23 Ekim 2009

İslam ve Sol


Hoşunuza gitmese de savaş size farz kılındı. Hem sizin hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı, sizin hoşlandığınız bir şey de sizin için şerli olabilir. Allah sizin bilmediklerinizi de bilir.

[Kur’an-ı Kerim, 2:216]

Müslümanlar için itaat gibi bir şey asla sözkonusu değil; onlar ne “teba”dırlar, ne “güdümlü” (administrés); Avrupalıların anlama noktasında bütünüyle hatalı oldukları konu, onlar için politikadan gayrı bir otoritenin bulunmamasıdır.”[1]

[Karl Marx]


I
Solun genel temayülü, Fransız devrimciliği ve orada öğrendiği burjuva siyasetidir. Burada bir özne olarak oluşmak ve kurulmak, teoride, ideolojide ve politikada burjuvaya öykünmeci bir tarz arz eder. Bu açıdan “jakoben” olduğunu söyleyen sol özneler, Robespierre’in emekçi mazlum kitlelere tiksintiyle baktığını bilmelidirler.[2]
Marksizm, burjuvazinin düşürdüğü devrim ve ilerleme bayrağını yerden almayı değil, onun kosmosundan kopmayı ifade eder, bu açıdan o, Robespierre’in tiksindiği baldırıçıplaklar geleneğine aittir.
Aynı durum, eleştiri mızraklarını diğer iki makro dinle ortaklaşacak biçimde, salt putperestliğe ve cahiliye dönemine yönelten İslam için de geçerlidir. Kurumsallaşarak özüne yabancılaşan Yahudilikten ve Hristiyanlıktan kopuşu ifade eden İslam’ın yolundan gittiğini söyleyenler, bugünün koşullarında Hristiyanlaşan veya Yahudileşen İslam’a karşı ol sebepten çaresizdirler. Zira diğer iki dinin kendi içlerinde ve birbirleri arasında yürüttüğü kavganın ana konusu her daim paganizm ve putperestliktir. Bu şekilde İbrahimî gelenek düzleminde eşitlenerek sözkonusu gelenek içindeki devrim olma niteliği bertaraf edilen “İslam”, ya kırılası bir “put” hâline gelir ya da devrim öncesine dönük cehaletin genel adı olur.
Burjuvadan öğrenilen öznelik, eni sonu kendine kapalı, kendinden menkul, su sızdırmaz, “kendine Müslüman” bir öznedir. Mesele bu anlamda saf bir modernizm ve Aydınlanma eleştirisi yapmak değil, bunlara referansla tanımlanmış küçüklü-büyüklü burjuva ve devletlû özneliklerin parçalanmasıdır.
Marksizmin kopuşu ve sürekliliği, veridir. Mesele, modernizme ve Aydınlanma’ya karşı yüce bir teori ve ideoloji olarak marksizmi kurgulamak olamaz. Bu çaba, ilgili unsurların eleştiri silâhlarını ödünç alarak ortaya konduğu sürece, yeniden modernizme ve Aydınlanma’ya bağlanacaktır.
Bu açıdan mesele, modernizmin ve Aydınlanma’nın da dâhil olduğu teorik, ideolojik ve politik gerçeklik içinde, bunlara karşı bir mücadeleyi, devlet ve burjuvazi bağlamında, süreklileştirmektir. Gerisi semada hoş bir sedadır.
Kendisine özne olmayı öğreten okulu yakmak için sol, gene o okulun eğitiminden faydalanamaz. Tüm yapıp ettikleri ile semada gezinerek tepeden ahkâm kesmekle ancak zevahiri kurtarır. Eni sonu alt ve ara sınıfsal katmanlar için üste sıçramanın, sınıf atlama hayalinin basit bir trampleni olur.
Tarihsel süreçte İslamî hareket için de benzer bir sorun vardır: o da orta sınıfların orta yolculuklarının, üçüncü yol arayışlarının aracı hâline gelmiştir. Sosyalist hareket ile İslamî hareket, bölgedeki kapitalist-burjuva gelişmenin tampon görevini görmüş, üst sınıfsal katmanlara yükselmek isteyenlerin ortak politik-ideolojik zeminini teşkil etmişlerdir. Her iki hareket de batının bölgeye yönelik hamlelerinde ya aklın ve imanın uzlaştırılması çabası içinde olmuş ya da bunlar arasındaki var olduğu düşünülen karşıtlığın bir tarafına kümelenmiştir; dolayısıyla bunlar, önsel olarak, aklı ve imanı karşı karşıya getiren batı zihniyeti ve pratiğini kabul etmişlerdir. Siyasî ve iktisadî karşılıklar olarak devlet veya burjuvazi “karşıtlığı”, bu temelde her iki hareketin ortak mayası olmuştur. Sonuçta pratikte ya devlet ya da burjuva ideolojisine biat edilmiştir. Modernizme ve Aydınlanma’ya dönük biçimsel bir reddiye, onların ilkel biçimlerine bağlanmakla sonuçlanmıştır. Modernizm bağlamında teslimiyet İslamî hareketin; Aydınlanma bağlamında teslimiyet sol hareketin genel karakteridir. Bu anlamda sol ve “İslam” birer mütemmim cüzdür. Karşıtların birliği ise en iyi, “şiddetsiz siyaset ve ideoloji” olarak liberalizmde mümkündür.
Burjuva özneliğinin en güzel temsili ve timsali, liberalizmdir. Birey bütünlüğünden bakıldığında, doğal olarak burjuvazinin artık kurumsal politik, ideolojik ve teorik bir yapı arz ettiği momentte oluşan genel politika alanına giriş vizesinin, burjuvazinin cevazından geçtiği fikri de aynı ölçüde kurumsallaşır. Birey bütünlüğünün en mükemmel karşılığı olduğu yalanına kanarak, burjuvaziye bir süre haset edilir, onun gibi olmak istenir, bu hasedin sebep olduğu öfke egemen sınıf için örgütlenir.
Sol ve İslamî hareketin özneliği öğrendiği yer, hâlâ ısrarla, liberalizmdir. Her iki kesimin ortaklaşma imkânı bulacağı yer de burasıdır. Aklı ve vicdanı karşı karşıya getirenlerin bu işlemi reddedilmeden, bir taraf akılcı, bir taraf vicdancı olmaya devam edecek, sözkonusu işlem her seferinde egemenlerin aklına ve ruhuna biat ile sonuçlanacaktır.
Özellikle II. Dünya Savaşı travması ardından solun içine düştüğü gayya kuyusu buradadır. Faşizmin önünde diz çökmüş “köle” kitlelerin verili şiddetini etkisizleştirmek amacıyla Avrupa, o kitleleri dağıtmak için gerekli silâhları gene burjuvazisinden ödünç almıştır. Sol, bu noktada ikna yöntemine abanmış, teorisini, ideolojisini ve politikasını bireyi birebir ikna etme üzerine kurmuş, bu gayretiyle ancak kitlesel basınçtan kurtulmak isteyenleri kendi dünyasına örgütleyebilmiştir.
Oysa Marx’ın ifadesi ile: “ikna edecek birisini aradığımızda verili durumun efendisini tanıyoruz demektir.” “Fethetmek” kökünden gelen (Latince: comvincere) “ikna” (convincing) sözcüğü, efendinin fetih faaliyetinin başarılı olduğunu gösterir. Yani savaş sonrası burjuva ideolojisi kitleleri bireylere bölmüş, bireyleri “kitlenin efendisi” olarak ele geçirmiştir. Batılı anlamda solun, doğulu anlamda İslam’ın bu ikna gayreti için kullanılması efendilere karşı mücadelenin askıya alındığını gösterir.
“Tevhid” ya da iktisadî-tarihî yasaların bütünlüğü adına girişilen ikna gayreti, alttan, kitlelerin efendilerin verili bütünlüğüne dönük bir isyanı olurken, üstten, başka türden bir teslimiyetin adı olmuştur. “Tevhid” ve “üretici güçler” kimi zaman devleti, kimi zaman da burjuvaziyi kutsamıştır. Her ikisinin de özgüllüğünün, tekilliğinin ve hukukunun tanınması için çabalaması, liberalizm-muhafazakârlık sarmalına girilmesini getirmiştir. Bu sarmalda olan, altta mücadele eden ve ayaklanan kitlelere olmuştur.
İkna için tekil bireylere seslenen, en fazla onların ortaklaşmasına dair kimi ideolojik kurgular üreten pratik, liberalizmi dipten derinden işletir. Birey üzerinden hesap yapan, rahat koltuğunda, bir think-tank misali, ahkâm kesen kişi, en fazla kendisini muhafaza etmek için teori ve pratikle ilişkileniyordur. Zira böylesi bir birey için her türlü olgu, zararsızlaştığı ölçüde, onun dünyası içinde yer bulur. Burada ne hiyerarşi, ne disiplin, ne de işbölümü mevcuttur. Dolayısıyla sorumluluk, hesap verme ve hesap sorma gibi pratikler artık anlamsızdır. Her türlü gerilimin, çelişkinin ve çatışmanın olmadığı ütopik alan olarak “birey”, bir ajan olarak, içe enjekte edilir. Masonların simgesi Süleyman taşı misali ele avuca gelmeyen bu birey kültü, solu ve İslamî düşünceyi her yönden vurur. Osmanlı’da mason localarında palazlanan İttihatçılık ve oradan filizlenen “sol” ile Mısır’da (kısmen İran ve Türkiye'de) gene aynı localarda konuşlanan İslamcılık[3], burjuva siyasasında tekil kişileri ikna gayreti içinde olan bir tür orta sınıf siyaset üretebilmiştir.
Politika alanı burjuvazinin tasallutu altındadır; burjuvazi, politik alanın giriş kapısına ana kuralı da yazma hakkına sahiptir: “Buraya sınıf, millet veya din olarak giremezsin, girişin ancak kendinden menkul tekil-birey olarak mümkündür.” Bu önerme, ikna çabası için solun diğer ideolojik yönelimlerle girdiği rekabette kullandığı ana motifi içinde barındırır. İlgili alana giriş yapmak için ödenen diyetler sonucu bahsi geçen dinamiklere (sınıfa, millete ve dine) ait kişiler, mason locaları ve rotary kulüplerinin giriş kapısındakine benzer, yukarıda zikredilen cümleye uyarak, gerçekliklerinden koparlar. Bu kişiler için din de millet de sınıf da girişte yürütülecek pazarlık işlemi için bir süreliğine gereklidir. Bundan gayrı bir anlamı ve değeri yoktur.
Bu noktada sözkonusu kişilerin dini, milleti ve sınıfı hayatî olgular dâhilinde tanımladıklarına şahit olunur: artık din ölümle, milliyetçilik doğumla, sınıf ise üretim ve bu açıdan doğum-ölüm arası (ömür) süreçle tanımlanır. Efendilerin sürekli hâkimiyeti için hayat bu sayede bütünlenmiş olur. Onlara karşı öfke ile yüklenen kitleler için din, millet ve sınıf özünden soyutlanır. Burjuvazinin siyaset alanına giren kişiler ölümü, ömrü ve doğumu aşan ideolojik kurguları ile kitleleri genel sömürü ve zulüm düzeninin içine akıtırlar. Solcuların dindarlarla ve milliyetçilerle didişmesinin ana sebebi, esasta ideolojik bir yarıştır. Onların, insanların ömürleri boyunca yaşadıkları gerilimlere tepeden bakma imkânlarını ideolojik hap hâlinde satan bu kişilerin, ölümü ve doğumu aşan kesimleri yanlarında istememeleri doğaldır.
Burjuvazinin yukarıda bahsi geçen, politika alanının giriş kapısına astığı ana kuralı içselleştirip, politika alanına giriş hakkı elde eden sol özneler ise içeride kurumsallaşırlar, yerleşikleşirler ve onlar da örgütlerine giriş konusunda aynı minvalde başka bir kural belirleyip büro kapılarına asarlar: “Seni devrimcileştiren ne varsa onları kapının eşiğinde bırak.” Eşikte bırakılacak olanlar, tabiî ki, sınıfî, millî ve dinî olan unsurlardır.
Burjuvaziyi görmeyen bir pratik, eni sonu burjuvazinin pratiğidir. Devleti görmeyen bir pratik ise eni sonu devletin pratiğidir. Politika alanının eşiğinde bırakılan, bu açıdan kimi özneler şahsında, sömürüye karşı öfke ve mücadele; kimi zaman da zulme karşı öfke ve mücadeledir.
II
İslam ile asla ve kat’a ilişki kurulamayacağını söyleyen, bu söylemini de modernist, aydınlanmacı, ilerlemeci ve tabiî ki laik bir düzlemden gerekçelendiren solun eleştirisi bu noktada bir yanda durmalıdır. Ama sözkonusu eleştirinin de kolay olduğu hatırda tutulmalıdır. Zira zaten ilişkinin imkânlılığı üzerinde duran özne için bu ilişkiyi imkânsız görenlerin eleştirisi teorik bir veri niteliğindedir. İlişkisizliği teorize edenlerin yaklaşımları fiiliyatta ölmüş, olmayacak bir gerçekliktir, bu açıdan eleştiriye gelir bir tarafı da yoktur. Asıl eleştiriye tâbi tutulması gereken, ilişkinin mümkün olduğunu söyleyen görüşler olmalıdır. İkinci taraf için kendi ölçüsünde bitmiş, tamamlanmış bir “sol” ve karşısında da gene bitmiş, tamamlanmış bir “İslam” vardır. Mesele sadece, aradaki kodları oluşturmak ve köprüleri kurmaktır.
Sol ve İslam arasında kurulması öngörülen ilişkide devreye sokulması muhtemel diplomatik üslup, aradaki gerilimleri, çatışmaları bir biçimde askıya alma, halının altına süpürme yöntemine başvurur. İlgili yöntem, solun “Müslüman”laşmasına, Müslüman’ın “solcu”laşmasına da izin vermeyecektir ve en fazla, solcu olmanın rantını yiyenlerle, Müslüman olmanın rantını yiyenleri, geçici politik hesaplar dâhilinde, bir sofrada biraraya getirecektir. Tepeden halledilen bu ilişki, alttan alta, mücadelenin ve mücadeleyi emreden koşulların zorlaması ile kaynaşan kitlelerde zuhur edecek teorik, ideolojik ve politik imkânların ölmesini getirecektir. Bireyin kişisel, öznel varoluş süreci dâhilinde doğuma, ölüme ve ömre ilişkin üst ideolojik yalanları örgütleyen her türlü özne, bir biçimde yan yana gelebilir ama bu yan yanalık esasta bir biçimde doğumu, ömrü ve ölümü tarihsel-toplumsal süreç dâhilinde içeren mücadeleyi etkisizleştirir. Aynı zamanda dinî, millî ve sınıfî mücadelelerin ortak maddesine karşı kitleleri körleştirir. Yani bahsi geçen diplomatik üslup, esasta tepede konuşlanıp efendilerle pazarlık yürütenlerin akan suları karıştırmamak için başvurdukları bir yoldur. Oysa sömürü ve zulüm insanları ideolojilerine, kafalarının içindeki tespitlere göre ayrıştırmaz. Ayrıştırdığını ve diğer kesimlerin görmezden gelinmesi gerektiğini söyleyenler, efendilerle gizli bir pazarlık içindedirler. Onlar efendilerin sınıfî, millî ve dinî kitleler içindeki “ajan”larıdırlar.
Bu anlamda, örnek olsun, bugün batıda, özellikle İngiltere’de, troçkistler nezdinde, Müslümanlarla kurulan ilişki, istismarcı bir ilişkidir. “Daha çok olan daha iyidir.” diyen Amerikanvari bir üslupla, kof bir yığınsal kalabalık sevdalısı olan bu çevreler, Müslüman kalabalıkları kendi ideolojik kurguları adına istismar etmek niyetindedirler. Bu, bir tür “entrizm”dir, ajanlık faaliyetidir ve Müslüman kitle içinden adam çalma ya da en azından onu pasifize etme amaçlıdır. Aynı amacın milliyetçi ve dinci kesimler tarafından güdülmesi tesadüfî değildir. Bu unsurlar, işlerine geldiği noktada düşman ya da dost olabilirler. Zira bu unsurlar, gerçek bir dost-düşman ayrımının oluşması imkânını bastırmak için vardırlar. Efendilerin arabasına bu tarz hava yastıkları her daim gereklidir.
