31 Ekim 2022

,

Michael Roberts Söyleşisi

“İnsanları değil, fiyatları dondurun”

Ashley Smith
28 Ekim 2022

Dünya ekonomisi, yetmişlerden beri stagflasyon, durgunluk içinde enflasyon belasıyla cebelleşiyor. Ekonomiler yavaşlıyor ve resesyona giriyor, merkez bankaları, enflasyonu kontrol altına almak adına faiz oranlarını yükseltiyor, krizin ve güya ona karşı sunulan çözümlerin yükünü ise işçiler ve ezilenler sırtlıyor. Spectre dergisinden Ashley Smith, k Michael Roberts ile küresel ekonomik kriz, bu kriz konusunda ana akım iktisatçıların Marksistlerin sunduğu açıklamalar ve bugün solun neleri talep edip ne için kavga etmesi gerektiği konusunda bir söyleşi gerçekleştiriyor.

The Long Depression: Marxism and the Global Crisis of Capitalism (Haymarket 2016) isminde bir kitabı bulunan Michael Roberts, yorumlarını ve analizlerini düzenli olarak The Next Recession isimli blogunda aktarıyor.

* * *

Ana akım medya, enflasyon, durağan büyüme ve küresel resesyonun tehlikesine dair yığınla hikâye anlatıyor. Gelişmiş kapitalist ülkeler, gelişmekte olan ülkeler ve azgelişmiş ülkeler açısından dünya ekonomisi ne durumda?

2021’de Kovid sonrası yaşanan “canlılık” ardından, büyük ekonomilerin hızı düştü. Bugün bu ülkeler, düşen kâr oranlarına bağlı olarak (ki 2021’de kâr marjları açısından rekor kırıldı, ama artık kârlar düşüyor) 2023’te yaşanacak yeni ekonomik krize doğru ilerliyorlar. Bu gelişme sebebiyle yatırımdaki büyüme hızı düşecek. Aynı zamanda küresel tedarik zinciri önündeki engellerin büyüklüğü, Kovid krizi öncesinde ulaştığı düzeyin üzerine çıkacak. Başka bir ifadeyle, 2020’den sonra yükselen, Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesi ve Batılı devletlerin Rusya’ya karşı uyguladıkları yaptırımlar sebebiyle hızla artan enflasyon, bir süre Kovid öncesi düzeye bile gerilemeyecek.

Yüksek enflasyonu faiz oranlarını artırıp para arzını daraltmak suretiyle kontrol altına almaya çalışan merkez bankaları, emlak fiyatlarında düşüşe, şirketlerin ve kamunun borçlarının yol açtığı maliyetlerin artmasına, böylelikle bir yatırım krizinin ortaya çıkmasına yol açtılar. Doların güçlendirilmesi, dünyanın geri kalanına, bilhassa bugün dolarla borçlanmanın yol açtığı ve giderek artan maliyetlerle, düşen gelirlerle ve para birimlerindeki değersizleşmeyle yüzleşen güneyin azgelişmiş ve zayıf ekonomilerine zarar verdi.

Adam Tooze, kısa süre önce New York Times için yazdığı makalede, küresel kapitalizmin krizini gayet güzel tarif ediyor. Ama görebildiğimiz kadarıyla, bu krizi pek izah edemiyor. Bugünkü stagflasyona ne sebep oldu? Bunun sebebi Kovid mi, tedarik zincirlerindeki tahribat mı yoksa daha derinde işleyen başka bir süreç mi?

Bu önemli bir soru. Kapitalist üretimde bir krizin nasıl geliştiğini bilmek yetmez, asıl önemlisi, krizin neden olduğunu bilmektir. Bu bilgi olmadan, ileride nelerin olacağını, başka bir krizin gelip gelmeyeceğini bilemeyiz. Bir üretim tarzı olarak kapitalizm, bu gezegende yaşayan milyarlarca insanın ihtiyacını karşılamak için gerekli üretim gücünü geliştiremiyor, aynı zamanda kapitalizm, dünyadaki ekosistemi yok etmeye başladı.

İyi teknolojiye, kamu hizmetlerine ve temel mal ve hizmetlere yönelik yatırım, son otuz kırk yıl içerisinde iyice yavaşladı. Esasında küresel finans krizinden beri büyük ekonomiler, düşük yatırımın ve üretkenlik artışının damgasını vurduğu, benim “Uzun Buhran” adını verdiğim kriz koşullarının içinde yaşıyorlar, bu da büyük çoğunluk için reel ücretlerin yerinde saymasına sebep oluyor. Üretime yönelik yatırımların yerini alan finansal varlıklar ve emlak sahasındaki spekülatif canlanmalardan sadece aşırı zenginler, muazzam ölçülerde kazanç elde ettiler.

Ama geçmişte şişirilmiş olan bu balonlar, bugün patlamaya başladılar. Kovid krizi, büyük ekonomilere telafi edilmesi mümkün olmayan, büyük zararlar verdi: Kovid’den bu yana büyüme oranı pandemi öncesine kıyasla düşük, hatta pandemiden on yıl öncesinde dünya, 2008’deki finans krizinden önceki büyüme oranının bile gerisinde kalmıştı. Bu anlamda büyük ekonomiler, iktisatçıların “histerezis” dediği, “ekonomide uzun Kovid dönemi” olarak da niteleyebileceğimiz, etkilerin kalıcılaştığı bir süreçle yüzleştiler.

2021’de ekonomi, kısa süreliğine toparlandı, ama bu toparlama süreci çok kısa sürdü, ekonomiler, pandeminin müdahalesini içermeyen, 2020’de yaşanan ekonomik kriz koşullarına geri döndüler. Yalnız bu sefer toparlanma sürecine son kırk yılın en yüksek rakamlarına ulaşan enflasyon oranları eşlik etti. Dolaysıyla enflasyon oranlarının üst sınırını şiddetli bir iflas durumu tayin edecek ve bu oranların azalmasını sağlayacak. Merkez bankaları, bu amaca ulaşmak adına, sıkı para politikası üzerine kurulu şok tedavisini uygulamaya kararlıymış gibi görünüyor.

Bugün Marksizm, enflasyonu nasıl açıklıyor? Marksizmin açıklaması ile diğer açıklamalar arasındaki farklar nelerdir?

Ana akım iktisat, enflasyonu iki şekilde açıklıyor. İlk açıklamaya göre, çok az sayıda mala çok fazla para denk düşüyor. Monetarist Milton Friedman, bu durumu “enflasyon her zaman parayla alakalı bir olgudur” cümlesiyle izah ediyor. İkinci açıklamada, artan enflasyonun sebebi olarak maliyetlerde, bilhassa emek piyasasının daralıp işçilerin yüksek ücret talep ettiği koşullarda yaşanan artış görülüyor. Keynesçiler, bu durumda ücret-fiyat sarmalının oluştuğunu söylüyorlar. Monetarist teori, parayı ve merkez bankalarını; Keynesçilerse işçileri suçluyorlar. Oysa iki teori de teorik ve empirik açıdan yanlış.

Doksanlardan 2019 yılına dek uzanan dönem boyunca enflasyon oranları, çok düşük düzeyde seyretti, hatta epey düşük düzeyde kaldı, ama öte yandan para arzı ile kredilerdeki büyüme oranı arttı. Bu durum, empirik düzeyde monetarist teoriyi yalanlıyor. Son iki yıl içerisinde enflasyonda yaşanan artışın sebebi, artan para arzı değil, bilâkis, bu dönemde para arzındaki büyüme oranı düştü. Monetarist teori, paranın fiyatlara yön verdiğini varsaymak suretiyle önemli bir teorik hata yapıyor, oysa tam tersi geçerli.

Ücret-maliyet teorisinin de empirik düzeyde yanlış olduğu görüldü. Yetmişlerde işsizlik arttı, işçiler pazarlık yapma güçlerini yitirdiler, ama enflasyon hızla yükseldi. Düşük işsizlik ile yüksek enflasyon arasında bir bağ olduğunu söyleyen Phillips eğrisinin yanlış olduğu görüldü. Birçok ekonomi (en azından resmi rakamlara göre) oldukça düşük işsizlik oranlarına ulaştı, ama bu son Kovid krizine dek enflasyon oldukça düşük kaldı. Esasında merkez bankaları, kendi amaçlarına ulaşmak adına, enflasyon oranlarını yükseltmek için çaba sarf ettiler.

Peki Marksizm, enflasyonu nasıl açıklıyor? Burada öncelikle bir metadaki değerin başına gelenlere bakarak işe koyulmak gerekiyor. Bir metanın veya hizmetin fiyatını Marx’ın “sabit sermaye” dediği makine ve hammadde kullanımı, bunun yanında, üretimde emeğin yeni değer üretme pratiği meydana getiriyor. Kapitalistler, sermaye birikim süreci içine giriyorlar (kâr elde ediyorlar), bu sebeple, emeğin payını düşüren teknolojiyi kullanmak suretiyle emeğin maliyetini (ücretleri) sürekli azaltmaya çalışıyorlar.

