04 Ağustos 2025

Soylulaştırmayla Mücadele

“Burası soylulaştırma sahasıdır. Yoksullar burayı lütfen sessizce terk edin.”

 

Giriş

ABD’de şehirler hızla dönüştürülüyor. Mahallelerin ve düşük gelirlilere ait evlerin yerini soylulaştırılmış lüks binalar alıyor. Yüksek kiralar, yoksulları şehir merkezlerinden uzaklaştırıyor. Bunlar, soylulaştırma sürecinin semptomları.

Soylulaştırma, yoksulların ve işçilerin kapitalistlerin mahallelerine yaptıkları yoğun yatırımlar neticesinde kendi toplumlarının dışına atılma sürecini ifade ediyor.

Soylulaştırma, her zaman bu şekilde tanımlanmıyor. Bazıları, kültürel açıklamalara odaklanıyor. Kafeler, bisiklet yolları gibi kentte geliştirilmiş imkânlara, çocuk yapmamak gibi yaşam tarzı tercihleri üzerinden değişen toplumsal normlara bakıyorlar. Bu düzlemde soylulaştırma, bireysel tüketicinin tercihlerinin bir sonucu olarak tanımlanıyor.

Bazıları da soylulaştırmayı kolektif tüketim alışkanlıklarının sonucu olarak değerlendiriyorlar. Bu noktada “eşcinsel soylulaştırma” gibi laflar dile dolanıyor.

Bazı isimlerse soylulaştırmayı beyazların siyahların mahallelerine taşınma süreci olarak tanımlıyorlar. Bu tanımda Vaşington, Şikago ve Filedelfiya gibi büyük kent merkezlerinde uzun zamandır ikamet eden siyahların kovulması üzerinde duruluyor.

Bir de soylulaştırmanın “doğal” ve kaçınılmaz bir olgu olduğunu söyleyenler var. En genel manada bu gruptakiler, soylulaştırmayı ikamet alanlarının belirlenmesine ilişkin kanunlarda yapılacak reformla veya bireysel tercihlerin iyileştirilmesiyle politika alanında yapılacak ince ayarlar üzerinden, kısa vadede çözüme kavuşturulabilecek bir sorun olarak görüyorlar.[1]

Bireysel tercihler veya politika tercihlerine odaklanmak yerine Marksistler, soylulaştırmayı kapitalizmin kanunlarının sebep olduğu bir süreç olarak anlıyorlar. Onu ırkçılığın ve diğer zulüm biçimlerinin beslediği sermaye birikimi döngüsünün parası olarak görüyorlar.

Bu makalede biz, soylulaştırma sürecine sebep olan temel güçleri Marx ve Engels’in teorik birikimi ışığında açıklayacağız. Çalışmanın sonunda soylulaştırmaya dair devrimci anlayışın pratik sonuçlarını ele alacağız.

Kapitalizmde Barınma ve Soylulaştırmanın Temelleri

Kapitalizmde barınma sorunuyla ilgili her türden tartışma, metalaşma meselesini ele alarak başlamalıdır. Kapitalist toplumda tüm sorunlar gibi barınma sorunu da esas olarak bir şeyin kâr amaçlı satılması ile ilgili bir sorundur. Barınma imkânı denilen kullanım değeri, o evin kaça satılacağı anlamında değişim değerine tabidir. Ortada onca boş ev varken ABD’de her yıl milyonlarca insanın evsiz kalmasının sebebi buradadır. Çünkü o boş evler, yeterli değişim değerine sahip olana dek sermayenin elinde kalmalıdır.

Kapitalistler, sadece kâr elde etme dürtüsüyle hareket etmezler. Onlardaki asıl dürtü, kârı maksimize etmekle ilgilidir. Bu dürtü neticesinde kapitalistler, daha kârlı olan bölgelere ve işkollarına yatırım yaparlar. Başka bölgelerin iliğini emerler ya da onları görmezden gelirler.

Kapitalizmin rekabetçi niteliğine bağlı olarak bir kapitalist, kârlı bir alan bulduğunda diğerleri de rekabet etmek için aynı alana, aynı pazara veya işkoluna gelecektir. Zamanla kapitalistler arasında cereyan eden rekabet, ilgili alanda elde edilen kârın oranını düşürecek, sermaye artık tüketilmiş olan o alanı terk edip yeni yatırım alanları aramaya başlayacaktır.

Kapitalist kentlerdeki gelişme, bu olguya dair bir örnektir. Sanayileşme sürecinde kapitalistler, kentlere fabrikaları ve makineleri kurdular. Bu üretim araçlarının üretme ve daha fazla emtia satma becerisini artırdılar.

Sermayenin hareketi, insanların hareketlerini de etkiler. Kapitalist yatırım kentlere yoğunlaşmışsa, işçiler de kentlere yoğunlaşacak demektir. Yeterince yatırım yapılmayan kırsal alanlarda yaşayan birçok insan iş için kentlere göç eder.[2]

1820-1920 arası dönemde ABD’de kentlerde yaşayanların oranı yüzde 7,2’den 51,2’ye çıktı. Kapital’de Marx, benzer bir sürecin feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinde İngiltere’de de yaşandığını söyler: “Sermaye, sanayinin veya ticaretin yoğunlaştığı kentte biriktikçe sömürülebilir insan malzemesi akışı da hızlanır, işçilerin yoksul evleri daha da sefilleşir.”[3]

Marx, şu pasajda, işçilerin kötü yaşam koşullarından bahseder ve bugün soylulaştırma olarak adlandırdığımız süreci genel hatlarıyla aktarır:

“İşçi sınıfının en çalışkan kesimlerinin açlıktan kazınan mideleriyle zenginlerin kaba veya rafine zevklerle icra ettikleri aşırı tüketim arasındaki kapitalist birikime zemin teşkil eden bağ, ancak ekonomi yasaları bilindiği vakit görünür. Aksi takdirde sorun, sadece ‘yoksulların barınması’ sorunuymuş gibi değerlendirilir. Konuya önyargısız yaklaşan her gözlemci, üretim araçları belli ellerde toplaştıkça emekçilerin de belirli bir yerde biriktiklerini görür. Yani kapitalist birikim ne kadar hızlanırsa işçilerin evleri de o kadar yoksullaşır. Kentlerde zenginlikteki artışa eşlik eden ‘iyileştirme’ çalışmaları dâhilinde kötü inşa edilmiş semtler yıkılır, bankalar için saraylar ve ambarlar inşa edilir, iş dünyasının yönettiği trafik, lüks malların taşınması ve tramvayların işletilmesi için sokaklar genişletilir. Bu iyileştirme çalışmaları, neticede yoksulları onların saklanacakları daha kötü ve daha kalabalık yerlere sürer. Öte yandan, herkesin bildiği üzere, evlerin değeri ile seçkinlikleri arasında ters orantı vardır. Konut spekülatörleri, yoksulluk denilen madenlerden en az Bolivya’daki Potosi madenleri kadar kâr elde ederler, ikincisinin maliyeti ilkinin maliyetinden daha düşüktür. Kapitalist birikim gibi en genel manada kapitalist mülkiyet ilişkileri de çelişkiyle maluldür.”[4]

Burada Marx, kapitalizm koşullarında barınma sorunu konusunda bugün de geçerli olan eleştiriler dile getiriyor. Marx, kentlerde işçilerin barınma koşullarının alabildiğine güvensiz ve sömürü temelli olduğunu söylüyor. Ev sahiplerinin kiralardan kâr elde ettikleri, öte yandan, kârı azaltacağından, iyi barınma koşullarının sağlanması için kiradan gelen paranın kullanılmadığı koşullarda, evlerin aşırı kalabalık ve bakımsız olduğundan bahsediyor.

İngiltere’de durum öyle kötü ki devlet yetkilileri, evlerin temizliği ile ilgili yasaları uygulamak adına sermayenin haklarını çiğnemek zorunda kalıyorlar. Bunu yüce gönüllü oldukları için değil, hastalık gibi toplumsal risklerin yayılmasından korktukları için yapıyorlar. Engels, İngiltere’yle ilgili çalışmasında tam da bundan bahsediyor:

“Her büyük şehrin bir ya da birden fazla gecekondu mahallesi var ve bu mahallelerde mutlu sınıfların gözünden ırak, kentten ayrıştırılmış bölgede yoğun olarak işçi sınıfı yaşıyor.”[5]

Marx, değerlendirmesinde soylulaştırmanın ilk biçimini aktarıyor. Kârını artırma derdiyle sermayenin kentlere yoğunlaşmayı sürdürmesi sebebiyle işçiler, kentlerin iyileştirilmesine dönük çalışmalar için evlerinden zorla kopartılıyorlar. Marx, yoğun bir biçimde sömürülen işçilerin yaşam koşullarının iyileşmediğini, ortamın sermaye daha da büyüsün diye iyileştirildiğini söylüyor.

Kapitalizm ve Modern Çağda Soylulaştırma

Kapitalizm koşullarında metalaşma ve eşitsiz gelişim denilen temel olgular, bugün de barınma meselesiyle alakalı. Sadece soylulaştırma işleminin gerçekleştiği bağlam değişti. Sermaye, on dokuzuncu yüzyıldan yirminci yüzyılın başlarına dek uzanan süreç boyunca kentleri epey geliştirdi. Ama bir yandan da ileride yaşanacak gelişmenin önüne engeller dikti.

Coğrafyacı Neil Smith’in de ortaya koyduğu biçimiyle, yirminci yüzyılın ortalarında soylulaştırma, sermayenin üretim kapasitesini artırma ihtiyacı neticesinde gerçekleştirildi. Buna bağlı olarak arazinin ucuz ve kolay elde edilebilir olduğu kentin dışındaki bölgelere evler inşa edildi, üretim şehir dışına kaydı, özetle, bir varoşlaşma sürecine girildi.

Sermaye, kâr oranını yükselteceği, bu amaç doğrultusunda, yanında daha fazla işçi götürebileceği yeni yerlere göç etti. Neticede kentlerde arazilerin değeri düşerken, varoşlardaki değer arttı.

Neil Smith, bu noktada sahada mevcut olan kiralarla yeniden geliştirme yoluyla kapitalistlerin ve ev sahiplerinin elde edebileceği potansiyel kiralar arasındaki fark anlamında, “kira açığı” kavramına başvuruyor. Bu kavram, ilgili dönemde ABD’de sermayenin kentten varoşa, sonra yeniden merkeze nasıl kaydığını izah ediyor. Soylulaştırma süreci, bu kira açığı denilen olgu, kiralardan kâr elde edildiği, bu kârın şehirlerle sınırlı kalmadığı koşullarda yeniden geliştirme maliyetlerinin karşılanabildiği noktada devreye giriyor.

