık
Menşeviklerse, ılımlı Jirondenlerdi. Menşevizm, aşamacılığa bağlı olan,
sosyalist devrimin “tarihsel planda sabırsızlıkla gerçekleştirilmesi gerektiği”
fikrine karşı çıkan bir hareketti. Jirondenler gibi Menşevikler de onurlu
insanlardı, fakat öncellerinden farklı olarak, onlar halkın devrimci
yeteneklerine asla inanmıyorlardı. 1917’de başarısız olmalarının ana nedeni
buydu.
I.
Bölünme
Marksizm,
1880’lerden itibaren Çarlık Rusyası’nda varlık imkânı bulmuşsa da daha çok
parçalı hâlde olan öğrenci ve işçi mahfilleriyle ve göçmenlerden oluşan
marjinal gruplarla kısıtlı bir hareketti. 1890’lar, büyük bir grev dalgasına
tanıklık etti. Bu grevleri, yeni gelişmekte olan Marksist hareket örgütledi,
liderliğini bu hareket üstlendi. Polisin örgütçüleri tutukladığı o günlerde,
hem işçi hareketi hem de Rus Marksizmi gelişme kaydetti.
1898’de
düzenlediği, akamete uğramış olan ilk kongresi ardından Rus Sosyal Demokrat
İşçi Partisi (RSDİP) ikinci kongresiyle gerçek mânâda kuruluşunu tamamladı.
Kongre, 1903’te Brüksel ve Londra’da gerçekleştirildi. Kongreyi esas olarak
Julius Martov, Georgi Plehanov, Pavel Akselrod, Vera Zasuliç, Alexander
Potresov ve Vladimir Lenin örgütledi. Bu isimler, partinin yayın olan Iskra’nın
[“Kıvılcım”] yayın kurulu üyeleriydiler. Iskra Grubu’nun hedefi, işçi sınıfının
Çarlık’a karşı mücadelesinin politik liderliğini üstlenebilecek, tüm Rusya’yı
kuşatan, merkezî bir sosyalist parti kurmaktı.
Kongrenin
ilk oturumlarında Iskra, toplam 51 üyenin 33’üne sahip oldu ve kendi
kararlarını kabul ettirmeyi bildi. Üyelik tanımıyla ilgili 22. oturum esnasında
Iskra Grubu adına Lenin ve Martov farklı taslaklar önerince, hareket bölündü.
Lenin, profesyonel devrimcilerden oluşan, sıkı bir örgütsel yapıya sahip bir
parti talep ederken, Martov daha kapsamlı ve daha gevşek bir partiden yana idi.
Martov’un taslağı, son oylamada zafer kazandı.
Sonrasında
kongre, Lenin’in Iskra’nın yurtdışındaki parti kurullarının yegâne
temsilcisi olması ve ideolojik liderliğin temel aracı olarak iş görmesi
gerektiği ile ilgili önergesini onayladı. Mevcut yayın kurulunu muhafaza etmek
yerine Lenin, üç kişiden oluşan, daha ufak bir kurul oluşturulmasını önerdi. Üç
kişi, gazetedeki makalelerin önemli bir kısmını kaleme alan Martov, Plehanov ve
Lenin’in bizatihi kendisiydi. Şiddetli tartışmaların ardından Lenin’in önerisi
kabul edildi. Ancak Martov kurula girmek istemedi ve Iskra’dan ayrıldı.
Yayın kurulu ile ilgili oylama, parti içerisinde yaşanan ilk bölünmeyle
sonuçlandı. Böylelikle RSDİP, Bolşevikler (Çoğunluk) ve Menşevikler (Azınlık)
olarak iki hizbe ayrıştı.[1]
Rus
Marksizminin kurucusu Plehanov, Iskra meselesi konusunda ilk başta
Lenin’e destek çıktı. Ancak Plehanov, sonrasında eski dostlarının ve
yoldaşlarının karşısında konumlandığı için bu tercihin kendisini üzdüğünü
belirtti: “Kendi yoldaşlarıma ateş edemem. Bölünmek yerine, kafama bir kurşun
sıkarım, daha iyi. […] Otokrasinin teslim olacağı bir gün elbet gelecek.”[2]
Plehanov, fikrini değiştirdi ve Iskra’dan ayrılan isimleri yeniden yayın
kuruluna katılmaya davet etti. Bunun üzerine Lenin, büyük bir kızgınlıkla
kuruldan ayrıldı.