Ama bunu yaptığında, bir metanın toplam fiyatına nispetle oluşan yeni değerdeki artış oranı düşüyor. Bu sebeple fiyat enflasyonu, zaman içerisinde yavaş seyrediyor. Bu süreçte başka faktörler de devreye giriyor. İlk faktör, bugün de tanık olduğumuz üzere, hammadde fiyatlarındaki ani artış. İkinci faktörse, bir ekonomide para arzının miktarını değiştirme yetkisine sahip olan ve para konusunda otoriteyi elinde bulunduran güçler. Bu güçler, enflasyon oranlarını düşürüp paranın fiyatlarını artırmak için yeni değer artış hızını düşürmek gibi hamlelere başvurabiliyorlar.

Bu da bize şunu söylüyor: eğer ekonomiler krize girmişse, yeni değer artışı oranı sıfır oluyor veya düşüyor, böylelikle deflasyon meydana geliyor. Eğer para otoriteleri arzı kısmaya devam ederlerse, o vakit enflasyon oranları da düşüyor.

Mevcut krize dair sunduğunuz açıklamanızda, kâr oranları ile ilgili krizin reel ekonomide yatırımları düşürdüğünü söylüyorsunuz. Şirketlerin yüksek miktarlarda paraya sahip olduğuna işaret eden insanların kafası bazen bu noktada karışıyor. Bazı isimlerse enflasyonun şirket kârlarını inanılmaz ölçülerde artıran fahiş fiyat uygulamasının bir sonucu olduğunu iddia ediyor. Kâr oranları ile fahiş fiyat uygulaması arasındaki farklılık ve ilişki nedir?

Çok büyük şirketler, bilhassa enerji, teknoloji ve medya sahasında faal olanlar, bu süreçte muazzam kârlar elde ettiler. Enerji tedariği ve üretimi konusunda tekel olan şirketler, “fahiş fiyat” uygulamasına başvurdular. Fakat öte yandan şirketlerin büyük bir kısmı, faal oldukları pazarlarda sert rekabet koşulları ile yüzleştiler, hammadde maliyetlerindeki artışların ve faiz oranlarındaki artışın çilesini çektiler, bu da onların kârlarını düşürdü.

Dolayısıyla, bugün bilhassa ABD’de enerji, teknoloji ve medya sahasında faal olan, yüksek miktarlarda kârlar elde eden şirketlerin azınlık olduklarını, küçük bir kesimi meydana getirdiklerini görmek gerekiyor. Yatırılan sermayeye oranla elde edilen ortalama kâr, son yetmiş yılda görülen en düşük düzeye gerilemiş durumda. Kendi borçlarını karşılayacak kârı elde edemeyen, bizim “zombi şirketler” dediğimiz, “şirket sermayesinin yaşayan ölüleri” olarak nitelendirdiğimiz şirketlerin oranı, yüzde on beş ilâ yirmi civarında.

Burada şu önemli tespiti yapmak lazım: enflasyonun ve kâr artışlarının ana sebebi, fahiş fiyatlar veya tekellerin takdiri değil. Ana sebep olarak bunları görenler, fiyatlara tavan değer getirilip tekellerin dağıtılmasını istiyorlar, böylelikle kapitalist üretimin pürüzsüzce, enflasyon belasıyla uğraşmadan ilerleyebileceğini söylüyorlar. Oysa tavan fiyat türünden tedbirler, emekçi halka geçici süre fayda sağlar, kapitalist krizin ortadan kalkmasına sebep olmaz, yaşanan krizin yükü taşınmaya devam eder.

Resesyon ve krizle yüzleşmeden, enflasyon sorununa, ancak sadece enerji sektöründe gördüğümüz, “doğal” tekeller değil, büyük stratejik şirketler ve finans kurumları da yatırım, istihdam ve iklim kontrolü için geliştirilmiş bir plan dâhilinde kamu mülkiyetine ve kontrolüne tabi kıldığımız vakit son verebiliriz.

Tooze yazısında bir de faiz oranlarındaki koordinasyon dâhilinde yapılmayan artışların dünyayı büyük bir resesyon riskiyle karşı karşıya bıraktığını söylüyor. Bugün ne kadar büyük bir tehlikeyle karşı karşıyayız? Bu tehlikeye mani olacak bir para politikasını, koordinasyon fikrini daha fazla içeren bir yaklaşımla ele almak mümkün müdür? Bu türden bir koordinasyon gerçekleştirilebilir mi?

“Koordinasyon dâhilinde yapılmayan artışlar” mı? Koordinasyon dâhilinde yapılsa sorun yok demek ki. Bence gene de sorunlu. Dünya genelinde faiz artışlarının nedeni, tahvil fiyatlarındaki düşüş ve merkez bankalarının gerçekleştirdikleri müdahaleler. Bir anlamda bu artışlar, koordineli bir biçimde gerçekleştiriliyorlar, zira her bir ülke diğer ülkeyi takip etmek zorunda, aksi takdirde bu ülkeler para birimlerinde ciddi bir değer kaybıyla yüzleşirler.

Resesyon, koordineli bir para politikasıyla savuşturulamaz. Bu tür bir politikanın söz konusu artışları durdurması ve artış yönünü terse çevirmesi gerekir.

22 Eylül 1985’te Fransa, Almanya, Japonya, İngiltere ve ABD arasında yapılan, dolar kuruna müdahale edilmesini öngören, doların gücünü kırmayı amaçlayan Plaza Anlaşması, güçlü ekonomilerin ekonomik büyümesi üzerinde çok az etkiye yol açmıştır. Üstelik bu tür bir anlaşmanın bugün imzalanma ihtimali bulunmamaktadır.

Koordinasyonu, yatırım, iklim kontrolü ve yoksulluğun azaltılmasını amaçlayan küresel bir plan için ortaya konulacak pratik kapsamında ele almak gerekir. Oysa böylesi bir pratiğin gerçekleşme imkânı bulunmamaktadır.

Faiz oranlarındaki artışlar, dünya ekonomisinin farklı kesimlerini nasıl etkiliyor? Gelişmiş kapitalist ülkelerde bu artışlar nelere sebep oluyorlar? Küresel güneyi, bilhassa en fazla borca sahip olan ülkeleri nasıl etkiliyor? Bir kez daha ülkelerin büyük bir borç kriziyle yüzleşeceği bir döneme mi giriyoruz?

“Yeni yeni güçlenen” birçok azgelişmiş ülke, borç ve iflas sorunuyla yüzleşmeye başladı bile (Sri Lanka, Zambiya, Pakistan). Önümüzdeki yıl içerisinde daha fazla ülkeye daha fazla kredi vermeyi planlayan IMF, birçok yoksul ülkeyi borç bataklığının dibine çekiyor, onları mali disiplinine daha fazla tabi kılıyor.

Bu da söz konusu ülkelerde daha fazla kemer sıkma tedbirlerinin gündeme geleceği anlamına geliyor. Bu tür bir durumla gelişmiş ülkeler de yüzleşecek, zira hükümetler, Kovid sonrası yapılan harcamaları kısacak ve hem kamuda hem de özel biriken borçları azaltmak için uğraşacak.

Resesyonların, birbirini izleyen zayıf toparlanma süreçlerinin damga vurduğu uzun vadeli bir küresel buhranın içerisinde yaşadığımızı söylüyorsunuz. Bunun bir sebebinin de devletlerin rekabet edemeyen, zombi olarak nitelenen şirketleri düşük faiz oranları ve kurtarma paketleriyle desteklemesi olduğundan bahsediyorsunuz. Yetmişlerin sonunda Paul Volcker’ın bahsini ettiği, faiz oranlarındaki ani artışlar enflasyonu dizginledi ve uzun süren bir neoliberal canlılık dönemine girildi, fakat bunun karşılığında yoksul güney ülkelerinde iflaslar yaşandı, işsizlik rakamları yükseldi, borç krizi ile yüzleşildi. Merkez bankaları bu adımı bir kez daha atabilir mi, “yaratıcı yıkım” dedikleri işlem, kapitalist büyüme sürecinde yeni bir dönemin başlamasını sağlayabilir mi?

Yetmişlerin sonunda gündeme gelen “yaratıcı yıkım” veya Volcker’ın sözünü ettiği türden bir “şok tedavisi”ne 2008’deki küresel finans piyasalarındaki çöküşte ihtiyaç duyulmamıştı. Esasında o dönem Amerikan merkez bankasının başındaki isim olan Bernanke, zıt bir politika benimsedi ve para arzını büyütüp kapitalistleri kurtarmak için onlara krediler verdi (hatta bu sebeple başkana Nobel ödülü bile verildi.)

Sonrasında bu şirketler, neredeyse yüzde sıfır faizle verilen kredilerle ve düşük enflasyonla beslenip büyütüldüler, ama bu büyüme, gene de oldukça yavaş seyretti. Uzun buhran denilen süreç yerini “yaratıcı yıkım”a bıraktı. 2019’da yeni bir resesyon eşikte beklemekteydi. Bugün 2022’deyiz ve kredi verme önerisi gündeme değil. Enflasyonun yüksek seyrettiği koşullarda merkez bankası bugün enflasyon konusunda “şok tedavisi”ni uygulamanın yollarını arıyor.

Görebildiğimiz kadarıyla, neoliberal dönem boyunca ABD’nin hegemonik güce sahip olduğu koşullarda gelişen küresel kapitalizmin mevcut yapıları yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya. Kovid ve ABD ile Çin aynı zamanda Rusya arasında artan jeopolitik gerilimler, küresel tedarik zincirlerindeki sorunları ortaya çıkarttı. Bu sorunlar, bugün devletleri ve şirketleri, bildiğimiz küreselleşme düzeyinden geri çekilmeye zorluyor. Peki bu tespit doğru mu? Dünya ticaretindeki düşüş geçici mi yoksa dünya ekonomisinde yeniden bloklaşma eğilimi mi ortaya çıkıyor?