Kapitalizmde yeniden geliştirme işlemlerinin önemli bir bölümü, binalar, sokaklar, köprüler, ambarlar ve diğer altyapı unsurları gibi “inşa edilmiş ortam”da gerçekleştiriliyor. Bu geliştirme, “sermayenin uzun süre boyunca, büyük ölçeklerde yatırılmasını” gerekli kılıyor.[6] Sermaye yatırımlarının yapılması ile birlikte yatırımı meşrulaştıracak kârın veya yeterli artı değerin geri döndürülebilmesi için bu inşa edilmiş ortamın onlarca yıl yerinde kalması gerekiyor. Bir şey yapılmışsa o yıkılamaz, çünkü hâlâ değer üretmektedir. Karayollarında emtia taşındıkça bu inşa edilmiş ortam değerlenir, ücretler, kira ve ipotek kredi ödemeleri gibi şeylere gider. Ama inşa edilmiş ortam kullanıldıkça değer yitirir.[7]

Sermayenin binalar üzerinden dolaşımı, emtia üzerinden dolaşımından daha uzun sürer. Kapitalist kentler, ilkin “kapitalist bir temel üzerinden inşa edilmemiştir, belediyenin veya devletin sırtına yüklenen bir iş olarak üretilmiştir. Çünkü elde uzun süre yatırılacak yeterli miktarda sermaye bulunmamaktadır.[8]

Bugün devlet, kentlerin geliştirilmesinde hâlâ ana güçtür. Devlet, soylulaştırma işlemine yetki vermekle kalmaz, ayrıca onu sübvanse eder. Örneğin ellilerde ve altmışlarda “Kentlerin Yenilenmesi” sürecinde ülke genelinde en az 300.000 ev zorla tahliye edilmiş, böylelikle sermayenin başlattığı yeniden geliştirme süreci için yolu açmak amacıyla o evler yıkılmıştır.

Devlet, hem “gecekonduların temizlenmesi” işlemini hem de bu işçilere ait evlerin yerini alacak özel konutların inşa sürecini finanse etmiştir. Bugün merkezi devlet ve eyalet yönetimleri, özel geliştiricilere kıymetli devlet arazilerini üç kuruşa satmaktadır. Devlet, çıkarttığı yasalar, imar politikaları, vergi kesintileri, bağışlar ve diğer türden teşviklerle bu soylulaştırma işlemine rehberlik etmekte, süregiden polislik faaliyetleri ve baskı politikalarıyla “kentlerdeki yaban otları”nı temizlediğine dair ahlakçı vaazlar vermektedir.[9]

Her kentte arazi sınırlı olduğu için, bir kent geliştirme sürecinde belirli bir seviyeye geldiği vakit, kârlı geliştirme fırsatları da azalır. Belirli bir noktada kapitalistler, yeniden geliştirilmiş mahallelere yatırımı kârlı bulmamaya başlarlar. Tabii bu, kapitalistlerin ve ev sahiplerinin kentler üzerinden kâr elde etmeye son verecekleri anlamına gelmez.

Binalara ve altyapıya yatırım yapmış olan kapitalistler ve ev sahipleri, “yoksulluk denilen madenler”den kâr elde ettikleri için mutludurlar ama bu geliştirme işlemlerinin sürdürülmesine yatırım yapmayı reddederler. Uzun vadede bu, birçok mahallede hatta tüm kentlerde koşulların kötüleşmesine neden olur. Neticede evler, bakım görmemeye, altyapı çökmeye başlar. Böylece yeni bir geliştirme-yatırımsızlık döngüsüne girilir:

“Kârlılık oranının en yüksek seviyede olduğu sermaye akışları ve kent içindeki sermayenin değer yitirmesiyle birlikte sermayenin varoşları kayması neticesinde kira açığı oluşur. Bu açık, yeterli büyüklüğe erişince rehabilitasyon veya yenilenme süreci, başka bir yerdeki kârlılık oranını zorlamaya başlar, sermaye geri eski yerine akar.”[10]

Soylulaştırmayı üreten, işte bu geliştirme-tasfiye-yeniden yatırım döngüsüdür. Uzun süre boyunca ihmal edilmiş olan mahalleler, “yeniden geliştirme” veya “yeniden canlandırma” işlemlerinin hedefi haline gelirler.

Joe Tache
6 Ocak 2022
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Burada ilgili faktörlerin konuyla alakasının bulunmadığı söylenmiyor. Sadece bunların soylulaştırmanın ardındaki temel güçleri izah etmediği üzerinde duruluyor. Misal, Lawrence Knopp, soylulaştırmanın eşcinsel cemaatleriyle hiçbir şekilde ilişkilendirilemeyeceğini söylüyor. Bkz.: Knopp, Lawrence. (1990). “Some Theoretical Implications of Gay Involvement in an Urban Land Market.” Political Geography Quarterly, Yıl. 9, Sayı. 4: s. 337-352.

[2] Bu, modern sanayi kapitalizminin doğduğu yer olan İngiltere’de “müştereklerin çitlenmesi”nde gördüğümüz mantık. Bu adımlar, sermaye birikiminin bir parçası olarak atıldılar, neticede kır işçilerini çiftlikleri terk edip şehirde ücretli çalışacakları işler aramaya mecbur eden ekonomik koşulları yarattılar. Kır işçileri, eski üretim araçlarından kopartıldılar. Bunun için egemen sınıf, devleti toprağı ve kaynakları ele geçirip, toprağı metalaştırmak, böylelikle o toprağın üzerine evler inşa etmek için kullandı.

[3] Marx, Karl (1967). Capital: A Critique of Political Economy (Cilt. 1): “The process of production of capital”, Çeviri: S. Moore ve E. Aveling (New York: International Publishers), s. 661.

[4] A.g.e., s. 615-616.

[5] Engels, Friedrich. (1845/1984). The Condition of the Working Class in England (Londra: Penguin), s. 70.

[6] Marx, Karl. (1885/1967). Capital: A Critique of Political Economy (Cilt 2): “The process of circulation of capital” (New York: International Publishers), s. 233.

[7] Marx, değer üretiminden ve değerin gerçekleşmesinden bahsederken “değerlenme” ifadesini kullanıyor.

[8] Marx, Capital (Cilt. 2), s. 233.

[9] Mitchell, Don. (2020). Mean Streets: Homelessness, Public Space, and the Limits to Capital (Atina: University of Georgia Press).

[10] Smith, “Toward a theory of gentrification,” s. 546.

02 Ağustos 2025

Ateşe Verilen Dünya

Dünya, ateşe verildi. Böylelikle umut boşa düştü. Dünyanın düzelmesi veya iyileşmesi ihtimali, ortadan kalktı.

Yenilenmeye dair inancı ezen müdahaleler, gençlerin ele geçirilip güçsüz kılınması üzerinden sürüyor. Gençler, ta çocukluktan itibaren saldırı altında. Bu saldırı, 60'larda yaşanan isyanlara ve söz konusu dönemde politik alanda oluşmuş karşı-kültüre yönelik yeni-muhafazakâr tepkinin uzantısı.

Doksanların ortalarından beri her yanı kuşatan internet, sadece gençlerin isyankâr enerjilerini etkisizleştirmekle kalmıyor, ayrıca gençleri, kendilerini deneyimleme ve bilme imkânından mahrum bırakıyor.

Altmışlardaki gençlik hareketine benzeyen her türden gelişmeyi savuşturmak için gençleri, ortak varlıklarını tanıyacakları, sınırlı özgürlük alanına kavuşacakları tüm mekânsal ve zamansal imkânlardan mahrum bırakmak gerekiyor.

Son yirmi yıl içerisinde gençler, politik faillik alanından uzaklaştırıldılar. Teknolojiye uyumlulaşması ve tüketimi en üst düzeye taşıması talep edilen bir toplumsal sektöre dönüştürüldüler. Bu noktada, tüm ömür boyunca sürecek alışkanlıklar ve öngörülebilir davranışlar geliştirildi. “Tercihlerin oluştuğu sinirsel temeller”le ilgili araştırmalara milyonlarca dolar harcandı.

Sosyolojiyle alakası olmayan çalışmalar, “X Kuşağı, Z Kuşağı” gibi kesimler icat etti. Burada amaç, kaderinde ne varsa onu yaşayanların homojen tüketici varlıklar olarak tanımlanmasıydı.

Öte yandan, dünyanın güneyinde yaşanan yoksulluk karşısında gençler, kemer sıkma politikaları, borçluluk düzeyindeki artış, kıtlık ve devlet terörü üzerinden yoksulluğun en ağır ve en acımasız biçimleriyle tanıştılar.

Asıl mesele, yetişkinliğe hızlı geçiş değil. Uyanık kalınan zamanın sınıflardaki bilgisayarlara, telefonlardaki sosyal medyalara, oyunlara ve diğer içerik akışlarına mahkûm edilmesi.

Gençlik ve dijital teknolojiler konusunu herkes tartışıyor ama çok az insan, bu gençlerin gençliklerinin ellerinden alındığını söylüyor.

Gençler, dostluk, cinsellik ve yaratıcılık yoluyla dünyada harekete geçmek için gerekli zemin olarak kendini sevme ve biriciklik gibi insana keyif veren keşifleri yapma imkânından mahrum bırakılıyorlar.

Bugün internette yaşayan çocuklar ve yetişkinler, kırılgan bir algıya sahipler. Burada herkes, internetin yol açtığı dürtülere bağımlı hale geliyor, o ışıklı âlemde homojenleşiyor. Birçok gençse giderek hapishaneleri model alan, işlevsiz, harap olmuş okullara hapsediliyor. Okula gelip arkadaşlarını vuran gençlere daha sık tanık olunuyor. Bu olaylar, kaygı, korku ve ihmalin yol açtığı yükün bir neticesi.

Gençlerin kendi düşüncelerini sıkıcı veya değersiz bulmaları sağlanıyor. Şirketlere ait sosyal medya uygulamaları, gençleri kendilerini tanımlayan en yüzeysel özellikleri paylaşmaları veya teşhir etmeleri konusunda eğitiyor.

Aralıksız boca edilen şiddet görüntüleri, haz içermeyen porno, kabalık ve alaycılıkla tanımlı internet âleminde kendiliğindenlik ortadan kayboluyor. Dünya genelinde metalaşmasına rağmen müzik, gençlerin “asgari düzeyde çıplak tekillik” halinde yaşama imkânı bulabildikleri az sayıda yöntemden biri olarak varlığını muhafaza ediyor. Genel manada hafıza ve deneyim oluşturma becerisinden mahrum bırakılmış özneler üretiliyor.

Sosyal medyada modalar ve gösterenler, günbegün değişiyor. Herkes, bu modalara ve gösterenlere ayak uyduruyor. Bu durum, Hannah Arendt’in şu uyarısını akla getiriyor: “Klişeler, basmakalıp sözler, standartlaşmış ifade ve davranış kodları, toplumsal düzeyde bizi gerçekliğe, yani bizim düşüncelerimize el konulmasına karşı korumak gibi bir işleve sahiptir.”

Gençler, hayret ve merak etme yetilerini yitiriyor. Felsefeci Hans Jonas, bu yetiyi “dünyayı ilk kez yeni gözlerle görmek” olarak tarif ediyor. Bilinci ve empatiyi bu yeti mümkün kılıyor.

Merak ve hayret etme yetisi, teknolojik açıdan “harika şeyler olarak reklâm edilen araçlar üzerinden köreltiliyor veya siliniyor. İnternetteki hayat, kendine yeterli dünyasında yönetilebilir olan ihtiyaçlar üretiyor. Hayal edilmesine izin verilmiş şeyleri belirli bir düzene sokuyor.

Oysa hayata dair umutlar ve arzular, müşterek fiziki dünyada insanın itiraz etme becerisini geliştiriyor, onun o umutları boğan, onlara saldıran kurumlara ve güçlere karşı husumet duymasını sağlıyor.

Shirley Clarke’ın 1963 tarihli Sakin Dünya filminde bir hikâye anlatılır. Bu hikâye, Harlem’deki sokak çetesinin üyelerine hizmet eden genç fahişe LuAnne ile ilgilidir. Bir kış günü aynı zamanda pezevenk olan çete lideri Duke ile Coney Island’a giden kadın, orada okyanusu ilk kez görür. Beklenmedik bir anda o soğuk, uçsuz bucaksız gri gökyüzünün altında duran deniz, kadının kendisini görmesini sağlar. Yapayalnız olduğunu gören kadın, bir anda ortadan kaybolur.

