31 Aralık 2021
30 Aralık 2021
SSCB'ye Övgü
Tüm dünya
Bizdeki kara talihi konuşuyor.
Oysa o boş masamızda
Sömürülen,
Suya ekmek doğrayan onca insanın
Umudu var hâlâ.
Bugün öğretmenimiz, Bilgi.
O duruluğuyla
Kırık kapılar ardında
Ders verdi herkese.
Kapı kırılınca
Geçtik içeri, kurulduk bir köşeye.
Ayazın ve açlığın
İnsanı kıyımdan geçiremediği diyarı
Tüm sadeliğiyle o gösterdi bize.
Bertolt
Brecht
[Kaynak: Poems and Songs from the Plays, Yayına Hazırlayan ve Tercüme Eden: John Willett, Methuen:1992, s. 97.]
26 Aralık 2021
Lunaçarski
Burjuvaziyle
ilgili kanaatlerinden ötürü Sovyetler Halk Eğitim Komiserliği’nde çalışan
isimler ve bu kişilerin yaptığı çalışmalar, Batı dünyası genelinde tepkiyle
karşılandı. Daha ilk andan itibaren Rus devrimi, medeniyet için bir tehdit
olarak görüldü. Bolşevizmi hakir gören ve onu barbar Asya kabilelerine benzeten
kişiler, sanatın ve bilimin nefes dahi alamayacağı, zehirli bir ortam meydana
getirdiler. Süreci üzüntüyle takip eden kimi insanlar, Rus kültürünün
geleceğine dair kötümser öngörülerde bulundular. Tüm bu değerlendirmeler ve
ilgili dönem geride kaldı.
Rus
devrimi, belki de en somut adımlarını halk eğitimi alanında attı. Avrupa ve
Amerika’dan birçok uzman, Rusya’yı ziyaret etti ve bu çalışmaları kendi
gözleriyle gördü. Éduard Herriot, La Russie Nouvelle [“Yeni Rusya”] isimli
kitabında Rus devriminin bilime tabiri caizse taptığını söylüyordu. Komünizme
belirli bir mesafede duran başka aydınlar da bu Fransız devlet adamının
söylediklerine benzer şeyler söylüyorlar. H. G. Wells yaptığı değerlendirmede,
Lunaçarski’yi yeni Rusya’nın en önemli kurucu ruhlarından biri olarak anıyor.
Yedi yıl öncesine dek dünyanın görmezden geldiği bir isim olan Lunaçarski,
bugün herkesin önemsediği bir figür.
Çarlık
döneminde Rus kültürü küçük bir elit kesimin tekelindeydi. Halk, sadece fiziki
yoksulluğun değil, ayrıca fikri yoksulluğun da çilesini çekiyordu. Okuryazar
oranı korkunç düzeylerdeydi. 1910 yılında Petrograd’da yapılan nüfus sayımının
da ortaya koyduğu biçimiyle şehrin yüzde 31’i okuryazar, yüzde 49’u okur ama
yazamaz durumdaydı. Tabii bu durumun, Batı’nın modasının ve sanatının
inceliklerine hâkim olan asiller veya dönemin en önemli fikirlerini tartışan
üniversiteler için bir önemi yoktu. Mujik, işçi, avam bu kültüre yabancıydı.
Devrim,
Lunaçarski’ye proleter kültürün temellerini atma görevini verdi. Bu devasa iş
için elde mevcut olan malzeme gayet kıttı. Sovyetler, elindeki maddi ve manevi
imkânların önemli bir kısmını gerici güçlerin her cepheden saldırdığı devrimin
savunulmasına tahsis etmek zorundaydı.
Rusya’nın
ekonomik planda yeniden örgütlenmesi konusunda yüzleşilen sorunlar,
Bolşevikleri epey uğraştırıyordu. Lunaçarski’nin istifade edeceği insan sayısı
da çok azdı. Bilim ve edebiyat alanında çalışan insanlar, burjuvaziye ait tüm
teknisyenler ve fikir emekçileri devrimin çabalarını baltalamakla meşgullerdi.
Eskiden varolan okullara da yeni okullara da öğretmen bulunamıyordu.
Nihayetinde Rusya’da devrimci mücadelenin başvurduğu şiddet araçları ve terör
yöntemleri kültür alanının yeniden inşa edilmesi için yürütülecek her türden
çalışmaya köstek olan savaş benzeri bir ortam yarattı.
Ancak
Lunaçarski, bu önemli görevi gene de üstlendi. İlk günler çok zor geçti.
Cesareti kırıldı. Rus sanatına ait eski eserleri korumanın imkânsız olduğunu
gördü. Bu tehlike karşısında ümitsizliğe kapıldı.
Kremlin’e
bağlı kiliselerin ve Aziz Basil Katedrali’nin devrimin askerlerince bombalanıp
imha edildiğine dair haberler Petrograd sokaklarında dolaşınca Lunaçarski, bu
fırtınanın orta yerinde mücadelesine devam edecek takatin kendisinde
kalmadığını düşündü. Cesareti kırılan Lunaçarski görevinden istifa etti. Neyse
ki bu haberin yanlış olduğunu öğrendi. Lunaçarski’ye devrimcilerin her
çalışmasında tam yetkiyle yardım edeceğine dair güvence verildi. Böylece
Lunaçarski imanını tazeledi.
Rusya’daki
sanatsal miras bütün olarak kurtarıldı. Tek bir çalışma bile kaybolmadı. Halka
açık müzeler, resimlerle, heykellerle, özel koleksiyonlara ait eserlerle dolup
taştı. Eskiden Rus aristokratlarının ve burjuvalarının saraylarında ve
köşklerinde tuttukları sanat eserleri, devlete ait galerilerde sergilenmeye
başlandı. Bir vakitler iktidardaki kastın bencil zevklerine hizmet eden bu
eserler, halkın sanat eğitimi için kullanılıyorlardı.
Başka
alanlarda da olduğu gibi bu alanda da Lunaçarski, sanatı kitlelerle buluşturmak
için çabaladı. Örneğin bu amaç doğrultusunda proleter kültür komitesi anlamında
Proletkült’ü kurdu. Bu komite halk tiyatrolarını örgütledi. Ülke geneline
yayılan komite, bugün birçok önemli şehirde faaliyetlerde bulunuyor. Bu yapı içerisinde
yer alan işçiler, sanatçılar ve öğrenciler devrimci sanatı yaratma arzusuyla
hareket ediyorlar. Moskova’daki merkezinde bulunan salonlarda devrimci sanatla
alakalı tüm konu başlıkları tartışılıyor. Gene de bazı noktalarda devrim ve
sanat, biraz tuhaf ve biraz da keyfi bir biçimde teorize ediliyor. Yeni
Rusya’nın devlet adamları, avangart sanatçılardaki yanılsamaları pek
paylaşmıyorlar. Onlar, proleter toplumun ve proleter kültürün kendi sanatını
üretebileceğine inanmıyorlar. Bu isimlerin düşüncesine göre sanat, toplumsal
düzendeki gelişmişliğin bir göstergesi. Ama gene de bu yaklaşım, onların genç
sanatçıların sabırsızlıkla malul çalışmalarına yardım etmelerine, bu gençleri
teşvik etmelerine mani olmuyor.
Kübistlerin,
ekspresyonistlerin, her renkten fütüristin makaleleri ve araştırmaları Sovyet
hükümetince sahipleniliyor. Ancak bu destek, hükümetin fütürizmin devrimcilere
ilham verdiği ile ilgili teze bağlı olduğu anlamına gelmiyor. Sanat ve devrim
arasındaki ilişki ile ilgili etkileyici ve önemli eleştiriler kaleme alan
Trotskiy ve Lunaçarski bu teze destek konusunda epey dikkatli davranıyor.
Örneğin
Lunaçarski’ye göre fütürizm, “burjuva sanatının belirli devrimci yaklaşımlarla
birlikte sürdürülmesidir. Proletarya, geçmişin sanatını geliştirecek, belki de
bu noktada işe Rönesans’tan başlayacak, bu sanatı fütüristlerden daha ileriye
ve daha yukarıya taşıyacak, üstelik bunu da fütüristlerden çok farklı
yapacaktır.”