Yekpare birer teorik, ideolojik ve politik bütünlük olarak sol ve İslam’ın ilişkisinden söz edilemez. Solu düşünsel, ahlâkî, hukukî ve hissî bir kurgu olarak anlayan bir kişinin, aynı minvalde Müslüman olan kişiyle muhabbeti ya da husumeti esasta aynı şeydir. Mesele, düşünsel tercih olarak solcu olanla, gene düşünsel bir tercih olarak Müslüman olmuş kişinin yan yanalığı değildir. Mesele, iktisadî, coğrafî ve biyolojik (bedenî) bir zorunluluk olarak maddî planda solcu olanla, Müslüman’ın iç içe geçmesi ve ortak maddiyatta bunların tek düşmana karşı mücadele etmesidir. Burada kilitlenilecek nokta, dinamiklerin temsilcileri nezdinde dile dökülen söylemleri değil, somut sözsüz, maddî eylemleridir. Birkaç kelimenin yan yana gelmesi, dost olması liberal ya da muhafazakâr bir zeminde mümkündür. Sömürülen, mazlum kitlelerin kenetlenmesi ise tek gerçektir. Bu kenetlenmenin ikna amaçlı üst bir ideolojik terennüme ihtiyacı yoktur.
Bu anlamda, “solcular Allah’sızdır” yaygarası koparan bir mahalle imamı, esasta İslam’ın değil, devletten aldığı üç kuruşluk maaşın emrini yerine getiriyordur. “Bunlar yobaz şeriatçı” diyen kişi, devrimin değil, burjuvaziden aldığı üç kuruşluk bilginin emriyle hareket ediyordur. İlkinin kafasının bir köşesinde burjuvazi tarafından iğfal edilmemiş bir “devlet” fikri saklıdır, ikincisinde ise devlet tarafından bozulmamış, ilerici bir “burjuvazi” konuşur. Oysa burjuva varsa devlet bozuktur; devlet varsa burjuva asla “ilerici” olamaz. Bunlar arasında kâğıt üzerinde belirlenen ayrımların gerçek hayatta karşılığı yoktur. İkisi de iç içedir ve birbirlerine mecburdurlar. Devlet ve burjuvazi birlikteliği “millet” olarak kodlanabilecek beli bir topluluk tahayyülü ile tanımlıdır. Kapitalist-emperyalist ilişkilerdeki dönüşümler devlet ve burjuvazi bağlamında sözkonusu millet tahayyülünü de dönüştürür. Burada artık iki “millet” vardır: biri egemenlerin “millet”i, diğeri mazlum-sömürülen kitlelerin “millet”i.
Meselelere salt ideolojik yaklaşan, kendi ideolojik dünyasını dış unsurlara karşı muhafaza etmek isteyen bir kişi, ister solcu ister Müslüman olsun, politik devrimcilik açısından değer arz etmez. Bu açıdan, tepedekilerin ideolojik anlamda sol ile İslam’ın ilişkisini negatif ya da pozitif düzlemde kurma teşebbüsleri nafiledir. Aslolan, altta sömürüye ve zulme karşı için için kaynayan kitlelerin ortaya koydukları sınıfî, millî ve dinî tepkiler, bu tepkilerin teorik, ideolojik ve politik düzlemde örgütlenmesidir. “Kelimeler yan yana gelirse, tek tek insanlar da yan yana gelir.” anlayışı saçmalıktır. Mesele, yukarıda zikredilen alt kolektif kaynaşmanın dinî, millî ve sınıfî anlamda örgütlenmesi ve muktedir olmasıdır, kelimelerin ve kavramların değil.
Sömürü ve zulmü, teri ve kanı ayıranlar ve bunları karşı karşıya getirenler, küçük burjuvalardır. Bu tip çevreler, Kürt’le (veya Türk’le) ya da Müslüman’la en fazla zulüm dolayımı ile ilişki kurabilmekte, sömürüden mustarip Müslümanları ve Kürtleri (ya da Türkleri) soyut birer “işçi” olarak kendi dükkânlarına örgütlemek istemektedirler. Bu minvalde, sol ile İslam’ın ilişkisi, ya sömürü ya da zulüm karşıtlığı üzerinden tanımlanmaktadır. Böyle olunca, her dönem teorik, ideolojik ve politik anlamda kendisini yeniden kuran İslam içinden sömürüye karşı geliştirilen olası tepkiler ya hor görülmekte ya da hiç dikkate alınmamaktadır.
Doğumu aşmanın yolu olarak milliyetçilik, ölümü aşmanın yolu olarak dincilik, ömrün sancılarından kurtulmanın yolu olarak solculuk, aşma esprisi içinde, kardeştir ve bu küçük burjuvaların fikrî kardeşliğidir. Birbirleri arasında, mülkiyet ve rekabet üzerinden süren kavga, ortada, somut olarak yaşanan, mücadele tarihine eklemlenebilecek kitlesel, maddî pratikleri ezmekte ya da istismar etmektedir.
Misal, Arapların emperyal kuvvetlerin çizmeleri altında ezilmesini gören sol, Arapların ucuz işgücü olarak örgütlenmesine karşı direniş olarak da görülebilecek İslamî mücadeleyi “milliyetçi, dinci” diye elinin tersiyle itmektedir. Bu sola göre, sömürüye ya da zulme karşı ancak kendisinin verdiği gibi mücadele verilebilir, zira tarihin yasaları sadece onu tanımakta, sadece o, tarihin yasalarına vakıf olabilmektedir. Millî ve dinî hareketlerin kendi öznelliğini göreceleştirmesine, kısmîleştirmesine ve parçalamasına karşı direnç örgütleyen sol öznelerin aklına, “ilişki” denilince salt “hâkimiyet ve manipülasyon” gelmektedir. Küçük burjuvaların ağzındaki sınıfın özgüllüğü, mutlaklığı ve havada asılı, kendinden menkul bir olgu oluşu, işçideki millî ve dinî direnişe ait unsurları kesip atmaktadır. Oysa bir işçi ezelî ve ebedî bir kudretle değil, tam da bu millî ve dinî yönleriyle itiraz geliştirir patronuna.
Sol, suyun yasalarını bilip gemi yaparak suyun yasalarına hüküm koyduğu yanılsaması içinde yaşamaktadır. Solun maddeden ve diyalektikten haberdar olan kesimleri, bu bilginin mülkiyetinde, maddeden ve diyalektikten azade olduklarını sanmaktadırlar. Suyun yasalarını bilmek ve üzerine gemi yapmak, o gemiyi ve gemideki insanı suyun yasalarından azade ve münezzeh kılmaz.
Sol, kendisini kuran ya da oluştuğu zemin olan “Türkiye”den vazgeçmeksizin, onun belkemiği durumundaki kemalizmi teorik, ideolojik ve politik manada karşıya almaksızın yürüttüğü teorinin, ideolojinin ve politikanın döne dolaşa, dolaylı ya da dolaysız olarak egemenlere hizmet ettiğini görmelidir.
Yerel ölçekte kemalizm, dünyevî ölçekte judaizm genel üst hukukun adıdır ve bu üst hukuka biat etmeksizin siyaset yapılamayacağına dair ön kanaat, hem İslamcıları hem de solcuları ikna etmiş durumdadır.[4] Önsel olarak “Türkiye” kurgusuna biat etmenin doğal sonucu budur: bu kurgunun ezdiklerine karşı ona itiraz edenlerin kanına ortak olmak, ister istemez kemalizmle ve judaizmle bağlaşık olmayı getirecektir. Bu bağlamda “sol” ve “İslam” ilgili ölçüye uyarlanacaktır. Her ikisi de İran ve Arap düşmanı olacak, batılı güçlerin doğu içine sokulan kaması olmayı kabul eden bir gücün yardakçılarına dönüştürülecektir.
Solun bilim istismarına paralel ideolojik yönelimler, milliyetçi ve dinci kesimlerde de sözkonusudur. Kan ve iman aynı biçimde kullanılmaktadır. Bu başlıklarda yapılan abartılı ideolojik yüklemeler işin özünü örtbas etmektedir. Örneğin, sanki bir dinci olmasa Allah’ın hükmü yürümeyecek gibidir. Bunların da inşa edip “Türkiye” olarak isimlendirdikleri “gemi” de ideolojik manada sattıkları değerlere ve hükme tabidir. Batının Hristiyan kilisesi, budünyanın mesuliyetinden kaçmak için ateizmi ve sekülerizmi teşvik eder; bizim solcularımız, milliyetçilerimiz ve dincilerimiz de aynı minvalde, budünyada hüküm süren sömürü ve zulme karşı kolektif mesuliyeti askıya almanın birer adı olarak örgütlenirler. Kemalizme ve judaizme uyum sağlamak, kitleleri budünyaya ilişkin mücadelelerden kaçırmayı da gerektirir. Sol ve İslam geçmişe ait birer devrim momenti ise, mesele ilkinde 1789’a ya da 1923’e; ikincisinde Asr-ı Saadet’e ya da 1979 İran’ına doğru kapanan bir devrim’cilik değil, kendini bugünde bir devrim olarak örgütlemek ve eyleme geçmektir. Devrim savunuculuğu, hakikî devrimciliğin, hakikat savaşçılığının toprağa gömülmesini ifade eder.
İlk Müslümanların yaptığı mescitlerin bazıları, gene Allah’ın emrine uygun olarak, yıkılmıştır. Enes bin Malik, “yaşasaydı Peygamber efendimiz sizin bu mescidlerinize asla ayak basmazdı.” demektedir. Geçmişin devletinin (Emevî, Abbasî, Osmanlı) bekası için yeniden formüle edilen “devletlû İslam”, dinî pratiğin genel, ortak yansımasıdır. Bu “devlet”, kapitalizmle uzlaşma, onunla birlikte yaşama yollarını kendi içinde bulmuştur. Oysa kapitalizmin seyri ile birlikte bu “devlet”in ortak mayası olan “kan”, paranın önünde diz çökmüştür. Tekil bireylere yönelik ikna teşebbüsleri, milliyetçiler, dinciler ve solcular nezdinde, burjuva siyasetine içselleştirilmiştir.
Seksenlerde Türkî cumhuriyetler ve Turan masalı milliyetçileri, doksanlarda Avrupa Birliği solcuları liberalleştirmiş, şimdilerde neo-Osmanlıcılık ya da Hizbul Tahrir örneğinde, tarihteki tüm “Müslüman” devletlerin coğrafî haritası aynı şekilde Müslümanları liberalleştirecektir. Mesele, birileri için ülkedeki egemen unsurların önünü açmak, dikkatleri başka yöne çekmek, birilerinin mücadelesini minder dışına atmaktır. Devlet emperyal kapitalizmin kulu oldukça, ona uygun bir millet de kurgulanmak zorundadır.
Özetle, genel bir tespit bağlamında, şu söylenebilir: kapitalizme ve emperyalizme karşı kitlelerin mücadele biçimleri sınıfî, millî ve dinî bir nitelik arz edebilir. Bu noktada Lenin’in iki ayrı tarihte söylediği şu sözlerin üzerinde durmak gerekir: “Bir marksist, bir durumu değerlendirmek için, olabilecek olandan değil, gerçek olandan yola çıkmalıdır.” [5] Ve: “Marksizm, öteki tüm ilkel sosyalizm biçimlerinden, hareketi tek bir özel mücadele biçimine bağlamamak noktasında ayrışır. Mücadelenin her türlü biçimini kabul eder ve onları ‘tertip etmez’ […]”[6]
Verili durum dâhilinde sömürüye ve zulme karşı fiilî mücadele veren sınıfî, millî ve dinî unsurların teorik ve politik anlamları gene o durum bağlamında ortaya çıkar. Gerçek olanın değerlendirmesi altta başka, üstte başkadır. Sözkonusu unsurların üst tabakasına karşı alttan bir mücadele verilir. Mesele, temsilcilere takılmamak, hareketin kitlesel karşılıklarını ortak mevzilerde buluşturmaktır. Bu süreç ayrışma-birleşme diyalektiğine tabidir. Altta vücut bulacak kaynaşma işçicileri, milliyetçileri, dincileri bir kenara atacak, hareketin sınıfî, millî ve dinî düzlemlerde bütün olarak örgütlenmesini getirecektir. Bu örgütlenme statik değil, dinamiktir ve her üç unsurun dinamizmine göre içerik ve biçim kazanır. Sözkonusu örgütlenme, bir biçimde kendi “millet” tasavvurunu da kuracaktır. Bu tasavvur, sınıfî, millî ve dinî kesimlerin kanı ve teri ile biçimlenir.
III
Solun İslam ile ilişkisine dair, biri dünyevî diğeri yerel, iki örnek verilebilir. Bu örneklerde temsil olunan ilişkinin, bugün itibarıyla, eleştirel düzlemde redde tâbi tutulması gerekir. Verili hâliyle formatlanmış bir sol ile gene verili hâliyle formatlanmış bir İslam’ın ilişkisi, sömürü ve zulmün verili işleyişinden yana sorunu olmayanların masa başlarında kurduklarını zannettikleri bir ilişkidir.
İlk örnek, kuruluş aşamasında ve sonrasında ellilerle birlikte “yeşil kuşak” olarak bilinen emperyalist stratejiye karşı Sovyetler Birliği’nin yaptığı hamlelerdir. Bu noktada Müslüman Halklar Komiserliği, Sultan Galiyev ve Arap milletlerine yönelik siyasetten dem vurulabilir.
İki ayrı evrede Sovyetler, boğazına dolanan ipleri çeşitli manevralarla gevşetmiştir. İlkinde emperyalistlerin ve iç düşmanların güneyden yaptıkları saldırıları Müslüman Kafkas ve genelde doğu halkları ile koparmayı bilmiştir. İkincisinde ise Soğuk Savaş gerçeğinde, gene güneyden emperyalistlerin çektiği yeşil kuşağa, kuşağın ötesinden ve berisinden geliştirdiği kimi hamlelerle cevap verilmiştir. İlkinde Çar, ikincisinde İsrail karşıtı dinamiklerden faydalanılmıştır. Ancak her iki dinamik arasında kurulabilecek muhtemel bağ, pragmatik adımlar uyarınca, fiiliyatta kesiktir.
Birbirinizi şuralarla yönetin” diyen Kur’an’a atfen, sovyetleri şuralarla ikame eden ya da gene sovyetleri Şiîlik nezdinde Mehdi’nin tezahürü olarak gören ilk temasın ikincisini koşullaması mümkün olamamıştır. Sovyetler’e atıfla, kendi hedefini Anadolu Şuralar Cumhuriyeti olarak belirleyen ve partilerinin “hakikat-i İslamiye”[7] dairesinde hareket edeceğini söyleyen ilk komünistler, tarihin tozlu raflarına kaldırılmışlardır.
Sovyetler’in maruz kaldığı ilk kuşatmada Çar despotizmine karşı duran Müslümanlar, ikincisinde siyonizme karşı örgütlenen Araplar devreye sokulmuştur. İlkinde Sultan Galiyev; ikincisinde ise Roger Garaudy sembolik birer simadır.
İlk dönemde büyük ümitlerle 1920’de Bakû’de toplanan Doğu Halkları Kurultayı bir iki politbüro üyesi Yahudi’nin sirkine dönüşür. Ellilerle birlikte Ortadoğu’ya yönelik siyaset millî kurtuluş temelinde gelişir, oysa bu dönemde politik İslam’ın temelleri de atılmaktadır. Ancak özel kimi iç ve dış gerekçelerle bu temeller görmezden gelinir. Şer’i ve laik, ikili hukuk sistemini tesis eden bolşeviklerin bölgeye yönelik siyaseti zamanla yerini pragmatizme bırakmıştır.[8] Politik İslam kendisini önce İngiltere, sonra ABD güdümlü siyaset zemininde tanımlamaya başlamıştır. Her özgüllük tanımı gibi, liberalizm ile faşizmin hâkim kutupları arasında salınmaya mahkûm olmuştur.
Özgül birikimi nedeniyle (marksizm kıraat etmeye başlamış Hristiyanların ve Cezayir gibi bir sorunun bulunduğu) Fransa, teorik ve ideolojik imkânları sunabileceği gerekçesi ile SSCB tarafından görevlendirilir. FKP ve onun teorisyeni Garaudy, staj yapması için Latin Amerika’ya gönderilir. Katolik Fransa’nın bir üyesi olmasına karşın ellilerde Protestan olmuş olan Garaudy, burada özellikle Katoliklerin etkin olduğu kurtuluş teolojisi üzerine çalışır. Sonrasında, 1964’te Sovyetler’in önemli isimlerinden İllitçev ile girdiği bir polemikte, “marksizmi tarihselliğine ve bağlamsallığına bakılmaksızın uygulanması gereken dogmatik bir formül”[9] olarak görmediğini söyler ve İllitçev’in “Hristiyanlık var oldukça komünizm kurulamaz.”[10] iddiasına karşı çıkar. Buradaki itiraz, esas olarak yerellik meselesine ilişkindir.