Ana akım iktisatçıların bir bölümü küreselleşmenin bittiğini, bir bölümü de devam ettiğini söylüyor. “Küreselleşme” derken bu iktisatçılar, dünya ticaretinin gümrük ve kota olmaksızın büyümesini ve dünya genelinde finans yatırımlarının artmasını kastediyorlar. Fakat küresel finans krizinden beri dünyadaki emtia ticareti (yeterince yavaş seyretmiş olan) GSYİH artışından daha yavaş büyürken, dünya genelinde özellikle yeni gelişen ülkelere akan sermaye küçüldü.

Bazı iktisatçılar, hizmet temelli ticari faaliyetlerdeki küreselleşmenin bu boşluğu doldurduğunu, bu anlamda küreselleşmenin ölmediğini söylüyorlar. Lâkin ABD ve Çin arasındaki gerilimlerin tırmandığı, ticaret sahasında engellerin arttığı, Rusya ve İran gibi ülkelere yönelik yaptırımlara tanık olunduğu koşullarda, elimizde azalmakta olan emtia ticaretinin yerini hizmet temelli ticaretin aldığını söyleyen herhangi bir kanıt bulunmuyor.

Büyük ölçülülük olarak anılan küreselleşme dönemi sona eriyor. Bu da sadece ticaret ve yatırım sahasında değil, diğer birçok alanda da rekabetin ve çatışma süreçlerinin daha da yoğunlaşacağı anlamına geliyor. Marx’ın dediği gibi, kapitalistler emeğin karşısında can ciğer kardeşler, ama kendi aralarında birbirlerine düşman ve kavga eden kardeşler gibi hareket ederler.

Fakat öte yandan bir başka anlamıyla küreselleşmenin capcanlı ve zinde olduğunu görmek gerekiyor. ABD’nin öncülük ettiği emperyalist blok, kendi çıkarlarına karşı gelen ülkeleri ve o çıkarlara karşı direniş sergileyen her türden gücü zayıflatmak için yeni tedbirler uyguluyor. Emperyalist blok, ABD hegemonyasını kabule hazır olmayan güçlerin artan itirazıyla yüzleşiyor. Fakat ben, bu bloğun koordineli bir muhalefet bloğu olduğundan pek emin değilim. Muhalefet, hâlen daha beş benzemezin meydana getirdiği bir yapıymış gibi görünüyor.

Son soru: en güçlü devletler ve onların merkez bankaları üzerinden yürüttükleri politikalar, işçileri ve ezilen ülkeleri harap ediyor. Sınıf savaşı ve eski tip emperyalizm kendisini bu tür politikalarla dışa vuruyor. Peki bugün işçi hareketleri ve ezilen uluslar neleri talep etmeli? Sol, kısa ve uzun vadede ne için propaganda faaliyeti yürütmeli?

Kısa vadede artan hayat pahalılığı ile mücadele yürütmeliyiz. Bu noktada, işyerlerinde işçileri savunan yegâne güç olarak sendikaların verdikleri mücadeleye destek olmalıyız. İnsana yaraşır bir ücret, en azından reel gelirlerin korunmasını sağlayacak ölçüde, enflasyon oranlarını karşılayacak ücret artışları için mücadele vermeliyiz. Faiz oranlarının artırılmasına yönelik her türden öneriye, devletin hizmetler ve sosyal yardım konusunda yaptığı harcamaları kesecek ve/veya büyük çoğunluğun ödediği vergileri artıracak tedbirlere karşı çıkmalıyız.

Enflasyon, bankacılık sektörü ve ekonominin stratejik sektörleri kontrol altına alındığı takdirde kontrol altına alınıp düşürülebilir. Enerji gibi kimi piyasalarda, iklim kontrolü, teknolojiye yatırım ve düzgün iş imkânları yaratmak amacıyla, toplumsal ihtiyaca yönelik demokratik devlet planlamasını yürürlüğe koymalıyız.

Irak’ta, Afganistan’da, Ukrayna’da, Sahra Altı Afrikası’nda yaşanan, belki de yakında Orta Asya’da gerçekleşecek yıkıcı savaşların hepsine son vermek zorundayız. Bu savaşlar, sadece yüz milyonlarca insanın canına ve geçim imkânlarına mal olmakla kalmaz, çevreyi tahrip eder, kaynakların heba edilmesine neden olurlar.

Dolayısıyla şunu söylemeliyiz: yaşam standartlarında kesinti yapılmamalı, devletin halk için yaptığı harcamalarda kesintiye gidilmemeli, savaşlara son verilmeli, dünya ekonomisi halka ait ve planlı olmalı, bu ekonomi, kapitalist piyasanın ve kâr peşinde koşan milyarderlerin değil, halka ait kurumların demokratik kontrolünde olmalı.

Kaynak

30 Ekim 2022

Modernitenin Ölçütleri

Ömer Adil, Göreve Koş, 1924. Kanvas üzerine yağlı boya, 91.5 × 125 cm. İstanbul Resim Heykel Müzesi

Modernitenin Ölçütleri:
Türkiye’de Sanat ve Kalkınma

Sarah-Neel Smith Söyleşisi
Cedeliye
29 Ağustos 2022

Size bu kitabı yazdıran nedir?

O dönemde böyle bir şey yaptığımı bilmesem de bu kitabı aslında Eylül 2001’de yazmaya başladım. 15 yaşındaydım ve değişim öğrencisi olarak Ankara’ya yeni gelmiştim. George W. Bush, ABD başkanıydı. Türkiye ekonomisi, kısa süre önce iflas etmişti. Bir hafta sonra 11 Eylül saldırısı gerçekleşti. Ertesi yıl, tam da ülke içerisinde oluşan, Ortadoğu’ya yönelik korkuyu temel alan yeni politik düzenin oluştuğu dönemde, İslam kültürüne daldım.

Bu deneyim, bir dizi önemli soruyu gündeme getirdi ve bu sorular, bir sanat tarihçisi olarak sonraki kariyerimi biçimlendirdiler: görsel medya, kültürler arasında işleyen politik dinamikleri nasıl biçimlendiriyor? Sanatçılar, eleştirmenler ve küratörler gibi yaratıcı kişiler, galeride ve eleştiri düzleminde dünya ölçeğinde meydana gelen değişimleri nasıl ele alıyorlar? Modernitenin Ölçütleri kitabı, benim bu sorulara cevap verme çabamın ürünü.

Kitap, sanatsal olanla ekonomik olan, kamusal olanla özel olan, siyasetle piyasa arasındaki duvarlar yüzünden birbirinden kopuk olan konu başlıkları ile literatürleri bir araya getiriyor.

Kitap özelde hangi konu başlıklarını, meseleleri ve literatürleri ele alıyor?

Modernitenin Ölçütleri, elliler Türkiye’sinde sanat dünyasının genel portresini sunuyor. Çalışma, İkinci Dünya Savaşı sonrası Ankara ve İstanbul’da yeni sanat dünyasını inşa eden etkili Türk modernistler çevresine odaklanıyor. Bu isimler arasında, sonrasında başbakanlık yapacak olan sanat eleştirmeni Bülent Ecevit, girişimci kadın galeri sahibi Adalet Cimcöz, Aliye Berger, Füreya Koral ve Bedri Rahmi Eyüpoğlu gibi önde gelen bir dizi sanatçı yer alıyor.

Arşivlere dalıp sanat çalışmalarının izini sürdükçe ve ilgili kişilerle röportajlar gerçekleştirdikçe, bu kültür öncülerinin sadece estetik meselesiyle ilgilenmediklerini görüp çok şaşırdım. Bu insanlar, aynı zamanda ekonomik meselelerle de ilgileniyor, ülkelerini kalkınmakta olan ulus mertebesinden savaş sonrası dönemin küresel piyasaları içerisinde önemli bir oyuncu mertebesine çıkartmak için çalışıyorlardı.

Kitabını kimlerin okumasını umut ediyorsun, ne tür bir etki yaratmasını bekliyorsun?

Bu kitap, bölgedeki politik ve ekonomik gelişimin tarihi içerisinde sanat ve kültürün oynadığı merkezî role dair bir şeyler öğrenmekle ilgilenen, Ortadoğu tarihi çalışan akademisyenler ve öğrenciler için kaleme alındı. Kitap, ayrıca sanat tarihçilerinin önceden ele almadıkları modern sanat pratiklerine ve o pratiklerin sergilendiği ülkeye dair bir şeyler öğrenmek isteyen sanat tarihi hocaları ve öğrencileri için yazıldı.

Şimdi başka hangi projeler üzerine çalışma yürütüyorsun?

