“Hoşunuza
gitmese de savaş size farz kılındı. Hem sizin hoşlanmadığınız bir şey sizin
için hayırlı, sizin hoşlandığınız bir şey de sizin için şerli olabilir. Allah
sizin bilmediklerinizi de bilir.”
[Kur’an-ı
Kerim, 2:216]
“Müslümanlar
için itaat gibi bir şey asla sözkonusu değil; onlar ne “teba”dırlar, ne
“güdümlü” (administrés); Avrupalıların anlama noktasında bütünüyle
hatalı oldukları konu, onlar için politikadan gayrı bir otoritenin
bulunmamasıdır.”[1]
[Karl
Marx]
I
Solun genel temayülü, Fransız devrimciliği ve
orada öğrendiği burjuva siyasetidir. Burada bir özne olarak oluşmak ve
kurulmak, teoride, ideolojide ve politikada burjuvaya öykünmeci bir tarz arz
eder. Bu açıdan “jakoben” olduğunu söyleyen sol özneler, Robespierre’in emekçi
mazlum kitlelere tiksintiyle baktığını bilmelidirler.[2]
Marksizm, burjuvazinin düşürdüğü devrim ve
ilerleme bayrağını yerden almayı değil, onun kosmosundan kopmayı ifade eder, bu
açıdan o, Robespierre’in tiksindiği baldırıçıplaklar geleneğine aittir.
Aynı durum, eleştiri mızraklarını diğer iki makro
dinle ortaklaşacak biçimde, salt putperestliğe ve cahiliye dönemine yönelten
İslam için de geçerlidir. Kurumsallaşarak özüne yabancılaşan Yahudilikten ve
Hristiyanlıktan kopuşu ifade eden İslam’ın yolundan gittiğini söyleyenler,
bugünün koşullarında Hristiyanlaşan veya Yahudileşen İslam’a karşı ol sebepten
çaresizdirler. Zira diğer iki dinin kendi içlerinde ve birbirleri arasında
yürüttüğü kavganın ana konusu her daim paganizm ve putperestliktir. Bu şekilde
İbrahimî gelenek düzleminde eşitlenerek sözkonusu gelenek içindeki devrim olma
niteliği bertaraf edilen “İslam”, ya kırılası bir “put” hâline gelir ya da
devrim öncesine dönük cehaletin genel adı olur.
Burjuvadan öğrenilen öznelik, eni sonu kendine
kapalı, kendinden menkul, su sızdırmaz, “kendine Müslüman” bir öznedir. Mesele
bu anlamda saf bir modernizm ve Aydınlanma eleştirisi yapmak değil, bunlara
referansla tanımlanmış küçüklü-büyüklü burjuva ve devletlû özneliklerin
parçalanmasıdır.
Marksizmin kopuşu ve sürekliliği, veridir. Mesele,
modernizme ve Aydınlanma’ya karşı yüce bir teori ve ideoloji olarak marksizmi
kurgulamak olamaz. Bu çaba, ilgili unsurların eleştiri silâhlarını ödünç alarak
ortaya konduğu sürece, yeniden modernizme ve Aydınlanma’ya bağlanacaktır.
Bu açıdan mesele, modernizmin ve Aydınlanma’nın da
dâhil olduğu teorik, ideolojik ve politik gerçeklik içinde, bunlara karşı bir
mücadeleyi, devlet ve burjuvazi bağlamında, süreklileştirmektir. Gerisi semada
hoş bir sedadır.
Kendisine özne olmayı öğreten okulu yakmak için
sol, gene o okulun eğitiminden faydalanamaz. Tüm yapıp ettikleri ile semada
gezinerek tepeden ahkâm kesmekle ancak zevahiri kurtarır. Eni sonu alt ve ara
sınıfsal katmanlar için üste sıçramanın, sınıf atlama hayalinin basit bir
trampleni olur.
Tarihsel süreçte İslamî hareket için de benzer bir
sorun vardır: o da orta sınıfların orta yolculuklarının, üçüncü yol
arayışlarının aracı hâline gelmiştir. Sosyalist hareket ile İslamî hareket,
bölgedeki kapitalist-burjuva gelişmenin tampon görevini görmüş, üst sınıfsal
katmanlara yükselmek isteyenlerin ortak politik-ideolojik zeminini teşkil
etmişlerdir. Her iki hareket de batının bölgeye yönelik hamlelerinde ya aklın
ve imanın uzlaştırılması çabası içinde olmuş ya da bunlar arasındaki var olduğu
düşünülen karşıtlığın bir tarafına kümelenmiştir; dolayısıyla bunlar, önsel
olarak, aklı ve imanı karşı karşıya getiren batı zihniyeti ve pratiğini kabul
etmişlerdir. Siyasî ve iktisadî karşılıklar olarak devlet veya burjuvazi
“karşıtlığı”, bu temelde her iki hareketin ortak mayası olmuştur. Sonuçta
pratikte ya devlet ya da burjuva ideolojisine biat edilmiştir. Modernizme ve
Aydınlanma’ya dönük biçimsel bir reddiye, onların ilkel biçimlerine bağlanmakla
sonuçlanmıştır. Modernizm bağlamında teslimiyet İslamî hareketin; Aydınlanma
bağlamında teslimiyet sol hareketin genel karakteridir. Bu anlamda sol ve
“İslam” birer mütemmim cüzdür. Karşıtların birliği ise en iyi, “şiddetsiz
siyaset ve ideoloji” olarak liberalizmde mümkündür.
Burjuva özneliğinin en güzel temsili ve timsali,
liberalizmdir. Birey bütünlüğünden bakıldığında, doğal olarak burjuvazinin
artık kurumsal politik, ideolojik ve teorik bir yapı arz ettiği momentte oluşan
genel politika alanına giriş vizesinin, burjuvazinin cevazından geçtiği fikri
de aynı ölçüde kurumsallaşır. Birey bütünlüğünün en mükemmel karşılığı olduğu
yalanına kanarak, burjuvaziye bir süre haset edilir, onun gibi olmak istenir,
bu hasedin sebep olduğu öfke egemen sınıf için örgütlenir.
Sol ve İslamî hareketin özneliği öğrendiği yer,
hâlâ ısrarla, liberalizmdir. Her iki kesimin ortaklaşma imkânı bulacağı yer de
burasıdır. Aklı ve vicdanı karşı karşıya getirenlerin bu işlemi reddedilmeden,
bir taraf akılcı, bir taraf vicdancı olmaya devam edecek, sözkonusu işlem her
seferinde egemenlerin aklına ve ruhuna biat ile sonuçlanacaktır.
Özellikle II. Dünya Savaşı travması ardından solun
içine düştüğü gayya kuyusu buradadır. Faşizmin önünde diz çökmüş “köle”
kitlelerin verili şiddetini etkisizleştirmek amacıyla Avrupa, o kitleleri
dağıtmak için gerekli silâhları gene burjuvazisinden ödünç almıştır. Sol, bu
noktada ikna yöntemine abanmış, teorisini, ideolojisini ve politikasını bireyi
birebir ikna etme üzerine kurmuş, bu gayretiyle ancak kitlesel basınçtan
kurtulmak isteyenleri kendi dünyasına örgütleyebilmiştir.
Oysa Marx’ın ifadesi ile: “ikna edecek birisini
aradığımızda verili durumun efendisini tanıyoruz demektir.” “Fethetmek”
kökünden gelen (Latince: comvincere)
“ikna” (convincing) sözcüğü, efendinin
fetih faaliyetinin başarılı olduğunu gösterir. Yani savaş sonrası burjuva
ideolojisi kitleleri bireylere bölmüş, bireyleri “kitlenin efendisi” olarak ele
geçirmiştir. Batılı anlamda solun, doğulu anlamda İslam’ın bu ikna gayreti için
kullanılması efendilere karşı mücadelenin askıya alındığını gösterir.
“Tevhid” ya da iktisadî-tarihî yasaların bütünlüğü
adına girişilen ikna gayreti, alttan, kitlelerin efendilerin verili bütünlüğüne
dönük bir isyanı olurken, üstten, başka türden bir teslimiyetin adı olmuştur.
“Tevhid” ve “üretici güçler” kimi zaman devleti, kimi zaman da burjuvaziyi
kutsamıştır. Her ikisinin de özgüllüğünün, tekilliğinin ve hukukunun tanınması
için çabalaması, liberalizm-muhafazakârlık sarmalına girilmesini getirmiştir.
Bu sarmalda olan, altta mücadele eden ve ayaklanan kitlelere olmuştur.
İkna için tekil bireylere seslenen, en fazla
onların ortaklaşmasına dair kimi ideolojik kurgular üreten pratik, liberalizmi
dipten derinden işletir. Birey üzerinden hesap yapan, rahat koltuğunda, bir think-tank
misali, ahkâm kesen kişi, en fazla kendisini muhafaza etmek için teori ve
pratikle ilişkileniyordur. Zira böylesi bir birey için her türlü olgu,
zararsızlaştığı ölçüde, onun dünyası içinde yer bulur. Burada ne hiyerarşi, ne
disiplin, ne de işbölümü mevcuttur. Dolayısıyla sorumluluk, hesap verme ve
hesap sorma gibi pratikler artık anlamsızdır. Her türlü gerilimin, çelişkinin
ve çatışmanın olmadığı ütopik alan olarak “birey”, bir ajan olarak, içe enjekte
edilir. Masonların simgesi Süleyman taşı misali ele avuca gelmeyen bu birey
kültü, solu ve İslamî düşünceyi her yönden vurur. Osmanlı’da mason localarında
palazlanan İttihatçılık ve oradan filizlenen “sol” ile Mısır’da (kısmen İran ve
Türkiye'de) gene aynı localarda konuşlanan İslamcılık[3], burjuva siyasasında
tekil kişileri ikna gayreti içinde olan bir tür orta sınıf siyaset
üretebilmiştir.