Bu
bölünme, Rusya’da faal olan RSDİP üyelerini şoke etti. O günlerde söz konusu
tokadı yiyen işçilerden biri şunları yazmakta idi: “Şimdi benim asıl
anlamadığım şey şu: çoğunlukla azınlık arasında sürmekte olan ve çoğumuza
yanlış gelen bu kavgada asıl mesele nedir?”[3] Öyleki, imparatorluk sınırları içerisinde
faal olan birçok parti şubesi, bölünmeye karşı çıktı ve tek birleşik bir örgüt
olarak çalışmayı sürdürdü.
Esasen
ne Bolşevizm ne de Menşevizm, tam olarak İkinci Kongre’nin eseriydi. İki hizip
de aynı devrimci programına bağlıydı ve bölünmeye mani olmayı umut ediyordu.
Birçokları açısından aradaki ayrım çizgisi hâlen daha net değildi. Örneğin
Trotsky, 1904’te kendisini Menşevik kampta buldu. Politik açıdan yaşanan bu
kafa karışıklığının ana sebeplerinden biri, Çarlık Rusyası’nda ılımlı
sosyalistlerin bile reformistmiş gibi görünüyor olmasıydı. Bu da temelde
parlamenter demokrasi illüzyonuna siyasî hayat içerisinde yer verilmemesinin
bir sonucuydu. Bu sayede de bölünmenin gerçek niteliği görülmemekteydi.[4]
II.
1905
1905’te
Japonya ile yapılan ve kısa süren savaş, Rusya’nın onurunu kırdı. Bu gelişme,
liberallerin ve işçilerin reform taleplerini daha da gür bir sesle
dillendirmelerine neden oldu. 22 Ocak 1905’te işçilerin düzenledikleri barışçıl
bir gösteride Çar’a koşulların iyileştirilmesini talep eden bir dilekçe
sunuldu. Askerler, işçilere ateş açıp yüzlercesini katlettiler. Bu olay,
imparatorluk genelinde genel grevin ve köylüler eliyle gerçekleştirilecek
toprak işgallerinin fitilini ateşledi. Tüm otokrasi, istikrarını yitirdi ve
çökmenin eşiğine geldi. Artık Marksistler, şu soruyu sormaktaydı: “Otokrasinin
yerini ne alacak?”
Marksizme
sadık güçler olarak Bolşevikler ve Menşevikler, Rusya’nın kendi 1789’unun
eşiğine gelip dayandığına inanıyorlardı. Bu kitabî değerlendirmeye göre, Batı
Avrupa, sosyalizm için yeterince olgunlaşmış bir hâldeydi, ama Rusya, hâlen
daha Çarlık’ı yıkıp modern kapitalist toplumu inşa etmek adına feodal geriliği
tasfiye etmek suretiyle burjuva devrimini gerçekleştirmek gibi yükümlülükle
karşı karşıyaydı. Marksistlere göre, kapitalist üretim güçlerindeki ve işçi
sınıfındaki artış sayesinde Rusya, sosyalizm için yeterli olgunluğa
kavuşabilecekti.
