Tom Hanks’in başrolünde oynadığı Mesajınız Var filminde
şöyle bir cümle geçer: “Tüm soruların cevabını Baba [Godfather]
filminde bulabilirsin.”
Gerçekten de Baba I’de Marlon Brando’nun, yani
Baba’nın vurulup hastaneye kaldırıldığı sahne üzerinden yardımcısının “Baba’yı
vuran kim?” sorusuna verdiği cevapta önemli bir taraf vardır. Soruya verilen
cevap şu şekildedir. “Geçmiş olsun ziyaretine ilk gelen kimse vuran da odur.”
* * *
Solun kitleyle, siyasî temsilcilerle, farklı
dinamiklerle kurulan ilişkilerde de temas noktasını sağlayan özneler, bir
şeylerin “katil”idirler. Sol, mevcut nizam dâhilinde devlete veya burjuvaziye
rüşt ispatlama derdinde olması sebebiyle, kendinden menkul bir üslup uygular.
Kendi mevcudiyetinin, varlığının devlet veya burjuvazi tarafından tanınması,
kabul edilmesi için ortaya koyduğu gayret, solun “cinayet”lerini ve o
“cinayet”lerde dökülen kanı örter. Zorla ya da ikna yoluyla kabul edilme
gayreti kısa süre devrimci bir rol oynar, ancak bu gayret uzatıldığında,
kadrolar gerçeklikten koparlar, kendinden menkul bir hâl alırlar ve esas
yapmaları gereken ödevleri unuturlar. Artık tek misyon, kendisini ve
dolayısıyla örgütünü muhafaza etmektir. Oysa bir komünist, gerektiğinde örgüt
kurmasını, gerektiğinde onu dağıtıp başka örgütsel ilişkilere bağlamasını
bilir. Komünist parti, devrimci örgütler kolektifidir, özel bireylerin özel kulübü
değil.
Kendi bireylikleri üzerinden bir futbol stadyumunda
toplaşmış insanları görüp “bu kadar insanı bir araya getiren ne?” sorusunu
soran ve o stadyumda kendisi gibi bireyler gören kişiler, kadrolar arası
bağların diri tutulması için yapılan teorik, ideolojik ve politik hamlelerle
fiiliyatta bu soruya kendilerince cevap bulmaya çalışırlar. Oysa soru baştan
yanlıştır: mesele, kitleyi kitlesel olarak anlamak ve analiz etmektir, kitleyi
birey ölçü ve ölçeğinde dilimlemek; pratikte de ondan kendi benzerlerini bulup örgütlemek
değildir. Yani kitle, baştan bireyliğin ezildiği yer olarak anlaşılırsa, iş,
bireyi kitleden kurtarmak ve kitledeki bireyi çağırmak olarak belirlenecektir.
Bu da tabiî, kitlenin analizinde bireyin eksen ve ölçü hâline gelmesine neden
olacaktır.
Muhafaza siyaseti, tam da bu noktada gündeme gelir:
belli bir durumun veya dönemin insanı olan sol birey, o durumun veya dönemin
tarihe karışması sonrası, o durumun veya dönemin aklını, bilgisini kendisinin
temsil ettiğini düşünmeye başlar. Mevlânâ türünden, “yeni sözler söylemek lâzım
cancağızım” demek de bu bireylerin ana taktiğidir. Aslında yeni sözler
söylenecekse onu da bu lafı edenin söyleyebileceğini anlatır, bu Mevlevî
deyişi.
Yeni gelen kuşağın[1], yeni dönemin kendi cümlelerini
kurmasına izin verilmez. Kazık çakılmıştır bir kez, herkes ve her şey, o
kazığın etrafında dönmelidir ve onu bir biçimde meşrulaştırmalıdır. Tepedeki birey,
kitleyi kendi ölçüsünde böler, kendi ölçeğinde birleştirir. Aslolan, tarihsel-toplumsal
gerçekliğiyle, kitlenin kendisidir.
Örgüt, bireylerarası koordinasyon düzleminde idrak
edilmemelidir. Aksi takdirde, sınıfsal dinamikleri, akımları, kanalları ve kolektif
tepki biçimlerini örgütlemek yerine, bireylerin muhafazası için gerekli yollar
döşenir. O yollar, kitlenin yürüyeceği yol olamaz. Fizik, kimya, biyoloji, buna
asla izin vermez.
“Nerede partili varsa, parti oradadır” lafı, bireyleri
kutsar. Belli bireylerle başlayan ve onlarla bitecek olan parti anlayışı,
tarihi de kendisinden başlatır. Mustafa Suphi gibi ölüp gidenler, yenilenler,
ihanet edenler ve başarısızlar, sorgusuz-sualsiz dışarı atılırlar. Saf, mutlak,
arınık, steril ve yüce bir bireyin pürüzsüz-kesintisiz yoluna ulaşma çabası,
hatalıdır. Kitlenin, sınıfın, devrimcilerin düştüğü, kırıldığı, yenildiği
momentler de önemlidir.