Altmışlarda yeni sol politikanın üzerinde durduğu önermelerden birisi de emek veya üretimle ilişkisinden bağımsız olarak, gençlerin yirminci yüzyılda kapitalist toplumun değerleri ve talepleri tarafından ezildiği ve yabancılaştırıldığı ile ilgiliydi. Yaygın kanaat, gençlerin teknokrat ve kurumsal bütünleşme meselesine dirençli oldukları yönündeydi. Bu kanaat, Paul Goodman, Theodore Roszak, Raoul Vaneigem gibi isimlerin yazılarında karşılık buldu.

Gençlik, tabii ki tarihsel düzlemde birçok farklı yönden şekillendirildi. Fakat her zaman belirleyici olan bir fikir vardı, o da gençlerin yetişkin dünyasına asimile edilmesi için ritler veya kültürel pratikler üzerinden biçimlendirildiklerini söylüyordu. Ancak yirminci yüzyılın ortalarından itibaren Batı’da bütünleşmeyi teşvik eden yaklaşımlar ve mekanizmalar işlemez oldu. Böylece alternatif yollar ve isyan biçimlerinin denenmesi ve keşfedilmesi için yeni başlangıçların yapılma imkânı oluştu.

Üzerinden uzun bir zaman geçmiş olmasına rağmen, altmışların karşı-kültürünü alaya alan, karikatürize eden şirket medyasının tüm çabaları, emirlere ve yasaklamalara karşı en ufak itirazda bile korkuya kapıldığı gerçeğini örtbas etmekten başka bir işe yaramıyor.

Bugün artık amaç, gençliğin hayal kuracağı, kendilerine ait bir geleceği inşa edeceği koşulların oluşmasına imkân vermemek. Bunun yerine, medya, gençlerin dijital aletleri ve sosyal medya platformlarını yaratıcı ve tahrip edici bir biçimde kullandıklarına dair haberler yapıyor. Burada öncelikli hedef, gençliğin isyan etme ihtimalini ortadan kaldırmak. Bunun için gençlerin işsizlikle ve dünyasızlıkla tanımlı bir geleceğe doğru ilerlediği gerçeğini gizlemeye çalışıyorlar. Sürekli bir kuşağın “influencer” olmak, genç yenilikçi şirketler kurmak veya ruhsuz girişimci değerlerden yana saf tutmak için yanıp tutuştuğuna dair hikâyeler uyduruluyor.

Oysa gençler, bu süreçte insanlar arası bağların oluştuğu zamandan ve mekândan mahrum kalıyorlar. Toplumsal ilişkinin finansın konusu olmayan biçimlerinin etkisini kıranlar, tüm insanlığın iletişim kurma becerilerine zarar veriyorlar.

Bunu, güçlü kurumlar ve devletlerin uzun süredir başvurduğu dezenformasyon ve yalan üzerinden yapıyorlar. Daha da önemlisi, hepimizi içine çeken anlamsızlık girdabı, zararlı sonuçlar doğuruyor. Bugün internet, Pasifik Okyanusu’nda hızla büyüyen çöp yığınının dijital âlemdeki muadili.

Dünya üzerindeki ağlardan dökülenler internette birikiyor, bireyler ve toplumlar arasındaki her türden canlı ilişkiyi ve alışverişi boğuyor. Devasa boyutlara oluşan veri, görüntü ve dile ait olgular olarak, kakofoniye yol açıyor, düşüncenin yönünü yitirmesine sebep oluyor. Düşünme pratiğinin alanı daralıyor, diyalog kurma imkânı gereğinden fazla artıyor.

Her gün milyonlarca insan, internet denilen bataklığa gömülen, kısa süre içerisinde unutulmaya yazgılı ilişkiler kuruyor. Bilgi ekonomisi, bir başarı elde etmişse, o da cehaleti, aptallığı ve nefret yüklü oluşu koşullamış olmasıdır.

Felsefeci Jürgen Habermas, insanların birbirlerini anlamasını sağlayan araç olarak dilin hayatın önemli bir bileşeni olmakla kalmadığını, onu inşa ettiğini söylüyor. Habermas, eserlerinin önemli bir kısmında, hayatı kapitalist ekonomiye ait, araçsallaştırıcı güçlere, medyaya ve teknobilime tabi kılan süreçleri analiz ediyor.

Habermas, “hayatın sömürgeleştirildiği” gerçeğini görmesine rağmen, yeni medya biçimlerinin “sorumlu aktörler” arasında uzlaşma temelli iletişimin kurulacağı kamusal alanların desteklenmesine katkıda bulunabileceğini söylüyor.

1980’de kaleme aldığı bir çalışmada Habermas, “iletişim temelli eylem”i esas alan aydınlanmacı modernite konusunda iyimser laflar ediyor. Bu iyimser görüşünü iletişimin hile ve çarpıtmayı esas alan yaklaşımlara tabi olması durumunda hayatın ortadan kalkmasının daha hayırlı olacağı tespiti üzerinden dillendiriyor.

Bu tespitlerin üzerinden kırk yıl geçti. Habermas’ın bu hile ve çarpıtmaya yaslanan iletişimle ilgili öngörüsü neredeyse gerçekleşti. Gündelik pratiklerimiz, anlaşılmaz kılmaya ve aldatmaya dayalı, programatik bir çaba tarafından sabote ediliyor.

Jonathan Crary

[Kaynak: Scorched Earth:Beyond the Digital Age to a Post-Capitalist World, Verso, 2022.]

31 Temmuz 2025

Teyitçiler ve Dezenformasyon Uzmanları Muhalefeti Nasıl Ezdi


Genelde “bağımsız” oldukları için övülen teyitçiler kendilerini, yaşanan olayları tarafsız ve ilkeli bir yerden analiz eden kişiler olarak takdim ediyorlar. Gerçekte ise teyitçiler, zenginlerin, örgütlerin ve devletlerin kendilerine verdikleri görevleri ifa ediyorlar.

Teyitçiliğin ve onunla bağlantılı çalışmaların “dezenformasyon”un yayılmasına mani olmak için hayati önemde olduğu söyleniyor. Debord, bu kavramın esas olarak gösteriye hizmet ettiğini düşünüyor.

Gösteri toplumu, başka bir çelişkiye de sahip: dezenformasyonu, esas olarak, bu sorunla en çok ilgilenen hükümet, istihbarat kuruluşları ve ana akım medya mensupları gibi güçler yayıyorlar.

Yorumlar’da “dezenformasyon” terimine dair yaklaşımını aktaran Debord, dezenformasyonun yerleşik olanı muhafaza etmek amacıyla ekonomi veya politikadaki otoritede belirli payları bulunan kişiler veya belirli güçlerce devreye sokulduğunu, dezenformasyonun saldırı amaçlı kullanıldığını söylüyor. Genelde iktidarı suçlayan haberlerden ve tartışmalı haberlerden sonra gündeme gelen teyit pratikleri, genelde Debord’un iktidara yönelik itirazları susturmak için saldırma görevini yerine getiriyorlar.

Bugün bilinen teyitçi örgüt ve kurumların önemli bir kısmı, ABD devletinden para alıyor, onunla ortak çalışıyor. Bu anlamda, ilgili örgüt ve kurumlar, istihbaratın yan kuruluşları olarak iş görüyorlar.

Örneğin NewsGuard Technologies isimli “güven derecelendirme” sistemi, Microsoft, ABD Dışişleri Bakanlığı ve ABD Savunma Bakanlığı gibi yapılarla ortak çalışıyor, hatta eski CIA ve NSA direktörü Michael Hayden ile eski NATO Sekreteri General Anders Fogg Rasmussen’den tavsiyeler alıyor.

MintPress sitesinden Alan MacLeod’un dile getirdiği biçimiyle, VoxCheck, Poynter Enstitüsü ve StopFake gibi örgütler, Reagan döneminde CIA’in cephe örgütü olarak, ABD Büyükelçiliği’nden ve Ulusal Demokrasi Vakfı (NED) üzerinden para aldı. 1991’de verdiği mülâkatta eski NED başkanı Allen Weinstein, “NED’in bugün yaptıklarını 25 yıl önce CIA gizli yapıyordu. Aradaki temel farklılık, bu tür faaliyetlerin artık açıktan yapılmasıyla ilgili. NED’in CIA ile çatışma yaşama ihtimali sıfıra yakın. Açıklık, bizi koruyan zırh” diyordu.

Muhtemelen tartışmalı olan para kaynaklarını ve bağlantılarını gizlemek için teyitçilik ve benzeri operasyonları zevahiri kurtarmak adına devreye sokuyorlar. Bu noktada sıklıkla hâkim dili güçlendiren, etkili “uzmanlar”dan yararlanılıyor.

Bu konuda İngiliz istihbaratı adına yürütülen Bellingcat operasyonundan bahsedilebilir. İlk başta tek kişiden oluşan örgüt ünlendi ve bir gecede gazeteciliğin en büyük isimlerinden biri haline geldi. Açık kaynak üzerinden yürüttüğü araştırmalarla örgüt, Suriye ve Ukrayna’daki savaşlara dair hâkim söylemi muhafaza etmek için çalıştı. Bu çalışma dâhilinde Suriye’de Batı’nın desteklediği, terörist örgütlerden devşirilmiş Beyaz Miğferler isimli örgütü eleştiren araştırmalar, “dezenformasyon” kategorisine sokuldu.

Aynı şekilde, devletin ve Gates Vakfı’nın fonladığı Stratejik Diyalog Enstitüsü (ISD), ana akım medyadaki söylemlere yürüttükleri çalışmalarla karşı çıkan, bu noktada kariyerlerini tehlikeye atan muhabirleri sıklıkla iftira atıyor. “Dünya genelinde kutuplaşmada, aşırıcılıkta ve dezenformasyon alanında yaşanan kabarmayı terse çevirecek çalışmalar yürüttüğünü iddia eden” ISD, tartışmayı susturup muhalif sesleri sansürleyecek dezenformasyonla mücadele çalışmalarına imza atıyor. İnternet sitesinde “Hakkımızda” sekmesine tıkladığınızda, ISD’nin yasaklanmasına katkıda bulunduğu sosyal medya hesaplarının sayısına ulaşıyorsunuz.

Tıpkı Debord’un bahsini ettiği, kendi eylemlerine yönelik hiçbir gerçek tepkiye imkân tanımayan, “hiçbir cevaba alan aşmamak” gibi bir şeyi maharet gören ISD’den dezenformasyon iddialarının doğru olduğuna bizi ikna edecek bir yorumda bulunmasını istediğimizde, bir tartışma yürütülmesini talep ettiğimizde veya bir kanıt beklediğimizde, genelde enstitü, hiçbir cevap vermiyor. Hatta ISD, şikâyetlerle ilgili politikasında kötü niyetli aktörlerin şikâyetlerini dikkate almadıklarını söylüyor. Guardian gazetesiyle birlikte kendisine temelsiz iddialar üzerinden iftira atması üzerine muhabir Aaron Maté’nin dile getirdiği itirazlara verdiği cevapta ISD, dezenformasyon, aşırıcılık ve nefret dilini güçlendirmek istemediklerini söylüyor. ISD, başkaları hakkında kimi iddialarda bulunduğu vakit, iddiaların yanlış olduğuna dair deliller sunulduğunda, bunların karşısına kanıtla veya cevapla çıkma gereği bile duymuyor. Gösteri toplumunda bu tür güçlerin suçlamaları, tek başına birçok insanın kariyerini bitirebiliyor.