Şuan ikinci kitabımı yazıyorum. Amerika’da 1952-1979 Arası Dönemde Gerçekleşen Sanatsal Değiş Tokuşların Kayıp Tarihi ismini taşıyan çalışmada, aralarında Robert Rauschenberg, Helen Frankenthaler ve Andy Warhol’un bulunduğu, Soğuk Savaş döneminin ilk otuz yıllık kesitinde Kuzey Afrika ve Ortadoğu’yu ziyaret etmiş yedi Amerikalı sanatçının eserlerine dair, eski değerlendirmeleri belli ölçüde tashih eden bir değerlendirmeye yer veriliyor. Kitabın amacı, politik yayılmacılık ve kültürel çatışmanın kültürler ötesi dinamiklerini yeniden merkeze oturtmak suretiyle, “Amerikan sanatı”na dair dışa kapalı, milliyetçi anlayışlara itiraz etmek. Bu çalışmanın içinde yer alan ve Frank Stella’nın 1963’te İran’a yaptığı seyahati ele alan makale, daha önce “New York’taki Resim Pratiğinde İslam Mimarisi: 1965-1967 Arası Dönemde Frank Stella’nın Çizdiği Düzensiz Çokgenler” başlığıyla American Art dergisinde yayımlanmıştı.

Kitapta en çok sevdiğiniz sanat çalışmalarından birini örnekleyebilir misiniz?

Ömer Adil’in Göreve Koş (1924) ismini resmini çok seviyorum, çünkü bu çalışma, modern Türk sanatında en çok ele alınan, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş konusunu gayet güzel resmediyor.

Resimde, yaşlı bir baba, ailesine duvardaki Türkiye haritasını gösteriyor. Beyaz sakallı, başında fes bulunan baba, esasen eski düzenin cisimleşmiş hâli. Gözleri genç oğluna kilitlenmiş. Oğul da milletin geleceğini temsil ediyor. Genç adamın eşi ve kızı, bu görüş alışverişine tanıklık ediyorlar. Kısa saçları ve kısa kollu elbiseleriyle bu iki kadın, modern ulusun yurttaşları olduklarını ortaya koyuyorlar.

Baba, parmağıyla ailesine (duvardaki Türkiye haritasıyla sembolize edilen) yeni ulusun davasını benimsemelerini ve (arkadaki Boğaz manzarasına yer veren resimde ifade edilen) Osmanlı’yı geride bırakmalarını emrediyor. Bu Boğaz manzaraları, on dokuzuncu yüzyıl sonu ve yirminci yüzyıl başında Osmanlı ressamlarında sıklıkla gördüğümüz şeyler. Resimde seçilen konu olarak Osmanlı’daki kültürel düzene ait kabul edilen bu manzara resimleri, önemli bir yere sahip. Modernist açıdan yorumladığımızda ise duvardaki resim, hem Ömer Adil’in resmine dair yorumda bulunuyor hem de ulus devletin toprak temelli milliyetçiliğiyle diyaloga giriyor.

Kitaptan Alıntı

Sanat ve Kalkınma: Savaş Sonrası Dönemde Sanatın Yeni Çerçevesi

Nisan 1964’te Fransız şair, sanat eleştirmeni ve çevirmen Edouard Roditi’nin “Çağdaş Türk Resmine Giriş” başlıklı kısa makalesi, Portekiz’de yayınlanan Colóquio isimli sanat dergisinde yayımlandı. Paris’te doğup Oxford’da eğitim görmüş, birçok dile hâkim olan Roditi, otuzlarda Fransa’daki sürrealist çevrelerde sıkça bulunmuş, kırklarda Nüremberg mahkemelerinde çevirmen olarak çalışmış, 1951’de BM için çevirmenlik yapmak üzere Ankara’ya gittiğinde ilk modern Türk sanatı örnekleriyle karşılaşmış.

1964’te kaleme aldığı makalede Roditi, Avrupa Konseyi’ndeki diğer ülkelerden gelen sanat eserleri yanında Türk sanat ürünlerine yeterince değer göstermeyen Avrupa müzelerini eleştiriyor ve Avrupa’nın geleceğinin giderek daha fazla Türkiye’ye bağlı hâle geldiğini söylüyor. Argümanını izah etmek adına Roditi, bugün Türkiye’de modernizmin öncüleri olarak kabul edilen Yüksel Arslan, Aliye Berger ve Bedri Rahmi Eyüboğlu’na ait bir dizi sanat eserini paylaşıyor. Makalesinin başına da, neredeyse bir sayfanın yarısını kaplayacak şekilde, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra gerçekleştirilen ilk uluslararası fuar olan, Brüksel’deki Expo 58’de Eyüpoğlu’nun yaklaşık 5 metre uzunluğundaki mozaik duvarının fotoğrafına yer veriyor.

Bedri Rahmi Eyüboğlu, 1958’de Brüksel’de düzenlenen Expo 58’de sergilenen mozaik duvar. SALT Araştırmalarının (Utarit İzgi arşivi) ve Rahmi Eyüboğlu’nun izniyle.

Bekleneceği üzere, Roditi, modern Türk sanatını estetik açıdan savunmak yerine politik-ekonomik bir kavrama başvuruyor: ekonomik kalkınma. Roditi, okurlarını Türkiye’nin “azgelişmiş ekonomisi”nin aynı ölçüde azgelişmiş bir sanat ortamı meydana getirdiğini söyleyen yaygın kanaati terk etmelerini söylüyor. “Bir ülkenin ekonomik veya teknik gelişim düzeyi ile sanatının niteliği arasında doğrudan bir nedensellik ilişkisi kurulamayacağını” söyleyen yazar, aslında tersinin geçerli olduğunu iddia ediyor.

Çıkarımına göre, “Türkiye’de ekonomik azgelişmişlik boş zamanı bollaştırdığı için modern sanat epey canlı.” Ekonomik azgelişmişliğin yol açtığı kötülüğü bir faziletmiş gibi sunan Roditi, modern Türk sanatını Batılı eleştirmenler dünyasının öne çıkarttığı Avrupalı pratikler kadar önemli görüyor.

1964’te Roditi’nin yayımlandığı dönemde sanat, modernite ve ekonomik kalkınma ile ilgili bu türden iddialara sıklıkla rastlamak mümkün. Kırklı yılların ortalarından beri UNESCO, Rockefeller Vakfı, New York’taki Modern Sanatlar Müzesi gibi savaş sonrasında etkili olan Avrupalı-Amerikalı örgütlerin bir kısmında çalışan yetkili isimler, sanatsal derinlikle ekonomik kalkınma arasındaki bağı tartışıyorlar. Roditi’den yaklaşık yirmi yıl sonra UNESCO yetkilileri, “teknik medeniyet düzeyi yüksek olmayan ülkelerin bazı sanat kollarında ileri örnekler ortaya koydukları” sonucuna ulaşıyorlar. Birleşmiş Milletler’de kendi ülkelerinin diplomatik tutumuyla ilgili olan, siyasete karar veren isimler ve kültür konusunda yetkili kişiler, ekonomik açıdan azgelişmiş olan uluslardaki sanatsal gelişmeleri kabullenmenin, eşit ölçüde ekonomik güce sahip olmayan ülkelerle ilişkileri yumuşatma konusunda önemli bir araç olabileceğini söylüyorlar. Aynı zamanda etkili bir isim olan diplomat George F. Kennan gibi birçok Amerikalı yetkili, Amerikan sanatındaki düşük kalite ile ekonomik kalkınmadaki gelişkinlik arasındaki tutarsızlığın ABD’nin uluslararası toplumdaki meşruiyetini azaltacağından endişelendiğini belirtiyor.

Fakat tabii ki bu süreçte bu isimlerin hiçbirisi, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerdeki kültür sahasının seçkin isimleriyle sanat ve kalkınma bağlamında karşılıklı bir ilişki içine girmeyi düşünmüyor. Türkiye’de sanat çevresi ise, yirmilerden beri estetik modernizmi ve sosyo-ekonomik modernleşme sürecini hep ileri giden ve her zamankinden daha hızlı bir biçimde geleceğe doğru yürüyen ulus-devlet çerçevesi dâhilinde paralel yoldan ilerlemesi gereken şeyler olarak anlıyor.

Peki ekonomik kalkınma ile ilgili söylemler, gelişmekte olan ülkelerdeki sanatsal modernizm pratiklerini nasıl etkiledi? Modern Türk sanat dünyasına odaklanan ve İkinci Dünya Savaşı sonrası sanatın ve kalkınma anlayışının buluştuğu momentlere ışık tutmak isteyen bu kitabın üzerinde durduğu asıl soru bu.

Soğuk Savaş döneminin ilk yıllarını süper güçler arasında cereyan eden askeri gerilimler değil, ABD tarzı kapitalizmle Sovyet tarzı, devlet güdümlü sanayileşme arasında yaşanan, tarihçi David Engerman’ın “ekonomik Soğuk Savaş” adını verdiği süreç dâhilinde, ekonomik kalkınma meselesine yönelik yaklaşımlar arası çelişkiler tanımladı.

Türkiye gibi güç açısından küçük ülkeler, uluslararası toplum içerisindeki yerlerini ekonomik tercihleri kadar politik ideoloji tercihleri üzerinden müzakere ettiler.