1943’te Komintern’in kimi somut, geçerli gerekçe ile tasfiye edilmesi sonrası boşluğa düşen Avrupalı KP’ler kendi ülke bütünlüklerine biat etmişler, orada birer yuva bulmuşlar, kendilerince meşru bir zemine kavuşmuşlar ve Sovyetler’le mazisini bir “günah keçisi” olarak tasarlama imkânı bulmuşlardır. 1919’da tüm dünya komünistlerinin yegâne gerçek partisi olarak kurulan Komintern için tek tek ülkelerdeki KP’ler alt örgütler statüsündedirler. Dağılma sonrası gerçek KP olma sıkıntısına düşen bu alt örgütler, ülke gerçeği ile kendileri arasındaki fiilî boşlukla yüzleşmişler, bu boşluğu ülkenin tarihsel-teorik birikimi ile doldurmak istemişlerdir. Yerellik meselesi bu minvaldedir: KP yöneticileri, kendi zaaf ve hatalarını örtbas eden bir kılıf olarak yerelliğin serin sularına dalmışlardır. Burada “madde” lehine “diyalektiğin” kurban edilişi vardır. Kendi mutlaklığı adına belli bir maddî zemin bulan özne, gene, diyalektikten azade olduğunu düşündüğü bir alana kaçmıştır.
Sovyetler’in ve FKP’nin Garaudy üzerinden geliştirdiği hamle, değerlendirmenin baştan eksik, hatta yanlış olduğunu gösterir. Yapılan hamle, esasta İslam ile değil, genel anlamda din ile ilgili bir stratejidir. Zira emperyalistlerin de karşı stratejisi bu minvaldedir. Oysa Hrıstiyanlığın İslam’la din olmak dışında bir ortaklığı sözkonusu değildir. Örneğin Hırıstiyanlık İslam’a kıyasla, esasen din değil, bir kültürdür, hatta kimilerine göre "din olmayı hak eden yegâne yapı", İslam’dır. Zira onun topluma ve politikaya ilişkin belli bir söylemi ve temrini vardır. Teorik bir olgu olarak din dolayımıyla İslam’la kurulan ilişki bu nedenle, o dönemde zirvesine ulaşan, bir anlamda İslam’ın “Kurtuluş Teolojisi” olan Müslüman Kardeşler'i [İhvan-ı Müslimin] görmeyecektir.
Hristiyanlıktan farklı bir din olduğu üzerinden hareket eden ve batıyı bu minvalde eleştiren Müslüman Kardeşler’in politik önderi Hasan el Benna, “Savaşmadan iktidar olunamadığı gibi silâhsız da özgürlük korunamaz.”[11] derken, sol en fazla, İslam’ın topluma ve tarihe ilişkin teorik, ideolojik müdahalelerini burjuva siyasa adına etkisizleştirmek için uğraşmıştır. Bu etkisizleştirme gayreti içinde devreye sokulan ise bir tür milliyetçilik olacaktır. Arap, Türk ve İran milliyetçiliği, Arapların, Türklerin ve İranlıların millî direnişindeki İslamî yönü bastırmak amaçlıdır. Elbette “politik İslam”ın doğuşunda ve gelişiminde İngiliz emperyalizminin rolü vardır, ama buna bakarak sözkonusu siyasetin kitlesel karşılıklarının pasifize edilmesi de gerekmez. İngiliz’in peşinden gitmenin bile “devrimci” bir anlamı onda mündemiçtir.[12] Zarfa bakıp mazruf değerlendirilemez. Ancak solun Ortadoğu’daki misyonu, Yahudi-Hristiyan geleneğine ait İslam yorumlarını bölgede pazarlamak olmuştur. Temel zaaf budur. İkinci zaaf, milliyetçi diye çöpe attıkları içinde mevcut olan millî unsurları görmemesi, yani milliyetçilik ile millîlik arasında kalıcı ayrımlar yapamamasıdır. Bu ayrımlar için bile İslam pratikteki en yetkin kılıçtır.
Sol, İslam’ı toplum ve politika konusunda söz söyleyemez kılmak derdindedir. Politik olana ilişkin söz söylemesi laik solcular için kabul edilebilir değildir. Bu solculara göre, İslam ve genelde din, bireyin Allah ile gönül ilişkisi olarak anlaşılmalıdır. Ancak böylesine tahammül edebilmektedir. Solun uzunca bir dönem Allah ile gönül ilişkisine dayalı tasavvufun müritliğini ve misyonerliğini yapmasının nedeni de buradadır. Oysa bu gayret, geçmişte kitlelerle buluşarak verili devlet iktidarlarına karşı ciddî mücadelelere girişmiş tasavvufî geleneklerin de içini boşaltmıştır. Bireyin “sınıf” donunda cisimlendiği bu solculara, ağababaları burjuvaların, sınıfın da siyasette verili hâliyle yer bulmaması gerektiğini söyledikleri hatırlatılmalıdır. (Geçmişte ve bugün, “Elleri nasırlı adamların ülkeyi yönetmesi anlaşılır gibi değildir” ya da “Ayaklar baş mı olacak?” diyen burjuva siyasetçiler).
1967 tarihli Altı Gün Savaşları ile bu minvalde gelişen Sovyet stratejisi başka bir mecraya girmiştir, ancak özünde bir süreklilik sözkonusudur. Bu momentin ardından Sovyetler, İslam içinde millî bir tampon bölge açmak istemiştir. Ama bu arada olan Roger Garaudy’ye olmuş, “yoldan sapmış” diye dışlanmıştır. Roger, Libya ziyaretleri ve Yeşil Kitap okumaları sonucu 1982’de Müslüman olmuştur. Son dönemini tasavvufî bir yoruma kapanmakla geçirmiştir.
Altmışlarda “yoldan sapan” bir diğer isim de Venezuelalı Çakal Carlos’tur. Carlos, eğitim aldığı Sovyetler’den 1970’te kovulur, 1975’te ise Filistinli direnişçilerle ilişkisi üzerinden, Müslüman olur.[13]
İlgili dönemde Sovyetler’in İslam içine sızan eylemi, nihayetinde milliyetçi, “kapitalist olmayan yol” stratejisi ile sonuçlanmışsa, buradaki yaklaşım, gene İslam’ın doğuda millî, batıda sınıfî manada bölünmesidir. Ama bölmek isteyen bölünmüş, devlet ve ona mündemiç olan emperyalizm bugün Ak Parti’yi üretmiştir. Aynı şekilde Arap coğrafyasında ise millî dinamikler bir bir yenilmiş, sönümlenmiş, İslamî direniş grupları güç kazanmıştır.
Özetle 1920’lerle başlayan ilişkilenme kalıcı, sağlam bir zemin bulmamış, bu zemindeki hareketlilik 48 sonrası siyonizme karşı mücadele etmeye başlayan Müslüman Arapların eylemliliği ile buluşamamıştır. Bu boşlukta Yahudiler ve emperyalistler at koşturacak geniş alanlar bulmuşlardır. Yetmişlerde Amerika’ya ve İsrail’e göç eden Yahudilerin politik ve ideolojik saldırıları, 1989-91 dönemecinde, Sovyetler’de önemli, negatif sonuçlara yol açmıştır.
Bölme faaliyetinde bir kama olarak devreye sokulan Garaudy’nin Sosyalizm ve İslamiyet kitabı, Cezayirlilere ve onların sosyal pratiklerine hitap eder; İslam’ı övücü lafların ardından önerisi gelir: “evrensel hümanizma”.[14] Birer “hayvan” olarak görülen Cezayirli Müslüman Arap’a “insan olun” denmektedir özünde. Bu da aslında bir biçimde “medenî” Fransa’yı gözeten, Cezayir direnişine ve İslam’a kör bakan bir yaklaşımdır. “İnsan” denilen kavram, ne direnişin ürettiği ne de İslam’ın geliştirdiği bir kavramdır. Gene onlara, batının insanı önünde diz çökmek tavsiye edilmektedir. Ezcümle: birileri sopayla, birileri de havuçla yaklaşmaktadır doğulu halklara.
Cezayir komünistlerinin temel doktrini, Cezayir Müslümanlarının Fransız siyaset hayatı ile bütünleşmesi ve bu ülkedeki Müslümanların koşullarının iyileştirilmesidir. 1954’te Cezayir devriminin patlak vermesiyle Cezayir komünistleri, asimilasyondan, Fransız toplumundaki yerel unsurlarla kaynaşmaktan başka bir yol kalmadığını düşünürler.[15]
Sovyetler’in din ile ilgili stratejisi, özünde kendisi için somut, dünya ve Ortadoğu için soyut bir işçi sınıfı kurgusuna dayanır, bu anlamda işçicidir. Yani kendi özgül varlığının kendinden menkul, kendine Müslüman bir “işçi” donunda zuhur etmesi onun için kâfidir. Bu, savunmacı bir yöntemdir ve saldırmak zorunda olanların ayaklarına pranga olur. Ayrıca buradaki “işçi”, sınıfî, millî ve dinî gerilimlerden münezzeh, bir cennet tasavvurudur ve gerçeğe mahkûm politik mücadeleye katkı sunmaz.
Solun İslam ile ilişkisine dair yerelden verilecek örnek ise Nâzım Hikmet ve Hikmet Kıvılcımlı’dır. Nâzım, kemalizme methiye düzen Kuvvayı Milliye şiirinin devamı olarak  Şeyh Bedrettin Destanı’nı yazar. Kıvılcımlı, “üç din kitabından cümleler alıp bunları şiir diye satıyorsun” diye Nâzım’ı eleştirir. Gerçekten de “Karayılan” bölümünün sonundaki “İbret al, deli gönlüm, demir sandıkta saklansan bulur seni, ak taş ardında karayılanı bulan ölüm.” dizesi, “Her nerede olursanız olun ölüm size yetişir, son derece sağlam kaleler içinde de bulunsanız gene kurtulamazsınız.” diyen Nisa Suresi, 78. âyete atıftır.
Nâzım’ın Şeyh Bedrettin Destanı, dönem itibarıyla, kemalist diktatöryanın İslam’a yönelik saldırısına soldan ortak olmak amacıyla yazılmıştır. Zira hilâfet düşmüş, İslam ümmeti parçalanmıştır. Bu somut durum, aynı zamanda Mısır’da Müslüman Kardeşler’i, içeride Said-i Nursî’yi ve kısmen Şeyh Said'i koşullayan gerçekliktir de. Bu konuda İngiltere’den cevaz alarak boşluğa oynayan yaklaşımlar Mısır’da yoğunlaşmış, politik İslam genel anlamda burada yoğrulmuştur. Bu tip gelişmelerin karşısında devletin bekası, ülkesinin geleceği adına kemalist elit, sola Avrupa klasiklerini çevirttirmiş, onlardan devşirdiği unsurlara kitaplar yazdırmıştır.
Solun genel varlık gerekçesi, batı yanlısı gidişatta Müslüman halka karşı yürütülen mücadeleye ortak olmaktır. Oysa yeni devlet eskisinin zulme ve sömürüye dayalı yönlerini içselleştirerek ilerlemiş, eskisine karşı mücadele edenlere yönelik silâhları da devralıp geliştirmiştir. Sol, Müslüman halkın tepkilerindeki olumlu içeriği göremeyecek bir yerde durmaktadır. Gördüğü, aslında kendi düşmanının “gör” dedikleridir.
Müslümanların, Kürtlerin ve sosyalistlerin kanı üzerinde yükseldiğini bu unsurlara nazaran daha iyi bilen kemalist diktatörya, ilgili unsurların iç gerilimlerini, parçalanmalarını, çatışma noktalarını kendi çıkarları doğrultusunda “başarı” ile yönetmeyi bilmiştir. Burjuvazi en genel anlamda kendi sınıfsal çıkarı için en doğrusunu yapmış, bu üç dinamiği yeri geldiğinde birbirine kırdırmış, gerektiğinde kendisi ezmiş, bir bölüğü kendisine kul etmiştir.
En genel anlamda sosyalizmin ve marksizmin yerelleştirilmesine dönük teşebbüsler, içten içe verili egemen ilişkilere bağlanma kanallarını da açmıştır. Yani yerelleşme, solun Türkiye’yi mutlak bir önkabul olarak almasının kılıfı olmuştur. Kemalistlerin “sınıfsız, imtiyazsız kaynaşmış kitle”si içinde belli bir sınıfa ve imtiyazlılara karşı yıkıcı ve bölücü faaliyetler içine girme imkânları askıya alınmıştır. En fazla, kemalizmin “yaramaz çocuğu” ya da “eleştirel vicdanı” olabilmiştir sol. İslamî hareket ise kemalizmin “aklî eleştirisi”dir. O, M. Kemal’in teist olmayışı, deistliği ile ilgilenmiş, bu biçimsel eleştiri gerisin geri kemalizmin ideolojik kurgusuna bağlanma ile sonuçlanmıştır. Buradaki dolayım kanalı, kemalizmin özüne dönüşünü ifade eden Demokrat Parti’dir. Bu kanaldan geçilerek oluşturulan düzlem ise MSP ve Erbakan hareketidir.
IV
Hamas militanlarının Mahmut Abbas’ın sarayını bastığı momentte Yürüyüş dergisinin kapağında şu ifadeye yer verilir: “Bu Filistin bizim Filistin’imiz değil.”
Bu gerçeğin tespiti önemlidir, zira Deniz’lerin ve yüzlerce devrimcinin kanının döküldüğü Filistin toprağı artık başka bir gerçeğe uyanmıştır. O romantik evre bitmiştir; artık “Allahuekber” nidalarıdır devrimci olan. Verili sol kurgu konusunda inatlaşma bu gerçeğe karşı kördür hep. Artık Filistin, solcuların ortak imgeleminde Türkiye’yi çağrıştıran, onu ikame eden bir unsur değildir.
Bu anlamda sol, Türkiye’nin verili bütünlüğü üzerinden düşünmektedir. Örneğin eş-özne düzeyinde negatif ya da pozitif bir bağlamda ele aldığı PKK’nin, kendisini önceleyen millî ve dinî bir mücadelenin tarihsel süreç dâhilinde biçimlendirdiği verili bir “Kürdistan” gerçeğine doğduğunu görmemektedir. Özne olmak üzerinden ilişki kurulan PKK, bu açıdan sol bir kurguya dâhil edilmekte, böylece kemalizmin ideolojik evrenine girilmektedir. “Her şeyi ben yaparım, ben başlatıp ben bitiririm” diyen sol özne, PKK’nin de kendisi gibi Kürdistan savaşını başlattığını düşünmektedir. Onlarca isyana, millî ve dinî zemine karşı körleşilmektedir. Esasen PKK desteği hak etse bile, bu destek, ilgili partinin laik bir Ortadoğulu özne olma hasebiyle verilebilmektedir.
Zamanında “Türkiye sosyalizmi açısından turnusol kâğıdı Kürt meselesine bakıştır.” Diyen Yalçın Küçük ile “Kürd’e sıkılan iki kurşunun birini bana ayırın” diye yiğitlenen Doğu Perinçek’in kurguları da bu eş-özneliğe denk düşer. Dün muhafazakâr bir üslup üzerinden biçimlenen yan yanalık, bugün liberal bir üslup üzerinden gerçekleşir. Örneğin “hepimiz Ermeniyiz” diyenler, sonradan “Ermenilerden özür diliyoruz” derler. Oysa Taşnak gerillası veya Asala militanından bakabilmeyi gerektirir bu mesele.
İstediği zaman içeri giren, istediği zaman dışarı çıkan, istediği gibi at koşturan bu Süleyman taşı misali öznelliğin, esasta Türkiye’deki kemalist devlet ve demokrasi kurgusuna ilişkin bir sözü bulunmamaktadır. AKP nezdinde bu yaklaşım, “güler yüzlü, neo-kemalist” bir alana doğru kaymaktadır.
Muhammed ve Kur’an, “ibadetle ya da Müslüman olmakla övünmeyin” demektedir. Bu, Lenin’in “zaferden önce zaferle övünmeyin” uyarısına benzer. Sosyalistlerin “ekonomi, ekonomik belirlenim, sınıf” gibi kategoriler üzerinden geliştirdiği ukalalık ve kibir, Müslüman’ın ve Kürd’ün (veya Türk’ün) duvarına çarpıp dağılmaktadır. Kendi güçsüzlüğünü tarihsel ve toplumsal kimi güç odakları ya da güç tasarımları ile örtbas eden solun Müslüman’a ve Kürd’e (veya Türk’e) yönelik tavırları ya içten içe bir kıskançlıkla malûldür ya da haset ve kinle. Sözkonusu kıskançlık, haset ve kinin kışkırtmasıyla solun, “devlet Türk ve Müslüman’dır, o zaman Türk’e ve Müslüman’a saldıralım, ona saldıran kemalizmse veya batı ise onunla ortak olalım, nasıl olsa burjuva niteliği ile bizim tarih öncemiz değil mi kemalizm veya batı burjuvazisi” yaklaşımı, hatalı ve tehlikelidir.