Gelgelelim,
Bolşeviklerle Menşevikler arasında yaşanacak burjuva devriminin görevleri
konusunda zarfta varılan anlaşma, mazrufta mevcut olan, o devrime hangi
devrimin öncülük edeceği ile ilgili daha derinlerde ilerleyen anlaşmazlıkları
gizlemekteydi. Lenin’in tespitine göre, burjuvazi zayıf olduğundan ve devrimci
olmadığından, devrime köylülükle ittifak kurmuş işçi sınıfı öncülük edecekti:
“Demokrasi mücadelesini
tutarlı bir biçimde ancak proletarya verebilir. O, ancak köylü kitleleri
devrimi mücadeleye katıldıkları takdirde demokrasi mücadelesinde muzaffer
olabilir. Eğer proletarya bunun için yeterince güçlü değilse, burjuvazi
demokratik devrimin başına geçecek ve ona tutarsız ve çıkarcı bir muhteva
kazandıracaktır. Buna ancak proletaryanın ve köylülüğün devrimci demokratik
diktatörlüğü mani olabilir.”[5]
Menşevikler,
tıpkı Fransız muadilleri gibi, devrimin öncü gücünün burjuvazi olması
gerektiğine inanıyorlardı. 1905’te Martov şunları söylüyordu: “Bizdeki burjuva
demokrasisinin, Batı Avrupa’da devrimci romantizmin verdiği ilhamla somutluk
kazanan burjuva demokrasisinin geçen yüzyılda hareket etme tarzına benzer biçimde
harekete geçmesini ummaya hakkımız var.”[6] Bu anlayış doğrultusunda
Menşevikler, RSDİP’in iktidar mücadelesi vermemesi ve muhalefette kalması
gerektiğini söylediler. İşçi sınıfı bu devrimde öncü sınıf değildir, işçilerin
tarihsel açıdan mümkün olanın ötesine geçmeden, aşırıya kaçmadan, burjuvaziyi
korkutmadan, kendi taleplerini yumuşatmaları gerekmektedir. Menşevik A. S.
Martinov’un tespiti şu yöndeydi:
“Hâl böyleyken, proletarya
devrim mücadelesini burjuva unsurların ekseriyetini korkutarak verirse, sonuçta
mutlakıyetçiliğin ilk hâline geri dönmesini, restorasyona maruz kalmasını
sağlayacaktır. […] Burjuva devrimi sürecine ve ortaya çıkartacağı sonuçlara
tesir etmeye dönük mücadele somut ifadesine, ancak proletaryanın liberal ve
radikal burjuvazinin iradesine devrimci bir baskı uygulaması, burjuva devrimini
mantıksal sonuca ulaştırma konusunda toplumun üst katmanlarını nispeten daha
alttaki katmanlarla anlaşmaya mecbur etmesi durumunda kavuşabilir.”[7]
Bunun
dışında Menşevikler, köylülerin mücadelesine kayıtsızlıkla yaklaştılar. Onlara
göre liberal burjuvazi, Rusya’da işçi sınıfının doğal müttefiki ve lideriydi,
ama geri kalmışlığın pençesinde kıvranan köylülük, şiddet içeren aşırılıklara
ve “kapitalizmin medenileştirme eğitimi”nden geçirilerek aşılması gereken
“akıldışılığa” meyilliydi. Plehanov’un tespitiyle: “Mutlakıyetçiliğin asıl
kalesi, köylülükteki politik kayıtsızlık ve zihinsel gerilik”ti.[8]
Buna
karşın burjuvazi, Menşeviklerin kendisine yükledikleri rolü yerine getirme
konusunda hâlen daha istekli değildi. Aksine, Menşevikler ve Bolşevikler
yanında Çarlık’a karşı devrimci mücadeleye esas olarak işçiler öncülük
etmekteydiler. Mayıs ayında Menşevikler, RSDİP’in iktidarı alma imkânının olup
olmadığı üzerine kafa patlattılar ve böylesi bir imkânın bulunduğuna kanaat
getirdiler: “Eğer bizler, sosyalizmin inşa süreci için ülkeye has koşulların
henüz olgunlaşmadığı bir dönemde devrimin içsel diyalektiği üzerinden, iktidara
yürümek zorunda kalırsak, o noktada geri adım atamayabiliriz.”[9]
O
dönemde Menşevizmin sol kanadında yer alan, bağımsız sosyalist bir isim olarak
Trotsky, Bolşeviklerin savunduğu çizgiye benzer bir çizginin tutturulmasını
önerdi. Trotsky’ye göre, “eğer Rusya, gerçek mânâda demokratik bir devlet
olarak yeniden bir doğuşa tanıklık edecekse, işçiler öncü sınıf hâline
gelmeli”ydi, ayrıca “[…] tıpkı köylülük ve küçük burjuvazinin yardımıyla, kendi
döneminde burjuvazinin yaptığı gibi, proletaryanın da görevini ifa etmek
zorunda olduğunu söylemeye bile gerek yok”tu.[10] İlgili dönemde Menşevik
işçilerin büyük bir kısmı, “Troçkist”ti ve burjuva devrimine inancını
yitirmişti, sonuçta da Bolşevikler gibi, silâhlı ayaklanma için hazırlık
yapmaya başlamıştı. Martov, Akselrod ve Plehanov gibi Menşevizmin önde gelen
isimleri, bu gelişme karşısında dehşete kapıldılar ve herkesi itidale davet
ettiler.[11]
Ekim
1905’te Menşevikler, kendi inisiyatifleriyle, St. Petersburg İşçi Delegeleri
Sovyeti’ni kurmak için adım attılar. Trotsky, sovyetin başına getirildi.