Politika alanı burjuvazinin tasallutu altındadır;
burjuvazi, politik alanın giriş kapısına ana kuralı da yazma hakkına sahiptir:
“Buraya sınıf, millet veya din olarak giremezsin, girişin ancak kendinden
menkul tekil-birey olarak mümkündür.”
Bu önerme, ikna çabası için solun diğer ideolojik yönelimlerle girdiği
rekabette kullandığı ana motifi içinde barındırır. İlgili alana giriş yapmak
için ödenen diyetler sonucu bahsi geçen dinamiklere (sınıfa, millete ve dine)
ait kişiler, mason locaları ve rotary kulüplerinin giriş kapısındakine benzer,
yukarıda zikredilen cümleye uyarak, gerçekliklerinden koparlar. Bu kişiler için
din de millet de sınıf da girişte yürütülecek pazarlık işlemi için bir
süreliğine gereklidir. Bundan gayrı bir anlamı ve değeri yoktur.
Bu noktada sözkonusu kişilerin dini, milleti ve
sınıfı hayatî olgular dâhilinde tanımladıklarına şahit olunur: artık din ölümle, milliyetçilik doğumla, sınıf
ise üretim ve bu açıdan doğum-ölüm arası (ömür) süreçle tanımlanır. Efendilerin
sürekli hâkimiyeti için hayat bu sayede bütünlenmiş olur. Onlara karşı öfke ile
yüklenen kitleler için din, millet ve sınıf özünden soyutlanır. Burjuvazinin
siyaset alanına giren kişiler ölümü, ömrü ve doğumu aşan ideolojik kurguları
ile kitleleri genel sömürü ve zulüm düzeninin içine akıtırlar. Solcuların
dindarlarla ve milliyetçilerle didişmesinin ana sebebi, esasta ideolojik bir
yarıştır. Onların, insanların ömürleri boyunca yaşadıkları gerilimlere tepeden
bakma imkânlarını ideolojik hap hâlinde satan bu kişilerin, ölümü ve doğumu
aşan kesimleri yanlarında istememeleri doğaldır.
Burjuvazinin yukarıda bahsi geçen, politika
alanının giriş kapısına astığı ana kuralı içselleştirip, politika alanına giriş
hakkı elde eden sol özneler ise içeride kurumsallaşırlar, yerleşikleşirler ve
onlar da örgütlerine giriş konusunda aynı minvalde başka bir kural belirleyip
büro kapılarına asarlar: “Seni devrimcileştiren ne varsa onları kapının
eşiğinde bırak.” Eşikte bırakılacak olanlar, tabiî ki, sınıfî, millî ve dinî
olan unsurlardır.
Burjuvaziyi görmeyen bir pratik, eni sonu
burjuvazinin pratiğidir. Devleti görmeyen bir pratik ise eni sonu devletin
pratiğidir. Politika alanının eşiğinde bırakılan, bu açıdan kimi özneler
şahsında, sömürüye karşı öfke ve mücadele; kimi zaman da zulme karşı öfke ve
mücadeledir.
II
İslam ile asla ve kat’a ilişki kurulamayacağını
söyleyen, bu söylemini de modernist, aydınlanmacı, ilerlemeci ve tabiî ki laik
bir düzlemden gerekçelendiren solun eleştirisi bu noktada bir yanda durmalıdır.
Ama sözkonusu eleştirinin de kolay olduğu hatırda tutulmalıdır. Zira zaten
ilişkinin imkânlılığı üzerinde duran özne için bu ilişkiyi imkânsız görenlerin
eleştirisi teorik bir veri niteliğindedir. İlişkisizliği teorize edenlerin
yaklaşımları fiiliyatta ölmüş, olmayacak bir gerçekliktir, bu açıdan eleştiriye
gelir bir tarafı da yoktur. Asıl eleştiriye tâbi tutulması gereken, ilişkinin
mümkün olduğunu söyleyen görüşler olmalıdır. İkinci taraf için kendi ölçüsünde
bitmiş, tamamlanmış bir “sol” ve karşısında da gene bitmiş, tamamlanmış bir
“İslam” vardır. Mesele sadece, aradaki kodları oluşturmak ve köprüleri
kurmaktır.
Sol ve İslam arasında kurulması öngörülen ilişkide
devreye sokulması muhtemel diplomatik üslup, aradaki gerilimleri, çatışmaları
bir biçimde askıya alma, halının altına süpürme yöntemine başvurur. İlgili
yöntem, solun “Müslüman”laşmasına, Müslüman’ın “solcu”laşmasına da izin
vermeyecektir ve en fazla, solcu olmanın rantını yiyenlerle, Müslüman olmanın
rantını yiyenleri, geçici politik hesaplar dâhilinde, bir sofrada biraraya
getirecektir. Tepeden halledilen bu ilişki, alttan alta, mücadelenin ve
mücadeleyi emreden koşulların zorlaması ile kaynaşan kitlelerde zuhur edecek
teorik, ideolojik ve politik imkânların ölmesini getirecektir. Bireyin kişisel,
öznel varoluş süreci dâhilinde doğuma, ölüme ve ömre ilişkin üst ideolojik
yalanları örgütleyen her türlü özne, bir biçimde yan yana gelebilir ama bu yan
yanalık esasta bir biçimde doğumu, ömrü ve ölümü tarihsel-toplumsal süreç
dâhilinde içeren mücadeleyi etkisizleştirir. Aynı zamanda dinî, millî ve sınıfî
mücadelelerin ortak maddesine karşı kitleleri körleştirir. Yani bahsi geçen
diplomatik üslup, esasta tepede konuşlanıp efendilerle pazarlık yürütenlerin
akan suları karıştırmamak için başvurdukları bir yoldur. Oysa sömürü ve zulüm
insanları ideolojilerine, kafalarının içindeki tespitlere göre ayrıştırmaz.
Ayrıştırdığını ve diğer kesimlerin görmezden gelinmesi gerektiğini söyleyenler,
efendilerle gizli bir pazarlık içindedirler. Onlar efendilerin sınıfî, millî ve
dinî kitleler içindeki “ajan”larıdırlar.
Bu anlamda, örnek olsun, bugün batıda, özellikle
İngiltere’de, troçkistler nezdinde, Müslümanlarla kurulan ilişki, istismarcı
bir ilişkidir. “Daha çok olan daha iyidir.” diyen Amerikanvari bir üslupla, kof
bir yığınsal kalabalık sevdalısı olan bu çevreler, Müslüman kalabalıkları kendi
ideolojik kurguları adına istismar etmek niyetindedirler. Bu, bir tür
“entrizm”dir, ajanlık faaliyetidir ve Müslüman kitle içinden adam çalma ya da
en azından onu pasifize etme amaçlıdır. Aynı amacın milliyetçi ve dinci
kesimler tarafından güdülmesi tesadüfî değildir. Bu unsurlar, işlerine geldiği
noktada düşman ya da dost olabilirler. Zira bu unsurlar, gerçek bir dost-düşman
ayrımının oluşması imkânını bastırmak için vardırlar. Efendilerin arabasına bu
tarz hava yastıkları her daim gereklidir.
Yekpare birer teorik, ideolojik ve politik
bütünlük olarak sol ve İslam’ın ilişkisinden söz edilemez. Solu düşünsel,
ahlâkî, hukukî ve hissî bir kurgu olarak anlayan bir kişinin, aynı minvalde
Müslüman olan kişiyle muhabbeti ya da husumeti esasta aynı şeydir. Mesele,
düşünsel tercih olarak solcu olanla, gene düşünsel bir tercih olarak Müslüman
olmuş kişinin yan yanalığı değildir. Mesele, iktisadî, coğrafî ve biyolojik
(bedenî) bir zorunluluk olarak maddî planda solcu olanla, Müslüman’ın iç içe
geçmesi ve ortak maddiyatta bunların tek düşmana karşı mücadele etmesidir.
Burada kilitlenilecek nokta, dinamiklerin temsilcileri nezdinde dile dökülen
söylemleri değil, somut sözsüz, maddî eylemleridir. Birkaç kelimenin yan yana
gelmesi, dost olması liberal ya da muhafazakâr bir zeminde mümkündür.
Sömürülen, mazlum kitlelerin kenetlenmesi ise tek gerçektir. Bu kenetlenmenin
ikna amaçlı üst bir ideolojik terennüme ihtiyacı yoktur.
Bu anlamda, “solcular Allah’sızdır” yaygarası
koparan bir mahalle imamı, esasta İslam’ın değil, devletten aldığı üç kuruşluk
maaşın emrini yerine getiriyordur. “Bunlar yobaz şeriatçı” diyen kişi, devrimin
değil, burjuvaziden aldığı üç kuruşluk bilginin emriyle hareket ediyordur.