Sırtını ekonomi yasalarına, kana veya Allah’a yaslamak, hakikate buradan bakmak o yasalara, kana ve Allah’a itimat etmemek, bunların mevcudiyetini kişisel mevcudiyetine tabi kılmak demektir.
Sınıfın toplumu böldüğünü görüp toplumculaşan solcular oradan dünyacılaşmakta, toplumu ve dünyayı bölen İslam’a ve Kürd’e yönelik açık veya gizli bir düşmanlıkla bilenmektedirler. Devleti hedef alanın da “onu görmezden gelirsek yok olup gider” diyenin de kurgusal açıdan sırtlarını yasladıkları bütünlükler, Kürd’ün ve Müslüman’ın akınları karşısında çaresizdirler.
Aslında esas sorun, kitlelere devletin Türk ve Müslüman olmadığını, olamayacağını (da) gösterebilmektir.
Özünde Türkiye, doğuda Ermeni ve batıda Helenlere karşı mücadele etmiş İttihatçı paşaların İngilizlerle pazarlık içinde, onların cevazıyla kurdukları bir ülkedir. İttihatçı paşaların teorik, ideolojik ve politik yöneliminde söz sahibi olan, Osmanlı ekalliyetinde Ermeni ve Elen tasallutuna karşı direnen gizli ya da açık Yahudilerdir. Bu açıdan Türklük, Türkmen ve Yörük Türklere ya da Müslümanlık, Kur’an’a ve Muhammed’e göre değil, bir avuç Yahudi’nin sınıfsal politik çıkarlarına göre tanzim edilip, kurulmuş birer olgudur.
Böylesi bir gerçeklikte solun içindeki Yahudi menşeli kesimlerin, solu gerçek Türk ve Müslüman kitlelerin öfkesine karşı örgütlemesi problemlidir. Bu açıdan karşı cenahta aynı Yahudilerin bulunması da tesadüfî değildir. (Örneğin solcu bir Yahudi, altmışlarda Sosyalist Kültür Derneği için para desteği sağlarken, diğerleri tarikatlar ve milliyetçi cenahta at koşturmaktadırlar.)
Sokaktaki Müslüman insanı ikna edecek girişim burjuva bir üsluptur. Aslında sol ve İslam’ın ilişkisi meselesi, ortak bir yer ve gökyüzünü paylaştığımız milyonların, devlet ve demokrasinin verili kurgularına karşı çıkan kısmını örgütlemekle ilgili olmalıdır. Dolayısıyla mesele, rahat nefes almak için İslam içi “sol” değerleri, söylemleri sahiplenmek ve onları öne çıkarmak ya da mütedeyyin tekil insanları ikna edici ideolojik bir hale kurgulamak değildir. Bu açıdan “politik İslam” muhatap alınmalı, mümkünse politikleşen Müslüman kitlelerin içine girilmeli veya onları politikleştirici bir gayret içinde olunmalıdır.
“Türkiye”, Müslüman ve Kürt direnişi ile parçalanacaksa parçalanmalıdır. Önce solun kendi kafasındaki “Türkiye” bölünmelidir. Solun maddeden ve diyalektikten haberdar olan kesimleri, bu bilginin mülkiyetinde, maddeden ve diyalektikten azade olduklarını sanmaktadırlar. Sol, kendisini kuran ya da oluştuğu zemin olan Türkiye’den vazgeçmeksizin, onun belkemiği durumundaki kemalizmi teorik, ideolojik ve politik manada karşıya almaksızın yürüttüğü teorinin, ideolojinin ve politikanın döne dolaşa, dolaylı ya da dolaysız olarak egemenlere hizmet ettiğini görmelidir.
Öznelci manada her şeye muktedir olduğunu varsayan sol, devlette veya demokraside belli bir konum temin etmek için gayret etmektedir. Solun eleğinden sadece bu konuma uygun bireyler geçer; tarikatlar, cemaatler ya da millî öbekleşmeler değil. Sol, milliyetçiler ve bu yönüyle onları tümleyen dinciler, devlet ve demokrasi kurgusu içinde yer alma konusunda, ilâhi kudretteki çıkış noktalarını birbirleriyle yarıştırmaktan başka bir şey yapmazlar.
Solcuların, milliyetçilerin ve dincilerin görevi, devletin veya yeri geldiğinde demokrasinin bekasına halel getirecek unsurların zaman içinde ayıklanmasıdır. Onların görev paylaşımı buradadır. Aslolan, en genel anlamda kemalist olan bu kurguyu parçalama ihtimali bulunan ilgili dinamiklerin ortaklaşmasıdır, eşbenzer olan ve kendisini “Allah” zanneden batılı burjuva bireylerin yan yana gelmesi değil. Bu tip bireyler, kendilerine yeterli, kendilerine kapalı, eksiksiz yüce varlıklar olduğundan, bunların ortaklaşması zaten mümkün değildir.
Esasta mesele, kendinden menkul, bitmiş tamamlanmış bir sol kurgunun eş bir kurgu olarak İslam ile ilişkisinden çok, sol ya da değil, sömürüye ve zulme karşı mücadelenin, eylemin ve direnişin maddesi ile kurulacak maddî bir ilişkidir.
V
Bu düzlemde, Hikmet Kıvılcımlı’nın Allah-Peygamber-Kitap gibi “iyi niyetli” çalışmaları neye denk düşmektedir?
Birinci nokta şudur: Mustafa Suphi’ye “maceracı, anarşist” diyen Kıvılcımlı, Suphi’nin katilleriyle ister istemez ortaklaşmaktadır. Burada, nesnel planda Osmanlı’dan Türkiye’ye doğru daralmanın sancılarını hafifleten kemalizmin hamlelerine yönelik ortaklaşma da sözkonusudur. Yani Müslüman komiserliğinin emri ile Anadolu’ya geçen Suphi’nin pratiği, Müslüman halk kitlelerinin direnişi ile ortaklaşma imkânı barındırırken, Kıvılcımlı’nın yaptığı “Osmanlı tarihi, İslam tarihi” türünden çalışmalar[16], özünde kemalizmin pratiği ve Türkiye kurgusu ile tutarlıdır. Bu noktada, altmışta Millî Birlik Komitesi’nin kapısında parti programını vermek için bekleyen Kıvılcımlı, teorik çalışmasını bu alana teksif etmiş gibidir. 12 Eylül 1980’de “biz hapisteyiz, düşüncelerimiz iktidarda” diyen ülkücüler gibi Kıvılcımlı da “düşüncemiz MBK’de ama biz hapisteyiz” demektedir. Komintern’in dağılması sonrası doğan boşluğu doldurma girişimi, hâkim burjuva siyasetinin eksik yerlerine eklemlenme ile sonuçlanmıştır. 28 Ocak 1921’in önünde eğilen komünist hareket, yerel siyaset adına, kemalizmin kurgusuna biat etmiştir.[17]
M. Kemal Nutuk’unda şu tespiti yapar:
“Panislamizm yapmadık. Belki yapıyoruz, yapacağız dedik. Panturanizm yapmadık. Yaparız, yapıyoruz, yapacağız dedik. […] Büyük ve hayalî şeyleri yapmadan yapmış gibi görünmek yüzünden, bütün dünyanın husumetini, garazını, kinini, bu memleketin ve bu milletin üzerine çektik.”
Burada Türk ve Müslüman kitlelere yönelik “yapılmamış” pantürkizm ve panislamizm üzerinden baskı uygulanacağı gerçeği vardır. İşgalin tüm suçu halka kesilmiş, birileri aklanmak istenmiştir. Aklananlar, bu ülkeyi kendi ihtiyaçlarına göre tanzim etmiş, doksanların sonunda AK’lananlar ise en fazla neo-kemalizm, sol terminolojideki “güleryüzlü sosyalizm”e benzer biçimde, “güler yüzlü kemalizm” (bkz.: paraların üzerindeki “Atatürk” resimleri.) üretmiş, meselenin “bağcıyı dövmek değil, üzüm yemek” olduğu teyit edilmiştir.
Bu, Türkiye’nin Osmanlı’ya karşı direncidir. Kıvılcımlı’nın tarih çalışması, önemli ölçüde Türkiye’nin tarihsel meşruiyetini perçinlemek için kaleme alınmış gibidir. Bunun bugünkü politik karşılığı (Hikmet Kıvılcımlı ya da Halkın Kurtuluş Partisi) HKP doktorculuğudur.
Troçkistler gibi kimi işçici kesimler, üretim güçleri içinde anılan işçi sınıfını, bilimsel teorinin verdiği zannedilen kudretle her duruma ve döneme dayatmaktadırlar. Kıvılcımlı’nın İbn-i Haldun’un asabiyet’inden türettiği ve Osmanlı’dan bugüne gelen ülkesel gerçeklikte yaptığı bilimsel teorik analizin içine yerleştirdiği kolektif aksiyon üretici gücü de aynı maksatla değerlendirilmektedir. Bu da işçiciliğe paralel, aynı dert ve gerilimlerden mustarip bir tür ezilencilik üretmektedir. Bu, meselâ HKP nezdinde “ezilen devlet” formülü için teorik kılıf olabilmektedir. Üretici güçler içindeki işçi sınıfının teori âleminden inip yeryüzüne, somut maddeye müdahale edeceği, iktidara geleceği ve üretici güçlerin önündeki engelleri kaldıracağı varsayılmaktadır. Ezilencilik şahsında ise kolektif aksiyon da aynı minvalde değerlendirilmektedir. Tek mesele, örgütün kurulması ve işçi sınıfının ya da kolektif aksiyonun iteklenmesi meselesidir. Ondan sonrası zafer çorap söküğü gibi gelecektir. En genel manada işçicilik, zulme ve ona karşı mücadele imkânlarına; ezilencilik, sömürüye ve ona karşı mücadele imkânlarına kördür.
Her şeyi kendisinde başlatıp kendisinde bitiren küçük burjuva yaklaşımın teorik ihtiyacı, bu başlangıç için tarihsel, bitim için toplumsal bir zemin bulmaktır. Sağ ya da sol, sözkonusu yaklaşım, ilgili hareketin içine girdiğinde hareketin temel dayanaklarını kendisine mecbur olan bir yere kapatacaktır.
Dinî hareketin içine giren küçük burjuva siyaset, dinini biricik addedip onu gerçeklerden kopartarak semavî bir boşluğa fırlatacak; millî hareketin içine giren, kendi milletini mitolojik bir başlangıç noktasına hapsedecek; sınıfî harekete duhul edense onu abartıp biricikleştirecek ve kiliastik bir düzleme mahkûm edecektir. Burada sınıfın, milletin ve dinin üzerindeki yaldız kazındığında alttan çıkacak olan, bölünmez bir bütün olarak burjuva birey kurgusudur. Bu kurguya halel gelmesin diye ona, topluma, oradan demokrasiye; tarihe, oradan devlete uzanan bir ideolojik tasarım eşlik edecektir.
Politik, ideolojik ve teorik mücadelede döne döne 1789’un ve takip eden tartışmaların koşulladığı burjuva kurgu ile hesaplaşılmalıdır: eşitlik-özgürlük-kardeşlik kurgusu, barış içinde yan yana yaşayabilecekleri öngörülen sınıfların eşitliği, özgürlüğü ve kardeşliğidir. Aristokrasiye karşı geliştirilen bu kurgu, genel bağlamı ortadan kalksa da suret olarak bugün de canlılığını korumaktadır.
Eşitlikten, özgürlükten ve kardeşlikten dem vururken dikkat edilmelidir. İlki proleterlerin[18], ikincisi burjuvaların ve üçüncüsü de köylülerin sloganıdır. Sınıfî, millî ve dinî hareketlerin mutlak eşitliği, özgürlüğü ve kardeşliğinden söz etmek burjuva siyasasına tabiyeti getirir. Öne çıkan unsurların üstünlüğü tanınmalı, yan yana gelenlerin ortaklaşması sağlanmalıdır.
Başlangıç noktasında, misal, ordu feodal ya da gerici olarak kodlanıp karşıya alınır ya da burjuva aydınlanmanın, hatta devrimciliğin gerçek mevzii olarak görülüp onunla ortaklaşılır. Bugün Müslümanlara yönelik yaklaşımda da benzer bir tutum sergilenmektedir. Bu güç ya gericidir ya da devrimci ve ilerici. Türkiye, toplum ve tarih ile ilişkili bütünlüklü kurguları ile her şeyi kendisinden başlatanlar için Müslümanlar ya karşıya atılır ya da onlarla yan yana gelinir. Bugün ikisi de Ak Parti iktidarı ile ilişkilidir.
Oysa bu parti ne iktidardır ne de Müslümanların politik hareketidir. Açıktan söylendiği biçimiyle, Türkiye’nin burjuva kurgusu içinde pay almaya çalışan orta kademe burjuvaların, orta Anadolu zenginlerinin partisidir. Sömürüye ve zulme karşı mücadelede esas olan Müslüman bir devrimci damarın Ak Parti’nin üzerine bastığı zemini parçalaması en önemli aciliyettir.
En genel manada Sovyetler’in İslam ve millet ile ilişkisi üzerinden geliştirdiği eleştiriye bağlı kalmak eksiktir; bu eksikte ısrarcı olmak ise tehlikelidir. Sovyetler, özellikle Stalin direnişine rağmen (İsrail’in tanınması sonrası 1949-52 arasında toplu bir Yahudi kovuşturması yapılmıştır.[19]), bir süre, Yahudi manada kurgulanmış "milletler federasyonu" olarak yaşamış, bu gücün millet ve İslam ile ilişkisi, “yanına sokul, alacağını al, etkisizleştir ve sonra bırak” zihniyeti üzerinden gerçekleşmiştir.
Bir sınıf, millet ve din kurgusu olarak Yahudilik, kendi sınıfî, millî veya dinî kurgusuna zarar verecek unsurları savuşturmak yönünde hamleler yapmıştır. Sovyet Rusya ve Türkiye tarihi, Yahudilerin politik tarihi anlaşılmadan kavranamaz. Bu konudaki Müslüman direniş her şekliyle yoldaşımızdır. Her şeyi kendisinden başlatan zihniyet ister istemez bu Yahudi hamleleri ile uzlaşacaktır. Zira gerçekte “başlatanlar”, o dönemde emekçi mazlum kitlelerin öfkesini boğanlardır.
İslam ve sol ilişkisi bağlamında, yukarıda zikredilen örneklerin hepsinde, dönemsel açıdan İslam ile kurulduğu varsayılan ilişki, taktiksel ve stratejik açıdan yerindedir, ama her taktik ve stratejinin teori katına yüceltilmesi ve genelleştirilmesinin yol açtığı marazlarda olduğu gibi, bu ilişkinin mutlak veri ve çıkış zemini olarak alınması yanlıştır. Bugünün gerçeğinde başka bir ilişkinin yolları aranmalıdır.
Hikmet Kıvılcımlı, Roger Garaudy ya da kimi Sovyetik adımlar önemli birer ilk modeldir. Ama bu modelin devrimci eleştiriye tabi tutulması gerekir. Yüce bir “insan”, “devlet”, “toplum”, “demokrasi” ya da “sınıf” bütünlüğünden bakıp, onların gereklilikleri ile meselelere yaklaşılamaz, aksi takdirde bu bütünlük vurgusu, burjuvazinin ve devletin verili bütünlük kurgusuna en kısa yoldan biat edecektir.
Bugün İslam içi akılcılık vurgusu yapanlar, bu bölgede kapitalizmin önünde önemli bir ideolojik duvar olarak görülen sözkonusu dinin çözülmesi ve etkisizleştirilmesi için uğraşmaktadırlar. Çünkü buradaki akıl, batı aklıdır.
Sola yüzünü dönen Müslüman çevrelerin bu temasının pek de hayırlı olmadığı da görülmelidir. Burada mülkiyet ve rekabet ilişkileri geçerlidir, bu çevreler sola mal olmuş değerlere hüküm koymak istemektedirler. Kimi sol çevreler de bu konuda direnç geliştirmektedirler. Oysa herkes teorik, ideolojik ve pratik faaliyetinin kime ve neye hizmet ettiğini tespit etmekle yükümlüdür.
Bugün sınıfın istediği, Peygamber’in ve Sahabe’nin istediğidir, onların istediği emperyalizme ve kapitalizme karşı varlık mücadelesi veren milletlerin istediğidir.
Mülkiyet ve rekabet üzerinden başkalarına üstün olduğunu iddia edenler, o mülkiyet ve rekabet ilişkilerini yöneten gücün kullarıdırlar.
Eren Balkır
23 Ekim 2009