İşçilerin grevleri koordine etmek için kurduğu bu sovyet, aynı zamanda işçi
sınıfının çıkarlarını temsil eden demokratik organ olarak iş görecekti.
Kentteki Bolşevikler, sovyete karşı çıktılar ve onun parti kontrolünde olması
gerektiğini söylediler. Lenin’se Bolşeviklerin sovyete yönelik bu sekter tutumlarına
itiraz etti ve partinin sovyete girmesi gerektiği tespitinde bulundu. Lenin ve
Trotsky açısından sovyet, gelecekte kurulacak devrimci devletin ilk hâli olarak
görülmeliydi.
1905
Ekim’indeki grevin ardından Çar, Duma olarak bilinen temsilciler meclisi gibi
alanlarda sınırlı bir dizi reformun yapılmasına izin verdi, bu da devrimin
enerjisini süreç içerisinde yitirmesine sebep oldu. Sovyet, Aralık ayında
tasfiye edildi. Bolşevikler, Moskova’da başarısız bir ayaklanma girişiminde
bulundular. 1907’ye dek uzanan süreçte tek tük kalkışmalara ve eylemlere
tanıklık edilse de devrimci hareketteki o eski kabarıştan artık eser
kalmamıştı.
III.
Kitle Tabanında Yaşanan Daralma
Devrim
esnasında Menşevikler, özel bir eylemci grubunu saflarına katmıştı. Üye sayısı,
Nisan 1906’da 18.000 iken, Ekim ayında 43.000’e çıktı. 1907’de Rusya’da
partinin toplam 150.000 üyesi varken, bunun 38.000’i Menşevik, 46.000’i
Bolşevik’ti.[12] Devrim, her iki hizbi de boğdu. Anlaşıldığı kadarıyla, 1906’da
Stockholm’da düzenlenen parti kongresinde birleşik bir sosyal demokrat parti
kuruldu.
Gelgelelim
1905 yenilgisi, birçok Menşevik’in ilk konumlarına geri çekilmelerine neden
oldu. Menşeviklerin kanaatince, aşırı solculuk ve maceracılık, devrim süresince
haddini fazlasıyla aşmıştı. Plehanov, Moskova Ayaklanması’nı sert bir dille
eleştirdi ve “ele silâh almamalılardı” dedi. Menşeviklere göre, bu radikaller,
tarihin yasalarına aykırı hareket etmiş ve burjuvaziyi korkutmuşlardı. Yeni
Menşevik liderler, Theodor Dan, Martov ve Postresov, militanlığa sırtlarını
döndü ve yasal çalışmaya, Duma’ya vekil sokmaya odaklandı. Lenin’in öfkeli
eleştirilerinin tadına varan Menşevikler, bir yandan da partinin yeraltı
örgütünü tasfiye etmek isteyenlere hoşgörü gösterdiler. “Sosyal demokrat”
ismini birlikte kullanmalarına karşın Menşevikler ve Bolşevikler, teori ve
pratikte, bu kavramın anlamı konusunda farklı ve asla uzlaşamayacak görüşlere
sahiplerdi. 1912’de RSDİP, Bolşevik ve Menşevik olarak ikiye bölündü ki bu
bölünme, özünde sosyal demokrasi hareketinin Jakoben ve Jironden kanatları
arasında yaşanmıştı.