Ekim Devrimi’nden altı hafta önce bir konferansta
yoldaşlarına “kırk yaş üstü yoldaşlarımız devrimi göremezler” diyen Lenin’in
ümitsizliği ve ümitsizlikten ümit devşirme iradesi silinir. Salt tarihte
başarılı olmuş kimi momentler ve eylemler kopyalanır, kişiler klonlanır.
Ölümün, yenilginin, ihanetin ve başarısızlığın sınıfsal-tarihsel analizi, sınıf
ve tarih dışı olduğunu sanan bireylerce yapılır ve aslında hiçbir şey
yapılmamış olur. Sadece bireyler, yeni bir yalanı, mitolojiyi ve masalı
kendilerine örgütlemiş olurlar. Nasıl olsa bunlara inanacak genç kadrolar bir
biçimde bulunulacaktır. Yaşlı kadrolar, kendi çürümüşlüklerini gençlerde temize
çekmeye çalışırlar. Bu çaba, mücadeleyi çürütmektedir.
12 Eylül’e doğru tüm sol örgütlerin akim kalmalarının,
gerekli mevzileri örmemelerinin ve zorunlu adımları atmamalarının nedeni,
buralarda aranmalıdır. “Kadroların güvenliği” için onların bir kısmını
İstanbul’a, kalburüstü olanları da Avrupa’ya kaçırmayı önüne koymuş TKP; bu
parti ile birleşme derdinde olan TİP’in fazla legal olduğu için birleşmeyi
kendisi için sakıncalı bulması; Dev-Yol’un darbeden sekiz ay önce darbeyi haber
almış olmasına rağmen tek adım atmaması ve bir biçimde kendiliğinden dağa
çıkmış kadrolarını kendisine zarar verecek gerekçesiyle yüzüstü bırakması, söz
konusu birey eksenli siyasetin dışavurumlarıdır. O özel bireylerin iradesine
karşı kitlelerin kolektif devrimci iradesi önemsenmelidir.
“Bir işi ben başlatırım, ben bitiririm” yönlü küçük
burjuva anlayış, tüm örgütlere sirayet etmiştir. 12 Eylül’e giderken tüm
örgütlerde yaşanan ayrışmalar, bu örgütlerin faşizme karşı savaşmayacağının
ispatıdır. Kenan Evren, üç ay içinde tüm solu çözdüğünde, kendi başarısına
şaşırmış olmalıdır.
Kadronun güvenliğini sağlayacak yegâne gerçeklik, halk
ve işçi sınıfı içinde, onunla birlikte yürütülecek mücadeledir. Mücadeleden
kaçıldığında korunmanın mümkün olduğunu düşünenler, tersine tüm diri
kadrolarını yitirmişlerdir. Kadroları asıl koruyacak olan, kitle ve
mücadeledir.
Bugün geriye kalan kimi unsurların örgütlediği
78’liler Vakfı, temelde, “dünyada darbe yaşamış tüm ülkeler bu darbelerle
hesaplaştı, bir tek Türkiye kaldı” demektedir. Oysa şu unutulmaktadır: bahsi
geçen ülkelerin devrimcileri, komünistleri ciddî bir direniş örgütlemiş, bu
direnişin bugüne gelen mirası o darbecileri yargılamıştır. Türkiye’deki zaaf ve
eksiklik buradadır: Türkiyeli devrimciler, tek tek birey-kadrolar düzeyinde
mapus damlarında direnmiş, ama örgütler tel tel dökülmüşlerdir.
“12 Eylül askerî harekâtı goşizmi, milliyetçileri
temizliyor; ordu içinde ileri unsurlar var; Kemalist güçler gerekeni yapacaktır”
türünden lafızlarla kendisini kandıran TKP, darbeyi ilk elden alkışlamış, yedi
ay sonra operasyon sırası kendisine geldiğinde, şaşkına dönmüştür. Türkiye ve
dünya konusunda allame-i cihan olan MK üyeleri, kendilerini merkeze yerleştirip
“sol”a ve “sağ”a savrulanları partiden ihraç etmekle, birbirlerinin kuyusunu
kazmakla meşguldürler. Ne faşizm tahlil edilmiş, ne Kemalizm, ne ordu ne de
devrimci hareket. Avrupa’nın ve Moskova’nın sıcak kucağında uyumak en güvenli
yoldur, TKP’ye göre.
Darbenin rolünü oynayıp yavaş yavaş geri çekildiği ve
Özal liberalizminin yerleşikleştiği momentte, iş işten geçtikten sonra, darbe
“faşizm” olarak nitelenmiştir. 83’te kadroları diri tutmak için Mustafa
Suphi Tezleri ile mangalda kül bırakmama devrine geçilmiş, açıktan 12 Eylül
sonrası, özellikle Hareket geleneğinden gelenlerin önü bu sayede alınmak
istenmiştir.
Esasta 73’te yapılan Atılım’ın da bundan başka bir
anlamı yoktur. “Önü alınan, ne adına engellenmektedir?”, soru budur. “Üç beş
serseri gencin çatapatı” ile zarar görmesi istenmeyen kafadaki yüce ideal
bütünlük nedir, kimindir?