Dipnotlar:
[1] Karl Marx, “Marx to Laura Lafargue in London” [Marx’tan Londra’daki Laura Lafargue’a], 13 Nisan 1882 Perşembe; MIA.

[2] Albert Soboul, Fransız İnkilâbı Tarihi, Cem yay., 1969, s. 43.

[3] “[Cemâleddin Afganî] (öğrencilerini […] Fransızlardan esinlenen mason localarına girmeye sevk etmiştir.” [Tarık Ramazan, İslamî Yenilenmenin Kökenleri, Çev.: Ayşe Meral, Anka yay., 2005, s. 65.]

[4] 22 Eylül 2009 tarihinde Müslümanların politik lideri Tayyip Erdoğan, geçen senelerde “cesaret madalyası” aldığı dünya Yahudiliğinin başkenti New York’a giderek Yahudilerin yılbaşını kutlamıştır.

[5] V. İ. Lenin, Letters on Tactics [Taktikler Üzerine Mektuplar], 21-26 Nisan 1917; Collected Works [Toplu Eserler] içinde [Moskova: Progress Publishers, 1964], Cilt: 24, s. 45. Aynı şekilde Hasan el-Benna da “İslam, somut gerçekleri göz önünde bulundurur.” demektedir. [Tarık Ramazan, a.g.e., s. 370.]

[6] V. İ. Lenin, “Gerilla Savaşı”, 1906; Kasım 2008, İştiraki.

[7] “[…] Fırka programının bir maddesinde ‘hukuk-u aile, şeriat dairesinde mahfuzdur.’ dediği gibi, diğer bir maddesinde de ‘asr-ı saadetteki samimiyet-i müşterekeyi iadeye çalışacaktır.’ demekle hakikat-i İslamiye dairesinde hareket edeceğini göstermiştir.” [Emek dergisi, “Konferans”, Yıl: 1 (13 Ocak 1921), Sayı: 1, s. 13; Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası Yayın Organları I içinde, der.: Ali Ergin Güran, Katkı yay., Nisan 1975.]

[8] Dave Crouch, “Bolşevikler ve İslam”, Ağustos 2009, İştiraki.

[9] Brigitte Fleury, Étude de la conversion religieuse d’un point de vue communicationnel: le cas de Roger Garaudy, 2004, Montreal, s. 103.

[10] Roger Garaudy, Yaşayanlara Çağrı, Pınar yay., 1979, s. 72.