Öte
yandan avangart sanat eserleri, o en gelişkin tarzları ile Rusya’dan başka
hiçbir yerde bu denli değer bulmamış, saygı görmemiştir. Devrimin ulu şairi
Mayakovski neticede fütürist okuldan çıkmadır.
Lunaçarski,
okullarda daha verimli ve yaratıcı çalışmalarda bulundu. Bu çalışmalar
esnasında kendisi, kamu eğitimi bütçesindeki yetersizlik, okullarda gerekli
materyallerin bulunmaması, öğretmen eksikliği gibi bir dizi engelle karşılaştı.
Bunca şeye rağmen sovyetler, çar dönemine kıyasla belirli okullara daha fazla
destek sundu.
1917’de
ülkede 38.000 okul vardı. 1919’a gelindiğinde bu sayı 62.000’i aştı. Sonraki
süreçte birçok yeni okul açıldı. Komünist devletin amacı, öğrencilere oda, yurt
ve kıyafet sunmaktı. Eldeki sınırlı kaynaklar bu programın eksiksiz
yürütülmesini mümkün kılmadı. Yedi yüz bin öğrenci, imkânları sınırlı okullarda
masrafları bizzat üstlenerek okumak zorundaydı. Süreç içerisinde birçok lüks
otel, devlete ait sayısız köşk, okul veya yurda dönüştürüldü.
Fransız
ekonomist Charles Gide’in gözlemine göre Rusya’da devrimden en fazla istifade
eden, ondan en çok yararlanan kesim çocuklardı. Rus devrimcileri için çocuk,
yeni insanlığın gerçek temsiliydi.
Herriot
ile yaptığı bir sohbette Lunaçarski, eğitim politikasının temel özelliklerini
şu şekilde aktarıyor:
“Her şeyden önce biz
okulları tekleştirdik. Tüm çocuklarımız dört yıl eğitim veren ilkokulu bitirmek
zorunda. En iyiler, liyakat temelinde, altıda bir oranında beş yıllık okullara
alınıyorlar. Bu dokuz yıllık eğitimin ardından üniversiteye giriyorlar. Normal
güzergâh bu şekilde. Ama biz, bir yandan da proleter programımıza uygun hareket
edebilmek için işçileri de yüksek eğitime yönlendirmek istiyoruz. Bu sonuca
ulaşabilmek adına fabrikalara gidip 18 ilâ 30 yaş arası işçiler arasından seçim
yaptık. Devlet, bu öğrencilere kalacak yer ve yiyecek veriyor. Her bir
üniversitede işçilerin kendi fakülteleri var. Bu sınıflardaki otuz bin öğrenci,
mühendis veya doktor olmalarını sağlayacak eğitimi alıyor. Her yıl sekiz bin
öğrenci almak, bunları üç yıl işçi fakültesinde okutmak, ardından da
üniversiteye göndermek istiyoruz.”
Herriot’nun
dediğine göre, bu iyimserlik gayet meşru bir zemine sahipti. Süreç içerisinde
bu işçi fakültelerini bir Alman araştırmacı ziyaret etti. Yaptığı
değerlendirmeye göre bu okullardaki öğrenciler, dogmatizm ve zevk düşkünlüğüne
karşılardı. Lunaçarski, Herriot ile yaptığı sohbettin devamında şunları
söylüyordu:
“Bizim okullarımız
karmadır. İlk başta kadın ve erkek öğrencilerin bir arada olması öğrencileri
korkuttu ve bazı hadiselerin yaşanmasına neden oldu. Bugünse taşlar yerine
oturdu. Kadın erkek tüm öğrenciler birlikte yaşamaya alıştılar, genç diye
onlardan korkmaya gerek yok artık. Okullarımız hem karma hem de laik. Disiplin
anlayışı da zamanla değişti. Biz, öğrencilerin sevgi ortamında eğitim almasını,
yetişmesini istiyoruz. Başka özel projeleri de devreye sokmaya çalıştık. İlk
projede amacımız, şehir sovyetlerinin bize gönderdiği gençleri eğitip birer
uzman hâline getirecek bir üniversite kurmaktı. Kurslar bir ilâ üç yıl
sürüyordu. Öte yandan bir de Doğu Halkları Üniversitesi kurduk. Bu okulun
muazzam bir politik etkiye sahip olacağını düşündük. Bu üniversiteye
Hindistan’dan, Çin’den, Japonya’dan ve İran’dan bin kadar genç kaydoldu. Bu
sayede kendi misyonerlerimizi yetiştirme imkânı bulacağız.”
Halk
Eğitim Komiseri, zihni ışıl ışıl bir edebiyat insanı. Çağdaş, huzursuz, insancıl
bir kişi olarak komiser, tutkulu bir isim. Hayatın tüm yönlerini kendisine dert
edinmiş. Batı kültürüyle beslenmiş. Avrupa edebiyatı konusunda derin bir
bilgiye sahip. Shakespeare’in oyunlarını da Mayakovski’nin şiirlerini de
biliyor. Edebiyat ile ilgili birikimi hem eski çağların hem de bugünün
eserlerini içeriyor.
Lunaçarski,
geçmişe de, bugüne de, yarına da hâkim. Kıvrak bir zekâ ile ele alıyor bu
üçünü. Üstelik o, geçmişin değil şu anın devrimcisi. Yeni toplumsal yapılar
inşa etmenin edebi değil, politik bir çalışma olduğunu iyi biliyor. Tam da bu
sebeple kendisini bir yazar değil politikacı olarak görüyor. Kendi döneminin
insanı olarak Lunaçarski, devrimin basit bir izleyicisi olmak istemiyor, o,
devrimin faillerinden, ana kahramanlarından biri olmak istiyor. Tarih konusunda
düşünceler üretmekle veya yorumlarda bulunmakla yetinmek istemiyor, onun tek
arzusu tarih yapmak. Hayat hikâyesi, bize bu tarihsel figürün maneviyat
açısından zengin bir içeriğe sahip olduğunu gösteriyor.
Lunaçarski,
sosyalizm saflarına gençken dâhil oldu. Rus sosyalizmi içinde yaşanan ayrışmada
Menşeviklerin karşısına geçti, Bolşeviklerin yanında oldu. Diğer Rus
devrimcileri gibi o da sürgünde yaşamak zorunda kaldı. 1907’de mecburen
Rusya’dan ayrıldı. Bolşevizmin tanımlandığı süreçte ayrılıkçı hiziple ilişkisi
yüzünden partiden uzaklaştı, ama gene de ondaki hakiki devrimci yönelim
sayesinde kısa bir süre sonra kendisini yeniden yoldaşlarının yanında buldu.
Vaktinin yarısını politikaya, yarısını edebiyata ayırdı.
Romain
Rolland’ın kitabı, bize Lunaçarski’nin Ocak 1917’de Cenevre’de Maksim Gorki’nin
hayatı ve eserlerine dair ders verdiğini söylüyor. Kısa bir süre sonra ise
hayatının en ilginç bölümü başladı: Lunaçarski, Sovyetler Halk Eğitim Komiseri (eğitim
bakanı) olarak çalışmaya başladı.
Anatoli
Lunaçarski, hayat hikâyesinin bu bölümünde karşımıza Rus devrimine can ve yön
veren en önemli isimlerden biri olarak çıkıyor. O, Rusya’yı tüm yönleriyle ve
kararlı bir biçimde devrimcileştiriyor. Ekonomik ihtiyaçların yol açtığı
baskılar, ekonomi ve siyaset sahasında komünist öğretinin değişmesine veya
zayıflamasına sebep olsa da artık belirli kapitalist yapıların hayatta kalması
veya dirilmesi asla mümkün değil. Bu yapıların başındaki yöneticiler politik
iktidara sahip değiller, dolayısıyla devrimin geleceğini riske atamazlar.
Lunaçarski’nin kurduğu okullar ve üniversiteler, zaman içerisinde yeni bir
insanlık meydana getiriyor. Gelecek, Lunaçarski’nin okullarında,
üniversitelerinde mayalanıyor.
José Carlos Mariátegui
1925
Kaynak
25 Aralık 2021
Azerbaycan Sovyeti Marşı
Azerbaycan! Çiçeklenen cumhuriyet, şanlı diyar!