İlkinin kafasının bir köşesinde burjuvazi tarafından iğfal edilmemiş bir
“devlet” fikri saklıdır, ikincisinde ise devlet tarafından bozulmamış, ilerici
bir “burjuvazi” konuşur. Oysa burjuva varsa devlet bozuktur; devlet varsa
burjuva asla “ilerici” olamaz. Bunlar arasında kâğıt üzerinde belirlenen
ayrımların gerçek hayatta karşılığı yoktur. İkisi de iç içedir ve birbirlerine
mecburdurlar. Devlet ve burjuvazi birlikteliği “millet” olarak kodlanabilecek
beli bir topluluk tahayyülü ile tanımlıdır. Kapitalist-emperyalist
ilişkilerdeki dönüşümler devlet ve burjuvazi bağlamında sözkonusu millet tahayyülünü
de dönüştürür. Burada artık iki “millet” vardır: biri egemenlerin “millet”i,
diğeri mazlum-sömürülen kitlelerin “millet”i.
Meselelere salt ideolojik yaklaşan, kendi
ideolojik dünyasını dış unsurlara karşı muhafaza etmek isteyen bir kişi, ister
solcu ister Müslüman olsun, politik devrimcilik açısından değer arz etmez. Bu
açıdan, tepedekilerin ideolojik anlamda sol ile İslam’ın ilişkisini negatif ya
da pozitif düzlemde kurma teşebbüsleri nafiledir. Aslolan, altta sömürüye ve
zulme karşı için için kaynayan kitlelerin ortaya koydukları sınıfî, millî ve
dinî tepkiler, bu tepkilerin teorik, ideolojik ve politik düzlemde
örgütlenmesidir. “Kelimeler yan yana gelirse, tek tek insanlar da yan yana
gelir.” anlayışı saçmalıktır. Mesele, yukarıda zikredilen alt kolektif
kaynaşmanın dinî, millî ve sınıfî anlamda örgütlenmesi ve muktedir olmasıdır,
kelimelerin ve kavramların değil.
Sömürü ve zulmü, teri ve kanı ayıranlar ve bunları
karşı karşıya getirenler, küçük burjuvalardır. Bu tip çevreler, Kürt’le (veya
Türk’le) ya da Müslüman’la en fazla zulüm dolayımı ile ilişki kurabilmekte,
sömürüden mustarip Müslümanları ve Kürtleri (ya da Türkleri) soyut birer “işçi”
olarak kendi dükkânlarına örgütlemek istemektedirler. Bu minvalde, sol ile
İslam’ın ilişkisi, ya sömürü ya da zulüm karşıtlığı üzerinden
tanımlanmaktadır. Böyle olunca, her dönem teorik, ideolojik ve politik anlamda
kendisini yeniden kuran İslam içinden sömürüye karşı geliştirilen olası
tepkiler ya hor görülmekte ya da hiç dikkate alınmamaktadır.
Doğumu aşmanın yolu olarak milliyetçilik, ölümü
aşmanın yolu olarak dincilik, ömrün sancılarından kurtulmanın yolu olarak
solculuk, aşma esprisi içinde, kardeştir ve bu küçük burjuvaların fikrî
kardeşliğidir. Birbirleri arasında, mülkiyet ve rekabet üzerinden süren kavga,
ortada, somut olarak yaşanan, mücadele tarihine eklemlenebilecek kitlesel,
maddî pratikleri ezmekte ya da istismar etmektedir.
Misal, Arapların emperyal kuvvetlerin çizmeleri
altında ezilmesini gören sol, Arapların ucuz işgücü olarak örgütlenmesine karşı
direniş olarak da görülebilecek İslamî mücadeleyi “milliyetçi, dinci” diye
elinin tersiyle itmektedir. Bu sola göre, sömürüye ya da zulme karşı ancak
kendisinin verdiği gibi mücadele verilebilir, zira tarihin yasaları sadece onu
tanımakta, sadece o, tarihin yasalarına vakıf olabilmektedir. Millî ve dinî
hareketlerin kendi öznelliğini göreceleştirmesine, kısmîleştirmesine ve
parçalamasına karşı direnç örgütleyen sol öznelerin aklına, “ilişki” denilince
salt “hâkimiyet ve manipülasyon” gelmektedir. Küçük burjuvaların ağzındaki
sınıfın özgüllüğü, mutlaklığı ve havada asılı, kendinden menkul bir olgu oluşu,
işçideki millî ve dinî direnişe ait unsurları kesip atmaktadır. Oysa bir işçi
ezelî ve ebedî bir kudretle değil, tam da bu millî ve dinî yönleriyle itiraz
geliştirir patronuna.
Sol, suyun yasalarını bilip gemi yaparak suyun
yasalarına hüküm koyduğu yanılsaması içinde yaşamaktadır. Solun maddeden ve
diyalektikten haberdar olan kesimleri, bu bilginin mülkiyetinde, maddeden ve
diyalektikten azade olduklarını sanmaktadırlar. Suyun yasalarını bilmek ve
üzerine gemi yapmak, o gemiyi ve gemideki insanı suyun yasalarından azade ve
münezzeh kılmaz.
Sol, kendisini kuran ya da oluştuğu zemin olan
“Türkiye”den vazgeçmeksizin, onun belkemiği durumundaki kemalizmi teorik,
ideolojik ve politik manada karşıya almaksızın yürüttüğü teorinin, ideolojinin
ve politikanın döne dolaşa, dolaylı ya da dolaysız olarak egemenlere hizmet
ettiğini görmelidir.
Yerel ölçekte kemalizm, dünyevî ölçekte judaizm
genel üst hukukun adıdır ve bu üst hukuka biat etmeksizin siyaset
yapılamayacağına dair ön kanaat, hem İslamcıları hem de solcuları ikna etmiş
durumdadır.[4] Önsel olarak “Türkiye” kurgusuna biat etmenin doğal sonucu
budur: bu kurgunun ezdiklerine karşı ona itiraz edenlerin kanına ortak olmak,
ister istemez kemalizmle ve judaizmle bağlaşık olmayı getirecektir. Bu bağlamda
“sol” ve “İslam” ilgili ölçüye uyarlanacaktır. Her ikisi de İran ve Arap
düşmanı olacak, batılı güçlerin doğu içine sokulan kaması olmayı kabul eden bir
gücün yardakçılarına dönüştürülecektir.
Solun bilim istismarına paralel ideolojik
yönelimler, milliyetçi ve dinci kesimlerde de sözkonusudur. Kan ve iman aynı
biçimde kullanılmaktadır. Bu başlıklarda yapılan abartılı ideolojik yüklemeler
işin özünü örtbas etmektedir. Örneğin, sanki bir dinci olmasa Allah’ın hükmü
yürümeyecek gibidir. Bunların da inşa edip “Türkiye” olarak isimlendirdikleri
“gemi” de ideolojik manada sattıkları değerlere ve hükme tabidir. Batının
Hristiyan kilisesi, budünyanın mesuliyetinden kaçmak için ateizmi ve
sekülerizmi teşvik eder; bizim solcularımız, milliyetçilerimiz ve dincilerimiz
de aynı minvalde, budünyada hüküm süren sömürü ve zulme karşı kolektif
mesuliyeti askıya almanın birer adı olarak örgütlenirler. Kemalizme ve judaizme
uyum sağlamak, kitleleri budünyaya ilişkin mücadelelerden kaçırmayı da
gerektirir. Sol ve İslam geçmişe ait birer devrim momenti ise, mesele ilkinde
1789’a ya da 1923’e; ikincisinde Asr-ı Saadet’e ya da 1979 İran’ına doğru
kapanan bir devrim’cilik değil, kendini bugünde bir devrim olarak örgütlemek ve
eyleme geçmektir. Devrim savunuculuğu, hakikî devrimciliğin, hakikat
savaşçılığının toprağa gömülmesini ifade eder.
İlk Müslümanların yaptığı mescitlerin bazıları,
gene Allah’ın emrine uygun olarak, yıkılmıştır. Enes bin Malik, “yaşasaydı
Peygamber efendimiz sizin bu mescidlerinize asla ayak basmazdı.” demektedir.
Geçmişin devletinin (Emevî, Abbasî, Osmanlı) bekası için yeniden formüle edilen
“devletlû İslam”, dinî pratiğin genel, ortak yansımasıdır. Bu “devlet”,
kapitalizmle uzlaşma, onunla birlikte yaşama yollarını kendi içinde bulmuştur.
Oysa kapitalizmin seyri ile birlikte bu “devlet”in ortak mayası olan “kan”,
paranın önünde diz çökmüştür. Tekil bireylere yönelik ikna teşebbüsleri,
milliyetçiler, dinciler ve solcular nezdinde, burjuva siyasetine
içselleştirilmiştir.
Seksenlerde Türkî cumhuriyetler ve Turan masalı
milliyetçileri, doksanlarda Avrupa Birliği solcuları liberalleştirmiş,
şimdilerde neo-Osmanlıcılık ya da Hizbul Tahrir örneğinde, tarihteki tüm
“Müslüman” devletlerin coğrafî haritası aynı şekilde Müslümanları
liberalleştirecektir. Mesele, birileri için ülkedeki egemen unsurların önünü
açmak, dikkatleri başka yöne çekmek, birilerinin mücadelesini minder dışına
atmaktır. Devlet emperyal kapitalizmin kulu oldukça, ona uygun bir millet de
kurgulanmak zorundadır.