Örneğin Türkiye, ekonomik Soğuk Savaş süreci içerisinde önemli bir tercihte bulunarak, Sovyetler’den ilham alarak uyguladığı politikaları terk etti ve Birleşmiş Milletler ile sonradan Dünya Bankası adını alacak olan Uluslararası Yeniden İnşa ve Kalkınma Bankası gibi Batı bloğuna ait örgütlerin belirlediği kalkınma rejimine bağlandı. Türkiye’nin ABD’yle ittifak güçlendi, öyle ki ülke, 1948’de Avrupa’nın Islahı Programı olarak bilinen Marshall Planı üzerinden Amerika’dan para alan on beş Avrupa ülkesinden biri hâline geldi. Öncülüğünü ABD’nin yaptığı Marshall Planı, İkinci Dünya Savaşı sonrası harap olmuş Avrupa’nın yeniden ayakları üzerinde durmasını sağlamasına yardım etmek amacıyla hazırlanmıştı, fakat planın diğer bir amacı da antikomünist müttefiklerin ABD ile birlikte kurduğu bloğun güvenliğini sağlamaktı.

Akademisyenler, uzun zamandır sanatın Soğuk Savaş’ta ideolojik bir silâh olarak iş gördüğünü söylüyorlar. Bu akademisyenler, sanatın nüfuz alanlarını genişletmek adına Amerika, Avrupa ve Sovyetler tarafından kullanılmasına odaklanıyorlar. Modernitenin Ölçütleri isimli bu çalışma ise gelişmekte olan ülkelerde sanatçıların, eleştirmenlerin ve izleyici kitlesinin sadece estetiğe kafa yormakla kalmadığını, ayrıca dünyada yeniden tesis edilen düzenin ekonomik boyutlarıyla da somutta ilişki kurduklarını söylüyor ki bu, bu zamana dek önem arz eden, ama hep görmezden gelinmiş bir husus ve kitap bu hususu ilk kez ele alıyor.

Modernitenin Ölçütleri, modern Türk sanat âleminin üyelerinin, sanatçıların, eleştirmenlerin ve galeri sahiplerinin, modern sanat ortamında savaş sonrasında ortaya çıkan ekonomik kalkınma temelli ideolojileri ele alış biçimlerini keşfe çıkıyor.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında Marshall Planı, Avrupa Ekonomi Komisyonu, NATO ve BM gibi yeni oluşturulan programlar ve örgütler, ulusların performansını ölçecek ve artıracak bir dizi ekonomi ölçütü geliştirdi. Özelleştirme, bireysel tüketim ve uluslararası piyasaya entegre olma düzeyi, kapitalist serbest piyasaya Türkiye gibi yeni gelişen ülkelerin giriş süreçlerini düzene sokmak için kullanılan en önemli ölçütler hâline geldi.

Ekonomi sahasının ürünü olan bu modernite ölçütleri, aynı zamanda sanat sahasında ilgi gördü. Türkiye’de aydınlar, bu türden kavramları kendi ülkelerinin politik ve ekonomik moderniteyle ilişkisi dâhilinde ulaştığı “kültür seviyesi”ni değerlendirip yukarı çekmek için birer mihenk olarak kullandı. Bazen sanat ve ekonomi arasındaki diyalog, tuvalde karşılık buldu. Bazen de modernitenin ölçütleri, sanatın sergilenmesinde, tüketilmesinde ve dolaşıma sokulmasında kullanılan yol ve yöntemleri biçimlendirdi.

Bu bağlamda kitap, dönemin önemli sanat eserlerini, sergi efemeralarını, Türkçe, Fransızca ve İngilizce olarak dile getirilmiş sanat eleştirilerinden ve politik yorumlardan oluşan zengin arşivi keşfe çıkıyor. Söz konusu malzeme birikimini çapraz okumaya tutmak suretiyle ben, Türkiye’nin ilk modern sanat galerileri Galeri Maya ile Helikon Derneği’nde özelleştirme süreçlerinin dönüştürücü gücüne yönelik inancın nasıl arttığını ortaya koyuyorum. Kitapta bu galerilerde zenginleşen Türk sanat eleştirisi içerisinde bireysel tüketim denilen ölçütün bir değerlendirme ölçütü hâline gelişinin izlerini sürüyorum. Çalışma, ayrıca resim ve seramik yoluyla “gelişen Türkiye”nin nasıl görsel olarak sunulabileceğine dair tartışmalarda, Türkiye’nin ekonomik programının verimliliğine dair şüphelerin nasıl karşılık bulduğundan bahsediyor.

Modernitenin Ölçütleri kitabının incelediği dönem 1960 yılında, yani yeni rejimin İkinci Dünya Savaşı öncesine ait olan, devletin hâkim olduğu modellere geri dönmek suretiyle ekonomik süreci terse çevirdiği tarihte sona eriyor.

Modernitenin Ölçütleri, İkinci Dünya Savaşı sonrası gelişmekte olan dünya genelinde tecrübe edilen ekonomi politikalarıyla sanatın ilişkisini anlatıyor.

Bu süreçte serbestîleşme ve uluslararası piyasalara entegrasyon hedeflerine odaklanan hükümetler, güçsüz durumdaki yeni ekonomilere yüzlerce milyon doları akıtmak, ülkedeki piyasayı yeniden düzene sokmak ve tüketici alışkanlıklarını kütlesel ölçekte dönüştürmek amacıyla ABD’yle ortaklık kurdular.

Türkiye’nin 1830’larda Tanzimat (1839-1871) olarak bilinen bir dizi modernleşme amaçlı reformla birlikte başlayan uzun soluklu modernleşme deneyimi diğer gelişmekte olan ülkelerin deneyimine benziyordu. Fakat ellilerde yapılan o on yıllık deney, farklı bir nitelik arz ediyordu. Zira bu deneyin arkasında ABD sermayesi ve gerçekleştirilen yapısal reformlar vardı. Böylece Türkiye ekonomisi, hızla kapalılıktan kurtulup, uluslararası piyasalara entegre oldu.

Türkiye örneğinde savaş sonrası dönemdeki ekonomik kalkınma ve modern sanat karşılıklı bir ilişkiye sahipti. Bu hâliyle ülke, gelişmekte olan ülkelerde sanat ve modernleşme arasındaki karşılıklı ilişki konusunda kapsamlı bir değerlendirmeye ulaşabilmek için ihtiyaç duyduğumuz çıkış noktası olarak görülmeli.

“Modernitenin ölçütleri” anlayışı, sanatla ekonomi arasına suni bir biçimde konulan ve sanatçıların Soğuk Savaş’ın ekonomik meselelerine yönelik ilgisine akademyanın körleşmesine sebep olan ayrım çizgilerini dikine kesen bir yaklaşımı öne çıkartıyor.

Kitabın çıkarımına göre, sanatçılar kapalı bir estetik alanı içerisinde çalışma ortaya koyup bunları ekonomik piyasalarda dolaşıma sokmak için dağıtıyor değiller. Bilâkis, benim kanaatimce, sanatçıların eserlerini ta başından itibaren küresel ekonominin sürekli değişken koşullarına, en genel manada sanatın ne olduğu ile ilgili sorunun sınırlarını çizen, eleştirel söyleme rengini veren meselelere dair bilinç biçimlendiriyor.

Sanat tarihinde gördüğümüz, biçimsel analizin tarihine ve toplum tarihi ile düşünce tarihine dair geleneksel analiz temelli yaklaşımları ekonomi tarihine ait görüşlerle ve Soğuk Savaş incelemeleriyle birleştiren Modernitenin Ölçütleri çalışması, savaş sonrası dönemin ulusötesi modernizm pratiklerini anlamamızı sağlayacak yeni bir bakış açısı sunuyor.

Kaynak

29 Ekim 2022

, ,

Türk Devrimi ve İslam

Demokrasi, devrimci sabırsızlığa “doğada sıçrama yoktur” olarak özetlenebilecek evrimci tezle karşı çıkar. Oysa bugün yapılan araştırmalar ve ortaya konulan deneyim, sıklıkla bu kesin bir dille ifade edilen tezle çelişmektedir.

Biyoloji ve tarih alanında yürütülen incelemeler, evrimcilik karşıtı eğilimlerle maluldür. Öte yandan, bugün olaylar evrimci kanala dar gelmektedir.

Diğer krizlerin yanı sıra yaşanan dünya savaşı, evrimciliğin zayıf bir görüş olduğunu ispatladı. Bu dönemde Darwinizm bile itibarını yitirdi.

Türkiye, baş döndürücü ve sıra dışı bir dönüşüme sahne oldu. Son beş yıl içerisinde Türkiye, kurumlarını, yürüdüğü yolu ve fikriyatını köklü bir biçimde değiştirdi. Tüm iktidarın sultandan halka geçmesi, eski teokrasinin koltuğuna laik ve liberal-demokratik cumhuriyetin oturması için beş yıl yetti.

Tek bir sıçramada Türkiye, Avrupa ile aynı biçime kavuştu. O yabancı, nüfuz edilmesi mümkün olmayan, egzotik bir olgu olarak görülen halkıyla ülke, başka bir şeye dönüştü. Artık Türkiye’de hayatın nabzı başka şekilde atıyor. Ülke, Avrupai hayatın dertleri, duyguları ve sorunları ile yüklü. Toplum meselesi, Türkiye’de tıpkı Avrupa’daki gibi mayalanıyor, aynı ekşiliğe kavuşuyor.

Türkiye’nin de kıyılarını komünist dalga dövüyor. Öte yandan Türkler, çok eşliliği terk ediyorlar, tek eşliliğe yöneliyorlar, yargıya dair fikirlerini reforma tabi tutuyorlar, Avrupa alfabesini öğreniyorlar. Hâsılı, Türkiye, Batı medeniyetine iştirak ediyor. Bunu yaparak Türkiye, yabancıların veya dış güçlerin dayatmalarına itaat ediyor değil. Onun hareketi, kendiliğinden ve içten gelen bir dürtünün eseri.