Engellenen, CHP gibi Türkiye denilen bütünlüğün kurucu
unsuru olduğunu zanneden, bu konuda kandırılmış TKP’li kadroların kendi
bütünlüğünü parçalayacağını düşündüğü devrimci unsurlardır. 73’te de 83’te de
egemen olan, altmışlarda TİP içinde ve çeperinde örgütlenmiş TKP’ci kadrolardır.
TKP-TİP gerilimi, sınıfsal ve politiktir.
Dışarıdan ve tepeden atılan bakışın içte örgütlediği
teorik ve ideolojik bütünlük, her daim muhafazakârdır. Genel politika alanına
girme sevdası açığa çıktığında, ilgili bütünlüğü bu genel politika alanına
sokmak için bir süre liberal siyasete eklemlenilir.
Bu açıdan “komünizm, Marksizm, devrim” gibi konuların
ülke gerçeğine sokulması, bunların bütünlüğünü tarih ve toplum dışı kılanların
aracılığıyla gerçekleşir. Kitlelerle ilişki düzleminde ciddî ideolojik
katılaşmalar meydana gelir. Bu konulara vakıf oluşunu arşa çıkaran, bilgisine
tapan, teorik birikimini gerçeğin karşısına çıkartan bireylerin koruduğu,
komünizm, Marksizm ya da devrim değil, kendi bireysel kurgusudur. Bu kurgu,
herkese açık olan teorik ve politik faaliyete galebe çalar. O konuşur, o
öğretir, o emreder, o geri çekilir, o susar vs. O asla sorgulanamaz.
Muhafaza edilen bireydir, bireye kendi meşruluğunu
verense teorik, ideolojik ve politik kurgusudur. Belli bir durumda veya dönemde
bu kurgu, devrimcilikle örtüşme imkânı bulur, ama bu örtüşme geçicidir.
Ayağının altındaki toprağın kaydığını gören birey, ya basacağı yerleri bir
biçimde hesap eder ve zamana bağlanır ya da eski bastığı toprakta hayalî
düzeyde olmaya devam edip mekâna biat eder.
Bugün itibarıyla illegal ya da legal, devrimci ya da
reformist, hangi gelenekten gelirse gelsin, tüm örgüt şefleri, teoriyi,
ideolojiyi ve politikayı bütün yönleriyle tüketmiş bireylerdir. Artık bunların
yüreğinde bir damla sızı, kafalarında bir ateşli fikir yoktur.
Eski örgütlerinde üstte ya da arada konumlanmış olan
bu bireyler, kendi ölçü ve ölçekleri uyarınca eşbenzer kadrolar üretmek
peşindedirler. 12 Eylül’e akim ve çaresiz kalışlarının suçunu, günahını ve
bedelini yeni kuşaklara ödeten bu şefler, hiçbir özeleştiri ya da hesap
vermezler. Bugün 12 Eylül benzeri bir durum yaşansın, o günkü üst şeflerini
aptallıkla, beceriksizlikle, cesaretsizlikle ya da birikimsizlikle suçlayan
bugünkü şefler, gene aynı şeyleri yapacaklardır. Zira yapılan tüm
değerlendirmeler lafzî, şeklî değerlendirmelerdir. Birileri “silâh ele
alınmamalıydı”, diğerleri “alınmalıydı”; birileri “faşizm meselesi bizi çok
oyaladı”, diğerleri “demokrasi meselesi bizi kilitledi” vs. diyecektir. Bu
noktada bireyliklerini temize çektikleri mabet, işçi olmuş, ezilen olmuş, halk
olmuş, fark etmez.
Geriye dönülüp bakıldığında 12 Eylül’e karşı ciddî,
kalıcı, köklü bir direnişin olmaması genel zaaftır. Bugünkü örgütleri o günleri
yaşayanlar, içeriden ya da dışarıdan yönetmeyi sürdürdüğü için herhangi bir
mevzi elde edilememektedir. Genç kuşaklar, sadece abi ve ablalarından birey
olmayı ve bu bireyliği ezelî-ebedî kılmanın, muhafaza etmenin yollarını
öğrenmektedirler. Bugünkü kuşak, direnmeyenlerden, dövüşmeyenlerden sadece direnmemeyi
ve dövüşmemeyi öğrenebilir.
12 Eylül, kitlelerin devrimci iradesini kırmak ve
teslim almak için yapılmıştır. Teslim alan ve kendisine bağlayansa Kemalist
diktatöryadır. Devleti ve burjuvazisi ile bu diktatörya iradeyi kırıp teslim
alırken sol örgüt şeflerini kullanmıştır. Yani esasta bugüne gelen şefler,
teslimiyetin ajanları, temsiliyetleridirler.
12 Eylül iradeyi teslim alma hareketi ise sol,
iradenin teslimiyetinin temsiliyetidir. Sol, bir yanıyla devlete, bir yanıyla
burjuvaziye teslim olmuştur.