1914’te
Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde, birçok sosyalist partinin aksine
Menşevikler ve Bolşevikler, savaş karşıtı bir tutum sergilediler. Savaşa destek
veren Plehanov, diğer sosyalistlerden koptu. Menşevikler, Bolşeviklerin meydana
getirdiği savaş karşıtı platformu genişletmelerine ve savaş yanlısı
sosyalistlerle ayrışılması ayrıca yeni bir devrimci enternasyonalin kurulması
ve dünya savaşının bir iç savaşa dönüştürülmesi gerektiğine dönük tespitlerine
itiraz ettiler. Martov’un grubu, barış çalışmasının zaruri olduğunu söyledi,
ama bir yandan da enternasyonalin bölünmemesini, ayrıca iç savaşın
savunulmamasını talep etti.
IV.
1917
Savaşla
ve sefaletle geçen üç yılın ardından Rus işçiler açısından bıçak kemiğe
dayanmıştı. Şubat 1917’de Petrograd’da ekmek için yapılan basit bir gösteri
kontrolden çıktı ve Çar’ı devirdi. Rusya’nın geleceğini tayin etmek adına,
burjuvazi öncülüğünde yeni bir geçici hükümet kuruldu. 27 Şubat’ta Menşevikler,
başkentte yeni bir işçi sovyeti örgütlediler. Ülke genelinde ikili iktidar,
tahammülü imkânsız fiilî bir duruma yol açtı. Sovyet içerisinde çalışan,
Marksizme kitabî düzeyde sadık kalan Menşevik liderler, işçilerin burjuvazi
öncülüğünde kurulmuş olan geçici hükümeti desteklemeleri gerektiğini söylediler
ve Rusya’nın 1789’da Fransa’nın tanık olduğu türden bir devrim sürecinden
geçtiğini iddia ettiler: “Politik otoritenin kalelerini yıktık, fakat
kapitalizmin temelleri oldukları yerde duruyor. Hem Çar’a hem de sermayeye
karşı iki cephede yürütülen mücadele, proletaryanın gücünü aşan bir
mücadeledir.”[13]
Ne
var ki 1917’de Rusya’nın 1789’daki Fransa ile bir alakası yoktu. Fransa, o
dönemde modern burjuva toplumunun olgunlaştığı feodalizm şartları içerisinden
çıkan bir toplumdu. Devrim, eski rejimin ölüsünü olduğu gibi gömmek ve
kapitalizmin gelişimini kolaylaştırmak zorunda kalmıştı. Buna karşılık Rusya,
hem feodal bir toplumdu hem de burjuva devrim eşiğinde durması mümkün olmayan,
savaşçı bir işçi sınıfına sahip, kapitalist bir toplumdu. Bunun dışında, her
iki devrim de hedeflerine ulaşma noktasında kararlı adımlarla ilerleyen
partilere ve liderlere sahipti: Jakobenler ve Bolşevikler. Jakobenler,
kentlerde yaşayan kitlelerin destekledikleri radikal burjuvazinin partisiydi.
Bu parti, eldeki tüm araçlarla Fransız Devrimi’nin kazanımlarını koruma
arzusunda olan ve bu hususta kararlı adımlar atan bir güçtü. Bolşeviklerse,
devrimci ecdadında görülen türden bir kararlılıkla hareket etmişti. O,
beynelmilel sosyalist devrim için dövüşen işçilerin ve köylülerin partisiydi.
Sosyalist devrim, artık tarihin gündemindeydi.