[11] Akt.: Tarık Ramazan, a.g.e., s. 362.

[12] Uç bir örnek olarak Hindistanlı Ahmed Han’ın (1817-1898) şu ifadesine bakılabilir: “Bizler, İngiliz hükümetinin sadık ve saygılı kullarıyız. Sultan Abdulhamid’in kulları değiliz.” [Akt.: T. Ramazan, a.g.e., s. 70.] Bu söylemin arkasındaki kitlevî hareketliliğin ilgili söylemin ideolojik reddiyesine kurban edilmesi mümkün değildir.

[13] I. R. Sanchez Carlos, Devrimci İslam, Elips yay., 2004, s. 15-17.

[14] “Sözkonusu olan, aklın elde etmiş olduğu kazançlardan hiçbir şey yitirmeyen ama yeni kültür ufuklarına kanat açan gerçekten evrensel bir hümanizmanın geliştirilmesidir.” [Roger Garaudy, Sosyalizm ve İslamiyet, Çev.: D. Avcıoğlu-E. Tüfekçi, Yön Yay., 1965, s. 68.]

[15] Tarık İsmail, The Communist Movement in the Arab World, Routledge-2005, s. 115. “Arap Dünyasında Komünizmin Krizi”, Eylül 2009. Türkçesi: İştiraki.

[16] “Antika toplumun Halk hareketleri, en keskin örgütlü hatta silâhlı olduğu zaman bile, net duru, açık bir Sosyal Bilince ve evreni gerçekten kavramış bir Dünya Görüşüne kavuşamadığı için, daha doğarken ölüme mahkûm kaldı.” [Osmanlı Tarihinin Maddesi, s. 231.] diyen Kıvılcımlı, o günün burjuva teorik, ideolojik ve politik kurgusunu ölçüt alarak geçmişe bakıyor ve böylelikle olmuşu olana tabi kılarak, olanı meşrulaştırıcı bir zemin kuruyor. TKP siyaseti adına verili “Türkiye” gerçeğine teslim olan bir hat açıyor.

[17] “Devrim önderlerinin iyi niyetinden kuşku duymaya kimsenin hakkı yoktur. […] Bu olasılıklar bugünkü politik devrimi yapanların işin ortasında durup: ‘Buraya kadar! Daha ileri gitmek yok!’ diyecekleri varsayımına göredir. Oysa biz böyle bir varsayımın olmadığını sanıyoruz. […] Doğudan esen devrim rüzgârını uzun süre solumuş ve orada olup bitenleri yakından ve dikkatle izlemiş yeni devlet ileri gelenlerinin gerçeği olduğu gibi göreceğini ve onun gereklerine -daima ulusal kurtuluşu amaç alarak- baş eğmekte duraksamayacaklarını umuyoruz.” [Şefik Hüsnü, “Gerçek Devrime Doğru”, Aralık 1922; Türkiye’de Sınıflar, Ülke yay., 1975, s.120-30.]

[18] “Halkları esasında tahrik eden sloganlar kardeşlik ve özgürlük değildir, onların incili eşitliktir: sosyalizmin ve modern demokratik fikirlerin tüm evriminin ana ekseni budur.” [Gustav Le Bon, The Psychology of Revolution]

[19] Bkz.: Nikolay Gribaçev, “Joint’in Tüyleri Yolundu”, Eylül 2009, İştiraki.

20 Ekim 2009

,

Taşların Marksizmi


Taşa Örgütlenmek

Herhangi bir eylem ânında sol özneler içinde ve arasında hüküm süren zihniyet dünyası, dönem itibarıyla sorgulanmayı bekliyor. Örneğin polise taş atma konusunda ortaklaşan kadrolar, iş, o taşın her atımda açtığı mevziiye dolmak ve orayı genişleterek tekrar bir çıkış yapmak yerine, gerisin geri tekrar kendi yuvasına dönüyorlar. Eyleme ve sonuçlarına örgütlenmiyorlar. Bunu zûl kabul ediyorlar. Nesnellikle öznellik arasında bir hiyerarşi kurup, öznelliklerini yüceye yerleştiriyorlar. Oysa, Lenin’in ifadesiyle, “ancak gerçek kadar devrimci olunabiliyor.”

Düşmanın şiddetinin sol nezdinde genel kabul gördüğünü tespit etmek gerekiyor. Bu açıdan düşman başarılıdır. Bizim süreklileşmiş kadrolarımız yokken onun vardır ve her dönem farklı ihtiyaçlar uyarınca bu kadrolar zenginleştirilmektedir. Biz ise hâlâ her kuşağın, her mahalin ve her kişinin kendi iç itimine, bilincine ve adımlarına tabiyiz. Nesnele ve kolektife karşı körleştikçe bize birilerinin bahşettiği özneliği put belliyoruz.

Dönem itibarıyla sol, devlet ya da burjuvazi başlığı altında genelleştirdiği düşmana karşı mevcudiyetini muhafaza etmeyi, onu süreklileştirmeyi siyaset zannediyor. Ayrımlar, bu minvalde biçimleniyor. Bu, düşmanla kapışılan alanı terk etmekle sonuçlanıyor. Teori, bu kaçışın kılıflarını örmekten başka bir işe yaramıyor.

Sol, herhangi bir mahallede, fabrikada ya da kampüste nasıl çalışma yürütüleceğine değil, bir biçimde düşmana, ama daha çok, diğer sol öznelere fark koymak için örgüt içi teorik çalışma yapıyor. Örgütlenen yer, devrim ve sosyalizm değil, örgütün kendinden menkul, içi boş, “komünal”, apolitik-antipolitik ve huzurlu/mutlu dünyası oluyor. Eylem kılavuzu olarak Marksizm, bu orta sınıf siyasetinde liberalizm-muhafazakârlık arasındaki salınımda, lime lime oluyor.

* * *

Althusser otobiyografisinde şu tespiti yapıyor:

“Kuşkusuz, bir yazarın düşüncesini […] karşı çıktığı başka yazarlardan yola çıkarak kafamda kurmamı sağlayacak belli bir sezgi gücüm, özellikle yakınlık kurma, yani kuramsal karşıtlık yeteneğim vardı. Böylece, karşıtlıklar kurup sınırlar çizerek yapıyordum felsefemi.”[1]

Bu söylem dâhilinde, partinin ya da akademinin yerçekiminden uzak katmanlarında gezinirken özgüllük, otantiktik abartılmalı, kimi özelliklerin pazarlık payları güçlendirilmelidir. Althusser, Marksizm tarihine birey olarak kendisini sokuşturmak için bahsettiği işlemi yapıyor. Diyalektiğin, Hegel’in vs.’nin karşısına Madde’yi ve Üretim’i çıkarmasının, ölçüyü oradan çekmesinin sebebi buradadır. Zira diyalektik, onun özneliğine saygı duymayacak bir yerde konumlanmıştır.

Sol, ne eylemin ne de taşın önderliğini kabulleniyor. Buradaki reddiye, taşın ve eylemin sınıfsallığına karşı körleşmeyi beraberinde getiriyor.

Kimi çevrelerin “devlet” başlığı altında Sovyetler’i düşman kampa atmasında ve devlet başlığının kendisinde sınıfsal bir ayrım koymamasında olduğu gibi, önderlik meselesi ve onunla ilişkili politika ve örgütlülük gibi konular da sınıfsal ayrımlardan münezzeh, arınık bir düzleme taşınıyor.

Bir eylemde ortaklaştıran taşsa, önder odur. Eylemin kendisi, önderliğin örgütlendiği yerdir.

Meslekî İdeolojiler

Sol, genel anlamda küçük burjuva teorinin, ideolojinin ve politikanın halesine kapıldığı için meslekî ideoloji, belirleyici hâle geliyor. Yani, kendi meslekî ortamının sınıfsallıktan ve zulüm ilişkilerinden azade olduğunu düşünen, bu açıdan, kendi mesleğini her şeyden uzakta tutup onu güvenli bir yere yerleştiren küçük burjuvazinin kalıbına dökülen solda da devrim ve sosyalizm meslekî kimlikler olarak ediniliyor.

Küçük burjuvazi, kendisi ile başlayıp kendisi ile biten pratiğe taptığından, onun güdümündeki sol da kendisini görebileceği örgütler, kitleler ve yapılar oluşturuyor. Bu pratik, başkalarının çarpık, çatlak, aykırı, kimi zaman tali ve farklı görünen pratiklerini kendi salahiyeti ve mevcudiyeti için ezmek zorundadır. Küçük burjuva, ancak kendisi kadar yeşil ve kendisi kadar uzun bir çayırlıkta memnun olabilir.

Buradaki eşitleme (levelling), yani düzleme işlemi, ilk planda “devrimci”ymiş gibi görünebilir, ama bu “devrimcilik”, kısa vadede küçük burjuva devrimciliğine dönüşür. Zira küçük burjuva, feodal bağların dayatması ile -Kibar Feyzo’daki tespitle- “bokunun üstüne bok istemez.”

Eylemin kendisi, örgütlenme ve politik faaliyet açısından belli bir hiyerarşiyi, disiplini ve işbölümünü mecbur kılar. Partinin genel tanımı için ihtiyaç değil, zorunluluk olan bu üç olgu, eylemle birlikte toplumsal-tarihsel anlamını kazanır. “Toplumu ve/ya tarihi benden daha iyi kimseye bilemez, ol sebepten, en iyi örgüt benim örgütüm” diyen bir kişinin arabayı atın önüne bağladığı görülmelidir.

* * *

Hiyerarşi, disiplin ve işbölümü, önsel olarak sorumluluk gerektirir. Politika, sorumluluk, yani hesap sorma, hesap verme, kelime anlamıyla, sorulan sorulara cevap verme ve soru sorma iradesidir. Hiçbir şekilde hesap vermeyen, hesap sormayan, bu açıdan her türlü sorumluluktan kaçan, yüklerinden hafifleyip kendisini bularak oradan kendi mevcudiyetini rahatlatan öznenin solun içsel devrimi olarak örgütlenecek partinin oluşumuna ait maddeye ve diyalektiğe ciddî zararları olacaktır. Rahatlanılan yer homojen bir “komün” ise bu komün, küçük burjuvalara özgü bir “mastürbasyon” üretecek, onun dikkate alınması istenecek, ama bir yandan da dikkate alanlara, her daim “benim seviyeme asla gelemezsin” ikazında bulunulacaktır. Burada sorumlu bir eylem ve düşünce kesinlikle biçimlenmez.

Her şeyi kendisi ile başlatıp kendisi ile bitiren özne için sorumluluk mefhumu da aynı kalıba dökülür. Yani, ilgili özne sorumluluktan bahsetse bile, bu öz kibir ve küstahlıkla bahsi edilen sorumluluk, sadece özdeki sorumsuzluğu gizler. Sorumluluk da diğer her şey gibi onunla başlayıp onunla biten, kendisine tabi, dışsal bir meseledir. Oysa sorumluluk, içsel bir zorunluluktur ve tüm gerçekliği ile orada mevcuttur.

İngilizlerin bir atasözü, “bebeği yıkadığın suyu dökerken bebeği de çöpe atma” der. Aslında analık ve babalık açısından bebeğin kirli suyla karışır bir tarafı yoktur. İçteki güdüler, ana ve baba için böylesi bir atasözünü doğası gereği geçersizleştirir, insanlar, kesimlik koyun olmadıkları için “her koyun kendi bacağından asılır” atasözünün geçersizleştiği gibi. Yani sorumluluk, belli maddî ilişkilerin içine girmekle, o ilişkileri mülk edinmekle değil, onlara ait olmakla ilgilidir.

Örgütlerin bu sorumluluğu dıştan, emir ve telkinle dayatmaları da örgüt şeflerinin küçük burjuva hesapları ile ilgilidir. Militanların sorumluluk bilincinde bir devrime denk düşmüyorsa, örgüt ve politika koca bir yalandır. Bu açıdan, bir örgütün kadrolarının nasıl davranacaklarına ilişkin ilmihaller ve kitapçıklar hazırlaması, kendisini yalanlamasıdır. Zira örgüt, zaten belli bir sorumlulukla birlikte oluşmalıdır. Örgüt fetişleştirilince, ortaya çıkan sorunlardan gene örgüt şefleri sorumludurlar. Ama bu sorumluluktan kaçmak için de gene yeni, taze günah keçileri bulunacaktır. Örgüt şefleri, hem örgüt içinde hem de üstünde durmakla sorumsuz kadrolar üretirler, onların pisliklerini gene onlara ödetirler, sütten çıkmış ak kaşık ya da suyun üstündeki zeytinyağı misali, süreçle kendileri arasına mesafe koyarlar. Mesafe, onlar için tek çıkar yoldur.

Günah Keçisi

Yahudilerin “hukuk kitabı” olarak görülebilecek ve bir Yahudi’nin yirmi dört saatini programlayan Talmud çıkışlı bir inanışa göre Yahudiler, kendi günahlarını kolektif olarak bir keçiye yüklerler ve onu bir rit dâhilinde uçurumdan aşağı atarlar. “Günah keçisi” tabirinin kaynağı burasıdır. Sorumluluktan fellik fellik kaçan her küçük burjuva gibi bu özdeki tüm örgütler de her türden eksikliklerini, zaaflarını ve günahlarını belli unsurlara yüklerler ve uçurum kenarına doğru akın hâlinde koşarlar. Bu rit, “yeni bir dönem açıldı” tespiti ile birlikte son bulacaktır. Bu sefer geçmiş kuşaklar giyotine bağlanacak, belli teorik ve politik odaklara küfredilecek, yeni olan bütünüyle, liberal manada, fetişleştirilecektir.

Kendini yekpare bir bütünlük olarak kuran özne, bizzat gerçekliğe kendisinin yerleştirdiği aynalarda gene kendisini görmek için çabalar. Kendisi gibi olanları bulur, aykırı olanlara tahammül edemez, farklılıkları silmek, ama kendi farklarını belirginleştirmek için gayret eder.