Kudretli sovyetlerin elinde hem azatsın hem bahtiyar.
Ekim’den kuvvet alıp kavuştun saadete,
Tüm alkışlar bu hünere, bu kudrete!
Yolumuz Lenin yoludur, partidir rehberimiz,
Komünizmin güneşiyle nurlanacak seherimiz.
Biz geleceğe yürüyoruz galiplerin safında,
Yaşa, yaşa Azerbaycan, büyük sovyet ülkesinde!
Ateşin yurdu, sevgili vatan, bu ak günler
Halkın gücünün meyvesidir,
Kahramanlık bir de hüner, hür insanın hevesidir.
Nesillerden nesillere yadigârdır azmin,
Yürüyoruz komünizme, saflar sıkı, adımlarımız sağlam.
Yolumuz Lenin yoludur, partidir rehberimiz,
Komünizmin güneşiyle nurlanacak seherimiz.
Biz geleceğe yürüyoruz galiplerin safında,
Yaşa, yaşa Azerbaycan, büyük sovyet ülkesinde!
Cesur Rus halkıdır dostumuz, birliğin bayraktarı,
Mukaddes ve sarsılmazdır dost halkların bu ahdi,
Kardeş halkların birliğinden aldık gücü, kudreti bizde,
Var olsun bu ittifak, şanlı sovyet vatanımız!
Yolumuz Lenin yoludur, partidir rehberimiz,
Komünizmin güneşiyle nurlanacak seherimiz.
Biz geleceğe yürüyoruz galiplerin safında,
Yaşa, yaşa Azerbaycan, büyük sovyet ülkesinde!
Söz: Süleyman Rüstem,
Samed Vurgun, Hüseyin Arif
Müzik: Üzeyir Hacıbeyof
1944
Kaynak
18 Aralık 2021
Steve Biko
“Irk ayrımcılığının ömrü
uzasın diye onu öldürmeleri gerekiyordu.”
[Nelson Mandela]
Süreç içerisinde edindiği
bu miras, onu sömürgecilik karşıtlığı çizgisine taşıdı. Doğu Cape, 1779’da Xhosa
halkı ile yerleşimciler arasında başlamış olan ve yüz yıldır devam eden Sınır
Savaşları’nın sürdüğü yerdi. Dokuz ayrı savaşın verildiği bölge, sürekli zulme
tanıklık etti.
Nihayetinde yerli halkın
sırtına ciddi bir yük bindiren savaşlar, Xhosa halkına ait toprakların ilhak
edilmesi ve Britanya’nın sömürgeci idaresinin tesisi ile sona erdi. Buna karşın
Xhosa halkının sömürgecilik karşıtı mücadele geleneği, Doğu Cape’in direniş
tarihine ve ileride oluşacak direniş hareketinin ruhuna kazındı. “Xhosa’nın
peygamberi” olarak tarif edilen Biko gibi isimler, hareketi özcü ve mesihçi bir
anlama kavuşturdular.
Biko’nun hayat hikâyesini
kaleme alan Xolela Mangcu, Biko’nun siyasetine dair muazzam bir özet sunuyor ve
onun halkın bilincinde yeniden yer etmesini sağlayacak süreci başlattığını
söylüyor.[1] Mangcu da aynı sorunu ele alıyor: “Steve Biko tam da Güney Afrika
gibi bir üründür. O, Doğu Cape’teki Xhosa halkı içinde geçirdiği çocukluğun
geride bıraktığı çok etnisiteli siyasi mirasın bir sonucudur.”
Biko küçük yaşta babasını
kaybeder. Onu kendisinin üç kardeşiyle büyüdüğü, beyaz ailelere ait evlerde hizmetçi
olarak çalışan annesi büyütür. Annesinin maruz kaldığı ırkçılık, onu derinden
yaralamış, politik ideolojisini etkilemiştir.
1963’te ağabeyinin okuduğu
Lovedale Enstitüsü’ne kaydolur. Ağabeyi, Panafrika Kongresi’nin askerî
kanadının üyesi olması şüphesiyle tutuklanıp hapse atılır. Polis, Steve Biko’yu
da sorgular. Onun da ifade ettiği biçimiyle bu türden tutuklamalar ve baskılar,
siyahların politik manada sinmesine neden olmakta, sonuçta siyahlar, politik ve
ekonomik isteklerini dillendiremez hâle gelmektedirler.[2]
Bu anlamda Biko,
siyahların akıllarına ve dillerine vurulmuş zincirleri kırmayı gündemine alan
siyah bilinci geliştirmek ister. Polis sorguları ardından Biko tutuklanmaz, ama
okuldan atılır. Eğitimine bir süre sonra Roma Katolik yatılı okulunda devam
eder. Okuldaki rahip ve rahibeler, onun ileride siyahî teoloji ile ilgili
görüşleri için gerekli zemini hazırlar.
Okuldan mezun olduktan
sonra tıp okumasını sağlayacak bir burs kazanır. Bu bursla Natal Üniversitesi’ne
giden Biko, öğrenci hareketine katılır. Bu süreçte Biko, bir yandan da
ağabeyinin tutukluluğuna ilişkin dersler çıkartır.
Devletin siyahlara yönelik
muhalefetin yoğunluğunun azaldığını gören Biko, siyahların mücadeleye
katılımını esas olarak beyazların hâkim oldukları Ulusal Güney Afrikalı
Öğrenciler Birliği türünden yapıların azalttığını tespit eder. Bu örgütlerin
yüze çaldıkları makyajın değişmesi mümkün değildir, çünkü ırk ayrımcılığının
hüküm sürdüğü Güney Afrika’da üniversiteye ağırlıklı olarak beyazlar
gidebilmektedir. Bu sebeple siyahları ve beyazları içeren bu türden örgütler,
esasında çelişkili bir biçimde, ırklararasında baskın olan eşitsizliği beslemektedirler.
Bu noktada Biko, “bize asıl beyazlar zulmediyor, ama bir yandan da o zulme
karşı muhalefeti de temelde onlar yapıyor” sonucuna ulaşır.
Aslında Biko’nun siyahları
ve beyazları birlikte içeren örgütlere yönelik eleştirisi, bu tür örgütlerin
siyah azınlığın değil, liberal beyaz çoğunluğun çıkarlarını temsil ettiğine
dair tespitine dayanmaktadır. Bu türden örgütlerde ırksal imtiyazların mevcut
yapısal formlarını temsil eden ve muhaliflere emirler yağdıran kişiler,
gerçekte Biko’nun oluşturmak istediği bilinçle çelişmektedir. Siyahların
politik mücadelelerini ileriye taşımaları için önce o mücadelenin dizginlerini
ellerine almaları gerekmektedir.
Bu tespiti uyarınca Biko, dünya
genelinde politik ve toplumsal hareketlerin zirvede olduğu 1968 yılında Güney
Afrikalı Öğrenciler Örgütü’nü (SASO) kurar. Bu örgüt, ırk ayrımcılığına karşı
mücadelelerini yönetme hakkını siyahlara verecektir.
SASO, siyahlararası
dayanışmanın sahip olduğu erdemleri yücelten ve politika sahasının merkezine
siyah olmanın onurunu yerleştiren Siyah Bilinci Hareketi’nin ilk somutlaşmış
hâli olarak görülebilir. Artık siyah öğrencilerin çilelerini, dertlerini
anlatmaları için beyaz sözcülere ihtiyaçları yoktur, ayrıca siyahlar, eşitlik
taleplerinin örgütler eliyle susturulmasını kabullenmek durumunda da
değildirler.
Bu süreçte siyahlar kendi
aralarında ilişki kurmaya başlarlar, böylece siyah bilinci ile psikolojik
kurtuluş eşanlamlı ifadeler olarak görülür. Bu noktada Biko, Marcus Garvey’nin “Afrika’ya
Dönüş” denilen Afrika’nın birliği hareketiyle ilişki kurar. Garvey’nin umudu,
siyahların kendilerini zihinsel kölelikten kurtulmaları yönündedir. Başkaları bedenlerini
özgür kılabilir, ama asıl önemli olan, zihnin özgür olmasıdır. Bu, Bob Marley’nin
Redemption Song şarkısıyla popüler
hâle gelmiş politik idealdir.[3]
Siyahların bedenlerini
özgürleştirebilmeleri için önce zihinlerini özgürleştirmeleri gerekir. Bu
noktada belirtmek gerekir ki Biko, tümden ayrışmayı savunmamaktadır. Bilâkis o,
Güney Afrika’daki sömürgecilik karşıtı hareketlerin başarısının etnisite
sınırlarını aşabilme becerisine bağlı olduğunu düşünmektedir.