Süreç
içerisinde Menşeviklerin düşünce dünyasındaki karışıklık varlığını sürdürdü ve
örgüt, Rusya’ya hükmeden o muazzam toplumsal ve politik krize deva olacak net
bir program ortaya koyamadan bölündü. Menşevikler, sosyalist devrimin alnında
yenilginin ve kan gölünde boğulmanın yazılı olduğuna inanıyorlardı. Onlara
göre, köylüler kurucu meclisi beklemeli, toprağa el koymamalılardı.
Menşeviklerin bir kısmı barış çağrısı yaparken, bir kısmı da Çar’ın gidişi
ardından savaşa dönük çalışmalara destek sunulması gerektiğine inanıyordu.
Menşeviklerin aldığı konum, temelde belirli bir mantığa dayanıyordu ve bu
mantık, onların savaşın sorumluluğunu üstlenmelerine, ayrıca liberallerle bir
dizi koalisyon hükümeti kurmalarına neden oluyordu. 1905’te olduğu gibi
burjuvazi, gene devrimci bir rol oynama niyetinde değildi. Ağustos 1917’de
200.000 gibi bir rakama ulaşmış olmalarına karşın Menşevikler, gerçek bir
yapıdan, disiplinden ve birlikten mahrum olan grupların meydana getirdiği
gevşek bir birliktelikten başka bir şey değildi.[14] Bu gruplar, Irakli
Tsereteli ve Nikolay Chkheidze gibi geçici hükümeti savunanları içerdiği gibi,
Martov türünden savaş karşıtı enternasyonalistlere karşı isimleri de barındırıyordu
bünyesinde. O süreçte Martov, Menşeviklerin liberallerden kopması yönünde
tutkulu bir ajitasyon çalışması yürüttü, ama tüm çabası, bir biçimde boşa
gitti.
Menşevik
tarihçi Nikolai Suhanov, 1917’deki devrimci momentte yoldaşlarının yaptığı en
temel yanlışı şu şekilde izah ediyor:
“Bolşevikler, yaratıcılık
konusunda olumlu bir dizi özelliğe sahip olduklarından, ayrıca bize nefret dolu
insanlarmış gibi görünmelerine sebep olan o ajitasyon yöntemlerine
başvurduklarından, bizler, devrimci kitlelerle kaynaşma imkânı bulamadık. Bu
yöntemler, kargaşaya kapı aralayan, dizginlenmesi mümkün olmayan, küçük
burjuvanın doğasına has patlamalara dayanıyor gibiydi ve bu patlama, onun
peşinden kitleler bir kez daha gelmez ise, ancak Bolşevizm eliyle
dindirilebilecek nitelikteydi. Bizse, bu doğal ve ilkel patlama hâlinden çok
korkuyorduk.”[15]
Devrimin
o cicim aylarında Bolşevizmle Menşevizm arasındaki farklılıklar, bir kez daha
görünmez oldu. Ülkenin belirli kesimlerinde Ekim Devrimi’ne dek RSDİP
içerisinde herhangi bir ayrışmaya tanıklık edilmedi. Bolşevizm, bir yandan da
kendi Jirondenlerini barındırıyordu kendi bünyesinde. Mart ayı içinde
Petrograd’da faal olan Bolşevik grubunun liderleri Joseph Stalin ve Lev
Kamenev, geçici hükümete destek açıklaması yaptı ve Menşeviklerle yeniden
birleşmeye açık olduklarını söyledi.
Lenin’in
Nisan’da Rusya’ya dönmesi ardından, bu birlik girişimleri sona erdi. Lenin,
sosyalist devrim çağrısında bulundu ve iktidarın sovyetlere teslim edilmesini
istedi. Suhanov, temel ilkelerine sadık Menşeviklerin Lenin’in görüşlerine
nasıl tepki geliştirdiklerini şu şekilde anlatıyor:
“Lenin, konuşmalarında her
zaman Marksizmle bağ kurardı. Ama bu sefer onun görüşlerini dile getirdiği yazı
ve konuşmaların tek bir hecesi bile Marksizmin temel görüşleriyle uyuşmuyordu.