Cinayet de buradadır. Seksenden bugüne kitlelerin
kendiliğinden ya da değil, tüm eylemliliği ile ilişkide sol, bu teslimiyetin ve
temsiliyetin gereğini yapmıştır.
İlk ziyarete gelen, katildir. Kendiliğinden gelişen
bir grevi ilk ziyarete gelen de, bir kampüste cereyan eden örgütlenmeye ilk
katılan da o grevin ve örgütlenmenin devrimciliğini zararsız mecralara akıtmak
ve öldürmek isteyenlerdir.
Demek ki mesele, ayrıca bu gibi eylemliliklerde
devrimci bir hassasiyeti ve bilinci yükseltmenin yollarını da bulabilmektir.
Sol, devlete ve burjuvaziye adam yetiştirme çiftliği olmaktan kurtulmak
istiyorsa, kendisi ile başlatıp kendisi ile bitirdiği zaman-mekân algısını
dönüştürecek tüm “dışsal” rüzgârlara kapısını, penceresini açmalıdır. Bu
noktada sol, yön ve yol duygusundan çıkıp gerçek maddî bir güç olacak
mücadeleye alan açmayı bilmelidir. Mesele, özgürlük mücadelesi vermek değil,
mücadelenin özgürleştirilmesidir.
Mücadele, tüm altta yaşanan kapışmalara, kaynaşmalara,
ayrışmalara ve sıçramalara tepeden, bütünlüklü bakanların tasallutundan
kurtarılmalıdır. Avrupa’dan, Latin Amerika’dan ya da eskiden olduğu gibi
Moskova’dan, Pekin’den ya da Tiran’dan bakanların dünyası parçalanmalıdır. Bu
güç odaklarının fiilî mücadele ocaklarına verili katkıları ise aslî mirastır.
Belli bir odaktan ve noktadan başlayan tarih kurgusu
mücadeleye galebe çalacaktır. Sömürülen ve ezilen kitlelerin toplumsal-tarihsel
mücadelesi kimi özel odacıklara kapatılır. Örgütçülük partiyi, particilik kitle
mücadelesini hor görmeye başlar. “Her şeyi ben başlatırım, ben bitirim” inadı,
tarihi kendinden başlatan başkalarına haset, kıskançlık ve kinle bakar. O haset
ve kin, teoriyi ve politikayı tayin eder.
Kadrolara verilen eğitim de bu haset, kıskançlık ve
kin üzerinden biçimlenir. Her odak, her örgüt, kendi meşru kitlesel zeminini,
kendi mekânını ve kendi genetik kodlarını üretir. Bunlarla örgütünü korumaya
alır. Bir kısırdöngüdür başlar ve devam eder.
Eğitimler kitlelerle kurulacak ilişki, o güne dek
kurulmuş ilişkilerin içeriğinin ve biçiminin dönüştürülmesi, zarurî mevzilerin,
sigortaların, hiyerarşinin oluşturulması gibi başlıklar için verilmez. Aksine,
eğitimler bu gerekliliklerden uzaklaşmak, kaçmak için yapılır. Eğitim, artık
devrimci politika için önkoşul değil, ondan kaçışın sığınağıdır. Hiçbir örgüt,
işçi, köylü, gençlik, Müslüman ya da bir Kürt mahallesinde nasıl çalışılacağına
ilişkin eğitim vermez. Kadrolarına, buralardaki rakipleri ve hasımlarına nasıl
laf yetiştirileceğini öğretir. Mahallede gerçek bir çatışma vardır ama sol
örgütler, bir köşede mecazî ya da gerçek manada kafa göz birbirlerine girerler.
Özellikle Sovyetler’in dağılmasından sonraki dönemde
sol örgütler, kendilerince bir tartışma platformu örgütlemiş gibidirler.
Kitlelere yönelik, onların içinde siyaset yapmak yerine, sol, sadece kendine
yönelik laflar etmekte, kendisiyle konuşmakta, sadece kendisine siyaset
yapmaktadır. Ancak bir iç yayında geçebilecek cümleler, tartışmalar, kitleye
sunulan bildiride kullanılmaktadır. Kadrolar da bu iç tartışma sürecine göre
biçimlenmektedir. Eğitimler, okumalar, örgütlerin birbirlerine gerekli gereksiz
sınır çekmesi için yapılır.
Akademide ve eski örgütlerin MK’lerinde ilgi gören
isimler de bu minvalde istismar edilir. Tencere yuvarlanır, kapağı ile buluşur.
Lafzî, hayalî düzeyde gerekli meşruiyeti sağlayacak kitle kurgusunu; özel bir
mekân tasavvurunu ve genetik kod dizilimini kim veriyorsa, elde hıyar, koşulur.
Kitle kurgusu, mekân tasavvuru ve genetik kod
hususunda solu en çok sıkıştıran konu, Kürt Hareketi’dir. Tersten söylemek
gerekirse, Kürd’ün kitle kurgusunu, mekân tasavvurunu ve genetik kodunu sürekli
devrimcileştirmesi, solun statik yapısını önemsiz kılmaktadır. Bu güç
karşısında akademiden ya da eski şeflerden gelen kurgular, bir iki nefes borusu
açmaktadır.