Küçük burjuvanın sorumluluktan kaçmak için hep bir günah keçisine ihtiyacı vardır. “Şahin gibi havalanan, tavuk gibi yere çakılan” küçük burjuva, pazarlığını yüksekten açar, ama kendi hayrına, en düşüğe razı olur. Örneğin tüm dünyayı ya da tüm ülkeyi ya da tüm öğrencileri gören bir adım atar, ama ancak kendi dar ölçeğinde oluşana, kendisi ile eşdüzlemde durana razı olur. Bu açıdan kısa, orta ve uzun vadede önüne koyduğu hedefler, ancak kendisini işaretlediği ölçüde manidardırlar. O hedefler konusunda samimiyetsizdir, gerçekdışıdır. Devrim de sosyalizm de bugün’süzdür; bugün ise devrim ve sosyalizm’sizdir. Bu kişiler, gereğinden fazla ölçüde “devrim ve sosyalizm” diye bağırmak zorundadırlar.

Maddiyat bilinci diyalektiğin, bireylik bilinci toplumun, toplum bilinci tarihin karşısına kondukça çözülme kaçınılmazdır. Küçük burjuva, bir meselenin her iki yönüne ilişkin bir değerlendirmenin salt işine gelen tek yönünü alıp onu kendince istismar eder. O, sadece kendi özgül ağırlığı ölçüsünde maddeyi okur ve diyalektiği tekdüzeleştirir.

Solun iç sınıfsal devrimi için kalem sallamak zorunludur. Bu iç devrimi kendi dünyalarına halel gelmesin diye arızîleştirmek, göreceleştirmek, talileştirmek ve gereksizleştirmek isteyenler elbette çıkacaktır. Burada kimi zaman teoricilik, kimi zaman da pratikçilik devreye sokulacak; pratikle teori karşı karşıya getirilecek, küçük burjuva, salıncağını sallayacağı bir dalı gene bulacaktır.

Küçük burjuva küçük burjuvadır ve onu başka bir şey olmaya zorlamak, esasında onu burjuva olmaya itmektir ki bu, onun batında istediği, zahirde istemediği bir şeydir. Mesele, bu açıdan sol içindeki küçük burjuvalara ait bu dalları kırmaktır. Mesele, her devrimsel momentte yeni bir dal bulan küçük burjuvanın hareketi teorik, ideolojik ve politik açıdan yeni bir dala bağlamasına mani olmaktır. Mücadelenin özgürleştirilmesi için onların dalları kırılmalıdır.

İşbölümü, Disiplin, Hiyerarşi

Küçük burjuvanın memnuniyeti, kendinden menkul, kendine kapalı bir sol üreterek burjuvazi veya devletten cevaz almak için atılacak adımları koşullar. Nihilist bir üslupla bu solu tümden dinamitlemekten değil, onu çoğul bir işbölümü, disiplin ve hiyerarşiye tabi tutmaktan söz etmek gerekir. Ancak o vakit küçük burjuvaların memnuniyetleri bozulacaktır. Devrimle birlikte sol başka bir şey oluyorsa, olması zorunluysa, o zaman sözkonusu işbölümü, disiplin ve hiyerarşinin de karakteri değişmelidir.

Kapitalizmin seyri ile birlikte Türkiye’de solun işbölümü, disiplin ve hiyerarşi bağlamında ciddi bir çözülmeye maruz kaldığı aşikârdır. Bu çözülme, gruplar ve örgütler aşamasını geçip partileşme yoluna girecek solun içini boşaltmaktadır. Genç kadrolar her yükün altına girmekte, işbölümü geliştirememekte, başkasına, yoldaşına bile güvenememekte, kapalı dünyalarında kıldan tüyden kişisel meseleleri ayrım çizgisi olarak kullanmakta, sadece kendisini tanımakta ve kendisine kapanmaktadır. Tümüyle kişisel olan meseleler politikmiş gibi yutturulmakta, kişisel serbestiyet, rahatlık ve gevşeklik adına politika, gerekli güçten mahrum bir uğraş olarak biçimlenmektedir.

Politika ve güç ilişkisi, devlet ve burjuvazinin teorik, ideolojik ve politik gücüne öykünme üzerinden biçimlenmektedir. Buradaki öykünme ve tabiyetin önkoşulu, öznenin salt kendisini görmesi, kendisine kilitlenmesi, her şeyi kendisi etrafında döndürmesidir. Köksüz olan kökleri abartıyorsa, genele teslim olmak isteyen, özel’likleri yüceltiyordur. Bu yüceltme, basit anlamda bir pazarlık meselesidir. Özel’liklerin yüceltilmesi işlemini işçi sınıfına ve mazlumlara öğütleyen küçük burjuvanın tek yaptığı budur: özel’liklerini sildiğini düşündüğü egemen güce teslim ve tabi olmak.

Devlet ve burjuvazinin saldırısı karşısında özel’liklerini, özgüllüğünü ve otantikliğini öne çıkartmayı “devrimci” bir siyaset olarak satan küçük burjuva, ortaya koyduğu direncin apolitik ve/veya antipolitik olduğunu görememektedir. O, örneğin giderek işçileşen doktorlara özgül ve yüce bir meslek olarak doktorluğun muhafazasını önerebilmektedir. Özgül parçalara kilitlenmek, parçalar arası sınırları, çatlakları, kütlesel mücadele sonucunda devlet ve burjuvazinin kalelerinde oluşan yarıkları, o yarıklardan istifade etmeyi düşünmeyecektir.

Kılıç

Lenin’in Ne Yapmalı’sı, esas olarak işçi sınıfını ve işçi sınıfı siyasetini basit küçük burjuva meslekî örgütlenme zincirlerinden kurtarmakla ilgilidir. Lenin özünde, “işçi sınıfının sadece kendisini görmesine imkân verilmemelidir.” demektedir.

Bugün çeşitli siyasetler “sosyalizm aydınların işidir” demekte, en iyi niyetlisi bile “işçi aydınlar” ve “aydın işçiler”den dem vurmaktadır. Oysa Ne Yapmalı, tam da bu ayrımın taraflarını kutuplaştırmanın yanlışlığı ile ilgilidir. Kredocular, o dönemin ekonomistleri, yani Lenin’in ilgili kitapta eleştirdiği çevre, “işçiler kendi ekonomik meseleleri ile ilgilensin, aydınlar da siyasetle” demektedir. Dönem itibarıyla bu aydınların önemli bir bölümü ya liberaldir ya da siyaseti liberalizme kilitleyen birer sosyalist.

Bu açıdan Lenin, sözkonusu küçük burjuva teorisine ve siyasetine vurulmuş bir kılıç darbesidir. O Kredocuların önermesini bugün tersten olumlayanlara, yani aydın oluşlarını sürece dayatanlara da vurmaktadır.

Bugün genç kadrolarda da benzer bir kendine kilitlenme yaşanmaktadır. Teorik, pratik her konunun ve yükün altına giren kadrolar yaşlıları eleştirmekte, özünde onlara “ben sizin yaşınızdayken solcu kalmayacağım” demektedir. Bunun dışa dönük kılıfı, yalanı ise şudur: “siz beceremediniz ama ben bugün sizin olduğunuz yaşa geldiğimde sosyalizmin bana tahsis ettiği bir koltukta ya da daçada oturuyor olacağım.”

Kendine kilitlenme, taş atmaktan başka bir şey yapılmayan eylemlerde de kendisini ele vermektedir. Kitle ilk saldırıda çil yavrusu gibi dağılmaktadır.

Ayrılan, taraflaştırılan, ortadaki dala asılı salıncağa binilerek her iki uca doğru salınılan hususlardan biri de zamandır. Zaman, geçmiş ve gelecek olarak bölünür, bugün denilen dala ipler bağlanır ve salınım başlar. Gelecekte varolmak için geçmiş en kolay şekilde harcanır. Tersi de mümkündür: denilecektir ki, “geçmişin meseleleri hallolmadan geleceğe adım atamayız.” Bunun ters yöndeki ucunda şu yazar: “Geçmişin karanlığında kaybolmamak lâzım.”

Her özne, örgüt ve birey, geçmiş eleştirisini geçmişe sünger çekmek için yapar. Geçmişin tüm sorumluluğu başkalarına atılır; örneğin 12 Eylül’de esasta kendi örgütünü çözen, bir başka rakip örgüttür ya da Sovyetler, PKK gibi günah keçileri hareketin ilerlemesine mani olmuşlardır.

Sol, sınıftan, devrimden ve iktidardan ayrı ayrı bahsettiği, bu üç unsur arasına kendince kalın duvarlar çektiği ve birbirlerini besleyecek bir pratik faaliyet yürütmediği sürece bu çözülmenin derinleşmesi kaçınılmazdır.

Sınıf’tan uzaklaşan işbölümü; Devrim’den uzaklaşan disiplin; İktidar’dan uzaklaşan hiyerarşi başlıklarında kapsamlı bir dağılmaya maruz kalacaktır. Sol, bu bölünme dâhilinde her bir başlık altında birbirine küfreden grupların körlemesine mülkiyetçi ve rekabetçi pratiği ile dumura uğrayacaktır.

Salınım

Küçük burjuvanın akıl salıncağı durmasın diye salınımın hemen diğer yönü hatırlatılacaktır. Örneğin bir yazıda ya da pratikte meselenin iki yönü öne çıkartılıyorsa, küçük burjuva, bu iki yönden birini önemseyecek, iki yönün öne çıkartılmasının salıncağı durduracağını düşünecektir. KB’ye “teori” desen “pratik” diyecek; “pratik” desen “teori” diyecektir. Benzer salınımlar, evrim-devrim, legalite-illegalite, homojenlik-heterojenlik, yerellik-genellik, dünya-Türkiye, millîlik-milletlerarasılık, sömürü-zulüm ve devlet-burjuvazi için de geçerlidir. Belli bir sabitliğe, mevziiye muhtaç olan siyasetin bu salınımlarda heba olduğunu görmek için âlim olmak gerekmemektedir.

Salınım, minder dışına kaçmak, saklanacak yerler bulmak için elzemdir.

KB siyaseti idealisttir; maddeyi ve diyalektiği bilse de bu bilgi kendinden menkuldür. O, maddîliği diyalektiğin karşısına çıkartır. Madde ve diyalektik arasında salınmayı da siyaset zanneder. O madde’yi kendi mevcudiyetine, varlığına indirger, kendisi dışındaki her şeyi madde dışı, metafizik ve idealist olarak kodlar. Mesele sınıf ise sınıfı sadece kendinden olan işçi teşkil eder; sadece kendi militanlarıdır devrimi yapacak olan; sadece kendi yöneticileri, dirijanlarıdır iktidarı kuracak olan. Diyalektik ise salıncağın asılı olduğu dalın kendisinde dondurulmaktadır.

Bu kurguda sınıfın, devrimin ve iktidarın kendiliğinden tarihsel-toplumsal seyrine ait en ufak bir alan yoktur. Kendiliğindencilik-devrim’cilik ayrımını yapan ve bu ikisi arasında salınan da kendisidir. Oysa feminizme karşı olmak kadına; işçiciliğe karşı olmak işçiye karşı olmak anlamına gelmediği gibi, kendiliğindenciliğe karşı olmak da kendiliğindene karşı olmak demek değildir.

Diyalektikçilik arabuluculukla, maddîcilik ise teslimiyetle sonuçlanır. Arabuluculuk ve teslimiyet birbirlerini süreçte tamamlar: maddenin kaotik niteliğinden kaçan diyalektikçi, kendi eşit düzlemini muhafaza etmek için paralel, eski dünya algısındaki tepsi misali, düz bir maddiyat tasavvur eder; maddîcinin vatanı olan bu tasavvur oradaki huzura teslim olur.

İç Devrim

Her devrim gibi solun iç devrimi de çok boyutludur, çoklu bir nitelik arz eder. Bu devrim kaba, madde’cilik ve diyalektik’çilik kovukları içinde boğulmaktadır. Bu nesnel bir süreçtir; gelecekteki devrim, bugünde tüm özneleri belli alanlara sıkıştırmaktadır. Devrimin sınıfsal niteliği küçük burjuvaları sahip oldukları dalları sıkı sıkıya kavramaya zorlamaktadır. Altta, toprakta akan mücadele ise kendi maddesini ve diyalektiğini her momentte hatırlatmaktadır.

Küçük burjuva, üretim alanında her işi kendisinin başlattığı ve kendisinin bitirdiği bir sürece tabidir. Ayakkabıcıysa çiviyi o çakıyor, kalıbı o döküyor, deriyi o boyuyordur. Ancak yakın bir bölgeye ayakkabı fabrikası açılınca atölye kapanır, ayakkabıcı dükkâna kilit vurur ve fabrikaya girer. Ancak geçmişin seyri devam eder. Akşamları bir süre daha dükkân açılır, kendince iş yapılır. Bu gerilimli bir süreç bir süre varlığını muhafaza eder.

Bu mecaz ve analoji dâhilinde düşündüğümüzde, küçük dükkân sahibi şeflerin büyük partiye doğru akıp orada “işçi” olmayı kabullenmeleri sancılı bir süreçtir. İkna üzerine kurulu siyasetleri, o güne dek ayakkabı satma biçimleri değişmek zorundadır. En güvenli yol olan kişiye özel üretim yapmak, niteliksel açıdan başkalaşır.

Diyalektik; gerilim, çelişki ve çatışma demektir. Gerilim, çelişki ve çatışmadan kaçmak, diyalektikten kaçmak, kendinden menkul bir madde’ye sığınmak demektir. Maddiyat ise ilgili öznelerin oradaki mevcudiyetleridir. Teorik işlem olarak kimi durumların anlaşılması için yapılan ayrımın gerçekte karşılığı yoktur. İndirgemecilik çaresizliktir.