Özetle, genel bir tespit bağlamında, şu
söylenebilir: kapitalizme ve emperyalizme karşı kitlelerin mücadele biçimleri
sınıfî, millî ve dinî bir nitelik arz edebilir. Bu noktada Lenin’in iki ayrı
tarihte söylediği şu sözlerin üzerinde durmak gerekir: “Bir marksist, bir
durumu değerlendirmek için, olabilecek olandan değil, gerçek olandan yola
çıkmalıdır.” [5] Ve: “Marksizm, öteki tüm ilkel sosyalizm biçimlerinden,
hareketi tek bir özel mücadele biçimine bağlamamak noktasında ayrışır.
Mücadelenin her türlü biçimini kabul eder ve onları ‘tertip etmez’ […]”[6]
Verili durum dâhilinde sömürüye ve zulme karşı
fiilî mücadele veren sınıfî, millî ve dinî unsurların teorik ve politik
anlamları gene o durum bağlamında ortaya çıkar. Gerçek olanın değerlendirmesi
altta başka, üstte başkadır. Sözkonusu unsurların üst tabakasına karşı alttan
bir mücadele verilir. Mesele, temsilcilere takılmamak, hareketin kitlesel
karşılıklarını ortak mevzilerde buluşturmaktır. Bu süreç ayrışma-birleşme
diyalektiğine tabidir. Altta vücut bulacak kaynaşma işçicileri, milliyetçileri,
dincileri bir kenara atacak, hareketin sınıfî, millî ve dinî düzlemlerde bütün
olarak örgütlenmesini getirecektir. Bu örgütlenme statik değil, dinamiktir ve
her üç unsurun dinamizmine göre içerik ve biçim kazanır. Sözkonusu örgütlenme,
bir biçimde kendi “millet” tasavvurunu da kuracaktır. Bu tasavvur, sınıfî,
millî ve dinî kesimlerin kanı ve teri ile biçimlenir.
III
Solun İslam ile ilişkisine dair, biri dünyevî
diğeri yerel, iki örnek verilebilir. Bu örneklerde temsil olunan ilişkinin,
bugün itibarıyla, eleştirel düzlemde redde tâbi tutulması gerekir. Verili
hâliyle formatlanmış bir sol ile gene verili hâliyle formatlanmış bir İslam’ın
ilişkisi, sömürü ve zulmün verili işleyişinden yana sorunu olmayanların masa
başlarında kurduklarını zannettikleri bir ilişkidir.
İlk örnek, kuruluş aşamasında ve sonrasında
ellilerle birlikte “yeşil kuşak” olarak bilinen emperyalist stratejiye karşı
Sovyetler Birliği’nin yaptığı hamlelerdir. Bu noktada Müslüman Halklar
Komiserliği, Sultan Galiyev ve Arap milletlerine yönelik siyasetten dem
vurulabilir.
İki ayrı evrede Sovyetler, boğazına dolanan ipleri
çeşitli manevralarla gevşetmiştir. İlkinde emperyalistlerin ve iç düşmanların
güneyden yaptıkları saldırıları Müslüman Kafkas ve genelde doğu halkları ile
koparmayı bilmiştir. İkincisinde ise Soğuk Savaş gerçeğinde, gene güneyden
emperyalistlerin çektiği yeşil kuşağa, kuşağın ötesinden ve berisinden
geliştirdiği kimi hamlelerle cevap verilmiştir. İlkinde Çar, ikincisinde İsrail
karşıtı dinamiklerden faydalanılmıştır. Ancak her iki dinamik arasında
kurulabilecek muhtemel bağ, pragmatik adımlar uyarınca, fiiliyatta kesiktir.
“Birbirinizi
şuralarla yönetin” diyen Kur’an’a atfen, sovyetleri şuralarla ikame eden ya
da gene sovyetleri Şiîlik nezdinde Mehdi’nin tezahürü olarak gören ilk temasın
ikincisini koşullaması mümkün olamamıştır. Sovyetler’e atıfla, kendi hedefini
Anadolu Şuralar Cumhuriyeti olarak belirleyen ve partilerinin “hakikat-i
İslamiye”[7] dairesinde hareket edeceğini söyleyen ilk komünistler, tarihin
tozlu raflarına kaldırılmışlardır.
Sovyetler’in maruz kaldığı ilk kuşatmada Çar
despotizmine karşı duran Müslümanlar, ikincisinde siyonizme karşı örgütlenen
Araplar devreye sokulmuştur. İlkinde Sultan Galiyev; ikincisinde ise Roger
Garaudy sembolik birer simadır.
İlk dönemde büyük ümitlerle 1920’de Bakû’de
toplanan Doğu Halkları Kurultayı bir iki politbüro üyesi Yahudi’nin sirkine
dönüşür. Ellilerle birlikte Ortadoğu’ya yönelik siyaset millî kurtuluş
temelinde gelişir, oysa bu dönemde politik İslam’ın temelleri de atılmaktadır.
Ancak özel kimi iç ve dış gerekçelerle bu temeller görmezden gelinir. Şer’i ve
laik, ikili hukuk sistemini tesis eden bolşeviklerin bölgeye yönelik siyaseti
zamanla yerini pragmatizme bırakmıştır.[8] Politik İslam kendisini önce
İngiltere, sonra ABD güdümlü siyaset zemininde tanımlamaya başlamıştır. Her
özgüllük tanımı gibi, liberalizm ile faşizmin hâkim kutupları arasında
salınmaya mahkûm olmuştur.
Özgül birikimi nedeniyle (marksizm kıraat etmeye
başlamış Hristiyanların ve Cezayir gibi bir sorunun bulunduğu) Fransa, teorik
ve ideolojik imkânları sunabileceği gerekçesi ile SSCB tarafından
görevlendirilir. FKP ve onun teorisyeni Garaudy, staj yapması için Latin
Amerika’ya gönderilir. Katolik Fransa’nın bir üyesi olmasına karşın ellilerde
Protestan olmuş olan Garaudy, burada özellikle Katoliklerin etkin olduğu kurtuluş teolojisi üzerine çalışır.
Sonrasında, 1964’te Sovyetler’in önemli isimlerinden İllitçev ile girdiği bir
polemikte, “marksizmi tarihselliğine ve bağlamsallığına bakılmaksızın uygulanması
gereken dogmatik bir formül”[9] olarak görmediğini söyler ve İllitçev’in
“Hristiyanlık var oldukça komünizm kurulamaz.”[10] iddiasına karşı çıkar.
Buradaki itiraz, esas olarak yerellik meselesine ilişkindir.
1943’te Komintern’in kimi somut, geçerli gerekçe
ile tasfiye edilmesi sonrası boşluğa düşen Avrupalı KP’ler kendi ülke
bütünlüklerine biat etmişler, orada birer yuva bulmuşlar, kendilerince meşru
bir zemine kavuşmuşlar ve Sovyetler’le mazisini bir “günah keçisi” olarak
tasarlama imkânı bulmuşlardır. 1919’da tüm dünya komünistlerinin yegâne gerçek
partisi olarak kurulan Komintern için tek tek ülkelerdeki KP’ler alt örgütler
statüsündedirler. Dağılma sonrası gerçek KP olma sıkıntısına düşen bu alt
örgütler, ülke gerçeği ile kendileri arasındaki fiilî boşlukla yüzleşmişler, bu
boşluğu ülkenin tarihsel-teorik birikimi ile doldurmak istemişlerdir. Yerellik
meselesi bu minvaldedir: KP yöneticileri, kendi zaaf ve hatalarını örtbas eden
bir kılıf olarak yerelliğin serin sularına dalmışlardır. Burada “madde” lehine
“diyalektiğin” kurban edilişi vardır. Kendi mutlaklığı adına belli bir maddî
zemin bulan özne, gene, diyalektikten azade olduğunu düşündüğü bir alana
kaçmıştır.
Sovyetler’in ve FKP’nin Garaudy üzerinden
geliştirdiği hamle, değerlendirmenin baştan eksik, hatta yanlış olduğunu
gösterir. Yapılan hamle, esasta İslam ile değil, genel anlamda din ile ilgili
bir stratejidir. Zira emperyalistlerin de karşı stratejisi bu minvaldedir. Oysa
Hrıstiyanlığın İslam’la din olmak dışında bir ortaklığı sözkonusu değildir.
Örneğin Hırıstiyanlık İslam’a kıyasla, esasen din değil, bir kültürdür, hatta
kimilerine göre "din olmayı hak eden yegâne yapı", İslam’dır. Zira
onun topluma ve politikaya ilişkin belli bir söylemi ve temrini vardır. Teorik
bir olgu olarak din dolayımıyla İslam’la kurulan ilişki bu nedenle, o dönemde
zirvesine ulaşan, bir anlamda İslam’ın “Kurtuluş Teolojisi” olan Müslüman
Kardeşler'i [İhvan-ı Müslimin] görmeyecektir.
Hristiyanlıktan farklı bir din olduğu üzerinden
hareket eden ve batıyı bu minvalde eleştiren Müslüman Kardeşler’in politik
önderi Hasan el Benna, “Savaşmadan iktidar olunamadığı gibi silâhsız da
özgürlük korunamaz.”[11] derken, sol en fazla, İslam’ın topluma ve tarihe
ilişkin teorik, ideolojik müdahalelerini burjuva siyasa adına etkisizleştirmek
için uğraşmıştır. Bu etkisizleştirme gayreti içinde devreye sokulan ise bir tür
milliyetçilik olacaktır. Arap, Türk ve İran milliyetçiliği, Arapların,
Türklerin ve İranlıların millî direnişindeki İslamî yönü bastırmak amaçlıdır.