Sovyetler’in dağılmasının sarsıntısını bir kısım sol,
Kürt Hareketi’nin koltuk altına girerek, bir kısmı onun karşısında konumlanarak
geçiştirmiş, dağılmanın nesnel analizi yapılamamış, dönemin gerekleri uyarınca
bir yenilenmeye gidilememiştir. Asıl mesele budur.
Bu açıdan, en geniş manada sol içinde yürüyen teorik,
ideolojik ve politik tartışmada bir düzlemde uğraşılan, TKP ve Dev-Yol'dur,
ikinci düzlemde ise PKK’dir. Klasik manada fark koymak, sınır çekmek, rüşt
ispatlamak ya da biat etmek amacıyla değil, nesnel bir değerlendirme ile bu üç
unsurun ele alınması gerekmektedir. Üçü de Marksizmin konusu olabilmelidir.
İlk TKP, 1921’ten itibaren Avrupalı kadroların darbesi
ile Mustafa Suphi çizgisinin tasfiyesine tanık olmuştur. Bu dönemde KUTV
öğrencilerinin teşkil ettiği Muhalefet ve Şefik Hüsnü kliğinin meydana
getirdiği Muvafakat grubu arasında iç çatışma söz konusudur. İlkinde Nâzım,
ikincisinde Hikmet Kıvılcımlı vardır.
Hiçbir şey yapmadan Türkiye’nin “kurucu” partisi olma
iddiasını içte ve dışta yerleştiren TKP’deki bu çatışma, Nâzım, Kıvılcımlı ve
Mihri Belli gibi isimleri dışa atar. Dışa düşme, esasta Komintern’in önce
TKP’yi (1937), sonra kendisini (1943) saf dışı etmesi ile ilgilidir. Alttaki
toprak kaymış, yerelde kimi boşluklar oluşmuştur. Mihri Belli ve Kıvılcımlı’nın
tüm gayretleri, bu boşluğu doldurma niyetiyle yürütülür. Ama bu gayretler, hâlâ
“kurucu” TKP menşelidir, onun bağlamı dâhilindedir.[2]
Bir insan ömrünü nesnelleştiren bir değerlendirme
uyarınca, yirmi yaşında M. Belli ve Kıvılcımlı ne ise yetmişinde ya da
doksanında da odur. Yani bu isimler, özde TKP’lilikten ve TKP’nin hamurunun
karıldığı tekneden bağımsız değildirler.
Bu açıdan, Deniz, Mahir ve İbrahim’in kopuşunu
süreklileştirirken geçmişe atıfta bulunmak, ilgili kopuşun devrimci niteliğini
yok edecektir. Mahir’i Mihri Belli’ye, Deniz’i Doğan Avcıoğlu’ya ya da
İbrahim’i İdris Küçükömer ya da Doğu Perinçek’e bağlamak yanlıştır.
Aynı şekilde, söz konusu ayrımı salt silâha indirgemek
de hatalıdır. Hilafette kopuşun süreklileşmesi değil, esasında kopuşun
süreklilik adına etkisizleştirilmesi söz konusudur.
TİP, TSİP ve TKP, bahsi geçen devrimci kopuşun
ezilmesine dönük gayretin birer ismidir. 73 Atılımı, bir yönüyle, TKP nezdinde
Yusuf Küpeli gibi “düşmüşler”i içererek, devrimci hareketin kitlesel bağlarını
kesmek adına gerçekleştirilmiştir. “Devrimci” imiş görünen laflar ise okul
önlerindeki elmalı şekerler gibidir.
Sola kitlesel meşruiyet, mekân tasavvuru ve genetik
kod sunan isimlerden biri olan Demir Küçükaydın, bu dönemeci kendi özelinde
dile getirir.[3] Anlatımına göre, kıl payı Mahir Çayan gibi isimleri
örgütleyememiş olan Kıvılcımlı hareketi, tepeden bir toparlanmaya gider ama
karısı ile ilgili dedikodular yüzünden kendisi bu toparlanmaya dâhil edilmez.
Küçükaydın, yıllar sonra öğrendiği TSİP’e çağrılmama ve küsme nedenini
anlatırken bilmediği bir şey vardır. TSİP’in tepesinde, Oya Baydar gibi, bu
süreci “baltalamak” için görevlendirilmiş TKP “ajan”ları konuşlanmıştır.
TİP ve TSİP, TKP’nin yereldeki mevcut boşluklarına
akan dinamiklerdir. Zeki bir siyasetle içe adam yerleştirilmiş, 74’ten itibaren
TİP içindekiler (sözde) Partizan ismi altında partinin tepesine çöreklenmiş[4],
TSİP’tekiler ise ara ve üst kadrolara yerleştirilmiştir. Birileri kendi
meşruiyetleri ve mevcudiyetleri adına zararlı unsurları dışarı atmış ya da
dışarıda tutmuşlardır. Zararlı unsurlara ilişkin değerlendirme,
sınıfsal-politik değil, tümüyle bireyseldir.