Bugün tarihin gördüğü en hızlı geçiş süreçlerinden birine tanık oluyoruz. Türkiye’nin ruhu, tümüyle İslam’a bağlıydı, İslamî öğretiyle bir bütündü. Herkesin bildiği gibi İslam, sadece dinî ve ahlakî bir sistem değildi, ayrıca politik, toplumsal ve hukukî bir sistemdi. Musa şeriatına benzer şeyler söyleyen Kur’an, müminlere ahlak, hukuk, yönetme ve hijyen kurallarını temin ediyor. Bu şeriat, herkesi ve kâinatı kapsayan, o bağlamda inşa edilmiş bir hukuka denk düşüyor.

Türkler, hayatları konusunda Batılıların hayatları dâhilinde güttükleri amaçlardan farklı amaçlara sahipler. Batılılar, faydacı ve pratik dürtüler üzerinden hareket ederken, Müslümanlar, dinî ve ahlakî dürtüler temelinde hareket ediyorlar. Dolayısıyla, iki medeniyete ait hukuk ve hukukî kurumlar, dayandıkları fikriyat açısından farklılaşıyorlar.

İslam halifesi, Türkiye’de siyasi bir güce sahipti. O, hem halife hem de sultandı. Din ve devletse aynı kurumsal yapı içinde bir arada duruyorlardı. Zamanla Yüzeysel ele alınsalar da Avrupa’ya ait bazı fikirler, Batı’nın geliştirdiği görüşler, ülkede karşılık bulmaya başladı.

1908 devrimi, Türkiye’de Avrupa liberalizmine, bilimine ve modasına uygun toprağın oluşturulması için ortaya konulmuş bir çabaydı. Fakat Kur’an, Türk toplumunu yönetmeye devam etti. Osmanlı biliminin temsilcileri, genelde ülkenin İslam dairesinde gelişebileceğine inanıyorlardı. İstanbul Üniversitesi’nde profesör olarak çalışan Fatin Efendi, “İslamcılığın dışarıdan ithal edilen fikirlerle değil, içteki evrim süreciyle ilerleyebileceğini” söylüyordu. Dr. Şehabeddin Bey ise bu tespite temelsiz görüşe meyyal olan Türk halkının yoldan çıkmak veya bölücülük yapmak gibi bir maharetinin olmadığını, yaratıcı bir muhayyileye sahip bulunmadığını, onun kendi inançlarını düzeltme ihtiyacını görmesini sağlayacak eleştirel muhakemeden yoksun olduğunu söyleyerek katkıda bulunuyordu. Kimse, Batı düşüncesinin içeri sızan kısımlarına veya ekonomi ile üretim konusunda oluşan yeni ilgiye önem vermiyordu.

Bu noktada Türk devriminin ana dönemeçlerini hızla ele alalım.

Öncelikle şu hatırda tutulmalı: dünya savaşı öncesinde Avrupa, Türkiye’ye aşağılık ve barbar bir halk olarak muamele ediyordu. Kapitülasyon rejimi sayesinde Avrupalılara ülke içerisinde bir dizi mali ve hukuki imtiyaz bahşedildi. Avrupalılar, Türkiye’de özel bir statüye kavuştular. Böylelikle Kur’an’dan, âlimlerden ve hocalardan yüce bir konuma yerleştiler. Sonrasında Balkan savaşları yaşandı ve bu savaşlar, Osmanlı’nın gücünü ve egemenliğini iyiden iyiye azalttı. Ardından dünya savaşı koptu.

Yüzleştiği kader, Türkiye’yi Avusturya-Almanya bloğunun yanına itti. Düşman, zafere ulaştı ve Türkiye’yi harap etmeye karar verdi. İtilaf Kuvvetleri, Türkiye meselesini büyük bir hınç ve öfkeyle ele almayı seçti. Bu noktada Türkiye, mücadelenin kanlı ve tehlikeli bir biçimde sürmesinin ana sebebi olarak gösterilip suçlandı. Türkiye’ye bu yaklaşım üzerinden büyük bir ceza kesildi.

Halkların kendi kaderini tayin hakkı konusunda hassas olan Wilson bile acımadı Türkiye’ye. O, üniversite görmüş, presbiteryen kilisesiyle atan kalbindeki şefkati sadece Ermenilere ve Yahudilere göstermeyi seçti. Wilson, Türk halkının Avrupa medeniyetine yabancı olduğunu, Avrupa’dan sonsuza dek kovulması gerektiğini düşünüyordu. İstanbul’u, Çanakkale Boğazı’nı ve Türk petrolünü ele geçirmek için can atan İngiltere ise Wilson’ın bu tespitine doğal olarak onay verdi. Türkleri Asya’ya sürmek için kollar sıvandı. İstanbul’da muzaffer ülkelerin iradesine teslim olmuş bir bakanlar kurulu teşkil edildi. Bu kurulun görevi, ülkenin lime lime edilmesine dönük çabaları uysal bir koyun gibi kabullenmek ve bu sürecin çilesini çekmekti.

Uykuda olan Türk ruhu, bu ağır ve acılarla yüklü gelişmeye tepki göstermeyi seçti. Anadolu’da bölgedeki ordunun komutanı olan Mustafa Kemal Paşa başkaldırdı. Ülkenin haklarını savunmak adına Trabzon cemiyeti tesis edildi. Ankara’da millet meclisi hükümeti kuruldu. Ardı ardına başka devrimci ekipler ortaya çıktı: Yeşil Ordu, Halk Zümresi ve Komünist Parti. Tüm bu gruplar, emperyalizme karşı kurulan direniş hareketi içerisinde bir araya geldiler. Yeni bir toplumsal ve politik örgütlenme sürecinin başladığı bu dönemde, güçsüz ve evcilleşmiş İstanbul hükümeti devre dışı bırakıldı.

Türk ruhu ayağa kalkınca, İtilaf kuvvetlerinin niyetleri de hükmünü yitirdi. Sevr Konferansı’nda savaştan zaferle çıkmış olan ülkeler, Türkiye’ye topraklarının üçte ikisini kaybetmesine neden olacak, İstanbul’u ve Avrupa’daki toprağın bir kısmını o da şartlı olarak bırakan bir barış anlaşması önermişlerdi. Anlaşmaya göre Türkler, Avrupa’dan tümüyle kovulmuyor, hilafete saygı duyuluyordu. İstanbul hükümeti anlaşmayı imzaladı. Mustafa Kemal ise Anadolu hükümeti adına anlaşmaya karşı çıktı. Anlaşma, ancak güçle uygulamaya konulabilecekti.

Fırtınanın az çok dindiği bir dönemde İtilaf Kuvvetleri, o büyük ordularını Türkiye’nin üzerine sürdü. Bu da o büyük devrimci dalganın kabarmasını sağladı. İtilaf Kuvvetleri askerlerini Mustafa Kemal’in üzerine sürdüğü için bu ülkelerde burjuva düzeni sarsıldı ve temelsiz kaldı. Dahası, İngilizlerin çıkarları ile Fransızların çıkarları Türkiye konusunda çatıştı. Sevr’deki çalışmalara uzun zamandır destek olan Yunanistan, isyan etmiş olan Osmanlı iradesine o anlaşmayı dayatma görevini kabul ettiğini söyledi.

Yunan-Türk savaşı, inişli çıkışlı bir seyir izledi. Ama ilk günden itibaren Türk devrimi, bu süreçten güçlü çıkmayı bildi. Fransa, alelacele birleşik cepheden koptu ve Ruslarla işbirliği konusunda görüşmeler yapıp ilişki kurmaya başladı. Başkaldırı dalgası, Doğu’ya yayıldı. Bu isyanların elde ettiği başarılar, Türk ruhunu heyecanlandırıp kuvvetlendirdi.

Nihayetinde Mustafa Kemal, Yunan ordusunu yenip onu Anadolu’nun dışına sürdü. Ardından Kemalist askerler, İtilaf Kuvvetleri askerlerinin işgali altında bulunan İstanbul’u kurtarmak için hazırlık yürütmeye başladılar. İngiliz hükümeti, bu tehdidi savaşla savuşturmak istedi. Fakat İşçi Partisi, böylesi bir hamleye karşı çıktı. Zira emekçi halk kitleleri, diğer dönemlerde olduğu gibi işgal harekâtına rıza gösterebilecek veya onu pasif bir tutumla karşılayabilecek bir durumda değildi.

Türkiye’deki ayaklanmanın mevcut aşaması, Sevr Anlaşması’nı iptal eden ve Türkiye’ye Avrupa’da kalma, kendi toprakları üzerinde kendi egemenliğini tesis etme hakkını bahşeden Lozan Anlaşması’nın imzalanması ile kapandı. İstanbul yeniden Türk halkına verildi.

Dış güçlerle barışı tesis eden devrim, yeni düzenin örgütlenmesi sürecini başlattı. Ülke geneline devrimci bir hava hâkim oldu. Millet meclisi, demokratik ve cumhuriyetçi bir anayasa hazırladı. Zaferle taçlanan ayaklanma sürecinin lideri olan Mustafa Kemal, cumhurbaşkanı seçildi. Halife, siyasi gücünü yitirdi. Din-devlet işleri birbirinden ayrıldı. Kur’an’ın Türk hayatı üzerinde sahip olduğu yetki ve güç azaldı. Bu süreçte yeni yargı yöntemleri ve anlayışları benimsendi.