Elbette “politik İslam”ın doğuşunda ve gelişiminde İngiliz emperyalizminin rolü
vardır, ama buna bakarak sözkonusu siyasetin kitlesel karşılıklarının pasifize
edilmesi de gerekmez. İngiliz’in peşinden gitmenin bile “devrimci” bir anlamı
onda mündemiçtir.[12] Zarfa bakıp mazruf değerlendirilemez. Ancak solun
Ortadoğu’daki misyonu, Yahudi-Hristiyan geleneğine ait İslam yorumlarını
bölgede pazarlamak olmuştur. Temel zaaf budur. İkinci zaaf, milliyetçi diye
çöpe attıkları içinde mevcut olan millî unsurları görmemesi, yani milliyetçilik
ile millîlik arasında kalıcı ayrımlar yapamamasıdır. Bu ayrımlar için bile
İslam pratikteki en yetkin kılıçtır.
Sol, İslam’ı toplum ve politika konusunda söz
söyleyemez kılmak derdindedir. Politik olana ilişkin söz söylemesi laik
solcular için kabul edilebilir değildir. Bu solculara göre, İslam ve genelde
din, bireyin Allah ile gönül ilişkisi olarak anlaşılmalıdır. Ancak böylesine
tahammül edebilmektedir. Solun uzunca bir dönem Allah ile gönül ilişkisine
dayalı tasavvufun müritliğini ve misyonerliğini yapmasının nedeni de buradadır.
Oysa bu gayret, geçmişte kitlelerle buluşarak verili devlet iktidarlarına karşı
ciddî mücadelelere girişmiş tasavvufî geleneklerin de içini boşaltmıştır.
Bireyin “sınıf” donunda cisimlendiği bu solculara, ağababaları burjuvaların,
sınıfın da siyasette verili hâliyle yer bulmaması gerektiğini söyledikleri
hatırlatılmalıdır. (Geçmişte ve bugün, “Elleri nasırlı adamların ülkeyi
yönetmesi anlaşılır gibi değildir” ya da “Ayaklar baş mı olacak?” diyen burjuva
siyasetçiler).
1967 tarihli Altı Gün Savaşları ile bu minvalde
gelişen Sovyet stratejisi başka bir mecraya girmiştir, ancak özünde bir
süreklilik sözkonusudur. Bu momentin ardından Sovyetler, İslam içinde millî bir
tampon bölge açmak istemiştir. Ama bu arada olan Roger Garaudy’ye olmuş,
“yoldan sapmış” diye dışlanmıştır. Roger, Libya ziyaretleri ve Yeşil Kitap
okumaları sonucu 1982’de Müslüman olmuştur. Son dönemini tasavvufî bir yoruma
kapanmakla geçirmiştir.
Altmışlarda “yoldan sapan” bir diğer isim de Venezuelalı
Çakal Carlos’tur. Carlos, eğitim aldığı Sovyetler’den 1970’te kovulur, 1975’te
ise Filistinli direnişçilerle ilişkisi üzerinden, Müslüman olur.[13]
İlgili dönemde Sovyetler’in İslam içine sızan eylemi,
nihayetinde milliyetçi, “kapitalist olmayan yol” stratejisi ile sonuçlanmışsa,
buradaki yaklaşım, gene İslam’ın doğuda millî, batıda sınıfî manada
bölünmesidir. Ama bölmek isteyen bölünmüş, devlet ve ona mündemiç olan
emperyalizm bugün Ak Parti’yi üretmiştir. Aynı şekilde Arap coğrafyasında ise
millî dinamikler bir bir yenilmiş, sönümlenmiş, İslamî direniş grupları güç
kazanmıştır.
Özetle 1920’lerle başlayan ilişkilenme kalıcı,
sağlam bir zemin bulmamış, bu zemindeki hareketlilik 48 sonrası siyonizme karşı
mücadele etmeye başlayan Müslüman Arapların eylemliliği ile buluşamamıştır. Bu
boşlukta Yahudiler ve emperyalistler at koşturacak geniş alanlar bulmuşlardır.
Yetmişlerde Amerika’ya ve İsrail’e göç eden Yahudilerin politik ve ideolojik
saldırıları, 1989-91 dönemecinde, Sovyetler’de önemli, negatif sonuçlara yol
açmıştır.
Bölme faaliyetinde bir kama olarak devreye sokulan
Garaudy’nin Sosyalizm ve İslamiyet kitabı,
Cezayirlilere ve onların sosyal pratiklerine hitap eder; İslam’ı övücü lafların
ardından önerisi gelir: “evrensel hümanizma”.[14] Birer “hayvan” olarak görülen
Cezayirli Müslüman Arap’a “insan olun” denmektedir özünde. Bu da aslında bir
biçimde “medenî” Fransa’yı gözeten, Cezayir direnişine ve İslam’a kör bakan bir
yaklaşımdır. “İnsan” denilen kavram, ne direnişin ürettiği ne de İslam’ın
geliştirdiği bir kavramdır. Gene onlara, batının insanı önünde diz çökmek
tavsiye edilmektedir. Ezcümle: birileri sopayla, birileri de havuçla
yaklaşmaktadır doğulu halklara.
Cezayir komünistlerinin temel doktrini, Cezayir
Müslümanlarının Fransız siyaset hayatı ile bütünleşmesi ve bu ülkedeki
Müslümanların koşullarının iyileştirilmesidir. 1954’te Cezayir devriminin
patlak vermesiyle Cezayir komünistleri, asimilasyondan, Fransız toplumundaki
yerel unsurlarla kaynaşmaktan başka bir yol kalmadığını düşünürler.[15]
Sovyetler’in din ile ilgili stratejisi, özünde
kendisi için somut, dünya ve Ortadoğu için soyut bir işçi sınıfı kurgusuna
dayanır, bu anlamda işçicidir. Yani kendi özgül varlığının kendinden menkul,
kendine Müslüman bir “işçi” donunda zuhur etmesi onun için kâfidir. Bu,
savunmacı bir yöntemdir ve saldırmak zorunda olanların ayaklarına pranga olur.
Ayrıca buradaki “işçi”, sınıfî, millî ve dinî gerilimlerden münezzeh, bir
cennet tasavvurudur ve gerçeğe mahkûm politik mücadeleye katkı sunmaz.
Solun İslam ile ilişkisine dair yerelden verilecek
örnek ise Nâzım Hikmet ve Hikmet Kıvılcımlı’dır. Nâzım, kemalizme methiye düzen
Kuvvayı Milliye şiirinin devamı
olarak Şeyh Bedrettin Destanı’nı yazar. Kıvılcımlı, “üç din kitabından
cümleler alıp bunları şiir diye satıyorsun” diye Nâzım’ı eleştirir. Gerçekten
de “Karayılan” bölümünün sonundaki “İbret al, deli gönlüm, demir sandıkta
saklansan bulur seni, ak taş ardında karayılanı bulan ölüm.” dizesi, “Her
nerede olursanız olun ölüm size yetişir, son derece sağlam kaleler içinde de
bulunsanız gene kurtulamazsınız.” diyen Nisa Suresi, 78. âyete atıftır.
Nâzım’ın Şeyh
Bedrettin Destanı, dönem itibarıyla, kemalist diktatöryanın İslam’a yönelik
saldırısına soldan ortak olmak amacıyla yazılmıştır. Zira hilâfet düşmüş, İslam
ümmeti parçalanmıştır. Bu somut durum, aynı zamanda Mısır’da Müslüman
Kardeşler’i, içeride Said-i Nursî’yi ve kısmen Şeyh Said'i koşullayan
gerçekliktir de. Bu konuda İngiltere’den cevaz alarak boşluğa oynayan yaklaşımlar
Mısır’da yoğunlaşmış, politik İslam genel anlamda burada yoğrulmuştur. Bu tip
gelişmelerin karşısında devletin bekası, ülkesinin geleceği adına kemalist
elit, sola Avrupa klasiklerini çevirttirmiş, onlardan devşirdiği unsurlara
kitaplar yazdırmıştır.
Solun genel varlık gerekçesi, batı yanlısı
gidişatta Müslüman halka karşı yürütülen mücadeleye ortak olmaktır. Oysa yeni
devlet eskisinin zulme ve sömürüye dayalı yönlerini içselleştirerek ilerlemiş,
eskisine karşı mücadele edenlere yönelik silâhları da devralıp geliştirmiştir.
Sol, Müslüman halkın tepkilerindeki olumlu içeriği göremeyecek bir yerde
durmaktadır. Gördüğü, aslında kendi düşmanının “gör” dedikleridir.
Müslümanların, Kürtlerin ve sosyalistlerin kanı
üzerinde yükseldiğini bu unsurlara nazaran daha iyi bilen kemalist diktatörya,
ilgili unsurların iç gerilimlerini, parçalanmalarını, çatışma noktalarını kendi
çıkarları doğrultusunda “başarı” ile yönetmeyi bilmiştir. Burjuvazi en genel
anlamda kendi sınıfsal çıkarı için en doğrusunu yapmış, bu üç dinamiği yeri
geldiğinde birbirine kırdırmış, gerektiğinde kendisi ezmiş, bir bölüğü
kendisine kul etmiştir.