Bireylerin adı Zeki Baştımar ve İsmail Bilen’dir. Bu
isimlerin “müritler”i, ileride kimi konularda sürtüşmeler yaşarlar. Baştımar
TİP’i önemsemekte, kendi partisini geri çekmekte iken, Bilen, belli bir
kariyerizmle, TİP’in 12 Mart sonrasında bittiği öngörüsüyle, atılım yapma
peşindedir. Bu isimlerin Hikmet Kıvılcımlı ile geçmişte yaşadıkları kişisel
çatışmaları ise o dönemde herkesin malumudur.
Küçükaydın, kişisel hikâyesini başat kıldığı (ki
gerçekte de öyledir!) tarihyazımında belirttiği üzere, yetmişlerin sonunda
kitle kurgusu için gerekli anahtarı Troçki’de, daha doğrusu Ernest Mandel’de
bulur. Bu kitle kurgusu, belli bir kısa devre işlemle Kürtlerle çakışır ve
buradan mekân tasavvuru da şekillenir. Tek iş, artık teorik, ideolojik düzeyde
genetik kodları dizmektedir.
Son yazılarından birisinde dile getirdiği biçimiyle,
bu işi de tüketmiştir.[5] Kıvılcımlı’dan bugüne aktarılan genler Küçükaydın’da
toplaşmıştır. Oysa onda Kürd’ün, Kürdistan’ın ve devrimci kişiliklerin sadece
adı vardır. Mesele, sadece gerçekten azade olan bu adları bireysel muhafaza
siyaseti adına istismar etmektir. Tek yaptığı, kelimelerle, lafızla uğraşmak,
bunlar arasında zihinsel işlemler yapmaktır. Bu uğraşın politikada ve gerçekte
bir karşılık üretmesi imkânsızdır.
Osmanlı tarihini gün gün, dönem dönem ezbere bilen
İlber Ortaylı’nın bu tarihi satması, ancak burada dikine kesen, süreç ve yapı
analizlerini gevezelik olarak görmesinde olduğu gibi, sol tarihe, dünyaya,
dinamiklere ipotek koyanlarda da benzer bir tüccarlık söz konusudur.
Küçükaydın gibi isimler de bireyi sıkıştıran ulus ve
din gibi konuları ad olarak alıp gerçekliklerini çöpe atarlar, belli bir
malumatfuruşlukla, ikna edici sözler ederler ve bireyi özgürleştirecek masal
diyarları tasvir etmeye başlarlar. Kürd’ün zorla yaptığı şeyler, bu gibi
isimlerde ikna edici, lafzî cümlelere dönüşür. Bunlar, birey avcılarıdır.
Bu açıdan, Ekim’in ve Bolşeviklerin zorla yaptıklarını
Stalin sonrası lafzîleştiren, ikna edici bir dile indirgeyen Sovyet ideolojisi
ile Kürtçüler aynı yerde durmaktadır. Bu anlamda, 1981 TKP Plenumu’nda yapılan
“Apo grubunun ayrılıkçı-terörist eylemleri Kürt ulusal hareketine karşı bir
provokasyondur”[6] tespitinin altına imza atmış olan Veysi Sarısözen gibi
isimlerin sonradan Kürt hareketine yanaşması, tek bir şeyi gösterir: kafa
aynıdır, ama sadece Sovyetler yerine PKK ikame edilmiştir. Dertse Sovyetler gibi
PKK’yi de tasfiye etmek isteyen Avrupai ideolojiye çalışmaktır.
İlk TKP’lilerin komünist siyasetle ilişkisinde temel
ağırlık noktası, alegorik manada, “İskenderun Demir Çelik Fabrikası”dır. Yani
aslında ilişki kurulan, ülkeyi modernleştiren güç olarak sosyalizmdir, başka
bir şey değil. Bu fikrî altyapı, asla terk edilmez. Burada burjuvaziye ve
emperyalizme set çeken kimi nüveler bulan ve oralara sarılan irade, komünist
siyaset olarak biçimlenir.
Seksenlerde ve doksanlarda ise bu sefer Sovyetler’in
yerine ikame edilen PKK’deki devlete “ayar” veren güce biat edilir. Siyaset
artık budur. 12 Eylül balyozunu yiyen sol örgütler, devletten kaçıp burjuvaya
sığınırlar. Bu sığınakta devletin “Türk” ve “Müslüman” olduğu ön tespitinden
hareketle, çeşitli saldırılar gerçekleştirilir. Sarısözen ve Küçükaydın gibiler,
“Türk”e saldırdığını düşündükleri PKK’ye, Rıza Yürükoğlu (N. Akseymen) Sünnî
Müslümanlığa saldırdığı için Alevîliğe bağlanır.