Yorumlar’da Debord, hâkim söylemden uzak duran insanlardan bahsediyor:

“Bir kişinin geçmişi, Moskova yargılamalarında görülen üslup dâhilinde, tümüyle yeniden yazılır, kökten değiştirilir, yeniden oluşturulur. Üstelik bir mahkeme süreci gibi bir şeyleri beceriksizce rahatsız etmesine bile gerek kalmaz. Bugün cinayet, gayet ucuza mal edilebilecek bir iştir.”

Gösterinin cevap vermeye yönelik itirazı ve “cinayetler” için zemin hazırlama çabaları, teyitçilikte, şirketlerin muhalifleri toptan yasaklamasında, gazetecilerin sosyal medya hesaplarını gayri meşru ilan etme girişimlerinde karşılık bulur. Akıntıya karşı yüzen, bu noktada bilgi ve içerik üreten kişi ve örgütler bu tür saldırılarla yüzleşirler. Örneğin 2022 Mayıs’ında YouTube, Ukrayna’daki savaşla ilgili materyal üreten 9.000’in üzerinde kanalı yayından kaldırdı.

Bugün Twitter ve Facebook, Batı dışı ülkelerdeki hesapları, antiemperyalist ağları ve onlarla bağlantılı gazetecileri “devletle ilişkili” veya “devlet kontrolünde” kategorileri dâhilinde ele alıyor. Bu örgütleri ve kişileri itibarsızlaştırmaya çalışan siteler, hâkim söylemden uzaklaşan gazetecileri ve internet sitelerini iftiralarla karalamaya ve parasız kılmaya çalışıyor. MintPress ve Russia Today gibi siteler Twitter’dan kovuluyor.

Yasaklama ve siteden kovma gibi kararların temelinde belirli iddiaların veya araştırma sonuçlarının yanlış ya da zararlı olduğuna karar veren “bağımsız” teyitçilerin tespitleri duruyor. Bu “zararlı” ibaresi, gerçek bir kanıttan veya temelden yoksun, bu anlamda tüm muhalifler için kullanılabiliyor.

Bağımsız ve düzene karşı olan kaynaklar, yasaklamaların mevcut sınırları dâhilinde çalışma yürütmek zorunda kalırken, ana akım medya kanalları ve teyitçiler, sürekli tahrif edilmiş veya yanlış söylemleri papağan gibi yinelemekten başka bir şey yapmıyorlar.

Örneğin Ukrayna’daki savaş süreciyle ilgili olarak medyada çıkan haberlerin önemli bir bölümü, Ukrayna ordusundaki Neonazi unsurlarının varlığını ve niteliğini gizledi. Kimse, çatışma süreci öncesi Neonazizmle bağlantılı olan Azak Taburu üzerinde durmadı. Ukrayna Başbakanı Zelenski, bir Azak Taburu üyesinin Nisan 2022’de Yunanistan Parlamentosu’nda konuşmasını isteyince ülkede yaygın bir tepkiyle karşılandı.

Ana akım medyada çıkan haberlerde Polonya’ya düşen füzenin Rusya kaynaklı olduğu, hiçbir delil öne sürülmeden iddia edildi. Neticede bu haberler, uluslararası gerilimi epey tırmandırdı. Sonra füzenin Ukrayna’dan gelmiş olabileceğine dair haberler çıkınca makaleler iptal edildi, haberler güncellendi. Ama gene de Zelenski’nin çatışmanın tırmandırılması çağrısına dek hiçbir şey yapılmadı.

Associated Press’te çalışan ve ABD istihbaratından aldığı yanlış bilgiyi haber yapan gazeteci kovuldu, ama gene de birçok önemli yayın kuruluşu, füzenin Rusya’ya ait olduğuna dair haberini tek satır özeleştiriye yer vermeden, tekrar yayınladı.

Bugün yaşanan olaylar, ahlaktan yoksun bir yaklaşımla aktarılıyor. Ana akım medya, dezenformasyonu fütursuzca yayarken hakikati dile getirenler, tekdirle karşılanıyorlar. Sözleriyle devlete ve gösteri toplumuna hizmet eden gazeteciler ve teyitçiler, gemilerini yürütmeye devam ediyorlar.

Bu zehirli medya ortamı, kendi kendisini güçlendirecek araçlara sahip. Gösterinin mevzi elde etmesini sağlayacak işler yapmayan uzmanlar veya teyitçiler, iftiralarla yüzleşeceklerini iyi biliyorlar. Bugünün dünyasında herkes, internette iptal edileceklerinin, gerçek hayatta kendilerini savunma imkânını hiçbir şekilde bulamayacaklarının bilincinde.

Ukrayna devletinin Eva Bartlett ve ünlü müzisyen Roger Waters gibi isimleri içeren ölüm listesi üzerinden Debord’un bahsini ettiği “cinayet”in mecazi niteliğinden kurtulduğunu, gerçek anlamına kavuştuğunu söyleyebiliriz. Tabii tüm teyitçilerin bu türden iddiaları yanlış bulduklarını söylemeden geçmeyelim.

Sonuç

Gösteri toplumuna hizmet eden medya söylemleri, kamuoyunu etkileme veya onu kafa karışıklığına mahkûm etme becerisine sahip. Suriye’deki savaş, Ukrayna’daki çatışma süreci, koronavirüs krizi hep birlikte bu becerinin epey yüksek olduğunun ispatı.

Ama aldatıldıklarının veya yanlış yöne sevk edildiklerinin bilincine varan insan sayısı giderek artıyor. Yani kamuoyu, ekrandaki görüntülerine tapan uzmanların dillerinin aldatıcı olduklarını artık görüyor. 100 milyon dolarlık yatırımla açılan CNN+ kanalının on bin aboneye ulaştığını görüp kapanması bunun kanıtı. Medyaya yönelik güven düzeyi diplerde. Gallup şirketinin Temmuz 2022’de yaptığı anket, ABD’deki yetişkinler içerisinde gazetelerdeki haberlere yüksek düzeyde güven duyduğunu söyleyenlerin oranı yalnızca yüzde 16, televizyon kaynaklı haberlere güven duyduğunu söyleyenlerin oranı ise yüzde 11 olduğunu ortaya koyuyor.

Son yıllarda insanlar, birçok haberin ve etkileşim kanallarının bir şekilde imal edildiğini, bu haberlerin sansasyonel olduklarını, asla doğal ve gerçek olmadıklarını düşünüyorlar.

Tüketilen medyanın bir şekilde yanlış veya yanlışa sevk edici olduğuna dair bu kolektif ama hiçbir şekilde dile dökülmeyen bilgi, Debord’un Yorumlar’da dile getirdiği, insanların gösterinin toplumsal ilişkileri altüst eden adımlarına devam ettiği sürece hayatın kendisi için önemli olan şeylerin de değiştiğini bilinçaltı düzeyinde idrak ettiklerine dair tespitiyle örtüşüyor.

Debord’un aynı çalışmada dile getirdiği biçimiyle:

“Bugün insanları tümüyle farklı bir şekilde yaşamak zorunda bırakan, bir şeylerin hayatı hızla istila ettiğine dair o belli belirsiz his, artık çok yaygın. Yalnız bu his, mevcut iklim dâhilinde veya doğal bir denge içerisinde idrak edilemeyen, cahillerin sadece ‘söyleyecek bir şey kalmadı’ diyeceği türden bir değişime benzer bir değişim tecrübe ediliyor.”

Gösteri, hayatlarımıza tümüyle hâkim oluyor. Bu, tümüyle şaşırtıcı ve şoke edici bir olgu. Bizi bu gerçeklik, yaşadığımız “hayat dışı”nı hesaba katmaya mecbur ediyor. “Cahiller söyleyecek bir şey olmadığını söyleseler de” gösteri toplumunu hükümsüz kılıp ortadan kaldırmak için bizim tam da Debord’un bahsini ettiği “pratik gücü harekete geçirmemiz gerekiyor.”

Bu “pratik güç”, bugün gösteri toplumunun hayatlarımıza teyitçilik ve dezenformasyon karşıtlığı gibi furyalar türünden olgular üzerinden sızmasına yönelik girişimleri tüm izleriyle silmese de büyük ölçüde ortadan kaldırılacak anlamlı bir diyaloga ihtiyacımız var. Bu diyalog ve iletişimse, gösterinin etkisine şüpheyle yaklaşan atomize bireylerce veya yalnız kalabalıklarca değil, toplumu gören, Debord’un “evrensel tarih” dediği, diyalogun kendisini zafere taşıyacak silahları kuşandığı şeyle anlamlı bir bağ kuran insanlarca başlatılabilir.

Debord’un tespitiyle, “Bu toplumu gerçek manada anlamak istiyorsak, onu reddetmeliyiz.” Bugün “uzmanlar” nüfuzlarını yitiriyorlarsa bunun sebebi, kamuoyunun onları yekten redde tabi tutmaları, onların muktedirler adına insanları aldatmak gibi bir toplumsal role sahip olduklarını söyleyebilmeleridir.

Stavroula Pabst
2 Ocak 2023
Kaynak

Kaynakça:
Debord, Guy. Comments on the Society of the Spectacle. Çeviri: Malcolm Imrie. Londra ve New York: Verso Books, 1990. PDF.

Debord, Guy. The Society of the Spectacle. Çev: Ken Knabb. Berkeley, Kaliforniya: Bureau of Public Secrets, 2014. PDF.

29 Temmuz 2025

Debord, Uzmanın Rolü ve Teyitçilik


Dünyanın internete giderek daha fazla bağlandığı günümüz gerçekliğinde “dezenformasyon”, karşımıza en büyük umacılardan biri olarak çıkıyor. Hükümetlerin tehlikeleri hakkında sürekli uyarılarda bulunduğu dezenformasyon olgusu, topluma ve demokrasiye karşı bir tehdit olarak sunuluyor. Ana akım medya ise dezenformasyonla mücadele ve bilgiyle verileri teyit etme çabalarına kaynak aktarma ihtiyacı duyuyor. İnsanlar, “bilgilenmek” adına, hangi içeriği tükettiklerini, sosyal ve profesyonel ağlarında paylaştıklarını izlemek için bilgi kontrolleri veya uyarı bombardımanına uğramadan çoğu zaman çevrimiçi olamıyorlar.

Dezenformasyonla mücadeleye yönelik çabaların pıtrak gibi çoğaldığı koşullarda kimse, iktidardan bahsetme gereği duymuyor. Oysa muktedirler, “dezenformasyon” olarak gördükleri şeylerle mücadele etmek istemeleri için yığınla sebebe ve gerekçeye sahipler. Çünkü onlar, hakikatin kendi pencerelerinden sunulmuş hâlini bizim de benimsememizi istiyorlar.

Birçok yorumcunun da gözlemlediği biçimiyle, dezenformasyon araştırmacıları, teyitçiler ve uzmanlar, doğaları gereği bir taraf olarak hareket ediyorlar, üstelik bu insanlar da sıklıkla yanlış şeyleri yayıyorlar.