Ne var ki tüm hareketleri
esas olarak içinde oluştukları koşullar ve ele aldıkları politik meseleler
biçimlendirmektedir. SASO’nun düzene bağlı liberal beyaz örgütlerden uzaklaşma
kararı, esasen siyahların beyazlardan aşağı ve düşük seviyede görüldüğü ortama
verilmiş zaruri bir cevap niteliğindedir. SASO’nun ırk politikası ve Siyah
Bilinci Hareketi, bir bütün olarak zamanla mevcut sınırları aşarak, siyahî ve yerli
aktivistleri bünyesine katar.
Biko’nun arkadaşları
Malusi ve Thoko Mpumlwana’nın aktardığına göre, “Siyah bilinci hareketinin
amacı, beyaz olmayan insanları siyahların olduğu düşünülen bir sosyo-politik
blok içerisinde bir araya getirmekti.”[4] Bu sayede hareket, sadece siyahların
örgütlenmesine katkı sunmakla kalmayacak, ayrıca beyaz olmayan ezilenlerin en
geniş koalisyonunu oluşturacaktı. Zira adil olmayan maddi koşulların çilesini
sadece Afrikalılar çekmiyordu. Hareketin oluşturduğu siyah dayanışma hareketi
kendisini Panafrika Kongresi’nden ve Afrika Ulusal Kongresi’nden ayrıştırdı.
SASO büyüdükçe eğitimli
üniversiteli gençlerin dışına taşıp siyahları bütünüyle kucaklamaya başladı. Bu
süreci besleyen pratik bakış açısına sıradan Afrikalıların ihtiyaçlarına
odaklanan, benzer örgütlerin düştüğü, toplumla bağı olmayan soğuk tavırla
ilgili tuzaktan uzak duran bir dil eşlik etti. Bu girilen yolun sonunda, 1972’de
Siyah Halkın Kongresi meydana getirildi. Beyazları dışlayan bu örgüt, siyah
bilincini ana felsefesi olarak benimsedi.
Siyah bilinci, siyah
olmanın erdemlerini tüm tarihsel ve kültürel yönleriyle yücelten bir yaklaşım
içine girdi. Bu amaç doğrultusunda hareket, siyah toplumunun yüzlerce yıllık
zulmün, köleliğin ve teslimiyetin kalıntılarından kurtulması gerektiğini
söyledi. Bu türden bir psikolojik kurtuluş süreci, ancak siyahlar eliyle
işletilebilirdi.
Böylelikle Siyah Bilinç
Hareketi, farklı ırklara mensup insanları kucaklayan mücadeleye dair büyük
umutlar besleyen Nelson Mandela’nın uzlaşmacı çizgisinden uzaklaştı. Biko’nun siyahların
toplumsal ve ekonomik açıdan güçlendirilmelerini ve bağımsızlığını esas alan Siyah
Toplulukları Programı’na katılması ile hareketin ulaştığı kitle de genişledi.
Bu program kapsamında sağlık
merkezleri kuruldu, çeşitli yayınlar basıldı, politik tutsakların ailelerine
destek verildi, okullar ve kreşler inşa edildi. Tüm bu adımlarda amaç,
siyahların hem maddi refahını hem de özgüvenlerini artırmaktı. Bu çalışmalara
kısmen yön verense bireyin zihinsel kurtuluşunun koşullar değiştirilmeden
mümkün olmadığına dair kanaatti.
Biko’nun kurduğu Siyah
Bilinci Hareketi bünyesinde üç örgüt bir araya geldi: SASO politik yönü tayin eden
radikal öğrenci örgütüydü; Siyah Halkın Kongresi (BPC) insanları bir araya
getiren ana yapıydı; Siyah Toplulukları Programı ise insanlara sosyal yardım
sunan kuruluştu.
Bu bütünlükçü yaklaşım,
Biko’nun topluma ve sistemsel değişim ihtiyacına dair anlayışını
yansıtmaktaydı. Özgürlük gibi bir niyet varsa sistemin değişmesi gerekliydi.
Avrupalı bir gazeteciyle eşitlikçi topluma dair görüşleri konusunda yaptığı
söyleşide Biko, Siyah Halkın Kongresi’nin yürüdüğü yolun anlamlı bir değişimle
ilgili olduğunu, bu anlamda ekonomide yürünen yolun ve ekonomi politikalarının
yeniden oluşturulması gerektiğini, servetin yeniden dağıtılmasının şart
olduğunu söyledi.[5]
Kendi yoldaşlarına ise şu
uyarıyı yapıyordu:
“Eğer sadece yönetim kademelerindeki yüzleri
değiştirmekle yetinirsek, siyahlar yoksul olmaya gene devam edecek, siz de bir
avuç siyahın burjuvalaştığına tanık olacaksınız.”
Siyah Bilinci hareketinin
yol açtığı etki, ırk ayrımcısı müesses nizamın sinirlerini bozdu. Bunun üzerine
yetmişlerin ilk yarısında hareketin üyelerine yönelik saldırılar
gerçekleştirildi. Hareketin liderleri tutuklandı. İlk başta Biko, doğduğu kasabadan
çıkamaz hâle geldi. Yetmişlerin ortasında ise Siyah Halkın Kongresi ile
çalışmalar yürütmesine yasak getirildi. Bu süreçte hareket, nüfuz alanını iyice
genişletti. Siyahlar arasında militanlık düzeyinin iyiden iyiye artması ile
birlikte süreç başka bir yöne evrildi. 1976’daki Soweto Ayaklanması, bu sürecin
en somut ve en net ifadesiydi.
Gösterilerin ilk kıvılcımını
1974 tarihli Afrikanca Eğitim Kararnamesi çaktı. Buna göre okullarda Afrikanca
eğitim zorunlu hâle getirildi. Bu karara yönelik isyan, Siyah Bilinci Hareketi’ne
bağlı gençlerin bilinçlenmesiyle ve kararlılığıyla alakalı bir gelişmeydi. Gençler,
kendi tarihlerini ve kimliklerini talep ediyorlardı.
Biko’nun ölümü, devletin
artan saldırılarının ardından geldi. Ölene dek politik örgütlü kimliğini terk
etmeyen Biko, kurtuluş hareketinin hız kazandığını görüyordu. 1976’taki
Terörizm Kanunu uyarınca tutuklanıp hapse atıldı. Kısa bir süre sonra çıksa da
tekrar hapse girdi. 18 Ağustos 1977’de bir yoldaşıyla seyahat ederken polisin
yola kurduğu barikatın önünde durduruldu. Polis Biko’yu tanımadı. Biko’nun
arkadaşı Peter Jones, kimliğini göstermeyi reddetti. Arkadaşının başının dertte
olduğunu gören Biko, arkadaşının önüne geçip polise kendi kimliğini gösterdi.
Bunun üzerine polis, Biko ve Jones’u iki ayrı karakola götürdü. Jones,
gösterdiği cesaret karşısında dayak ve işkenceyle yüzleşirken, Biko’nun
ödeyeceği bedel daha ağır olacaktı.
Karakolda çırılçıplak
soyulup fena hâlde dayak yiyen Biko, 6 Eylül’de beyin kanaması geçirdi. Durumunun
kötüleşmesine rağmen günlerce hapiste tutuldu. Epey bir zaman sonra elleri
kelepçeli ve çıplak bir hâlde yüz kilometre ötedeki hastaneye götürüldü. 12
Eylül 1977’de Pretoria’daki hücresinde vefat etti.
Irk ayrımcısı hükümet,
Biko’nun başına gelenlerle ilgili haberleri gizlemek için uğraştı. Devletin elinde
acımasızca katledilmesi, tüm dünyada yankı buldu ve özgürlük mücadelesinin
ateşini harladı.