“Kürt sorunu yoktur, Türk sorunu vardır.” diyen Küçükaydın,
bir biçimde “beş bin yıllık Türk geleneği”nden dem vuran Kemalistler gibi,
PKK’ye “ayar” verenin, ancak ve sadece kendisinin kitabında yazan sosyalist
tarih olduğunu söyler, bahsi geçen yazısında. Bu tarihyazımı, Kemalistler ve
Nazilerinki kadar biyolojisttir, sanki bir tür gen aktarımı mevcut gibidir.
Küçükaydın’a göre, Kıvılcımlı’dan Kaypakkaya’ya aktarılan genetik kodlar Apo’yu
yumuşatmıştır.[7]
PKK ile Türk solcularının kurduğu ilişki bu
minvaldedir. Sol, PKK’nin çıkışını rasyonalize etmek, kılıflandırmak ve bir
biçimde aklî düzlemde zararsızlaştırmak için giriştiği ortak faaliyette bu işi
belli bir düzlemde eş-öznelik üzerinden halletmiştir. Eş-öznelik anlayışı, özne
olmakta denkleşme çabası, liberalizmdir.
Bir GSM şirketinin “merak” odağında emekçi ile zengini
ortaklaştırdığı reklâmında olduğu gibi, “özne”lik üzerinden Türk solu kendisini
PKK’ye, ona karşı ya da yanında olunması gereken bir eş-özne olarak görmüştür.
Meselâ İngiltere’de oynanan futbolsa burada oynanan başka bir şey olmalı ise,
PKK’nin özneliğinin, bir sıfata başvurarak, “daha” özne olduğu söylenmelidir.
Tarihi kendisi ile başlatıp kendisi ile bitiren
öznelik anlayışı, PKK’de kendisini görmeye, görmek istediklerini bulmaya
çalışmıştır. Onu kendi öznel süzgeci özelinde, onun üzerinden okumuştur.
Eskiden suç ve günah (ya da cennet) Sovyetler’deydi, şimdi ise PKK’dedir. Bu
giydirme ise anlamsızdır.
Eş-öznelikle PKK’yi rehabilite eden kimi sol öznelerin
görmediği, görmek istemediği, Kürt coğrafyasında PKK’yi önceleyen ve hatta onu
koşullayan millî ve dinî isyanlardır. Bu anlamda, teorik olarak “Kürdistan”
hâlihazırda mevcuttu, PKK, sınırların üzerine serpilmiş tozu toprağı kaldırmış,
yeni isyana sınıfî bir nitelik kazandırmıştır. Kendisini eş-öznelik düzleminde
pozitif anlamda yanına, negatif anlamda karşısına yerleştirdiği PKK’de Türk
solunun görmediği budur. Çünkü sınıfsallık, salt ondan sorulur. Onun gördüğü
sınıfsallık sınıfsaldır, görmediği milliyetçi ve dincidir. Millî ve dinî
olandaki sınıfî boyut ise zaten bu kafa ile görülemez.
Devletin meşru zeminini zayıflattığı için PKK’nin
önemsenmesi, ondan hiçbir şey öğrenmemek demektir. Onun karşısındaki “devlet”
ile Türk solunun “devlet”i aynı değildir. Onun ağzındaki “demokrasi” ile Türk
solunun ağzındaki “demokrasi” arasında niteliksel fark vardır.
Solun bu bağlamda TKP’den miras aldığı hareket alanı
ve planı, sağa giden oyları azaltmak, parçalamak ve sindirmektir. Sağa oy
verenler Kürtler ve Müslümanlarsa burası etkisizleştirilmelidir. Demek ki hesap
parlamentodur, seçimdir, demokrasidir. Bu noktada Kürtlerin temsiliyetinin
belirmesi avuçlar ovuşturularak karşılanır. Bundan gayrı bir anlamı yoktur.
Zira artık Kürtler oy vermemektedir. Verdirilmelidir.
Kimilerine göre, aynı hesap içinde, sıra
Müslümanlardadır. Onların temsiliyetinin belirmesi ve onların da devlete oy
vermemesi beklenmektedir.[8] Bu isimlerin temsilciler üzerinden yürüttükleri
teorik-politik işlem, küçük burjuvadır. Mesele, Kürd’ün ve Müslüman'ın
politikleşme ve devrimcileşmesinden öğrenmek değil, onu etkisizleştirmek, bu
unsurlarla yaşanan çarpışmada batı için bir hava yastığı olabilmek ve ilgili
unsurların solu dönüştürme imkânlarını silmektir. Hesap, gene bireye, bireyin
salahiyetine ve mevcudiyetine bağlı olarak yapılmaktadır.
Azerbaycan’da bulunduğu dönemde bir gece uykusu
tutmayan Nâzım otelden dışarı çıkar ve camiye giden insanların peşine takılır.
Camiye vardığında, kendisini tanıyan bir kişinin takdim ettiği sandalyeyi alır
ve eşikte oturup namaz kılanları seyreder. Namaz sonrası insanlar etrafında
toplaşırlar ve Nâzım, onlara içinde sızlayan gurbet hasreti ile şunları söyler:
“Beni biliyorsunuz, ateistim ama sizi gecenin bu saatinde bir araya getiren
şeye de saygı duyuyorum.”