Oysa teyit pratiklerinin ve diğer dezenformasyon çabalarının popüler olmasında önemli ve büyük bir güç rol oynuyor. Bu güç, toplumumuzun verili hâlinde görünümleri düzenleyen güçtür. O, imajların ya da gösterinin aracılık ettiği toplumsal ilişkilere ait bütünlüktür.

Guy Debord’un Gösteri Toplumu’nda izah ettiği biçimiyle, gösteri, bize toplumun ekonomi eliyle kendi ihtiyaçlarına tabi kılınması ve başka yöne yönelmesine mani olması ile birlikte sonuçları görünür olan, bağlantısızmış gibi görünen ama aslında iç içe geçmiş olguları idrak etmemize, böylelikle, hayatı doğrudan tecrübe etme becerimize kavuşmamıza katkı sunabilecek bir terimdir.

Gösteri, gündelik hayatlarımızı tümüyle hükmü altına aldıkça doğru olana dair anlayışımızı altüst edebilecek ölçüde güçlü bir olgu hâline geldi. Gösteri, gerçek hayatın yerine doğrudan tecrübe edilemeyen, hayata ait, belirli aracılara ihtiyaç duyan saf temsili koymak suretiyle, kitleleri aldatan olguların ve yalanların sürekli ve ikna edici bir biçimde doğruymuş gibi görünebileceği bir çerçeve sunuyor. Bu anlamda, gösteri, elitlerin Irak ve Suriye’deki savaşlar türünden emperyalistler eliyle başlatılmış savaşlara dair uydurma haberler ve yalanlar da dâhil elitlerin kitleleri aldatmak için başvurduğu yöntemlerin nasıl cezasız kalabildiğini, hatta bunların neden fark bile edilemediğini izah etmekte kullanabileceğimiz en etkili araçlardan biri. Bu hâliyle gösterinin, günümüzdeki teyit pratiklerinin ve dezenformasyonla mücadelenin ortaya koyduğu iddiaların aksine, bunların aksi sonuçları nasıl doğurduklarını anlamamıza katkı sunacak birer olgu olduğunu söyleyebiliriz.

Bu makalede ben, teyit pratiklerine ve uzman görüşlerine tanık olduğumuz haberlerde, programlarda ve akışlarda karşımıza sürekli çıktığı biçimiyle, gösterinin yürüdüğü yolları izah etmeye çalışacağım.

Eleştirel düzeyde bu makalede dile getirilen görüş, sadece medya sistemlerinin eleştirisi olarak anlaşılamaz, bu eleştiri, neticede (Debord’un kitabının adının, Gösteri Toplumu’nun da ifade ettiği biçimiyle) tüm toplumla alakalı olan bir kavram olarak, gösteriyi bütün veçheleriyle içeriyor olmalıdır.

Modern hayatın yönlerinin gösteriyle alakalı oluşu, tesadüfi, yüzeysel ve uç bir mesele değildir. Bilâkis, toplumun kendisi “temelde göstericidir”. Bu temelden gösterici olan toplumda iktidara hizmet eden teyitçilerin veya onunla bağlantılı başka bir gücün ortaya çıkışı, kaçınılmaz bir gelişme olarak görülmelidir.

Gösteri Nedir?

Üretimin modern koşullarının hüküm sürdüğü toplumlarda hayat, gösterilerin muazzam bir birikimi olarak takdim edilir. Doğrudan yaşanan her şey bir temsile dönüşür.

[Guy Debord]

Fransız felsefeci Guy Debord, 1967 tarihli Gösteri Toplumu ve onun kısa broşür hâli olan 1988 tarihli Gösteri Toplumu Üzerine Yorumlar’da, modern hayata imajların veya hayata ait temsillerin aracılık ettiğini, bu gösteri denilen hâlin artık nesnel ve maddi gerçekliğin yerini aldığını söyler. Mevcut gerçekliğimizde, bu gösteri toplumunda dünya baş aşağı dönmüştür, çünkü hayat, artık doğrudan yaşanamayacak, sadece kendisine ait saf temsiller aracılığıyla yaşanabilecek bir şeydir. Görünümlerin bu şekilde organize edilmesiyle birlikte gerçek dışılık öne çıkar, böylece, kendisini nadiren gösteren hakikatin ortaya çıktığı an, “yanlışlık anı” olarak algılanır.

Kendisini hiçbir zaman sorgulanamayacak, engin ve erişilemez gerçeklik olarak takdim eden gösteri, varlığını sonsuza dek muhafaza edecek şekilde varolur. Debord’un ifadesiyle, onun yegâne mesajı şudur: “Görünen iyidir; iyi olan şey, görünür.” Gösterinin dünyada tecelli etmesi, hayatın gözle görünür düzeyde inkâr edilmesidir. “Bu inkâr, neticede görünür bir biçim alır ve bu biçim, insanlar varoluş koşullarında yaşanan pratik değişikliklerle birlikte bir bilinçsizlik hâline mahkûm eder.”

Bu gösterinin ortaya çıktığı dünya, ekonominin toplumu kendi ihtiyaçlarına tabi kıldığı bir dünyadır. Kendisinden başka hiçbir şeyin işine yaramayan, sadece kendisini ilerleten gösteri, yaşlanma, dinlenme gibi pratik ve doğal işlemlerin gerçekliğini görmezden gelir, insanların kendi ilerleyişleri adına bağ kurma ihtiyacını ortadan kaldırır. Bir ayrıştırma ve bölme ustası olan gösteri, toplumumuzu cemaatten azade bir olgu olarak yeniden yaratmış, onun en genel manada iletişim kurma becerisini yok etmiştir. Bu türden süreçler ve yol açtıkları sonuçlar, nihayetinde insanların hayatı kendileri için tecrübe edemeyecekleri anlamına gelir. İnsanlar, artık cansız kalmışlığın o sefil hâline mahkûm olan birer seyirciye dönüşmüşlerdir.

Gösteri Toplumu ve Teyitçi Dünya

Gösteri, verilen mesajlar, nihayetinde “hayat dışı”nın gündelik hayat üzerindeki kontrolünü arttırırken kitle haberleşme araçlarını ve sosyal medyayı kendi davasını daim kılmak için kullanır. Bu süreçte insanların uyanık kaldıkları sürenin büyük bir kısmını ele geçirir ve bu ele geçirilen süre giderek artar.

Debord’un Gösteri Toplumu Üzerine Yorumlar isimli çalışmasında dile getirdiği biçimiyle, gösteri, tarihi tahrip eder, etkisini sıfırlar. Bu anlamda “günümüzde yaşanan olaylar, uzak ve hayali bir alana hapsolurlar. Bu alanda olaylar, doğrulanamayacak hikâyelere, kontrol edilemeyecek istatistiki verilere, izah edilemeyen, savunulabilir bir gerekçeye sahip olmayan olgulara dönüşürler.”

Bu hayali ortam, şirketlerin elindeki medya organları için muazzam bir ortamdır. Burada gerçeklik ve hakikate küfredilir, kabul ve tanınma meselesi öne çıkartılır. Söz konusu kafa karışıklığı üzerinden gösteri, insanları fiziki gerçeklikten, müşterek tarihsel referans noktalarından, önemli politik gelişmelerin ve olayların tartışılması veya ele alınması için gerekli olan topluluktan mahrum kılar.

Neticede elitlerin dilinden dökülen hikâyeler, hiçbir itirazla karşılaşmadan, bilhassa şirketlerin, elitlerin ve teknolojinin hâkim olduğu kamusal söylemden dışlanmış muhalif seslerin itirazı ile yüzleşmeden zihinlere işler.

Gösteriyle ilgili yazılarında bu olguyu yorumlayan Debord, gösteri dünyasında damga vuran asli unsurun, anlamlı bir diyalog değil, yukarının aşağıyla tek taraflı olarak kurduğu iletişim olduğunu söyler. Debord’a göre, “Gösterinin talep ettiği pasif kabul, zaten görünümler üzerinde kurduğu hâkimiyetle, herhangi bir cevaba izin vermeden görünmeyi öne çıkartan yaklaşımıyla zaten insanlara dayatılmış bir şeydir.”

İktidardakiler, kitle haberleşme araçlarını kontrol ederler. Bu noktada esas olarak kurdukları ilişki biçimini meşrulaştırmaya çalışırlar. Bu amaçla iktidardakiler, statü kazandıran gösteriyi takviye ederler. Böylece teşkil edilmiş her şeyi korumayı amaçlarlar. Bunun için ellerinde mebzul miktarda araç vardır. Bu araçlardan biri de Debord’un üzerinde durduğu “uzmanlar” sınıfıdır.

Bu sınıfa mensup kişiler, kamuyu bilgilendirmek için gerçek bilgi verdikleri pozu keserler, böylesi bir izlenim yaratırlar. Oysa aslında kariyerlerinde basamak atlamak ve gelirlerini muhafaza etmek adına, elitlere ait görüşlerin kalıcılaşmasını sağlamak için uğraşırlar. “Altüst olmuş bir dünya”da bu sürekli sahneye çıkan uzmanlar, iddia ettiklerinin tersini yaparlar.

Uzman sınıfı içerisinde sayabileceğimiz “teyitçiler” ve dezenformasyon muhabirleri ve araştırmacıları denilen, sayıları giderek artan kesim, gösterinin kabul ettiği hakikati muhafaza etmek için uğraşan bir tür “uzman” grubunu ifade eder. Okur ve televizyon izleyicisi kitlesi, zaten hayatın talep ettikleri karşısında yeterince sorun yaşamaktadır. Bu sebeple bu kitle, profesyonellerin gerçeği ve halihazırda yaşanan olayları anlamanın en iyi yolu olduğunu düşünebilir. Pratikte bu türden teyit operasyonları özü gizleyen hikâyeleri öne çıkartırlar.

Peki bu türden geri koşullar nasıl gerçeklik halini alır? Gösteri Toplumu’nda Debord, toplumu kendisine kul köle eden ekonominin kendisini ilkin var olmasahip olmaya indirgeyerek ortaya koyduğunu söyler. Bu koşullarda artık insan, ancak oldukları değil, sahip oldukları şeylerle kendisini gerçekleştirebilir.

Toplumun ekonomiye teslim olma süreci hızlandıkça var olmanın yerini alan sahip olma, zamanla sahip olunanı gösterme iradesi alır. Bilgi düzleminde uzmanların uzman olmasına veya uzmanlığa sahip olmasına gerek yoktur, artık onların uzmanlık ceketini giymeleri yeterli olacaktır.

“Uzmanlar diyor ki” ifadesi, manşetleri hızla süsler, teyitçiler meşruiyeti artıracak her şeyi incelemeden onaylar, çünkü meşruiyet izlenimi, içerikten her daim üstündür.

Debord, Gösteri Toplumu Üzerine Yorumlar’da meseleyi şu şekilde izah eder:

“Tüm uzmanlar devlete ve medyaya hizmet eder, ancak bu sayede statü sahibi olurlar. Hiçbir uzman, efendisinin sözünden çıkamaz. Çünkü bağımsızlık ihtimalleri, mevcut toplumun örgütlenme tarzı üzerinden sıfırlanmıştır. Tabii ki en faydalı uzman, yalan söylemeyi bilen uzmandır.”

Debord’un da gösterdiği biçimiyle, uzmanlar, ancak elitlerin şartlarına uydukları sürece uzman olabilirler. Debord’un “bağımsızlık ihtimalleri, mevcut toplumun örgütlenme tarzı üzerinden sıfırlanmıştır” tespiti, bilhassa günümüz dünyasında faal olan şirket medyası için geçerlidir. Bu medya kuruluşlarında gazeteciler sık sık güvencesiz çalıştırılırlar, toplu halde işten çıkartılırlar, zaten kalabalık olan kariyer sahasında düşük ücretler alırlar. Medyadaki hâkim dilden kopmak demek, her birlikte kara listeye alınmak demektir. Bu sebeple, kimse kazan kaldırmak istemez, herhangi bir itirazda bile bulunamaz.