Ama hilafete dokunulmadı. Halifenin etrafında gerici bir çekirdek meydana geldi. İngiliz ajanlar, kendi nüfuzlarına ses etmeyen bir hilafeti meydana getirmek adına, Müslüman ülkelerde faaliyet yürütüyorlardı. Gerici hareket, bu dönemde millet meclisine sızmaya başladı. Devrim, kendisini savunmak zorunda olduğunu gördü ve hızla savunma hattını terk edip saldırı hattına geçti. Devamında da hilafeti lağv edip, tüm kurumları laikleştirdi.

Bugün Türkiye, Batılı tarzda bir ülkedir. Günbegün fizyonomisi, bu gerçeği teyit etmektedir. Devrimin meydana getirdiği politik ve toplumsal koşullar, yeni ekonominin gelişimini teşvik edecektir. Teokratik krallığa geri dönülmesi, maddi açıdan imkânsızdır. Batı medeniyeti ve Muhammedî hukukun uzlaşması mümkün değildir.

Devrim denilen olgu, Osmanlı ruhunda derin köklere sahipti. Türkiye, yeni insanı ve yeni şeyleri seviyor. Kemalist devrimin en büyük düşmanları Türkler değil, İngiliz kapitalizmine hizmet eden kişiler. Times gazetesi, yaşananları unutmuş olduğuna delalet eden bir açıklamayla, gözlerindeki yaşı sile sile, “hilafetin Türkiye’nin geçmişte büyük olduğu dönemle bağlantılı bir kurum” olduğu yorumunu yapıyor. Batı burjuvazisi, Doğu’nun Batılılaşmasını istemiyor. O, aslında kendi ideolojisinin ve kurumlarının kapsamının genişlemesinden korkuyor. Bu da onun Batı medeniyetinin hayatî önemi haiz çıkarlarını artık temsil etmediğinin bir başka kanıtı.

José Carlos Mariátegui
1925
Kaynak

28 Ekim 2022

,

Brezilya Seçimleri


Bugün Brezilya’da yapılmakta olan genel seçimler, ülkede öncekilere kıyasla çok farklı politik sonuçlara yol açtı. Politik düzlemde alabildiğine kutuplaşmış olan ülkede halk, birbirine karşı duran iki seçenekten birini tercih edecek, yani ya Brezilya demokrasisini ya da yeni mevziler kazanacak olan neofaşist iktidar projesini seçecek.

Seçimin ilk turunun üzerinden bir hafta geçti ve artık ortada pek gerilim de kalmadı, dolayısıyla, artık elde edilen sonuçlara dair bir değerlendirmede bulunup, ileride oluşacak senaryolar konusunda kimi görüşler sunmak mümkün. Eski başkan Lula’nın ikinci tur için yürüttüğü kampanyanın yüzleştiği güçlükleri bu düzlemde inceleyebiliriz.

İlk Tur Sonuçları

2 Ekim’de yapılan başkanlık seçimlerinin ilk turunda elde edilen sonuçları görenler, birbiriyle çelişen duygulara kapılıyorlar, bu anlamda insanlardaki algı, kötümserlikle iyimserlik arasında salınıp duruyor. Buna bir de seçim öncesi merkez solun, Lula’nın ilk turda zafere ulaşması ihtimalinden söz eden seçim anketlerine bakıp, alınan sonuç üzerinden yaşadığı hayal kırıklığı ekleniyor. Lula’nın diğer tüm adayların toplamından daha fazla oy alması beklenirken, o, beklenenden yüzde 1,5 daha az oy aldı. Oysa merkez sol, umudunu Bolsonaro hükümetinin pandemi yönetimi konusunda attığı, felâkete sebep olan adımların seçimde yenilgisine neden olması ihtimaline bağlamıştı.

İyimser açıdan bakıldığında, Lula, Brezilya tarihinde alınmış olan en yüksek sayıda oyu aldı ve elde ettiği yüzde üzerinden düşünüldüğünde, ikinci turda zafere ulaşması kuvvetle muhtemel.

Kongre seçiminde Lula’nın başında bulunduğu Brezilya İşçi Partisi, aldığı oyla Temsilciler Meclisi’ndeki koltuk sayısını 56’dan 68’e çıkarttı. (Mecliste toplam 513 koltuk var.) Bu süreçte ilerici toplumsal hareketlere mensup adaylar da kimsenin beklemediği zaferler elde ettiler. Örneğin üç federal vekil ve dört eyalet vekili, doğrudan MST ile bağlantılı isimler. Topraksız İşçiler Hareketi (MST) Lula’nın partisiyle ittifak hâlinde. Ayrıca MTST (Evsiz İşçiler Hareketi) iki federal vekil elde etti. Bu vekillerden biri de kongre üyesi Guilherme Boulos. Boulos, São Paulo eyaletinde en yüksek oyu alan isim. İlk siyahi trans kadının ve yerli kadınların temsilciler meclisine girişi de meclisin temsiliyet gücü açısından önemli.

Ama öte yandan aşırı sağcı aday, şu anki başkan Jair Bolsonaro, şaşırtıcı bir biçimde, yapılan anketlerle çelişen bir gelişme dâhilinde, onca yolsuzluk skandalına, ekonomik krize, artan yoksulluğa, her şeyden önemlisi, kötü yönetilen ve ülkede yaklaşık 700.000 kişinin ölümüne sebep olan pandemi sürecine rağmen, geçerli oyların yüzde 43’ünü aldı.

Bolsonaro, neofaşist eğilimlere sahip, bilimi inkâr eden, yalan haberler yapan, olumlu tek bir gündemi olmayan hükümetinin kullandığı dilin hâkim olduğu bir kampanya çalışması yürüttü.

Buna ek olarak, yeni seçilen kongre, öncekine kıyasla daha muhafazakâr. Bu durum, özellikle senato için geçerli. Mevcut hükümeti destekleyen isimler, senatonun yüzde 40’ını ele geçirdiler. 14 senatör, Liberal Parti’ye ait. Bu senatörler arasında, eski insan hakları bakanı Damares Alves ve Lula’ya karşı yürütülen Oto Yıkama (Lava Jato) operasyonunun başındaki isim, aynı zamanda eski adalet bakanı Sérgio Moro da yer alıyor. Temsilciler meclisinde PP (İlerici Parti), PL, União Brasil (Brezilya Birliği) ve Cumhuriyetçiler (yani Bolsonaro ile ittifak hâlinde olan tüm partiler) koltukların neredeyse yarısını ele geçirdiler.

İkinci turun sonuçlarına bağlı olarak ülke, iki ayrı muhtemel senaryo ile yüzleşecek. Eğer Lula kazanırsa, kuracağı hükümet yüzünü merkez sağa dönmek ve yönetme kabiliyetini güvence altına almak adına kimi önemli tavizlerde bulunmak zorunda kalacak.

Eğer Bolsonaro kazanırsa, Kongre’den ciddi bir desteği arkasına alacak olan neofaşist ajandası daha yoğun bir biçimde uygulamaya konulacak, böylelikle Yüksek Mahkeme’deki koltuk sayısının artırılması, azalan oranlı vergi reformu, mali bütçe üzerinden müttefiklere kaynak tahsisi gibi neofaşist reformların onaylanma süreci daha da hızlanacak. Bolsonaro’nun kazanması durumunda, kadın hakları mücadelesi önemli mevzilerini kaybedecek, kadına yönelik şiddet konusunda ayrılan bütçe kesilecek, üreme ve cinsel haklarla ilgili girişimlerin önüne engeller çıkartılacak.

Yönetme Kabiliyeti Düzleminde Yüzleşilecek Güçlükler

Her ne kadar Lula’nın yönetme kabiliyeti konusunda ciddi güçlüklerle yüzleşeceği bir senaryo olsa da ilk senaryonun sol için ikinci senaryoyla kıyaslama kabul etmeyecek ölçüde ümit verici olduğunu görmek gerek. Anketler, ikinci turda Lula’nın seçileceğini söylüyorlar. Gene de o güne dek her iki aday da önemli güçlüklerle boğuşmak zorunda kalacak.

Bolsonaro’nun kampanyası dâhilinde genelde kendisini redde tabi tutan toplumsal kesim anlamında kadın seçmenlerle diyalog arayışına girmek zorunda kalacağı koşullarda, Lula da orta sınıfın belirli kesimlerinden destek almak, aynı zamanda bugün büyük ölçüde Bolsonaro’ya destek veren yeni-pentekostçu seçmenle diyalog kurmak için uğraşacak.

1. Genel algıya göre, her iki ismin yürüttüğü kampanyalar içeriksiz ve kitleleri harekete geçirmekten uzak. Bu anlamda, kampanyalar, sadece sosyal medyada sürdürülen kavgalara odaklı. Sol, Lula’nın programının halktan destek görmesi için uğraşıyor, bu açıdan kitle örgütleri ve kitle hareketleriyle diyalog içerisinde olacağını söylediği hükümet için servetin dağıtılmasını ve demokrasiyi öne alan bir ajandayı öne çıkartıyor. Bu hâliyle Lula’nın kampanyası, Bolsonaro’nun kampanyasıyla çelişiyor, çünkü Bolsonaro’nun kampanyası, büyük ölçüde yalan haber yayma, şiddet ve demokrasinin tahrip edilmesini öngören faşist projeyi temel alıyor.