Özgürlük için dövüşerek
ölenler, gerçekte ölü değil şehittirler. Bu, ölümü romantikleştirmek değil,
ölenlerin hayatlarını yüceltmek demektir. Sonuçta devletler, kişileri
öldürebilirler ama onların fikirlerinin başkalarının hayatları üzerinde
bıraktıkları etkiyi yok edemezler.
Sonrasında Biko’nun temsil
ettiği Siyah Bilinci Hareketi, yoluna devam etti ve Güney Afrika’da ırk
ayrımcılığına yaslanan yapıyı yıktı. Bu, Stephen Bantu Biko’nun sonsuza dek
hatırlanmasını sağlayacak, sömürgeciliğe ve ırkçılığa karşı alınmış bir
zaferdi.
Biko, Siyah Halkın
Kongresi’ni, Afrika Ulusal Kongresi’ni ve Panafrika Kongresi’ni birleştirmeyi
umut ediyordu. Bu umut, yazılarının toplandığı İstediğimi Yazıyorum isimli çalışmada karşımıza en fazla çıkan
şeydi.
Onun inancına göre
birleşik bir cephe kurulduğu takdirde, ırk ayrımcılığına karşı en sağlam ve en
güçlü itiraz gerçekleştirilebilecekti. Mandela’nın iddiasına göre o dönem
Afrika Ulusal Kongresi’nin lideri olan Oliver Tambo ile bir toplantı
ayarlanmıştı ve o toplantıda Biko’nun önerisi ele alınacaktı. Ama o günlerde Biko
katledildi.
Bu üç yapının ırk
ayrımcılığına karşı bir araya gelme ihtimali ırk ayrımcısı hükümeti alarma
geçirdi. Mandela tam da bu sebeple, “ırk ayrımcılığının yaşaması için Biko
ölmeliydi” dedi. Biko, tek başına ırk ayrımcısı devlete denk bir güce sahipti. Dolayısıyla
onun öldürülmesiyle, şehit olmasıyla, söz konusu eylemi gerçekleştirmiş olan
devlet, politik yıkıma doğru sürüklendi.
Hişam
Zekai
[Kaynak: The Palgrave
Encyclopedia of Imperialism & Anti-imperialism, Yayına Hazırlayanlar:
Immanuel Ness ve Zak Cope, Cilt I, Palgrave Macmillan, 2016, s. 25-28.]
Dipnotlar
[1] X. Mangcu, Biko: A Life, 2004 (Londra: I.B. Tauris & Co. Ltd.), s. II.
[2] Steve Biko, “Our
Strategy for Liberation”, A. Stubbs (ed.), I
Write What I Like: Steve Biko. A Selection of his Writings içinde (Oxford:
Heinemann), s. 143.
[3] Marcus Garvey, 1 October Speech by Marcus Garvey, R. A. Hill (ed.) The Marcus Garvey and Universal Negro Improvement Association Papers, Cilt III, Kasım 1927-Ağustos 1940
(Berkeley and Los Angeles, CA: University of California Press), 1990, s. 791.
[4] Steve Biko, a.g.e., s. xxvi.
[5] Steve Biko, a.g.e., s. 149.
13 Aralık 2021
Fransız Komünist Partisi
Fransız
Komünist Partisi, diğer Avrupa komünist partileriyle aynı rahimden doğdu.
Savaşın son yıllarında sosyalizmin ve sendikalizmin bağrında şekil aldı.
Sosyalist Parti’den ve Genel İşçi Konfederasyonu’ndan memnun olmayan,
sosyalizmin “kutsal birliğe” bağlılığını, savaşa sunduğu desteği eleştirmeye
cüret edenler, hareketin ilk hücrelerini oluşturdular. Öncüler arasında az
sayıda ismi bilinen militan bulunuyordu. Bu ufak ama dinamik ve militan olan
azınlık grup, Zimmerwald ve Kienthal konferanslarına katıldı, yeni devrimci
Enternasyonal’in taslağı bu grup eliyle oluşturuldu.
Hareketin
arkasındaki itkiyi ise Rus devrimi sağladı. Loriot, Monatte gibi Sosyalist
Parti ve Genel İşçi Konfederasyonu üyesi kimi isimler bir araya geldiler.
Üçüncü Enternasyonal’in kurulmasıyla birlikte Fransız devrimcilerinin
temsilcileri olarak Guilbeaux Sadoul’un öne çıktığı süreçte, Monatte ve
Loriot’un başını çektiği hizip, Sosyalist Parti içerisinde Moskova’ya bağlanma
meselesini tartışmaya açtı.
1920’de
Strazburg’da düzenlenen kongrede komünist eğilim çok sayıda oy aldı. Her şeyden
önemlisi bu hareket, başını Cachin ve Frossard’ın çektiği merkezci eğilimden
ciddi bir destek aldı ve parti içerisinde önemli bir güç hâline geldi.
Tartışma, bu kongreyle sona ermedi. Cachin ve Frossard Moskova’ya gitti. Burada
devrime tümüyle bağlandı. Bu dönüşümle birlikte, bir önceki kongreden on ay
sonra toplanan Tours Kongresi’nde Sosyalist Parti’nin çoğunluğu, Üçüncü
Enternasyonal’e bağlılığını ilân etti.
Bu
noktada, rüzgârın komünist hareketten yana estiği koşullarda parti bölündü.
Sosyalistler, partinin eski ismine sahip çıktılar. Vekillerin önemli bir kısmı
da onlardan yana durdu. Komünistlerse devrimci geleneğin mirasını ve L'Humanité
gazetesini sahiplendiler.
Ne
var ki Tours’daki ayrışma, partiyi reformist/devrimci veya başka bir ifadeyle,
sosyalist/komünist diye açık ve net bir biçimde tanımlanmış homojen iki gruba
ayrıştırmadı. Sosyalist Parti’nin devrimci aklı ve ruhu yeni komünist partisine
geçti. Birçok militan, demokrasiye fazlasıyla bağlı olduğu için komünist
hareketle sadece duygusal ve düşünsel bir bağ kurabildi. Savaş öncesi dönemin
sosyalizm okulunda eğitim görmüş olan bu isimler, Bolşevik yönteme kendilerini
adapte edemediler. Ruhen fazla eleştirel, fazla akılcı ve fazla çocuksu olan bu
militanlar, Bolşevizmi dinî ve mistik düzlemde yücelten görüşü benimsemediler.
Onların çalışmaları, vardıkları hükümler, biraz şüphe yüklüydü ve Üçüncü
Enternasyonal’in genel ruh hâliyle asla örtüşmüyordu. Bu karşıtlık ve
uyumsuzluk krize yol açtı. Reformist bir kökene ve psikolojiye sahip unsurlar
ya içerilecek ya da dışlanacaktı. Bunların varlığı, genç partinin hareketini
ketliyor, partiyi felç ediyordu.
Sosyalist
Parti’deki bölünmenin ardından Genel İşçi Konfederasyonu da bölündü. George
Sorel’in fikirlerinden beslenen devrimci sendikalizm, savaş öncesinde
proletaryanın devrimci ve sınıfçı ruhunu diriltmiş ama bu ruh süreç içerisinde
reformist ve parlamentarist pratik eliyle dinginleştirilmişti. Savaştan beri
konfederasyona bu ruh hâkimdi. Konfederasyon, savaş süresince Sosyalist Parti
ne yaptıysa onu yaptı.
Sonuçta
savaş sona erdiğinde sosyalizm krize girince sendikacılık da krize girdi. Genel
İşçi Konfederasyonu’nun bir kısmı sosyalist hareketi, diğer kısmı komünist
hareketi destekledi. Proleter mücadelenin bu yeni aşamasında devrimci ve
sınıfçı ruhu, Üçüncü Enternasyonal’e bağlı fırkalar temsil ettiler.
Devrimci
sendikacılığın birçok teorisyeni de bu gerçeği kabul etti. Sosyalizmin
reformizm eliyle yozlaştığı süreci ağır bir dille eleştiren bir isim olarak
Sorel, Bolşeviklerin sınıfsal yöntemine destek sundu, ama Lenin’in kitaba bağlı
bir Marksist olarak görülemeyeceğini söyleyen kimi sosyalistler, Lenin’in
kişiliğinin Sorel’in etkisi altında olduğunu iddia ettiler.