En genel anlamda sosyalizmin ve marksizmin
yerelleştirilmesine dönük teşebbüsler, içten içe verili egemen ilişkilere
bağlanma kanallarını da açmıştır. Yani yerelleşme, solun Türkiye’yi mutlak bir
önkabul olarak almasının kılıfı olmuştur. Kemalistlerin “sınıfsız, imtiyazsız
kaynaşmış kitle”si içinde belli bir sınıfa ve imtiyazlılara karşı yıkıcı ve
bölücü faaliyetler içine girme imkânları askıya alınmıştır. En fazla,
kemalizmin “yaramaz çocuğu” ya da “eleştirel vicdanı” olabilmiştir sol. İslamî
hareket ise kemalizmin “aklî eleştirisi”dir. O, M. Kemal’in teist olmayışı,
deistliği ile ilgilenmiş, bu biçimsel eleştiri gerisin geri kemalizmin ideolojik
kurgusuna bağlanma ile sonuçlanmıştır. Buradaki dolayım kanalı, kemalizmin
özüne dönüşünü ifade eden Demokrat Parti’dir. Bu kanaldan geçilerek oluşturulan
düzlem ise MSP ve Erbakan hareketidir.
IV
Hamas militanlarının Mahmut Abbas’ın sarayını
bastığı momentte Yürüyüş dergisinin
kapağında şu ifadeye yer verilir: “Bu Filistin bizim Filistin’imiz değil.”
Bu gerçeğin tespiti önemlidir, zira Deniz’lerin ve
yüzlerce devrimcinin kanının döküldüğü Filistin toprağı artık başka bir gerçeğe
uyanmıştır. O romantik evre bitmiştir; artık “Allahuekber” nidalarıdır devrimci
olan. Verili sol kurgu konusunda inatlaşma bu gerçeğe karşı kördür hep. Artık
Filistin, solcuların ortak imgeleminde Türkiye’yi çağrıştıran, onu ikame eden
bir unsur değildir.
Bu anlamda sol, Türkiye’nin verili bütünlüğü
üzerinden düşünmektedir. Örneğin eş-özne düzeyinde negatif ya da pozitif bir
bağlamda ele aldığı PKK’nin, kendisini önceleyen millî ve dinî bir mücadelenin
tarihsel süreç dâhilinde biçimlendirdiği verili bir “Kürdistan” gerçeğine
doğduğunu görmemektedir. Özne olmak üzerinden ilişki kurulan PKK, bu açıdan sol
bir kurguya dâhil edilmekte, böylece kemalizmin ideolojik evrenine
girilmektedir. “Her şeyi ben yaparım, ben başlatıp ben bitiririm” diyen sol
özne, PKK’nin de kendisi gibi Kürdistan savaşını başlattığını düşünmektedir.
Onlarca isyana, millî ve dinî zemine karşı körleşilmektedir. Esasen PKK desteği
hak etse bile, bu destek, ilgili partinin laik bir Ortadoğulu özne olma
hasebiyle verilebilmektedir.
Zamanında “Türkiye sosyalizmi açısından turnusol
kâğıdı Kürt meselesine bakıştır.” Diyen Yalçın Küçük ile “Kürd’e sıkılan iki
kurşunun birini bana ayırın” diye yiğitlenen Doğu Perinçek’in kurguları da bu
eş-özneliğe denk düşer. Dün muhafazakâr bir üslup üzerinden biçimlenen yan
yanalık, bugün liberal bir üslup üzerinden gerçekleşir. Örneğin “hepimiz
Ermeniyiz” diyenler, sonradan “Ermenilerden özür diliyoruz” derler. Oysa Taşnak
gerillası veya Asala militanından bakabilmeyi gerektirir bu mesele.
İstediği zaman içeri giren, istediği zaman dışarı
çıkan, istediği gibi at koşturan bu Süleyman taşı misali öznelliğin, esasta
Türkiye’deki kemalist devlet ve demokrasi kurgusuna ilişkin bir sözü
bulunmamaktadır. AKP nezdinde bu yaklaşım, “güler yüzlü, neo-kemalist” bir
alana doğru kaymaktadır.
Muhammed ve Kur’an, “ibadetle ya da Müslüman
olmakla övünmeyin” demektedir. Bu, Lenin’in “zaferden önce zaferle övünmeyin”
uyarısına benzer. Sosyalistlerin “ekonomi, ekonomik belirlenim, sınıf” gibi
kategoriler üzerinden geliştirdiği ukalalık ve kibir, Müslüman’ın ve Kürd’ün
(veya Türk’ün) duvarına çarpıp dağılmaktadır. Kendi güçsüzlüğünü tarihsel ve
toplumsal kimi güç odakları ya da güç tasarımları ile örtbas eden solun
Müslüman’a ve Kürd’e (veya Türk’e) yönelik tavırları ya içten içe bir
kıskançlıkla malûldür ya da haset ve kinle. Sözkonusu kıskançlık, haset ve
kinin kışkırtmasıyla solun, “devlet Türk ve Müslüman’dır, o zaman Türk’e ve
Müslüman’a saldıralım, ona saldıran kemalizmse veya batı ise onunla ortak
olalım, nasıl olsa burjuva niteliği ile bizim tarih öncemiz değil mi kemalizm
veya batı burjuvazisi” yaklaşımı, hatalı ve tehlikelidir.
Sırtını ekonomi yasalarına, kana veya Allah’a
yaslamak, hakikate buradan bakmak o yasalara, kana ve Allah’a itimat etmemek,
bunların mevcudiyetini kişisel mevcudiyetine tabi kılmak demektir.
Sınıfın toplumu böldüğünü görüp toplumculaşan
solcular oradan dünyacılaşmakta, toplumu ve dünyayı bölen İslam’a ve Kürd’e
yönelik açık veya gizli bir düşmanlıkla bilenmektedirler. Devleti hedef alanın
da “onu görmezden gelirsek yok olup gider” diyenin de kurgusal açıdan
sırtlarını yasladıkları bütünlükler, Kürd’ün ve Müslüman’ın akınları karşısında
çaresizdirler.
Aslında esas sorun, kitlelere devletin Türk ve
Müslüman olmadığını, olamayacağını (da) gösterebilmektir.
Özünde Türkiye, doğuda Ermeni ve batıda Helenlere
karşı mücadele etmiş İttihatçı paşaların İngilizlerle pazarlık içinde, onların
cevazıyla kurdukları bir ülkedir. İttihatçı paşaların teorik, ideolojik ve
politik yöneliminde söz sahibi olan, Osmanlı ekalliyetinde Ermeni ve Elen
tasallutuna karşı direnen gizli ya da açık Yahudilerdir. Bu açıdan Türklük,
Türkmen ve Yörük Türklere ya da Müslümanlık, Kur’an’a ve Muhammed’e göre değil,
bir avuç Yahudi’nin sınıfsal politik çıkarlarına göre tanzim edilip, kurulmuş
birer olgudur.
Böylesi bir gerçeklikte solun içindeki Yahudi
menşeli kesimlerin, solu gerçek Türk ve Müslüman kitlelerin öfkesine karşı
örgütlemesi problemlidir. Bu açıdan karşı cenahta aynı Yahudilerin bulunması da
tesadüfî değildir. (Örneğin solcu bir Yahudi, altmışlarda Sosyalist Kültür Derneği
için para desteği sağlarken, diğerleri tarikatlar ve milliyetçi cenahta at
koşturmaktadırlar.)
Sokaktaki Müslüman insanı ikna edecek girişim
burjuva bir üsluptur. Aslında sol ve İslam’ın ilişkisi meselesi, ortak bir yer
ve gökyüzünü paylaştığımız milyonların, devlet ve demokrasinin verili
kurgularına karşı çıkan kısmını örgütlemekle ilgili olmalıdır. Dolayısıyla
mesele, rahat nefes almak için İslam içi “sol” değerleri, söylemleri
sahiplenmek ve onları öne çıkarmak ya da mütedeyyin tekil insanları ikna edici
ideolojik bir hale kurgulamak değildir. Bu açıdan “politik İslam” muhatap
alınmalı, mümkünse politikleşen Müslüman kitlelerin içine girilmeli veya onları
politikleştirici bir gayret içinde olunmalıdır.
“Türkiye”, Müslüman ve Kürt direnişi ile
parçalanacaksa parçalanmalıdır. Önce solun kendi kafasındaki “Türkiye”
bölünmelidir. Solun maddeden ve diyalektikten haberdar olan kesimleri, bu
bilginin mülkiyetinde, maddeden ve diyalektikten azade olduklarını
sanmaktadırlar. Sol, kendisini kuran ya da oluştuğu zemin olan Türkiye’den
vazgeçmeksizin, onun belkemiği durumundaki kemalizmi teorik, ideolojik ve
politik manada karşıya almaksızın yürüttüğü teorinin, ideolojinin ve
politikanın döne dolaşa, dolaylı ya da dolaysız olarak egemenlere hizmet
ettiğini görmelidir.
Öznelci manada her şeye muktedir olduğunu varsayan
sol, devlette veya demokraside belli bir konum temin etmek için gayret
etmektedir. Solun eleğinden sadece bu konuma uygun bireyler geçer; tarikatlar,
cemaatler ya da millî öbekleşmeler değil. Sol, milliyetçiler ve bu yönüyle
onları tümleyen dinciler, devlet ve demokrasi kurgusu içinde yer alma
konusunda, ilâhi kudretteki çıkış noktalarını birbirleriyle yarıştırmaktan
başka bir şey yapmazlar.