Gösteriyi savunmak ve daimi kılmak gibi rollere sahip olan kişilerin oluşturduğu “uzman” sınıfı, nihayet varlık imkânı bulacağı somut koşullara kavuşmuştur. Gerçeği tahrif eden laflarına ve dillerinden dökülen yalanlara rağmen belirli bir meşruiyet kisvesine bürünen uzmanlar gösteriye, yaşanan olayların genel niteliğini sorgulayanların gerçeği görmelerine mani olacak perdeyi temin ederler.

Uzmanların oynadığı rol, meşru bir zemine sahip olan teyitçilik değildir. Onların amacı, gösterinin imkânlarını geliştirmektir. Teyitçiler ve onlarla bağlantılı uzmanların yaşanan olaylarla ilişkisi komik sonuçlar doğurabilmektedir. Bu kişiler, ya aşırı özel olgulara atıfta bulunmakta ya da geleceğe dair iddiaları alaya almaktadırlar.

2018’de Trump’ın BM’de yaptığı, Almanya’nın Rus petrolüne bağlı olduğuna dair açıklamaları Alman devleti yetkililerince gülerek karşılanıyordu. Ama dört yıl sonra bu öngörü haklı çıktı. Rusya, Avrupa’ya uzanan Kuzey Akımı 1 petrol boru hattını kesti.

Bir başka örnek. Ana akım medyada Kovid pandemisinin laboratuvardan sızan virüs sonucu başladığı iddiası komplo teorisi olarak görüldü. Dezenformasyonun parçası olarak değerlendirilen bu teoriyle alay edildi, onu doğru bulanlar dışlandı. Ama sonra Vanity Fair ve ProPublica gibi dergiler, teorinin doğru olabileceğini pandeminin başlamasından üç yıl sonra kabul ettiler.

Bu tür örneklerde karşımıza hep teyitçiler çıktı. Bunlar, dün olduğu gibi bugün de meşru tespitleri alaya almakla, onları yanlış bulup sahiplerine hakaretler savurmakla, dolaylı olarak salt hayatı yaşamaktan gayrı elinden bir şey gelmeyen, atomize olmuş nüfusu kendisinden şüphe ettirecek ölçüde maniple etmekle, gerçekliği flulaştırmakla meşguller.

Stavroula Pabst
2 Ocak 2023
Kaynak

27 Temmuz 2025

, ,

Ayak İzlerimizin İstikameti: Dijital Cin.Net

 

Aranan şey güzellik ya da cazibe değil artık; görüntü…
Varım, buradayım değil; görülüyorum, bir imajım; bak bana, bak!

[Jean Baudrillard, Kötülüğün Şeffaflığı]

 

Binlerce yıldır yapılan savaşlar bize, muzaffer güçlerin tarihi kendi çıkarlarına göre yeniden yazmaya ne kadar hevesli olduklarını öğretti. 21. yüzyılda dijital teknoloji şirketleri, bu işi daha da rafine bir hale getirerek açıkça geleceği yazmayı öneriyor. Çünkü dijital teknoloji kirletiyor. Hem de fazlasıyla.

Su ve enerji tüketimi ile madenlerin tükenmesine katkısı açısından bu sektör, Büyük Britanya ya da Fransa gibi bir ülkenin iki üç katı ayak izi yaratıyor. Başka pek çok sebebin yanı sıra asıl neden, dolaşımda olan 40 milyona yakın dijital cihazdır. Enerji açısından bu cihazlar, dünyadaki elektriğin %10’unu tüketmekte.

Dijital sektör bir ülke olsaydı, en çok elektrik tüketen ülkeler sıralamasında Çin ve ABD’nin ardından üçüncü sırada yer alacaktı. Öte yandan, günümüzde elektriğin % 35’i kömürden elde ediliyor. Bu durumda dijital teknolojiler, dünyadaki toplam sera gazı salınımının % 5’ini oluşturuyor demektir.[1]

Gmail’den bir e-posta, WhatsApp’tan bir mesaj göndermek, Twitter’a bir emoji, TikTok’a bir video ya da Instagram’a sevimli kedi yavruları fotoğrafı koymak gibi elle tutulur olmayan eylemlerde bulunabilmek için, Greenpeace’e göre, yakında “muhtemelen insan eliyle inşa edilmiş en uçsuz bucaksız şey” halini alacak, maddeden oluşan ve enerji tüketen bir altyapı oluşturdu insanlık. Mevcut çalışmalar, dijital teknolojinin zararının faydasından daha çok olduğunu gösterme eğiliminde.

Günümüzdeki durum böyle; ancak dijital kirlilik söz konusu olduğunda fotoğraflara değil, film şeridine bakmak gerekiyor sanki: İnternetin ekolojik ayak izi, havsalaya durgunluk verecek bir hızla artmakta ve bunun önünde duracak hiçbir güç yok gibi görünüyor.

Şu bir vakıa ve apaçık ortada: Dijitalleşmiş hayatlarımız; dalgın ve kayıtsız milyarlarca ortak kiracısından biri olduğumuz, beton ve camdan yapılma bir altyapıda çoğaltılıyor. Telefonumuz cebimizde, kumsalda yürürken, ayak izlerimizi sadece kumda değil, konum bilgilerimizi depolayan İskandinav veri bankalarına da bırakıyoruz; yani, devletlere ve istihbaratlara da.

Bir kafenin terasında, stadyumda, ormanda yapılan bir piknikte selfi çektiğimizde, bir yiyecek-içecek tüketmekle kalmıyor; camdan yapılma bir şeridin kim bilir belki Virginia Beach ya da Silikon Vadisi’ne kadar yayacağı pikseller de üretiyoruz: Kelimenin tam anlamıyla kendimizi sürekli kopyaladığımız anlamına geliyor bu. İnternet, öyle bir yerde hazır ve nazır olma imkânı(!) veriyor ki, eylemlerimize hem şimdi burada hem de binlerce kilometre uzakta fiziksel bir tutarlılık kazandırıyor. Özcesi, dijital dünya, her şeyi maddeden arındırma kisvesi altında edimlerimizi iki kez maddileştiriyor, statik hale getiriyor.

Madde ise bir yerde bulunmak, bir yer işgal etmek, dolayısıyla güç/iktidar ilişkileri ve de jeopolitik demektir. Tweet attıkça, reels paylaştıkça, beğene tıkladıkça, shorta kitlendikçe, sörf yaptıkça hayati meseleler “oraya” ve ortaya çıkıyor; böylece internetin dallanıp budaklanmasını destekliyoruz. Bir tür dijital yok oluş-harakiri yaşıyoruz.

Charles Taylor’ın çeyrek asır önce soğukkanlı bir biçimde öngördüğü gibi: “Artık ‘bir şeyler’, ölerek, ömrünü tamamlayarak değil; çoğalarak, artarak yok olacak!”[2]

Yusuf K.
19 Haziran 2025

Dipnotlar:
[1] Guillaume Pitron, Dijital Cehennem, Çevirmen: Alp Tümertekin, İş Bankası Kültür Yayınları.

[2] Charles Taylor, Modernliğin Sıkıntıları, Çevirmen: Uğur Canbilen, Ayrıntı Yayınları.

25 Temmuz 2025

,

Yeni İran Solu

Birçok gözlemciye göre, solcu gerilla örgütlerinin İran Devrimi sonrası politik sahneyi terk etmeleri, şaşırtıcı bir gelişmeydi.

Sol, devrimin gerçekleştirilmesinde ve onun aktığı sürecin hızının belirlenmesinde önemli bir rol oynadı. Örneğin 1979 yılının başlarında silahlı sol örgütler, diğer kasaba ve şehirlerin yanında, Tahran, Tebriz, Şiraz, İsfahan ve Abadan’da karakollara ve kışlalara saldırıp buraları ele geçirdiler. Aynı yıl içerisinde solcular, sadece Tahran’da 1 Mayıs yürüyüşüne yarım milyonu aşkın destekçiyi ve sempatizanı toplamayı bildi. Bu süreç, İslam Cumhuriyeti gücünü toplayıp yüzünü solculara dönene dek, birkaç ay daha devam etti.

İlk başta Tude (Kitle) Partisi’ne dokunulmadı ama 1983’te Tude dâhil tüm sol örgütler yasaklandı, üyelerinin önemli bir bölümü idam edildi ya da hapse atıldı. Kadrolar, büyük ölçüde yeraltına çekildi ya da sahneyi terk etti. Peki İran solu, devrimin başında önemli bir rol oynamışken, neden önemli bir politik faktör olmaktan çıktı?

Kanaatimce bunun iki sebebi var:

1. Solcuların kendi varlıklarını sakatlayan örgütsel hizipçilikleri ve orta sınıf solcu aydınların kitlelere yabancılığı.

2. Uluslararası hareket olarak Marksizm-Leninizm konusunda politik ve ideolojik bir tutarlılığın bulunmaması. İran solu, yeraltında faaliyette iken bu iki faktör de belirginleşmedi, bu halleriyle örgütlerce pek hissedilmedi. Ama devrimle ve solun açığa çıkmasıyla birlikte iki faktör görünür oldu. Koldaki iki çatlak kendisini hissettirdi. Çelişkili bir biçimde sürekli açığa çıkmak, görünür olmak isteyen sol, bu hedefine ulaşınca oluşan yeni durumda ciddi yaralar aldı.

Yeni Solun Doğuşu

Ellilerde ve altmışlarda İran siyaseti, 1953’te Şah’ın ABD desteğiyle iktidar olmasıyla başlayan otoriter idaresinin gölgesinde ilerledi. Solcular ve Milli Cephe üyeleri yoğun baskılarla karşılaştılar. Tutuklandılar, yeraltına çekilmek ya da ülkeyi terk etmek zorunda kaldılar.

Altmışlarda parti içerisinden veya dışından bir dizi eylemci, Tude’nin düşünsel hegemonyasına karşı çıktı. Ellilerin başında partinin performansını görmüş olan bu kişiler, partinin Musaddık’ın Milli Cephe hükümetine destek sunmamasını, Moskova’ya bağlı oluşunu, sonrasında Şah rejimine sunduğu desteği eleştirdiler.

Bu insanlar, aynı zamanda Sovyet tarzı komünist siyasetle rekabet eden Maoizm ve Gevarizm gibi yeni akımların halesine kapıldılar. Bu süreçten etkilenen devrimciler, altmışların ortalarında İran’da “yeni sol” olarak adlandırılabilecek akımı inşa ettiler.[1]

Silahlı devrimciliği öne çıkartan yeni akımın yükselişine, ABD’nin 1965’te Kuzey Vietnam’ı bombalama kararı, Çin Kültür Devrimi, Che’nin 1967’de Bolivya’da yürüttüğü faaliyetler ve Üçüncü Dünyacılığın yükselişi gibi başka faktörler de katkıda bulundu. Üçüncü Dünyacılık, Şah rejimi ile ABD arasındaki güçlü bağlar üzerinden İran’da epey ilgi gördü.[2]

Altmışlarda radikalizme yönelen veya gerilla hareketlerine iştirak eden devrimciler, politik değişimi sağlayacak diğer tüm kanalların tıkalı olduğuna, Şah’ın politik kontrolünün her türden barışçıl politik değişime izin vermeyecek ölçüde ağırlaştığına inanıyorlardı. Maoizmin dillendirdiği “politik iktidar namlunun ucundadır” şiarı benimsendi. Devletle kitleler arasında kurulabilecek yegâne ilişkinin şiddete dayalı bir ilişki olması gerektiğine dair görüş, solcu fikriyata nüfuz etti. Solcular, şiddetin devletin, İran ölçeğinde Şah’ın rejiminin kurumsallaştırdığı şiddete karşı bir tepki olduğunu söylüyorlardı.