Genel
İşçi Konfederasyonu, sendikalar devrim yolu ile reform yolu arasında bir seçim
yapmak zorunda kaldıkları için bölündü. Mücadele dâhilinde devrimci sendikalizm
yerini komünist harekete bıraktı. Ekonomi sahasından politika sahasına taşınan
mücadelenin, kaçınılmaz olarak heterojen bir bileşime sahip olan sendikalar
eliyle yürütülmesi imkânsızdı. Mücadele, neticede homojen bir nitelik arz eden
bir parti tarafından verilmeliydi.
Teoride
değilse bile pratikte iki eğilime de mensup sendikalar bu zorunluluk karşısında
boyun eğdiler. Eski konfederasyon Sosyalist Parti siyasetine, yeni
konfederasyon (Birleşik Genel İşçi Konfederasyonu –CGTU) Komünist Partisi
siyasetine bağlandı. Ama aynı zamanda sendika sahasında kutuplaşma ve tasnif
süreci yavaş işleyen, zahmetli bir dizi çalışma üzerinden somutlandı. Yaşanan
kopuş ortadaki meseleyi çözüme kavuşturmadı, onu sadece gündeme getirmeye
yaradı.
Bu
sebeplere bağlı olarak Fransız komünistlerinin Bolşevikleşme süreci,
gözyaşlarının dökülmesine sebep olacak bir dizi tasfiyenin devreye sokulmasına
neden oldu. Bu adımı atmaya kararlı olan Üçüncü Enternasyonal, en radikal
araçlarını devreye soktu. Örneğin Komintern, Hür Masonluk’la arasındaki tüm
bağları kopartmaya karar verdi. Savaş öncesi dönemde laiklik mücadelesi
dâhilinde radikal tutumları desteklemiş olan eski Sosyalist Parti, zamanla
mason locaları içerisinde radikal burjuvaziyle bağ kurmuş, ona teslim olmuştu.
Esasen
hür masonluk, radikal hareketle sosyalist hareket arasında var olan, kendisini
kısmen gizleyen bağdı. Sosyalist Parti içerisindeki bölünmeyle birlikte hür
masonluğun etkisi Komünist Partisi’ne miras kaldı. Aradaki bağ, varlığını
sürdürdü. Kamusal alanda reformizmin her biçimine karşı mücadele eden birçok
komünist, militan mason localarında her türden radikal isimle, burjuva
siyasetçisiyle kardeş olmuştu.
Neticede
devrimci siyasetle reformist siyaset, hâlen daha birbirine bağlıydı. Üçüncü
Enternasyonal, işte bu bağı kesmek istedi. Alınan karara karşı çıkan
reformistler kazan kaldırdılar. 1920’de Moskova’ya gitmiş olan Frossard,
Komintern’in kendisinden gücünün yetmeyeceği bir şeyi istediğini düşünüyordu.
Bu noktada genel sekreterlik görevinden istifa ettiğine dair bir mektup kaleme
aldı. O aşamada parti bölündü. Frossard, Lafont, Meric, Paul Louis ve diğer
önde gelen unsurlar, maceralı ve insanı bitap düşüren bir sürecin ardından,
ileride Sosyalist Parti’ye yeniden katılacak olan özerk bir grup meydana
getirdiler.
Bu
kopuşlar, partiyi ve köklerini pek zayıflatmadı. Aksine, Mayıs seçimleri,
komünistlerin kitle tabanlarının genişlediğini ortaya koydu. Komünistlerin
listesi, dokuz yüz bin oy aldı. Bunun sonuncunda meclise yirmi altı komünist
vekil sokuldu. Ulusal Blok ve Sol Blok karşısında önemli bir adım atılmış oldu.
Bazı isimleri yitirmesine rağmen parti, homojenleşti. Bolşevikleşme süreci
başarıyla sonuçlandı.
Ama
tüm bu gelişmeler, Fransa’da komünist ayaklanmanın eli kulağında olduğunu, pek
yakında gerçekleşeceğini anlatan olgular değillerdi. “Komünizm tehlikesi”,
hareketi dışsallaştırmak için başvurulan bir ifadeydi ve hâlen daha
kullanılıyordu.
Her
şeyin ötesinde devrim, sabit bir olgu olarak ele alınamaz. Devrim, darbe
değildir. O, çok katmanlı bir çalışmadır. Devrim, tarihin eseridir.
Komünistler, bu gerçeği gayet iyi bilirler. Onlar, günlerini yanılsamalarla
geçiremezler.
Fransız
Komünist Partisi, bugün iktidarı almak için hızlı ve yepyeni bir atak peşinde
değil. Parti, işçi kitlelerini ve destekçilerini programına örgütlemeye
çalışıyor. Küçük burjuvazi içerisinde propaganda yürütmek için adımlar atıyor.
Bu çalışma dâhilinde kendi misyoner birliklerini oluşturuyor, sahaya sürüyor.
Her gün L’Humanité gazetesinin iki yüz bin nüshası, partinin sözünü tüm
Fransa’ya ulaştırıyor. Karadeniz’deki isyankâr geminin denizcileri olarak
Marcel Cachin, Jacques Doriot, Jean Renaud, André Berthon, Paul Vaillant
Couturier ve André Marty, bugün mecliste çalışma yürütüyor.
Parti
arınıyor. Hedefine odaklanıyor. Komünistlerin lügatinde “parlamenter” kelimesi
klasik mânâda kullanılmıyor. Komünist parlamenterler müzakere yürütmüyorlar.
Meclis, onlar için ajitasyon yapmak, eleştiri yöneltmek için kullanılacak bir
kürsü.
José Carlos Mariátegui
1925
Kaynak
08 Aralık 2021
Birinci İntifada
Filistin halkının büyük ayaklanmasının, İntifada’nın
35. yıldönümü. Aralık 1987’deki intifada üzerinden Samidun Filistinli Tutsaklar
Dayanışma Ağı, bugüne dek süren mücadelenin, direnişin ve devrimin canlı
hatırasını ve mirasını diri tutuyor, onurlandırıyor, yüceltiyor.
Gazze’deki Cebeliye mülteci kampında İsrail işgal ordusuna
ait bir askerî cemseden açılan ateş sonucu dört Filistinli işçinin öldürülmesi sonrası
Filistinliler, 8 Aralık 1987 günü sokaklara döküldüler. Halk, kendi hareketini
meydana getirdi, kolektiflerini ve kurumlarını oluşturdu, Ayaklanmanın Birleşik
Ulusal Liderliği’ne ait mesajlar üzerinden birleşti, İsrail’i boykot etti ve
halk mücadelesiyle kolektif direnişin tüm unsurlarını pratiğe döktü. İntifada
sürecine öncülük etme noktasında kadınlar, gençler ve işçiler kritik bir rol
oynadılar, her köyde, kasabada ve şehirde sömürgeciliğe karşı direnişten neşet
edecek devrimci toplum için ortaya konulacak tüm çalışmaları yürütmek adına
komiteler örgütlediler.
İntifada, sadece Filistin’deki Filistinlileri
değil, sürgündeki ve diasporadaki Filistinlileri de birleştirdi. Birçok yönden
İntifada, Lübnan kamplarındaki kuşatmayı kırdı, dünya genelinde Filistinli
toplulukların örgütlenmesi sürecini tetikledi, aynı zamanda Filistinlilerle
dayanışma çalışmalarının örgütlenmesine dönük adımların hızla artmasını
sağladı.
Doğal olarak İntifada, büyük bir baskı ile
karşılaştı: insanlar, toplu hâlde hapse atıldılar, ağır işkencelerden ve sorgu
süreçlerinden geçtiler, Rabin’in o herkesçe bilinen “kemik kırma” politikasına
maruz kaldılar. İşgal güçleri, İntifada süresince yüz binlerce Filistinliyi gözaltına
aldı, hapse attı, 120.000’den fazla insan yaralandı, yüzlercesi katledildi.
Filistinli tutsaklar, direnişlerine ve başkaldırılarına demir parmaklıklar ardında
devam ettiler, bağrından birçok parlak genç örgütçüyü çıkartacak olan “devrim
okulları”nı kurdular, bu okulların temellerini sağlamlaştırdılar.