Solcuların, milliyetçilerin ve dincilerin görevi,
devletin veya yeri geldiğinde demokrasinin bekasına halel getirecek unsurların
zaman içinde ayıklanmasıdır. Onların görev paylaşımı buradadır. Aslolan, en
genel anlamda kemalist olan bu kurguyu parçalama ihtimali bulunan ilgili
dinamiklerin ortaklaşmasıdır, eşbenzer olan ve kendisini “Allah” zanneden
batılı burjuva bireylerin yan yana gelmesi değil. Bu tip bireyler, kendilerine
yeterli, kendilerine kapalı, eksiksiz yüce varlıklar olduğundan, bunların
ortaklaşması zaten mümkün değildir.
Esasta mesele, kendinden menkul, bitmiş
tamamlanmış bir sol kurgunun eş bir
kurgu olarak İslam ile ilişkisinden
çok, sol ya da değil, sömürüye ve zulme karşı mücadelenin, eylemin ve direnişin
maddesi ile kurulacak maddî bir ilişkidir.
V
Bu düzlemde, Hikmet Kıvılcımlı’nın Allah-Peygamber-Kitap gibi “iyi niyetli”
çalışmaları neye denk düşmektedir?
Birinci nokta şudur: Mustafa Suphi’ye “maceracı,
anarşist” diyen Kıvılcımlı, Suphi’nin katilleriyle ister istemez
ortaklaşmaktadır. Burada, nesnel planda Osmanlı’dan Türkiye’ye doğru daralmanın
sancılarını hafifleten kemalizmin hamlelerine yönelik ortaklaşma da
sözkonusudur. Yani Müslüman komiserliğinin emri ile Anadolu’ya geçen Suphi’nin
pratiği, Müslüman halk kitlelerinin direnişi ile ortaklaşma imkânı
barındırırken, Kıvılcımlı’nın yaptığı “Osmanlı tarihi, İslam tarihi” türünden
çalışmalar[16], özünde kemalizmin pratiği ve Türkiye kurgusu ile tutarlıdır. Bu
noktada, altmışta Millî Birlik Komitesi’nin kapısında parti programını vermek
için bekleyen Kıvılcımlı, teorik çalışmasını bu alana teksif etmiş gibidir. 12
Eylül 1980’de “biz hapisteyiz, düşüncelerimiz iktidarda” diyen ülkücüler gibi
Kıvılcımlı da “düşüncemiz MBK’de ama biz hapisteyiz” demektedir. Komintern’in
dağılması sonrası doğan boşluğu doldurma girişimi, hâkim burjuva siyasetinin
eksik yerlerine eklemlenme ile sonuçlanmıştır. 28 Ocak 1921’in önünde eğilen
komünist hareket, yerel siyaset adına, kemalizmin kurgusuna biat etmiştir.[17]
M. Kemal Nutuk’unda
şu tespiti yapar:
“Panislamizm
yapmadık. Belki yapıyoruz, yapacağız dedik. Panturanizm yapmadık. Yaparız,
yapıyoruz, yapacağız dedik. […] Büyük ve hayalî şeyleri yapmadan yapmış gibi
görünmek yüzünden, bütün dünyanın husumetini, garazını, kinini, bu memleketin
ve bu milletin üzerine çektik.”
Burada Türk ve Müslüman kitlelere yönelik
“yapılmamış” pantürkizm ve panislamizm üzerinden baskı uygulanacağı gerçeği
vardır. İşgalin tüm suçu halka kesilmiş, birileri aklanmak istenmiştir.
Aklananlar, bu ülkeyi kendi ihtiyaçlarına göre tanzim etmiş, doksanların
sonunda AK’lananlar ise en fazla neo-kemalizm, sol terminolojideki “güleryüzlü
sosyalizm”e benzer biçimde, “güler yüzlü kemalizm” (bkz.: paraların üzerindeki
“Atatürk” resimleri.) üretmiş, meselenin “bağcıyı dövmek değil, üzüm yemek”
olduğu teyit edilmiştir.
Bu, Türkiye’nin Osmanlı’ya karşı direncidir. Kıvılcımlı’nın
tarih çalışması, önemli ölçüde Türkiye’nin tarihsel meşruiyetini perçinlemek
için kaleme alınmış gibidir. Bunun bugünkü politik karşılığı (Hikmet Kıvılcımlı
ya da Halkın Kurtuluş Partisi) HKP doktorculuğudur.
Troçkistler gibi kimi işçici kesimler, üretim
güçleri içinde anılan işçi sınıfını, bilimsel teorinin verdiği zannedilen
kudretle her duruma ve döneme dayatmaktadırlar. Kıvılcımlı’nın İbn-i Haldun’un asabiyet’inden türettiği ve Osmanlı’dan
bugüne gelen ülkesel gerçeklikte yaptığı bilimsel teorik analizin içine
yerleştirdiği kolektif aksiyon üretici
gücü de aynı maksatla değerlendirilmektedir. Bu da işçiciliğe paralel, aynı
dert ve gerilimlerden mustarip bir tür ezilencilik üretmektedir. Bu, meselâ HKP
nezdinde “ezilen devlet” formülü için teorik kılıf olabilmektedir. Üretici
güçler içindeki işçi sınıfının teori âleminden inip yeryüzüne, somut maddeye
müdahale edeceği, iktidara geleceği ve üretici güçlerin önündeki engelleri
kaldıracağı varsayılmaktadır. Ezilencilik şahsında ise kolektif aksiyon da aynı
minvalde değerlendirilmektedir. Tek mesele, örgütün kurulması ve işçi sınıfının
ya da kolektif aksiyonun iteklenmesi meselesidir. Ondan sonrası zafer çorap
söküğü gibi gelecektir. En genel manada işçicilik, zulme ve ona karşı mücadele
imkânlarına; ezilencilik, sömürüye ve ona karşı mücadele imkânlarına kördür.
Her şeyi kendisinde başlatıp kendisinde bitiren
küçük burjuva yaklaşımın teorik ihtiyacı, bu başlangıç için tarihsel, bitim
için toplumsal bir zemin bulmaktır. Sağ ya da sol, sözkonusu yaklaşım, ilgili
hareketin içine girdiğinde hareketin temel dayanaklarını kendisine mecbur olan
bir yere kapatacaktır.
Dinî hareketin içine giren küçük burjuva siyaset,
dinini biricik addedip onu gerçeklerden kopartarak semavî bir boşluğa
fırlatacak; millî hareketin içine giren, kendi milletini mitolojik bir
başlangıç noktasına hapsedecek; sınıfî harekete duhul edense onu abartıp
biricikleştirecek ve kiliastik bir düzleme mahkûm edecektir. Burada sınıfın,
milletin ve dinin üzerindeki yaldız kazındığında alttan çıkacak olan, bölünmez
bir bütün olarak burjuva birey kurgusudur.
Bu kurguya halel gelmesin diye ona, topluma, oradan demokrasiye; tarihe, oradan
devlete uzanan bir ideolojik tasarım eşlik edecektir.
Politik, ideolojik ve teorik mücadelede döne döne
1789’un ve takip eden tartışmaların koşulladığı burjuva kurgu ile hesaplaşılmalıdır:
eşitlik-özgürlük-kardeşlik kurgusu, barış içinde yan yana yaşayabilecekleri
öngörülen sınıfların eşitliği, özgürlüğü ve kardeşliğidir. Aristokrasiye karşı
geliştirilen bu kurgu, genel bağlamı ortadan kalksa da suret olarak bugün de
canlılığını korumaktadır.
Eşitlikten, özgürlükten ve kardeşlikten dem
vururken dikkat edilmelidir. İlki proleterlerin[18], ikincisi burjuvaların ve
üçüncüsü de köylülerin sloganıdır. Sınıfî, millî ve dinî hareketlerin mutlak
eşitliği, özgürlüğü ve kardeşliğinden söz etmek burjuva siyasasına tabiyeti
getirir. Öne çıkan unsurların üstünlüğü tanınmalı, yan yana gelenlerin
ortaklaşması sağlanmalıdır.
Başlangıç noktasında, misal, ordu feodal ya da
gerici olarak kodlanıp karşıya alınır ya da burjuva aydınlanmanın, hatta devrimciliğin
gerçek mevzii olarak görülüp onunla ortaklaşılır. Bugün Müslümanlara yönelik
yaklaşımda da benzer bir tutum sergilenmektedir. Bu güç ya gericidir ya da
devrimci ve ilerici. Türkiye, toplum ve tarih ile ilişkili bütünlüklü kurguları
ile her şeyi kendisinden başlatanlar için Müslümanlar ya karşıya atılır ya da
onlarla yan yana gelinir. Bugün ikisi de Ak Parti iktidarı ile ilişkilidir.
Oysa bu parti ne iktidardır ne de Müslümanların
politik hareketidir. Açıktan söylendiği biçimiyle, Türkiye’nin burjuva kurgusu
içinde pay almaya çalışan orta kademe burjuvaların, orta Anadolu zenginlerinin
partisidir. Sömürüye ve zulme karşı mücadelede esas olan Müslüman bir devrimci
damarın Ak Parti’nin üzerine bastığı zemini parçalaması en önemli aciliyettir.