2. Lula, kampanya dâhilinde muhtemelen eski başkan yardımcısı, Demokratik İşçi Partisi adayı Ciro Gomes’e, Brezilya Demokratik Hareket Partisi adayı Simone Tebet’e ilk turda oy atan veya geçersiz oy kullanan seçmenle diyalog kurma konusunda güçlük yaşayacak. Lula, bu süreçte seçimde kaybeden iki önemli adayla ittifak kurmak için adım attı. Brezilya İşçi Partisi adayı Ciro Gomes’in işçilerin borçlarının yeniden müzakere edilmesi önerisini programına dâhil eden Lula, aynı şekilde, ilk turda Brezilya Demokratik Hareket Partisi’nin seçimde üçüncü olan adayı Simone Tebet’in önerdiği hükümet programındaki önerileri de sahiplendi. Ayrıca bir de ilk turda oy kullanmayan, 1998’den beri görülen en yüksek orana ulaşan yüzde 20,9’luk seçmen kitlesinin sandığa getirilmesi gibi bir güçlükle de uğraşılmak zorunda.

Sol, Bolsonaro’nun 30 Ekim’de yenilmek zorunda olduğunu düşünüyor. Buna karşın Bolsonaroculuk denilen ve şimdiki başkanın iktidarında gelişip serpilmiş olan kitle hareketi, kongredeki, eyalet ve belediye yönetimlerindeki ve meclislerindeki nüfuzunu, aşırı muhafazakâr, ırkçı ve kadın düşmanı kitle içerisindeki gücünü koruyacak.

Yoksul çoğunluk ise önümüzdeki dört yıl boyunca mücadelesini sürdürecek, bu açıdan toplumsal ve politik haklarını korumak için örgütlenmeye ve 2016 değiştirilen 95. Madde’nin dayattığı mali harcama ile ilgili üst sınırı kaldırmak için kampanya yürütmeye, eğitim, sağlık gibi kamuyu ilgilendiren, devlet desteğine ihtiyaç duyan alanlara yönelik yatırımlar konusunda baskı uygulayacak bir politikaya ihtiyaç duyacak.

Bugün Bolsonaro’nun dayattığı muhafazakâr düzenle hesaplaşacak olanlar, daha işin başında onun hükümetinin ekonomi politikalarını eleştirip redde tabi tutmak zorunda.

Brezilya Seçimleri Araştırma Grubu
16 Ekim 2022
Kaynak

27 Ekim 2022

,

Petrolü Hemen Durdurun'u Kim Fonluyor?


Petrolü Hemen Durdurun Hareketi’ni Kim Fonluyor?
Sanat Vandallarının Arkasında Milyarderler Var

Son haftalarda çevreci aktivistlerin Ulusal Sanat Galerisi (Londra), Vatikan Sanat Müzesi, Kelvingrove Müzesi (Glasgow) ve Barberini Müzesi (Postdam) gibi kimi müzelerde gerçekleştirdikleri eylemlere tanık olunuyor. Bu saldırılar, birçok insan tarafından eleştiriye tabi tutulurken, Salon, Vox ve Wired gibi bazı medya kuruluşları bu saldırıları desteklediler.

Bu harekete, hükümetin İngiltere’de fosil yakıtların çıkartılması, işlenmesi ve üretimi konusunda verdiği tüm yeni lisansların ve izinlerin son bulmasını sağlama amacı güden, bu amaç doğrultusunda çalıştığını iddia eden örgütlerin koalisyonundan ibaret olan Petrolü Hemen Durdurun örgütü öncülük ediyor. Yaptığımız incelemelerse şunu söylüyor: Petrolü Hemen Durdurun yanında, onunla bağlantılı olan Yokoluş İsyanı ve Britanya’yı Tecrit Et Hareketi gibi örgütlerin arkasında, vergiden muaf tutulan yardım kuruluşları, milyarderler ve uluslararası şirketler var.

Parayı Getty Ailesi Veriyor

Petrolü Hemen Durdurun Hareketi, petrol kralı John Paul Getty’nin kız torunu Aileen Getty’nin kurduğu İklim Krizi Fonu’ndan (CEF) para aldığını söylüyor. Getty Ailesi, tahmini toplam serveti 3,9 milyar sterlini bulan bir aile. CEF’in kasasına sadece Aileen Getty, tek başına 900.000 sterlin para aktarmış.

CEF, dünya genelinde çevreci aktivistlere para dağıtan şemsiye örgüt olarak hareket ediyor. Fon, 18 Haziran 2019 tarihinde Delaware’de Milli Gelirler Kanunu’nun 501. Maddesinin c bendinin 3. fıkrası uyarınca kurulmuş, bu da onun merkezi devlete ödenecek gelir vergisinden muaf olduğu anlamına geliyor. Bu statüden kâr amacı gütmeyen vakıflar, dernekler ve yardım kuruluşları istifade ediyorlar.

Her ne kadar CEF, dışarıdan bakıldığında sadece küçük tekil bağışçılardan istifade ediyormuş gibi görünse de kasasındaki paranın büyük bir bölümü büyük bağışlarda bulunan şirketlerden geliyor. Kuruluşun icra direktörü, Margaret Klein Salamon.

Petrolü Hemen Durdurun Hareketi, çevresel durumun “şiddet içermeyen sivil direniş”e geçilmesini gerekli kılacak düzeye ulaştığını düşünüyor, dolayısıyla doğrudan eylemin gerekli olduğunu söylüyor. Getty ise şu soruyu soruyor: “Bizim dünyada hayatı korumaya çalışmak için her türden aracı kullanmak gibi bir sorumluluğumuz yok mu?”

Bizzat kendilerinin belirledikleri amaçlara göre hareket eden bu türden örgütler ve arkalarındaki milyonerler, siyaseti baypas ediyorlar, siyasi kurumların kenarından dolaşıyorlar ve demokratik anlamda insanlara danışma gereği duymadan, tüm insanlığa radikal tedbirler dayatıyorlar.

CEF’in yönetim kurulunda Aileen Getty Vakfı’nın iki üyesi var (bunlardan biri başkan olarak atanmış), görebildiğimiz kadarıyla CEF’i temelde milyonerlik denilen olgu yönetiyor.

CEF’e akan fonların izini sürmek, biraz meşakkatli bir iş. Hesap defterlerine göre CEF’in parası paravan şirketlerden geliyor. En büyük bağışçıları arasında Marin Toplum Vakfı, Dünyanın Duygusu Vakfı ve Schwab Vakıf Fonu gibi harcadıkları parayı geri çevirmeyecek bir iş olarak çevreyle alakalı olan, muğlak bir tanıma sahip organizasyonlar var. Paranın izini bu vakıflar ve fonlar üzerinden geriye doğru sürdüğümüzde, karşımıza çevreci aktivizmi destekleyen paranın nihai kaynağını (kasten) gizleyen, uçsuz bucaksız bir zincir çıkıyor.

Linkteki Twitter zincirinde İklim Krizi Fonu (CEF), Bayan Getty ile ilgili eleştirilere cevaben kaleme aldığı bildiriyi aktarıyor.

Politik Hayır Kurumları

Artivism isimli kitabım için yürüttüğüm araştırmada, Petrolü Hemen Durdurun Hareketi’nin kardeşi olan Yokoluş İsyanı’nın (Extinction Rebellion) parayı doğrudan Getty ailesinden, Kennedy ailesinden ve başka milyarder ailelerden aldığını gördüm. Robert F. Kennedy’nin kızı Rory, CEF’in yönetim kurulunda bulunuyor. Her ne kadar Delaware’de kurulmuş olsa da CEF’in merkezi, Hollywood patronlarının ve sinema yıldızlarının yaşadığı Beverly Hills. CEF’te çalışan üst düzey isimler, aynı zamanda sinema ve yayıncılık sektörünün önemli üyeleri.

Yokoluş İsyanı denilen örgüte yüklü miktarlarda bağış yapan kuruluşlar arasında Lush Cosmetics ve Çocukların Yatırım Fonu Vakfı gibi örgütler bulunuyor. Vakıf fonları, vergiden muaflar ve İngiltere Hayır Kurumları Komisyonu’nun (CCE) mevzuatına tabi. Hayır kurumlarının politik kampanyalara dâhil olmaları yasak olmasına rağmen, sanat alanında çalışma yürüten hayır kurumları, sıklıkla bu tür kuralları çiğniyorlar. Geçmişte sanat kurullarının politik faaliyetleri konusunda CCE’ye itirazımı sunup gerekli delilleri kendilerine iletmeme rağmen, kurum kılını kıpırdatmamıştı. Anlaşılan CCE, bir örgütün politik amaçlarını genel anlamda kabul ediyorsa, onu cezalandırmayı pek istemiyor.

Petrolü Hemen Durdurun Hareketi ne derse desin, o dikkat çekici eylemlerinde ne söylerse söylesin, kanıtlar ortada. Hareketi halk temelli aktivizm değil, milyonerler, sözde hayır kurumları, ayrıca yaptığı işlerle ve arkasındaki isimlerle şüpheli olan kimi vakıflar fonluyor.

Alexander Adams
25 Ekim 2022
Kaynak