İntifada, Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku
devletlerinin yıkılışından, tek kutuplu dünyaya hâkim olan ABD emperyalizminin
yol açtığı tehdide, oradan birinci Irak Savaşı’na ve Arapların özyönetim
pratiklerine yönelik saldırılara dek birçok uluslararası gelişmeye rağmen devam
etti. Maalesef bu süreçte İntifada, birilerinin malı hâline geldi. Filistin
halkının fedakârlıkları ve başarıları, ABD emperyalizmi ile gerici Arap rejimleriyle
ittifak hâlinde olan Filistinli yönetici sınıf tarafından gasp edildi. Bu süreçte
yüzler önce Madrid Konferansı’na sonra da Oslo Anlaşması sürecine çevrildi. Böylelikle
Filistin halkının devrimci arzuları, Siyonist sömürgeciliğin yanı başında basit
bir özyönetim projesine dönüştürülmeye çalışıldı.
Oslo Anlaşması, İntifada’ya son vermiş gibi
görünse de Filistinlilerin devrimci vizyonuna halel getiremedi. İntifada,
bugün Filistin mücadelesinin neden alternatif bir yola, topyekûn kurtuluş ve
geri dönüş vizyonu ile uyumlu bir yola ihtiyacı olduğunu ortaya koyuyor. Zira bugün
Filistin davası, bir kez daha tasfiye edilmeye çalışılıyor.
İntifada’nın sunduğu vizyon, hiçbir vakit mağlup
olmadı, engellenemedi, ezilemedi. Bu vizyon, onlarca yıldır olduğu gibi her bir
ayaklanmada yaşamaya devam ediyor. Filistin’de, mülteci kamplarında, sürgünde
ve diasporada, dünyanın her bir şehrinde, her adalet mücadelesinde Filistin
bayrağı, devrim umudu, devrim arzusu ve özgür bir gelecek vizyonu olarak, bir çiçek
misali karşımıza çıkıyor.
Hâlen daha devam eden İntifada’nın 35.
yıldönümünde, özgürlük için dövüşen, kendisini feda eden insanlar huzurunda
Samidoun Filistinli Tutsaklar Dayanışma Ağı, nehirden denize tüm ülke
kurtulana, geri dönüş gerçekleşene dek mücadeleyi sürdüreceğine söz veriyor.
Samidoun
Kaynak
07 Aralık 2021
Fransız Sosyalizmi
On
dokuzuncu yüzyılın sonuna doğru Fransa’da sosyalizm, farklı okullara ve
örgütlere ayrıştı. Başını Guesde ve Lafargue’un çektiği İşçi Partisi, resmi
planda Marksizmi ve onun sınıfsal taktiklerini temsil eden yegâne yapıydı.
Blankizm hareketi içinden çıkmış olan Sosyalist Devrimci Parti, bünyesinde
Komün’ün devrimci geleneğini kendi bünyesinde cisimleştirdi. Hareketin en
önemli ismi, Vaillant’dı. Bağımsızlar ise işçi sınıfından ziyade aydın cenahı
içerisinde örgütlenmişlerdi. Hareket, sosyalizme ilgi duyan birçok insanı saflarına
kattı. Viviani ve Jaurès gibi isimler, bu grup içerisinde faaliyet yürüttüler.
1898’de
İşçi Partisi, farklı sosyalist örgütlerle yakınlaşma süreci içine girdi. Bu
düzlemde anlaşmanın ve ittifakın zemini belirlendi. Başka ülkelerde sosyalist
teorinin ve pratiğin netleştirilmesi süreci Fransa’da işledi, ama burada
anarşizme meyilli sektlerin, tarikatların tasfiyesine ihtiyaç duyuldu.
Fransa’da
görünürde dokuz ayrı eğilim varsa da aslında iki eğilim söz konusuydu: Sınıfçı
eğilim ve işbirlikçi eğilim. Son tahlilde bu iki eğilim, uzlaşmaya varmak
amacıyla birbirlerinin sınırlarını belirleme ihtiyacı duydu. Sınıfçı veya
devrimci eğilime göre mesele, devrimin uzak bir hedef olduğu gerçeğinin
görülmesi ve sınıf mücadelesinin en ılımlı tezahürlerine indirgenmesiydi. Diğer
yandan işbirlikçi eğilimse işbirliğinin sosyalistlerin burjuva meclisine
girişleri anlamına gelmediğini kabul etmek zorunda kaldı. Sosyalist hareketin
yol açacağı kutuplaşma evresine ulaşana dek bu netlik, yürünecek yolun
görülmesi için kâfi idi.
Ama
sonra somuttaki bu uyumsuzluğu artıran bir olay yaşandı. Sosyalist örgütlerden
birine bağlı bir isim olarak Millerand, Waldeck Rousseau’nun radikal
hükümetinde bulunması yönünde yapılan teklifi kabul etti. Devrimci eğilim,
Millerand’ın özür dilemesini ve ileride sosyalistlerin bakanlıkta yer
almamasını talep etti. Açıktan Millerand’da destek sunmayan işbirlikçi eğilim,
eski tezini yeniden gündeme getirdi ve belirli koşullarda bakanlıkta bir koltuk
sahibi olma fikrine destek sundu. Kısa bir süre sora Millerand’ın yolundan
giden Briand, bakanlık konusunda yeni bir maceraya atılmak istediği için,
kapıları kapatmamak adına, hamle yapma ihtiyacı duydu. Öte yandan Fransa’da
süreç içerisinde yaşanan ilerleme dâhilinde sosyalist hareket, sadeleşti. Artık
dokuz ayrı eğilimden değil, iki eğilimden söz edilmekteydi.
Birlik,
1904 yılında gerçekleşti. Aynı yılın Ağustos ayı içerisinde bakanlıkta görev
alma meselesi, Enternasyonal’in Amsterdam kongresinde incelemeye tabi tutuldu
ve konuda bir hükme varıldı. Söz konusu kongre, işbirlikçilerin tezini redde
tabi tuttu. O ana dek ilgili tezi samimiyetle savunmuş olan Jaurès, sorumluluk
ve görev bilinci gereği disipline uydu ve Enternasyonal’de oylamaya tabi
tutulan karara göre hareket etti. Amsterdam’da alınan kararın sonucunda
Jaurès’in başını çektiği akım ile Guesde ve Vaillant’ın liderliğini yaptığı
akım arasında varılacak anlaşmanın ilkeleri, müteakip süreçte yürütülen
müzakereler dâhilinde belirlendi. Örgütler arası kaynaşma ise Nisan 1905’teki
Paris Kongresi’nde kabul edilip onaylandı. Ertesi yıl Briand’dan kurtulmuş olan
Sosyalist Parti, bir süreliğine burjuva siyasetinde önemli bir çekim merkezi
olarak varlığını sürdürdü ve kabinede belirli görevlerde söz sahibi oldu.
Neticede
birlik sürecinin doğurduğu parti, devrimci bir yoldan ilerlemedi. Birlik,
esasen Fransız sosyalizmindeki iki akım arasında gerçekleşen uzlaşmanın ve
tavizlerin bir sonucuydu. İşbirlikçi hareket, Üçüncü Cumhuriyet hükümetine
doğrudan dâhil olunması fikrinden vazgeçti. Öte yandan sınıfçı akımın kendisini
yutmasına izin vermedi. Hatta eskiye nazaran daha fazla uzlaşmaz bir örgüt
hâline geldi.
Batı’daki
diğer demokrasilerde olduğu gibi Fransa’da da sosyalizmin devrimci ruhu,
parlamento çalışmaları dâhilinde zayıfladı ve ketlendi. Sosyalizme verilen
oylar arttıkça mecliste alınan kararlarda sahip olunan ağırlık da arttı.
Sosyalist Parti, burjuva siyasetinin iç çelişkileri ve çatışmaları dâhilinde
belirli bir rol oynadı. Parlamento sahasında burjuvazinin en gelişkin
partileriyle işbirliği siyaseti güttü. Jaurès, güçlü bir sima olarak yaptığı o
nazik konuşmaları ile söz konusu işbirliği siyasetine idealizmin mührünü vurdu.
Batı Avrupa’daki diğer sosyalist partiler gibi Sosyalist Parti de ilgili
siyasete devrimci bir anlam kazandıramadı.