O güne dek bilimsel sosyalizm olarak anılmış olan birikime her temas ettiğinde
Lenin, mevcut sosyal demokrat programın ve taktiklerin temellerini tümüyle imha
ediyordu.”[16]
Menşeviklere
göre, Lenin’in Nisan Tezleri Marksist değil, Blankist veya anarşist idi.
Süreç içerisinde Menşevikler, Lenin’in bu “sapık görüşler”den kopmasını
bekleyip durdular. Lenin’se Bolşevikleri bu yeni konuma ikna etmeyi ve onları
devrimci yola sokmayı bildi. Kısa bir zaman içerisinde halk, Bolşevikleri
sovyet iktidarını savunan ana güç olarak tanımladı. “Ekmek, Barış ve Toprak”
sloganı onlara aitti. Suhanov, ortaya çıkan sonucu şu şekilde anlatıyor: “Evet
Bolşevikler, inatla, hiç durmadan çalıştılar. Kitleler içinde, fabrika
tezgâhlarında varolmayı bildiler, hiç durmadan her gün ter döktüler.
Petersburg’da her gün fabrikalarda ve kışlalarda küçük büyük onlarca
hoparlörden onların sesi duyuldu. Kitleler, onları kendi insanları olarak kabul
ettiler, çünkü Bolşevikler her zaman kitlelerin içindeydi, fabrika veya
kışladaki en önemli meseleleri, ayrıca sürecin tüm ayrıntılarını dikkatle
inceliyorlardı. […] Kitle, artık Bolşeviklerle yaşıyor, onlarla birlikte nefes
alıp veriyordu. Lenin ve Trotsky’nin partisi, kitleyi artık avucuna almıştı.”
[17] Buna karşılık Menşevikler, halk desteğinden yoksun olan geçici hükümeti
kurtarmak için mücadele ediyor, bu da onların arkasındaki desteğin erimesine
neden oluyordu.
Ekim
ayında, Bolşeviklerin iktidarı ele geçirmesi ardından, Martov devrimi halkın
iradesi hilâfına yapılmış bir darbe olarak görüp kıyasıya eleştirdi. Artık
Bolşeviklerin lider isimlerinden biri hâline gelmiş olan Trotsky ise Martov’un
bu suçlamasına şu cevabı veriyordu:
“Halk kitlelerinin
gerçekleştirdiği bir ayaklanmanın haklılığının ispat edilmesine hiç gerek yok.
Halk kitleleri, bayrağımızın ardından yürümüş, ayaklanmamız zaferle
sonuçlanmıştır. Bugünse bize ‘zaferinizi çöpe atın, tavizlerde bulunun ve
uzlaşın’ diyorlar. İyi de kimlerle uzlaşacağız? Soruyorum: kimlerle uzlaşmamız
gerekiyor? Bizi satan sefil örgütlerle mi yoksa bu öneriyi sunanlarla mı? […]
Hayır, artık bu noktada uzlaşma kesinlikle mümkün değildir. Bizi satanlara ve
neyi yapmamız gerektiğini söyleyenlere şunu söylüyoruz: siz zavallı birer
müflissiniz, oynadığınız rolün bir hükmü kalmadı. Tarihin çöp sepetidir artık
sizin yeriniz!”[18]
Martov’un
grubu devrimden iyice uzaklaştı. Bunun üzerine genç bir Bolşevik şunu söyledi:
“En azından Martov’un bizimle birlikte olacağını düşünmüştük.”[19] Martov’sa
“ellerini devrimin tüm kirinden arındırmalarının” ve Bolşeviklerle burjuvaziye
karşı konum almanın daha hayırlı olacağını düşündü. Yaptığı bu tercih, onun
için kullanılan “demokratik sosyalizmin Hamlet’i” tabirinin yerinde olduğunu
bir kez daha teyit ediyordu.
V.