Kendi tarzları üzerinden ve kendi amaçları doğrultusunda hareket eden militanlar, Sovyet, Çin, Küba ve Avrupa komünist partilerinin görüşlerini farklı şekilde yorumladılar. Dün olduğu gibi bugün de İran solu, bu türden ideolojik akımların etkisi altında.

İranlı Maoistler, Sovyetler’e karşı sert bir kampanya başlattılar. Bu, farklılıkların ve ayrımların daha da netleşmesini beraberinde getirdi. Birçok solcu, Hruşçev’in “barış içinde bir arada yaşama” siyasetini “emperyalizmle gizli suç ortaklığı yapmak” olarak değerlendirdi. Sovyetler’in sosyalist bir devlet mi yoksa sosyalist dili kuşanmış emperyalist bir devlet mi olduğu konusunda sert tartışmalar yaşandı.

Yeni sol içerisindeki ideolojik gerilim, Sovyet revizyonizmine düşman olan Maoistlerin, Çinli liderlerin Şah ve Pinochet’ye verdikleri destekte karşılık bulan “Yeni Maoizm”i tuhaf ve nahoş buldukları 1974-1975 dönemecinde farklı bir merhaleye geçti.

Şah yönetimine yönelik muhalefetin zirvede olduğu 1978 yılında Çin Halk Cumhuriyeti’nden gelen, başkanlığını Hua Kuofeng’in yaptığı üst düzey bir heyet, Şah’ı ziyaret etti. Ziyaret neticesinde Maoistler, bir daha toparlanma imkânı bulamayacakları ağır bir darbe aldılar. Birkaç yıl örgütsel faaliyetlerine devam etseler de nihayetinde dağıldılar.

Yetmişlerin sonuna doğru Çin dış politikasının sağa dümen kırması neticesinde hayal kırıklığına uğrayan birçok militan, Tude’nin örgütler nezdinde yeniden zemin bulmasını sağlayan, SSCB’nin[3] benimsediği “ilerici” enternasyonalist duruşa örgütlendi. Ama Tude’nin Sovyet dış politikası uyarınca son beş yıl içerisinde İslam Cumhuriyeti konusunda geliştirdiği tavır ve ortaya koyduğu performans, partiyi epey itibarsız kıldı ve ona zarar verdi.[4] Artık İran solu nezdinde partinin yeniden itibar kazanması mümkün değil. Sadece Sovyet karşıtı olmayan, ayrıca beynelmilel komünizmden bağımsız kalmaya çalışan bir İran Komünist Partisi’nin son dönemde kurulmuş olması, bu görüşümüzü destekliyor.

Şerikhaye Fedaiye Halk-e İran

Silahlı sol örgütler içerisinde Fedailer olarak bilinen İran Halkının Fedaileri Örgütü (Sezman-e Şerikhay-e Fedaiye Hal-e İran) en önemli örgüttü. Diğer radikal örgütler gibi altmışların başında kuruldu. Özellikle Tahran’daki üniversite kampüslerinde açığa çıkan militan muhalefetin ürünüydü. Fedaileri kuran tüm gençler, Tude ve Milli Cephe’ye sempati duyan, eskiden beri bu örgütlere kadro yetiştirmiş olan ekonomik ve toplumsal katmanlardan geliyorlardı.

Bağımsız[6] bir Marksist gerilla örgütü olarak Fedailer, altmışların ortasında Tebriz, Meşhed ve Tahran’da birbirinden bağımsız olarak kurulmuş üç küçük örgütün 1970 yılında birleşmesiyle meydana geldi. Bu üç örgütün kurucuları, üniversite öğrencileri ve üniversite mezunlarıydı. Örgütü, Emir Perviz Puyan, Bican Cezeni, Mesud Ahmedzade, Hamid Eşref, Behruz Dehkani ve Eşref Dehkani gibi isimler kurdu.

Fedailer örgütünün, sonrasında yürütülecek gerilla operasyonlarının ve geliştirilecek stratejilerin ideolojik zeminini bu isimler geliştirdi. Bugün Kürt bölgesinde halen daha faaliyet yürüten Eşref Dehkani haricinde tüm kurucu isimler, ya idam edildiler ya da Şah’ın polis gücüyle girdikleri çatışmalarda öldürüldüler.

Şubat 1971’de Fedailer örgütü, ilk gerilla saldırısını Hazar bölgesindeki bir köyde bulunan jandarma karakoluna gerçekleştirdi. Eylem, başarısızlıkla neticelendi. Ama gene de örgüt, bu eylemi propaganda sahasında başarıyla kullanmayı bildi. 10 Şubat 1971 tarihi, gerilla hareketinde önemli bir tarih haline geldi.

Siyahkel eylemi sonrası, 1972 yılında ülke genelinde, özellikle Tahran, Ahvaz, Tebriz ve İsfahan’da kanlı çatışmaların yaşandığı öğrenci eylemlerine tanıklık edildi. Fedailer, öğrencilerin rejime yönelik saldırılarını ve şiddeti devreye sokan muhalefetini Siyahkel eyleminin bir sonucu olarak değerlendirdi. Rejim, 1972 ve 1973’te birçok insanı ya hapse attı ya da idam etti.[7]

Fedailer örgütünün ilk aktif üyelerinin, destekçilerinin ve sempatizanlarının büyük bir kısmı, orta sınıf ailelerden gelen üniversite öğrencilerinden, üniversite ve lise öğretmenlerinden oluşuyordu. Örgütün bileşimi 1977’de daha da zenginleşti. Hareket, büyük imalat sektörlerinden petrol sanayiinden birçok işçiyi ve lise öğrencisini örgütledi. Ayrıca Fedailer, Kürt, Beluci, Arap ve Türkmen azınlıklar içerisinde de belirli bir güce kavuştu. Öncesinde Şah’ın merkezi hükümetine karşı çıkan örgüt sonrasında Humeyni’nin İslam Cumhuriyeti’yle kavga etti.

1977 yılında ideolojik düzlemde dönüşüme uğrayan Fedailer örgütü, neticede Bican Cezeni’nin Puyan ve Ahmedzade’nin savunduğu temel devrimci strateji olarak silahlı mücadele anlayışına karşı çıkarttığı “örgütsel gücün ve rolün önemi” anlayışını benimsedi. Bu anlamda örgüt, Maoizmi reddetti.[8]

Devrim sürecinde Fedailer iktidarın alınmasında, sonrasında 11, 12 ve 13 Şubat 1979’da Tahran, Tebriz, Hamadan, Abadan ve Şiraz’daki karakolların ve askeri kışlaların ele geçirilmesinde önemli bir rol oynadı. Devrime doğrudan katılmış olmaları sayesinde epey saygı gören örgüt, Şubat 1979 sonrası kitle tabanını genişletti, böylelikle İran’daki en büyük solcu silahlı örgüt haline geldi. Genç ve orta yaştaki destekçileri sayesinde Fedailer yüz binden fazla insanın katıldığı eylemleri ve mitingleri örgütleyebilecek düzeye geldi.

Bu ani ve kontrolsüz büyüme, zamanla örgütsel yapıyı ve işleyişi zayıflattı, onu sızmalara açık hale getirdi. Bu zayıflığın göstergelerinden biri de lider kadronun Humeyni ve İslam Cumhuriyeti konusunda tutarlı ve sistematik bir strateji geliştirememiş olmasıydı.

Faruk Nigahdar gibi merkez komite üyeleri, “rejimi sağ şeritte ilerleyen antiemperyalist bir güç” olarak görüyorlardı. Televizyondaki bir tartışma programına katılan Nigahdar, tartıştığı Abulhasan Benisadr’a bu türden sözler dile getirdi.

Mustafa Madani gibi merkez komite üyeleri ise rejimi demokratik olmamakla eleştiriyor, onun eski toplumsal, ekonomik ve politik düzeni yeniden tesis edeceği konusunda uyarılarda bulunuyordu.[9]

1980 yılının başlarında Fedailer örgütü liderleri içte açığa çıkan krizle ve dağınıklıkla mücadele ediyorlardı. Bu mücadele, İran’daki sol hareketlerin doğasından kaynaklanan ideolojik gerilimin sonucuydu.

Ayrıca 1979 baharında örgütün lider kadrosuna sızan Tude üyeleri, aradaki farklılıkların yoğunlaşmasını sağladılar.[10] Haziran 1980’de Fedailer iki hizbe bölündü: Ekaliyyet ve Ekseriyyet. Azınlık grubu İslam Cumhuriyeti’ne karşıydı ve onu “gerici” görüyordu. Ayrıca Tude’nin İslam Cumhuriyeti’ne yönelik uzlaşmacı ve işbirlikçi tutumunu eleştiriyordu.

Zamanla çoğunluk grubu Tude’nin görüşlerine yanaştı ve Humeyni hükümetinin antiemperyalist olduğu iddiasına inandı. Ama 1982 başlarında hükümet Tude’nin üzerine gidince partinin görüşü tümden değişti. Bugün Fedailer Çoğunluk hizbi Tude’nin uydusu olarak görülebilir.

Azınlık hizbi ülke genelinde politik faaliyetlerini yeraltında sürdürdü. Ancak silahlı faaliyetleri Kürdistan’la sınırlı kaldı. Ayrışmadan sonra Azınlık hizbi, birçok destekçisini ve aktif üyesini yitirdi. Bu üyelerden biri de 18 Nisan 1981 günü düğün merasimi sırasında alınıp Evin Hapishanesi’ne götürülen, aynı yılın Mayıs ya da Haziran ayı içerisinde idam edilen ünlü İranlı şair, oyun yazarı ve ressam Said Sultanpur da vardı.

Ülke dışındaki ve içindeki politik muhalif örgütler arasında, Azınlık hizbine ait yeraltı hücrelerinin rejim gücü neticesinde ifşa olmadığına, onların Tude ve Çoğunluk hizbi üyelerinin ihaneti yüzünden açığa çıktığına dair yaygın bir inanış vardır.

İslam Cumhuriyeti’nin baskı ve zulümlerine, toplu idamlarına işaret eden Azınlık hizbi, kent gerillası taktiklerine, özellikle suikast ve bombalama eylemlerine karşı çıktı. Azınlık hizbi, bu türden eylemlerin hiçbir sonuç üretmeyeceğini, sadece rejime önüne geleni öldürme fırsatı sunacağını söylüyordu.