Zamanla
Fransa’da devrimci ruh, sendikalizme huruç etti. Devrimin en önemli ideologu,
Sosyalist Parti’nin yazarları arasından veya yayınları içerisinden çıkmadı. O
ideolog, sosyalizmin parlamentarizm ile yozlaşmasını eleştiren, devrimci
sendikalizmi yaratıp ona öncülük eden Goerge Sorel’den başkası değildi.
1905-1914
arası dönemde Fransız Sosyalist Partisi, seçim ve parlamento sahasında faaliyet
yürüttü. Bu çalışmalar dâhilinde parti üye sayısını arttırdı, daha fazla insanı
örgütledi. Küçük burjuvazinin belirli bir kısmını kendisine çekti. Birçok
aydını saflarına kattı. İlkelerini onlara öğretti.
1914
seçimlerinde parti bir milyon yüz bin oy aldı. Meclise üç vekil soktu. Savaşın
patlak vermesi ile partideki bu büyüme süreci sekteye uğradı. Avrupa sosyal
demokrasisindeki hümanist ve barış yanlısı tutum karşısında savaş olgusunun o
dinamik ve zalim gerçekliğini buldu. Seferberlik sürecinin başladığı dönemde
Jaurès’in ölümü partiye ciddi zarar verdi. Büyük liderinin kaybıyla ümitsizliğe
kapılan parti, fırtınaya saçlarını kaptırdı ve sürüklenmeye başladı. Fransız
sosyalistleri savaşa karşı koyamadılar. Barış için hazırlık yapma imkânı da
bulamadılar. Neticede hükümetle işbirliğine gitmek zorunda kaldılar. Guesde ve
Sembat bakan oldu.
Sosyalizmin
ve sendikal hareketin liderleri, kutsal birliğin siyasetini sürdürdüler. Bazı
sendikacılar ve devrimciler savaşa karşı çıktılar, yalnızlaştırıldılar,
katliama tek başlarına karşı koymaya çalıştılar.
Sosyalist
Parti ve Genel İşçi Konfederasyonu, olayların kendilerini belirli bir yöne
doğru sürüklemesine izin verdiler. Bazı Avrupalı sosyalistlerin Enternasyonal’i
yeniden inşa etme çabaları, Fransız sosyalistlerinden ve sendikalarından
gerekli desteği göremedi.
Sürpriz
bir biçimde imzalanan ateşkes, partiyi daha da zayıflattı. Savaş süresince
kendisinin belirlediği bir yoldan ilerlemeyen parti, burjuvazinin güdümüne
girdi ve onun sürüklediği yere gitti. Ama burjuvazi, zaferin politik sahada
getirdiği ganimeti Sosyalist Parti ile bölüşmedi. 1919 seçimlerinde, savaşın
yol açtığı devrimci kabarış hoşnutsuz ve hüsrana uğramış halk kitlelerini
sosyalizm safına doğru itmesine karşın, sosyalistler meclisteki koltuklarını da
yitirdiler, ülke genelinde ciddi oy kaybına uğradılar.
Ardından
parti bölündü. Parti ve sendika konfederasyonundaki bürokrasi devrimci
niteliğini yitirdi. Bu sebeple yeni Enternasyonal’e alınmadı. Savaşın yol
açtığı sersemlikten henüz çıkamamış olan gazetelerin yayın kurullarının,
yazarların, memurların ve avukatların devrimin genelkurmay kadrosu içerisinde
yer almaları mümkün değildi. Bu kesim, ister istemez, tehlikeden uzak, retoriği
esas alan, savaşın tüm o acımasızlığıyla yol açtığı fırtına ile kesintiye
uğrattığı demagojinin rahat ve kibirli dünyasına geri döndü.
Tüm
bu insanlar normalleştiler, devrimci duygularını yitirdiler. Buna karşın yeni
sosyalist kuşak yüzünü devrime çevirdi. Bu eğilim, kitlelerin desteğini aldı.
1920’deki Tours Kongresi’nde partinin büyük bir çoğunluğu “Komünist Partisi”
isminin alınması ile ilgili öneriden yana saf tuttu. “Sosyalist Parti” isminden
yana duranlarsa azınlıkta kaldılar. Eskiden olduğu gibi İşçi Enternasyonali
Fransız Seksiyonu olarak varlığını sürdürmek istediler.
Çoğunluk
ise Komünist Partisi’ni kurdu. Jaurés’in gazetesi L'Humanité komünist
partisinin yayın organı hâline geldi. Sosyalist partinin en önemli isimleri ve
vekilleri Sosyalist Parti içinde kaldı ve Leon Blum, Paul Boncour ve Jean
Longuet ile birlikte hareket etti.
Komünistler
kitleler, sosyalistler meclis içerisinde güçlü hâle geldiler.
Sonrasında
Avrupa’da yaşanan süreç ve olaylar eski sosyalizmin yeniden dirilmesine katkıda
bulundu. Devrimci dalga dindi. Proletaryanın saldırıya geçtiği dönem yerini
burjuvazinin saldırısına tanıklık eden döneme bıraktı. Kısa sürede dünya
devriminin gerçekleşeceğine dair umut yitip gitti. Eskiden olduğu gibi
kitleler, bu sefer de eskinin efendilerine inanmaya ve bağlılık duymaya
başladılar.
Ulusal
Blok hükümeti döneminde sosyalizm Fransa’da birçok destekçi kazandı. Eskiden
radikalizme yönelen insanlar ılımlı ve parlamentarist sosyalizme çevirdiler
yüzlerini. İşçi Enternasyonali Fransız Seksiyonu sosyalist radikallerle
birleşip Sol Blok’u meydana getirdi. Mayıs 1924 seçimlerinde bu blok 1919’da
yitirdiği vekilleri geri kazandı, hatta bunlara yenilerini ekledi.
Bir
süre sonra Sol Blok iktidar oldu. Sosyalistler, bunu kabinenin belirli bir
bölümünü ele geçirme fırsatı olarak değerlendiremediler. Henüz işbirlikçi
koalisyon karşıtı eğilimle ayrışmanın vakti değildi. Asıl önemli olan, Mayıs
seçimlerinde sosyalist seçmenlere sunduğu vaatlerini yerine getirdiği sürece
Herriot’ya destek sunmaktı.
Şubat
ayında Grenoble’da yapılan kongrede İşçi Enternasyonali Fransız Seksiyonu üyesi
sosyalistler radikallerle ilişkilerini gözden geçirdiler. Yapılan bir
toplantıda Longuet, Ziromsky ve Braque, programını uygulayamadığı için Éduard
Herriot’yu suçladı, ayrıca parlamentodaki sosyalist grubunu yumuşak bir siyaset
uyguladığı ve bakanlıktan feragat ettiği için azarladı. Bu üç sözcüsü üzerinden
sosyalistler, sınıfsal taktiklere bağlı kalma iradesini ortaya koydular. Ama
öte yandan Millerand ve Briand ile birlikte partiden kovulan ve bakanlık
koltuğuna oturmakla neticelenen işbirlikçi tutum Fransız sosyalizmi içerisinde
yeniden açığa çıktı. Bakanlık koltuklarının rahatlığını, kayıtsızlığını ve
sıcaklığını bilen ve bir dönem Marcel Sembat’nın yardımcılığını yapan Leon
Blum, işbirlikçi kesimin temsilcilerinden biraz daha sabır göstermelerini
istedi. Onlara bakan olmanın risk ve sorumluluk içermediğini anımsattı. Blum’a
göre sosyalistler, hükümete radikallerin işbirlikçisi olarak dâhil
olmamalılardı. Blum, esasen iktidarı tek başına ele alacakları koşulların
olgunlaşacağı ana dek beklemeleri gerektiğini düşünüyordu. O, Sol Blok
hükümetinin istim üzerinde olduğu dönemde Sosyalistlerin müttefiklerin elindeki
iktidarı alacak gücü elde edeceklerini ümit ediyordu.
Bu
ümitle hareket eden Sosyalist Parti, Grenoble’daki kongrede sol bloktan yana
olduğunu, gericiliğe ve Bolşevizme karşı durduğunu beyan etti. Böylece tüm
dürüstlüğüyle demokrasi yanlısı olduğunu söylemiş oldu.
José Carlos Mariátegui
1925
Kaynak