İndirgemecilik, gerilimsiz, çelişkisiz ve çatışmasız bir alan kurgular. Bu kurgu tümüyle ütopiktir. Sol, kendisini bir ütopya olarak örgütlemektedir. Tüm toplumsal-tarihsel dinamiklere böylesi bir huzur ve mutluluk alanı vaat etmektedir. Oysa bu vaatlerin çoğu zaman politik açıdan anlamı yoktur.

Örgütün gerilimsiz, çelişkisiz ve çatışmasız bir ütopik alan olduğu öntespiti, kitleleri bireylere bölüp o bireyleri bir yalana örgütlemekle sonuçlanacaktır. Bu ütopyanın eleğinden sadece huzuru arayan küçük burjuvalar geçeceklerdir. Kütlesel bağlara ait olanlar, bu aidiyetleri ile politikleşenler bu elekten asla geçemezler.

2000 ölüm oruçları sonrası batıda popüler olan BBG evleri türü programların ülkeye giriş yapması tesadüfî değildir. Böylesi bir eve aynı karakterde ve özellikte on kişiyi yerleştirsek bile gene kavga çıkacaktır. Bugün örgütlerin kendilerine kapalı dünyalarında da olan budur.

İç Huzur

Bugün örgütler dışa dönük bir adım atsa bile bu adım iç huzura uygun olarak biçimlenmektedir. Örneğin TKP içinde yeni gelmeye başlayan Kemalistlerle yaşanan çatışmalarda komünist gençlerin partiden uzaklaştırıldıklarına tanık olunmaktadır. Bir süre yakınlaşan ÖDP ve DSİP arasında Marguiles üzerinden kopan kavga da bu minvaldedir. Yani dışa açılma da yalandır. “Tartışma platformu kurduk” ya da “kriz var, gelin beraber çözelim” demek de aynı türden yalanlardır. Bu lafların arkasında önceden belirlenmiş sabit bir fikir mevcuttur, yapılan sadece balık tutmak için olta yerine ağ (serpme) ya da trol kullanmaktır.

Bu türden tartışma süreçlerinin arkasındaki kasıt budur. Kitleye nasıl bakılıyorsa sol içine de aynı şekilde bakılır. Geniş bir ağ gerip tüm öğrencileri avlayacağını düşünen, ancak sınıfsal karakterinin dayatması ile sadece kendi eşbenzerlerini kucaklayabilen bir örgüt, sol içi tartışma süreçlerinde de aynı oyunu oynar. Açıktan ya da gizli, bu düzende komün olarak konumlanmayı matah bir şey gibi satanların hamleleri sahtekârlıkla maluldür. Zira bu düzen, komünleri şehircilikteki “park ve bahçeler” türünden bir içerikle sürekli üretmektedir.

Bir devrimci homojen, stabil, çatışmasız, gerilimsiz, kendiyle barışık, kendine kapalı bir bütün olmakla övünemez. Bu özel’likler tam da devrimciliğin bittiği yerdir.

Kendine kapalı, bütünlüklü bir ürün bile olsa, onun ancak küçük bir parçasını üreten işçinin bilinci bu türden yaklaşımları, böylesi özel’liklerle övünmeyi zûl kabul eder. İşçi, üretim sürecinde ancak başkaları ile anlamlı olduğunu, yaptığı işin ancak bir işbölümü dâhilinde değer kazandığını bilir. Sömürüye karşı olmak işçi olmaya karşı olmak demek değildir. İşçi olmaktan kaçıp sığınılan yerlerin “potansiyel sosyalist” olarak görülmesi, solun ürettiği bir garabettir. Aynı garabet, mazlum olmaktan kaçıp sığınılan ve “potansiyel devrimci” olarak kodlanan yerler ve kesimler için de geçerlidir.

Sınıf

Sınıf-devrim-iktidar bağlamında gelişen bir Marksizmle oluşan parti, sınıf ayağında işbölümünü öğrenir. Sınıftan uzak alanlarda cirit atan kadroların işbölümünü “küfür”, “zûl” ve “yük” olarak kodlamaları ân meselesidir.

Zamanında “Leninist örgüt fabrikayı baz alıyor, bu açıdan kapitalist bir içerik taşır” diyen Mehmet Ali Aybar’ın söylemi, tam bir demagojidir. Kadrolaşmayı ve kitleselleşmeyi karşı karşıya getirenler, küçük burjuvalardır. Evrimle devrimin, illegal ile legal’in karşıtlığına yönelik eleştirinin izlerini Lenin’den Mahir’e takip etmek mümkündür. Aybar’ın yukarıdaki tespitte “sosyalizm” olarak anladığı şey, emek ile sermaye çelişkisinin yol açtığı marazları, püsürü temizlemektir.

Devrim

Devrim ayağında öğrenilecek olan, disiplindir. Düşmanı kendi merkezinde, tek boyutlu değil, sınıfsal-politik gerilimler, çelişkiler ve çatışmalar üzerinden çoklu anlamayı koşullayacak olan, tüm örgütlerin çok boyutlu bir mücadeleyi benimsemeleri ve düşmanın netlik kazanması, ölçüsünün, ölçeğinin belirginleşmesi ile yapılacak saldırıların sıklaşması, yoğunlaşması ve oluşan mevziler arası bağların güçlendirilmesi sürecidir. Burada bireylerin değil, örgütsel birimlerin disiplini üzerinde durmak gerekir. Bireyler, her şeyin kendileriyle başlayıp kendileriyle bittiği yanılsamasından kurtarılmalı, sorumluluk bu bilinçle birlikte derinleşmelidir.

“Birey” ve “komün” tasfiye edilmeden, solun devrimci bir güç olması mümkün değildir. Bunlar, küçük burjuvaların kendi mevcudiyetleri ile çaktıkları metafizik, gayrı maddî kazıklardır.

“Devrimci ilerleyiş, hiç de kendi doğrudan kazanımları ile kendine yol açmadı, tersine, ancak sımsıkı, katı ve güçlü bir karşı devrim ortaya çıkartarak kendisine bir düşman yaratarak ve onunla savaşarak, yıkıcı parti en sonunda gerçek devrimci bir parti oldu.”[2]

İktidar

Lenin, devrim yaptıktan bir iki yıl sonra karşılaştıkları sorunlar üzerine şu tespiti yapar: “Her devrim sorunu iktidar sorunudur.” Ama bizim başarıcı, oportünist solcularımız, bu tespiti ön tarihsel-toplumsal birikimini by-pass edip doğrudan başa alırlar. Bir ânda Ekim Devrimi devre dışı kalır, devrim sonrasının kudretine sığınmak “politik” zannedilir.

Oysa Lenin’in karşılaştığı maddî sorunlar daha önemlidir. O sorunlara çözüm olarak “her devrim sorunu, iktidar sorunudur” deyip muktedir olmadığını bilince çıkartan, ardından da iktidar ilişkilerini dönüştürecek hamleler yapan Lenin ve yoldaşlarının o verili müdahalelerini örgüt içinde ve genel siyaset alanında taklit etmek ise asla Leninizm değildir.

Troçki, aynı dönemde edebiyat ile ilgili tartışmalarda “sönmüş yıldızlara hayat götüreceğiz” diyen Mayakovski’ye şunu söyler: “Boşver yıldızları, Moskova’nın elli kilometre uzağında aç sefil köylüler var, önce oraya ekmek götür.” Gelecekte söyleyeceklerini yalanlayan sözler sarf eden Troçki, meselenin adım adım ilerleyeceğinin bilincindedir. O, ancak sıcak maddî pratiğin içinde böylesi bir bilinçle hareket edebilmektedir.

Basit bir izahla şu söylenebilir: iki madde aynı ânda aynı yerde bulunamaz. Bulunmaya çalıştığı noktada çatışma doğar. Demek ki devrim öncesinden sonrasına uzanan süreçte devrimle niteliksel ve niceliksel anlamda dönüşüme uğrayan iktidar, başka bir hâl almalıdır. Burada Lenin’e atıfla, devrimin iktidarı güvence altına almadığı görülüyorsa, hiyerarşik anlamda belli yapıların (örneğin kurucu meclisin ve sovyetlerin) düzenlenmesi zorunludur. Uzaya hayat götürmeye kilitlenmiş bir kafa için bu düzenleme baştan yanlıştır.

Aynı şekilde Antonio Negri gibi isimler için kapitalizmden komünizme geçiş aşaması olarak belirlenmiş sosyalizm de artık geçersizleşmiştir. Bu kafanın burjuvazinin, devletin ve genelde kapitalizmin tüm artıkları ile mücadele etmeye yüreği yoktur, zira bu isimler de böylesi birer artıktırlar. Kendilerini muhafaza etmek için sosyalizmi devre dışı bırakmaktadırlar.

Mülkiyet ve Rekabet

Batılı solcuların ikili bir yönelimi mevcuttur: Komintern sonrası boşluğa düşen yapılar içinde sol, ya kendi ülke bütünlüğünden Sovyetler’e ve sonrasında Çin’e; ya da tersten, Sovyetler’den ve Çin’den kendi ülke bütünlüğüne bakmıştır. Bir taraf için zamanla Fransız Devrimi ile Ekim Devrimi arasındaki ideolojik yarışta birinci devrim galip gelmiş, tüm teori ve pratiğe galebe çalmış; diğer taraf için kendi ülkelerinin salahiyeti ve mevcudiyeti Sovyetler’e ve/veya Çin’e üstün gelmiştir. Bu terazi ve bu salıncak her şeyi belirlemiştir. Örneğin kendi ülkelerinde “kültür devrimi yok” diye Çin sevilmiş, “Sovyetler'de demokrasi yok” diye kendi ülkelerindeki demokrasi kurgusu yüceltilmiştir.

Bu salınımın güvenliği için sınıf, devrim ve iktidar düz bir hat üzerine yerleştirilir, her biri arasındaki maddî ilişkiler devre dışı bırakılır, çok boyutlu olan işleyiş, salt öznenin yüce bekasının hizmetine koşulup tekdüzeleştirilir.

Sınıf’çılar, devrim’ciler ve iktidar’cılar, birbirlerine fark koymak, mülkiyet ve rekabet dünyasında faaliyet yürütmek, kendi mülklerini korumak ve diğer ekiplerle yarışmaktan başka bir şey yapmazlar.

Partinin bugündeki militanlarının iktidardan öğrenecekleri şey, hiyerarşidir. Bu hiyerarşinin kişisel tercihlerle değil, sınıfsal, devrimci zorunluluklarla biçimlenmesi gerekir. Parti her türden gerilimin, çelişkinin ve çatışmanın ortadan kalktığı, geleceğe ait bir ütopya değil, bugünde savaşan somut bir gerçekliktir.

“Bize göre komünizm, ne yaratılması gereken bir durum, ne de gerçeğin ona uydurulmak zorunda olacağı bir ülküdür. Biz, bugünkü duruma son verecek gerçek harekete komünizm diyoruz. Bu hareketin koşulları, şu ânda varolan öncüllerinden doğarlar.”[3]

Bu açıdan örgüt’çü değil, örgütlü olmak zorunludur. Hâkim örgüt’çülük yarışında ve ona dayalı mülkiyet ilişkilerinde kaybolmak, “adam yurdu”na konmak, kabul görmek, belli bir sıfatla piyasada arz-ı endam etmek yerine, komünist siyasetin güç olabilmesi için çalışmak gerekir. Salıncağın keyfini çıkartanlar, altta hüküm süren mücadeleleri, o mücadelelerin cefasını çekenlerin acısını, sömürülen, mazlum yığınların sınıfsal devrimci ve muktedir bir güç olarak yeniden oluşmalarını asla önemsemezler. Zira bu gelişme onların varlığına zarar verir.

“Hakikî sosyalizm, oluşumu dâhilinde her türlü gerçek parti çıkarından mahrum olan toplumsal yazın hareketlerinin mükemmel bir örneğidir ve komünist partinin oluşumu ardından bu hareketin niyeti, komünist partiye rağmen varlığını sürdürmede ısrarcı olmaktır. Şurası aşikâr ki Almanya’da gerçek bir komünist partinin ortaya çıkışı ile birlikte hakikî sosyalistlerin sahip olduğu kamuoyu giderek daha fazla küçük burjuvazi ile kendisini temsil eden kısır ve bitkin aydınlarla sınırlı kalacaktır.”[4]

Devrimci örgütler kolektifi olarak parti, yegâne mecburiyetimizdir. “Gelecekte nasıl olsa devrim olacak, sosyalizm gelecek” diye mücadeleden kaçmak olmazsa, gelecekte bugünün dinamikleri ile oluşacak partiye kadar örgütlülüğü, bu bağlamda işbölümünü, disiplini ve hiyerarşiyi boşlamak olmaz. Aksine, devrim ve sosyalizm, tam da bizim pratiğimizle tanımlı ise, kâğıttaki hâlinden çıkıp ancak bizim kolektif eylemimizle maddîleşiyorsa, parti de bizim devrimci pratiğimize ve kolektif eylemliliğimize muhtaçtır. Genel anlamda devrimle, özel olarak sol içinde, hatta genel siyaset alanında gerçekleşen devrim niteliksel açıdan aynıdır. Zira ikincisi, birincisinin somut maddî tezahürüdür. Devrim gökten zembille inmeyecekse, onun bugünde karşılığı olmalıdır.

Eren Balkır
20 Ekim 2009

Dipnotlar:
[1] Louis Althusser, Gelecek Uzun Sürer, Can Yay., Çev.: İsmet Birkan, İstanbul 1996, s. 178.

[2] Karl Marx, Fransa'da Sınıf Savaşımları, Sol Yay., Çev.: Sevim Belli, Ocak 1988, s. 38.

[3] K. Marx, F. Engels, Alman İdeolojisi, Sol Yay., Çev.: Sevim Belli, 1992, s. 58.

[4] F. Engels, “Hakikî Sosyalizm”, Nisan 2009, İştirakî.