Azınlık hizbi ise toplumda faal olan her kurumun ve örgütün içinde yeraltı hücreleri kurulması ve hücre çalışmasının yaygınlaşması fikrini savundu, destekçilerine “devrimin elçileri” olmalarını istedi. 1981 tarihli bir yayınlarında şunları söylüyorlardı:

“Devrimcilerin gücünün ve potansiyelinin kaynağı, onların hareketlerinin kitlelerin çıkarlarıyla uyumlu oluşudur. Devrimcilerin elde edeceği başarı, kitlenin seferber edilmesine bağlıdır. Bir devrimci kalkışma, ancak kitlelerin desteği ve muazzam bir güce ulaşması durumunda gerçekleşme imkânı bulur. Devrimciler bu sebeple kitleleri seferber edecek stratejileri benimsemek zorundadır.”[12]

Yaklaşık dokuz ay sonra, İran’ın ekonomik, politik ve toplumsal koşullarını tüm yönleriyle analiz eden başka bir makalede Fedailer Azınlık hizbi, üyelerinin sorumluluklarının ve ileride yürütecekleri faaliyetlerin genel çerçevesini çiziyordu. Bu makalede örgüt Halkın Mücahidleri’nin silahlı eylemlerine karşı çıkıyor, bu eylemleri “aşırı duygusal tepkilerin ürünü maceracılık” olarak niteliyor, yeraltı hücrelerinin artırılmasının önemine vurgu yapıyordu. Makale bir yandan da İslam Cumhuriyeti’ne diz çöktüreceğini öngördüğü genel grev olasılığı üzerinde duruyordu.

Şubat 1982 süresince Azınlık hizbinin gizli matbaaları işkencede çözülen bir üyenin anlatımları üzerinden ele geçirilip imha edildi. Bu saldırıda basın-yayın işlerinden sorumlu birçok üst düzey yönetici öldürüldü. Bu ağır darbeye rağmen, Bican Cezeni’nin görüşlerini takip eden örgüt, gizli faaliyetlerini yoğunlaştırdı, ağını güçlendirdi, sanayide ve diğer sektörlerde güçlü bağlar edindi. Bugün yeniden açığa çıkma imkânı bulmayı bekliyor ama bu sefer eskinin acı sonuçlar doğuran yanlışlarından dersler çıkartmış olarak.[13]

Fedailer Azınlık, Halkın Mücahidleri örgütü lideri Mesud Recavi ve Abulhasan Benisadr’ın Temmuz 1981’de kurduğu Ulusal Direniş Konseyi’ne katılmayı reddetti.[14] Çünkü örgüt, İslam Cumhuriyeti içerisinde kötü bir performansı olan, burjuvazinin temsilcisi olarak gördüğü Benisadr’la aynı yerde olmak istemiyordu. Ayrıca örgüt, Ulusal Direniş Konseyi kurucularının kurdukları geçici hükümetin İslami yönlerine de, bu konseyin gelecekte kurulacak politik sistemle ilgili kararların İran yerine Fransa’da alınıyor olmasına da karşıydı. Fedailer, bu yönüyle konseyin demokrat olduğu iddiasıyla çeliştiğini düşünüyordu.

Mart 1984’te bu konseyin kurulmasının üzerinden üç yıl bile geçmeden, iki kurucusu aralarında politik işbirliği kurmalarının artık imkânsız olduğunu açıkladı.[15] 1984 yazında Fedai Azınlık örgütü destekçileri ABD’de Recavi ile Benisadr arasındaki anlaşmanın son bulmasıyla ilgili bir bildiri dağıttılar. Orada aktarıldığı kadarıyla örgüt, Ulusal Direniş Konseyi içerisindeki gelişmelerin dağınıklığın yansıması olduğunu, örgütün varlığının bu dağınıklık sebebiyle son bulduğunu söylüyordu.[16]

Öte yandan, irili ufaklı bir dizi sol örgütle işbirliği içerisinde olan Azınlık hizbi, “İran Devrimci İşçiler Örgütü [Sezman-e Kargeran-e İnkilabiye İran”] isminde yeni bir örgüt kurdu.

Nozar Alaü’lmülki

[Kaynak: Middle East Journal, Cilt. 41, Sayı. 2 (Bahar, 1987), s. 218-226.]

Dipnotlar:
[1] Bu döneme dair daha fazla bilgi için bkz.: Fred Halliday, Iran: Dictatorship and Development, (Harmondsworth UK: Penguin Books Ltd., 1979), s. 235-248; Ervand Abrahamian, “The Guerrilla Movement in Iran 1963-1977”, MERIP, 86, (Mart-Nisan 1980), s. 3-15; Aynı yazar, Iran Between TwoR evolutions,( Princeton, NJ: Princeton University Press, 1982), s. 450-457 ve s. 480-495; Nozar Alaolmolki, “Opposition To Khomeini and the Islamic Republic,” Australian Outlook, Yıl 38, Sayı 2, (Ağustos 1984), s. 99-105; ve Etehadieh-e Komonist-hai-e Iran (İranlı Komünistler Birliği), “Junbesh-e Daneshjooie-e Iran” (İranlı Üniversite Öğrencileri Hareketi) (n.p., Mehr, 1355 [Eylül/Ekim 1976]), s. 1-13.

[2] Amir Parviz Poyan, Zarrurat-e Mobarezeh Moslahaneh va Rad-e Teory-e Baqa (Silahlı Mücadelenin Zorunluluğu ve Hayatta Kalma Teorisine Reddiye), (n.p.,1972); Masud Ahmadzadeh, (Hem Strateji Hem de Taktik Olarak Silahlı Mücadele), (Tahran,1979.) Bizhan Jazani, Mobarezeh Mosalahaneh: Rahaie Baseejeh-e Tudeh-ha (Silahlı Mücadele: Kitleleri Seferber Etme Yolu), (1973); Aynı yazar., Capitalism and Revolution in Iran, Çeviri: İran Komitesi, (Londra: Zed Press, 1980). İngilizce kaynaklar için bkz.: Fred Halliday, a.g.e., s. 240-248; E. Abrahamian, a.g.e., s. 3-15, Aynı yazar, a.g.e., s. 482-89 ve s. 494-95. Che Guevara, Guerrilla Warfare, (NY: Monthly Review Press, 1961).

[3] Arnavutluk’un Çin’den kopmasıyla Enver Hoca’yı takip etme ve resmi Çin politikasından ayrışma imkânı bulan Maoistler rahatladılar. Bkz.: Union of Iranian Communists (“İttihadiye Komonisthaye-e İran”), “Tension in the Relations Between China and Albania” (Buhran dar Ravabete Çin va Albani), Kargar Publication, n.p., Şehrivar, 1357 (Eylül-Ekim 1978); Rahaie, Ferverdin, 1358 (Mart-Nisan 1979), s. 21.

[4] Seday-e Cumhuriye İslamiye İran (“İran İslam Cumhuriyeti’nin Sesi), bundan sonra SJII (VIRI) olarak anılacak, 4, 7 Mayıs 1983; Keyhan, Urdibehşt 28, 1362 (18 Mayıs 1983); Şehrivar 23, 1362 (14 Eylül 1983); Day 21, 1362 (11 Ocak 1984); SJII(VIRI) 21, 22 Ocak 1984 ve Arab News, 8 Mayıs 1984, Tude’nin ideoloğu ve ikinci lideri İhsan Taberi’nin televizyona çıkartılmasına dair haber aktarılıyor. Taberi hapisten çıkartılıyor.r eportedt he televised repudiationo f Tudeh's ideologue and second in command Ehsan Tabari. It has been reported that Tabari has been released from prison. Mardom (Tude yayın organı), 1358 (1979); Rahaie (İranlı Komünistler Birliği yayın organı) Day 4,1358 (25 Kasım 1979). Ervand Abrahamian, a.g.e., Bölüm. 6, 7, 8, 10, ve M. W. Iwanow, Tareekhcheh-e Nuveen-e Iran (“Modern İran Tarihi”), Çeviri: Houshang Tizabi ve Hassan Qaempanah, (Stockholm, İsveç: Tudeh Party Publishing Center, 1356 [1977]), s. 156-191.

[5] Sezman-e Mücahidin Halk-e İran (“Halkın Mücahidleri Örgütü”), Massa'ell-e Hadd-e Jonbesh-e Maa: Duvomeen Nashreeh-e Ba'ass Bain-e Sazman-e Mujahedeen Khalq-e Iran va Sazman-e Cherik-hai-e Fadaii-e Khalq-e Iran (“Hareketimizin Kritik Sorunları: Mücahidlerle Fedailer Arasındaki Tartışmanın İkinci Yayını”), n.p., İsfend, 1355 (Şubat-Mart, 1976), s. 44-45.

[6] Union of Iranian Communists, a.g.e., s. 21-22; ayrıca bkz.: A.P. Poyan, a.g.e., Introduction.

[7] Neberd-e Halk (Fedailer Örgütü yayın organı), Urdibehşt, 1354 (Nisan-Mayıs 1975). Burada silahlı mücadelenin temel strateji olarak merkezi olduğu gerçeğine vurgu yapılıyor. Rahaie, Ferverdin, 1358 (Mart-Nisan 1979), s. 5-6. Bican Cezeni’nin eserlerini eleştiren bir analiz için bkz.: Faddaii Khalq,”Dar Bareh-e Sharayt-e Aini-e Enqilab” (“Devrimin Nesnel Koşulu Üzerine”), n.p., Aban, 1357 (Ekim-Kasım 1978), özellikle s. 1-14 ve 72-104. Paykar, “Jonbesh-e Nuveen-e Komonisti-e Iran va Sazman-e Cherik-hai-e Fadaii Khalq” (“Yeni İran Komünist Hareketi ve Fedai Örgütü”) n.p., Urdibehşt, 1359 (Mart-Nisan 1980).

[8] The Middle East, Eylül 1979, s. 16.

[9] Kar, Teer 26, 1361 (17 Temmuz 1982).

[10] Fedailer içindeki ayrışma ve Çoğunluk içerisinde yaşanan dağınıklıkla ilgili daha fazla bilgi için bkz.: Kar, Hordad 13, 1359 (4 Mayıs 1980); Mehr 22, 1360 (13 Ekim 1981); Aban 13, 1360 (4 Kasım 1981); ve Halkın Mücahidleri destekçisi Müslüman Öğrenciler Derneği, Aban 8, 1360 (30 Ekim 1981); Fedai Örgütü, “Assessment and Outlook:Discussion Bulletin, 1” (Taraznameh va Cheshmandaz: Bolitan-e Mobahessat, 1), yeniden yayımlayan: Fedailerin ABD’deki destekçilerinin kurduğu İranlı Öğrenciler Derneği (ISSF), “Leninism or Trotskyism: Discussion Bulletin, 2” (Leninism ya Terotkism: Bolitan-e Mobahessat, 2), Hordad 1361 (Nisan-Mayıs 1982), yeniden yayımlayan: ISSF.

[11] Kar, Şehrivar 25, 1360 (16 Eylül 1981).

[12] Kar, Teer 26, 1361 (17 Temmuz 1982).

[13] Ulusal Direniş Konseyi ile ilgili daha fazla bilgi için bkz.: N. Alaolmolki, a.g.e.; Kar, Mehr 22, 1360 (3 Ekim 1981).

[14] Benisadr ve Recavi’nin Reuter News’e verdiği mülâkat, aktaran: The Arab News, 16 Nisan 1984.

[15] Iran Times, 11 Mayıs 1984. 1984’te Ebulhasan Benisadr’ın, 1985’te A. R. Kasımlu’nun ayrılmasıyla Ulusal Direniş Konseyi zayıfladı. 1986 yazında Fransa’dan kovulan Recavi, Halkın Mücahidleri ve UDK, Irak’a taşındı. Ayrıca bkz.: The Manchester Guardian, 13, 20 Ocak 1985 ve Iran Times, İsfend 17, 1363 (8 Mart 1985).