Yenilgi
1917
sonrası Menşevikler, halka hâkim olan ruh hâline aykırı faaliyetler içerisinde
olmaya devam ettiler. En fazla, o da zayıf bir katılımla, 1918’de kurucu meclis
seçimlerine katıldılar. Ancak iç savaş başladığında Menşevikler de saf tutmak
zorunda kaldılar. Sağ Menşevikler, Bolşeviklerin karşısında konumlandılar ve
çoğunlukla bürokratik manevralara başvurdular. Bu isimlerin bir kısmı, Özerk
Sibirya Geçici Hükümeti türünden Bolşevik karşıtı hareketlerin veya Kaledin’in
başını çektiği Beyaz Ordular’a katıldı. Martov’un öncülük ettiği
Enternasyonalistler ise iç savaş esnasında Kızıl Ordu’ya eleştirel bir destek
sundular, ama öte yandan da sovyet hükümetine karşı olanların baskı altına
alınmasını şiddetle eleştirdiler. Temmuz 1918’de Menşevikler, sovyetlerden
atıldılar, ama sonra tekrar alındılar, iç savaşın sona ermesiyle yeniden yasaklandılar.
Menşevizmin destek gördüğü tek yer, Gürcüstan’dı. Burada 1918-1921 arası
dönemde emperyalizmin sunduğu destekle varolan kapitalist devleti idare
ettiler, ancak sonrasında Kızıl Ordu bu devleti yıktı. Hayatta kalan
Menşevikler sürgüne gönderildiler, birçoğu, bir zamanlar sırtlarını döndükleri
devrimi yermeye devam ettiler. Kitaba inatla sadık olan, ama sonuçta Marksizmin
devrimci ruhuna ihanet eden Menşevikler, 1917’de ancak çakma Jirondenler olarak
belirli bir rol oynayabildiler.
Doug Enaa Greene
18
Nisan 2018
Kaynak
Dipnotlar
[1] Bertram Wolfe, Three Who Made a Revolution: A Biographical History (New
York: Dell Publishing Co., 1964), s. 240-8.
[2]
Samuel H. Baron, Plekhanov: The Father of Russian Marxism (Stanford, CA:
Stanford University Press, 1963), s. 246.
[3]
Lenin, Collected Works, Cilt. 7, “Postscript: Letter to a Comrade,”
(Moskova: Progress Publishers, 1974), s. 138. (bundan sonra LCW olarak
anılacak.)
[4]
Isaac Deutscher, The Prophet Armed: Trotsky 1879-1921 (New York: Verso,
2003), s. 82.
[5]
LCW, Cilt. 9, “The Two Tactics of Social-Democracy in the Democratic
Revolution,” s. 60.
[6]
Deutscher 2003, s. 119.
[7]
Aktaran: LCW, Cilt. 8, “Social Democracy and the Provisional Revolutionary
Government,” s. 283-4.
[8]
Georgi Plekhanov, “Second Draft Programme of the Russian Social-Democrats,” MIA.
[9]
Aktaran: Esther Kingston-Mann, Lenin and the Problem of Russian Peasant
Revolution (Oxford: Oxford University Press, 1983), s. 83.
[10]
Leon Trotsky, “1905,” MIA.
[11]
Israel Getzler, Martov: A Political Biography of a Russian Social Democrat
(Cambridge: Cambridge University Press, 1967), s. 110.
[12]
Tony Cliff, “Lenin: Building the Party (1893-1914),” MIA.
[13]
Aktaran: David Mandel, The Petrograd Workers and the Fall of the Old Regime (New
York: St. Martin’s Press, 1984), s. 86.
[14]
Leopold Haimson, ed., The Mensheviks: From the Revolution of 1917 to the
Second World War (Şikago: University of Chicago Press, 1974), s. 389.
[15]
N. N. Sukhanov, The Russian Revolution 1917: A Personal Record (Princeton:
Princeton University Press, 1984), s. 530.
[16]
A.g.e., s. 284-5.
[17]
Akt.: A.g.e., s. 529.
[18]
Akt.: A.g.e., s. 639-640.
[19]
Orlando Figes, A People’s Tragedy: The Russian Revolution, 1891-1924 (New
York: Penguin Books, 1996), s. 491.