En genel manada Sovyetler’in İslam ve millet ile
ilişkisi üzerinden geliştirdiği eleştiriye bağlı kalmak eksiktir; bu eksikte
ısrarcı olmak ise tehlikelidir. Sovyetler, özellikle Stalin direnişine rağmen
(İsrail’in tanınması sonrası 1949-52 arasında toplu bir Yahudi kovuşturması
yapılmıştır.[19]), bir süre, Yahudi manada kurgulanmış "milletler
federasyonu" olarak yaşamış, bu gücün millet ve İslam ile ilişkisi,
“yanına sokul, alacağını al, etkisizleştir ve sonra bırak” zihniyeti üzerinden
gerçekleşmiştir.
Bir sınıf, millet ve din kurgusu olarak Yahudilik,
kendi sınıfî, millî veya dinî kurgusuna zarar verecek unsurları savuşturmak
yönünde hamleler yapmıştır. Sovyet Rusya ve Türkiye tarihi, Yahudilerin politik
tarihi anlaşılmadan kavranamaz. Bu konudaki Müslüman direniş her şekliyle
yoldaşımızdır. Her şeyi kendisinden başlatan zihniyet ister istemez bu Yahudi
hamleleri ile uzlaşacaktır. Zira gerçekte “başlatanlar”, o dönemde emekçi
mazlum kitlelerin öfkesini boğanlardır.
İslam ve sol ilişkisi bağlamında, yukarıda zikredilen
örneklerin hepsinde, dönemsel açıdan İslam ile kurulduğu varsayılan ilişki,
taktiksel ve stratejik açıdan yerindedir, ama her taktik ve stratejinin teori
katına yüceltilmesi ve genelleştirilmesinin yol açtığı marazlarda olduğu gibi,
bu ilişkinin mutlak veri ve çıkış zemini olarak alınması yanlıştır. Bugünün
gerçeğinde başka bir ilişkinin yolları aranmalıdır.
Hikmet Kıvılcımlı, Roger Garaudy ya da kimi
Sovyetik adımlar önemli birer ilk modeldir. Ama bu modelin devrimci eleştiriye
tabi tutulması gerekir. Yüce bir “insan”, “devlet”, “toplum”, “demokrasi” ya da
“sınıf” bütünlüğünden bakıp, onların gereklilikleri ile meselelere
yaklaşılamaz, aksi takdirde bu bütünlük vurgusu, burjuvazinin ve devletin
verili bütünlük kurgusuna en kısa yoldan biat edecektir.
Bugün İslam içi akılcılık vurgusu yapanlar, bu
bölgede kapitalizmin önünde önemli bir ideolojik duvar olarak görülen sözkonusu
dinin çözülmesi ve etkisizleştirilmesi için uğraşmaktadırlar. Çünkü buradaki
akıl, batı aklıdır.
Sola yüzünü dönen Müslüman çevrelerin bu temasının
pek de hayırlı olmadığı da görülmelidir. Burada mülkiyet ve rekabet ilişkileri
geçerlidir, bu çevreler sola mal olmuş değerlere hüküm koymak istemektedirler.
Kimi sol çevreler de bu konuda direnç geliştirmektedirler. Oysa herkes teorik,
ideolojik ve pratik faaliyetinin kime ve neye hizmet ettiğini tespit etmekle
yükümlüdür.
Bugün sınıfın istediği, Peygamber’in ve
Sahabe’nin istediğidir, onların istediği emperyalizme ve kapitalizme karşı
varlık mücadelesi veren milletlerin istediğidir.
Mülkiyet ve rekabet
üzerinden başkalarına üstün olduğunu iddia edenler, o mülkiyet ve rekabet
ilişkilerini yöneten gücün kullarıdırlar.
Eren Balkır
23 Ekim 2009
Dipnotlar:
[1] Karl Marx, “Marx to Laura Lafargue in London” [Marx’tan Londra’daki Laura
Lafargue’a], 13 Nisan 1882 Perşembe; MIA.
[2]
Albert Soboul, Fransız İnkilâbı Tarihi, Cem yay., 1969, s. 43.
[3]
“[Cemâleddin Afganî] (öğrencilerini […] Fransızlardan esinlenen mason
localarına girmeye sevk etmiştir.” [Tarık Ramazan, İslamî Yenilenmenin
Kökenleri, Çev.: Ayşe Meral, Anka yay., 2005, s. 65.]
[4]
22 Eylül 2009 tarihinde Müslümanların politik lideri Tayyip Erdoğan, geçen
senelerde “cesaret madalyası” aldığı dünya Yahudiliğinin başkenti New York’a
giderek Yahudilerin yılbaşını kutlamıştır.
[5]
V. İ. Lenin, Letters on Tactics [Taktikler Üzerine Mektuplar], 21-26
Nisan 1917; Collected Works [Toplu Eserler] içinde [Moskova: Progress
Publishers, 1964], Cilt: 24, s. 45. Aynı şekilde Hasan el-Benna da “İslam,
somut gerçekleri göz önünde bulundurur.” demektedir. [Tarık Ramazan, a.g.e.,
s. 370.]
[6]
V. İ. Lenin, “Gerilla Savaşı”, 1906; Kasım 2008, İştiraki.
[7]
“[…] Fırka programının bir maddesinde ‘hukuk-u aile, şeriat dairesinde
mahfuzdur.’ dediği gibi, diğer bir maddesinde de ‘asr-ı saadetteki samimiyet-i
müşterekeyi iadeye çalışacaktır.’ demekle hakikat-i İslamiye dairesinde hareket
edeceğini göstermiştir.” [Emek dergisi, “Konferans”, Yıl: 1 (13 Ocak
1921), Sayı: 1, s. 13; Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası Yayın Organları I içinde,
der.: Ali Ergin Güran, Katkı yay., Nisan 1975.]
[8]
Dave Crouch, “Bolşevikler ve İslam”, Ağustos 2009, İştiraki.
[9]
Brigitte Fleury, Étude de la conversion religieuse d’un point de vue
communicationnel: le cas de Roger Garaudy, 2004, Montreal, s. 103.
[10]
Roger Garaudy, Yaşayanlara Çağrı, Pınar yay., 1979, s. 72.
[11]
Akt.: Tarık Ramazan, a.g.e., s. 362.
[12]
Uç bir örnek olarak Hindistanlı Ahmed Han’ın (1817-1898) şu ifadesine
bakılabilir: “Bizler, İngiliz hükümetinin sadık ve saygılı kullarıyız. Sultan
Abdulhamid’in kulları değiliz.” [Akt.: T. Ramazan, a.g.e., s. 70.] Bu
söylemin arkasındaki kitlevî hareketliliğin ilgili söylemin ideolojik
reddiyesine kurban edilmesi mümkün değildir.
[13]
I. R. Sanchez Carlos, Devrimci İslam, Elips yay., 2004, s. 15-17.
[14]
“Sözkonusu olan, aklın elde etmiş olduğu kazançlardan hiçbir şey yitirmeyen ama
yeni kültür ufuklarına kanat açan gerçekten evrensel bir hümanizmanın
geliştirilmesidir.” [Roger Garaudy, Sosyalizm ve İslamiyet, Çev.: D.
Avcıoğlu-E. Tüfekçi, Yön Yay., 1965, s. 68.]
[15]
Tarık İsmail, The Communist Movement in the Arab World, Routledge-2005,
s. 115. “Arap Dünyasında Komünizmin Krizi”, Eylül 2009. Türkçesi: İştiraki.
[16]
“Antika toplumun Halk hareketleri, en keskin örgütlü hatta silâhlı olduğu zaman
bile, net duru, açık bir Sosyal Bilince ve evreni gerçekten kavramış bir Dünya
Görüşüne kavuşamadığı için, daha doğarken ölüme mahkûm kaldı.” [Osmanlı
Tarihinin Maddesi, s. 231.] diyen Kıvılcımlı, o günün burjuva teorik,
ideolojik ve politik kurgusunu ölçüt alarak geçmişe bakıyor ve böylelikle
olmuşu olana tabi kılarak, olanı meşrulaştırıcı bir zemin kuruyor. TKP siyaseti
adına verili “Türkiye” gerçeğine teslim olan bir hat açıyor.
[17]
“Devrim önderlerinin iyi niyetinden kuşku duymaya kimsenin hakkı yoktur. […] Bu
olasılıklar bugünkü politik devrimi yapanların işin ortasında durup: ‘Buraya
kadar! Daha ileri gitmek yok!’ diyecekleri varsayımına göredir. Oysa biz böyle
bir varsayımın olmadığını sanıyoruz. […] Doğudan esen devrim rüzgârını uzun
süre solumuş ve orada olup bitenleri yakından ve dikkatle izlemiş yeni devlet
ileri gelenlerinin gerçeği olduğu gibi göreceğini ve onun gereklerine -daima
ulusal kurtuluşu amaç alarak- baş eğmekte duraksamayacaklarını umuyoruz.”
[Şefik Hüsnü, “Gerçek Devrime Doğru”, Aralık 1922; Türkiye’de Sınıflar,
Ülke yay., 1975, s.120-30.]
[18]
“Halkları esasında tahrik eden sloganlar kardeşlik ve özgürlük değildir,
onların incili eşitliktir: sosyalizmin ve modern demokratik fikirlerin tüm
evriminin ana ekseni budur.” [Gustav Le Bon, The Psychology of Revolution]
[19]
Bkz.: Nikolay Gribaçev, “Joint’in Tüyleri Yolundu”, Eylül 2009, İştiraki.