Şatolarda yetişenlerin ya da yaşayanların[9] kitleye
bakıp onu anlamaya çalışırlarken, önce tek tek bireyleri görmeleri ve
sonrasında bunları biraraya getireni anlamaya çalışmaları doğaldır. TKP’nin 12
Eylül’e giderken yaşadığı kopuşun adı olan İşçinin Sesi lideri Nihat
Akseymen’in sonrasında Alevîlere yüzünü dönmesi tesadüfî değildir.
Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran, koşullayan Kemalist
unsurların da aynı tavır içinde olmaları doğaldır. Onların teorik, ideolojik ve
politik düzeyde kitleyi nasıl birarada tutacağına ilişkin soruya, TKP
düşmüşleri Kadrocular aracılığıyla, verdiği “sınıfsız, imtiyazsız kaynaşmış
kitle” cevabı ile Küçükaydın gibilerin verdiği cevap aynı minvaldedir. Birinin
tepeden inmeci, ceberut ve devletçi, diğerinin liberal ve aşağıdan-demokrat
olması arasında bir fark yoktur. Devlet, ortak mayanın “Türkçü ve Müslüman”
argümanlar üzerinde duruyorsa, solcularınki de benzer bir tarih ve toplum
algısından beslenir.
Mesele, bireyliği üzerinden bireyleri görüp, onların
nasıl birarada durduğunu analiz etmek, bu analiz uyarınca ilgili kaynaşmayı
istismar etmek ya da ikna ve zorla onu birey ölçüsünde parçalamak değildir.
Aslolan, kitleyi, kaynaşmayı verili nesnel kabul etmek, onu devrimci anlamda
örgütlemektir.
Bu bağlamda, Kürtlerle ve genelde kitleyle ilişki
üzerinden Demir Küçükaydın’ın yanına iki ismi daha koymak gerekir.
İlki, TİP’in TKP’li köklerinden rahatsız olan, onun
yerelliğini kutsayan ve yetmiş sonlarına doğru iki örgüt arasındaki
yakınlaşmayı kınayarak, şimdilerde SİP üzerinden TKP’cilik oynayan gençleri
alıp Sosyalist İktidar çevresini oluşturan Yalçın Küçük’tür.
TKP için SSCB varsa, Sosyalist İktidar için de kutsal
yerelliğin dünyevî karşılığı kısmen Bulgaristan’dır. Esasta kopuş, koltuk
meselesidir. TKP yakınlaşması ile Küçük, altındaki koltuğun alınacağını,
kendisinin anlamsızlaşacağını biliyordur.
Bu isim de Sarısözen gibi Sovyetler’in dağılması
arifesinde Kürt hareketine yüzünü döner. Mesele, esasta kendi kurgusuna Kürt
tarafından zarar gelmemesini sağlamaktır. “Planlamacı” Yalçın Küçük’ün
bireyliğinin kılıfı, bir tür devletçiliktir. Devlet, onun en üst bireysel
kurgusudur. Bu anlamda, tekil bireylerin nasıl yan yana geldiği sorusunu soran
sol gibi, o da tekil bireyin politik dışavurumu olarak gördüğü devletlerin yan
yanalığı anlamında bir “Doğu Birliği” formüle eder ve zamanında bu formüle
Apo’yu ikna etmek için Bekaa’ya gittiğini söyler.[10]
Devletçi ve planlamacı kafasını aradan geçen onca
zamana rağmen muhafaza eden Küçük, “bugün PKK bizi (yani Türk ordusunu) değil,
AKP’yi yendi” demektedir.[11] Kırk yıl öncesinin Ecevit türü devlet solcuları
gibi meseleyi iktisadî gelişmeye ve planlamaya indirgeyerek gerçeklikten
kaçmaktadır. Kürt sorunu, onun için kâğıt üstünde yapılacak bir iki hesapla
halledilecek bir konudur. Onca yılın muhabbeti fare doğurmuştur.
Diğer isim ise Doğu Perinçek’tir. O da yıllarca
meseleyi basit bir iktisadî olgu olarak görmüştür. Ancak esasta Kürd’ün
kavgasında Küçükaydın ve Küçük gibi kendi kepçesi ile aldığı şey, 12 Eylül’ü
yapan devleti rehabilite etmektir. Burada mesele Kürt’tür, Müslüman’dır.
Burada Perinçek’teki bireyin dışavurumu, örgütü,
partisidir. Ergenekon sürecinde devletçi laik muhalefetin örgütlenmesinde
pürüzü Perinçek’in bireysel inadı yaratmış gibidir.
Esasta kitlelerin inisiyatifini, mevcudiyetini ve
politik eylemini horgören Perinçek ve Küçük, milliyetçi değil, devletçidir. Milletin
sorumluluğunu almadığı, alamadığı için devletin gölgesine sığınır. Ancak
buradaki devlet, bu isimlerin dışavurumundan başka bir şey değildir.
Devlet ve millet arasında burjuvazi tarafından
kurulmuş formülün belli momentlerde geçersizleşmesi, milletin özerk ya da
bağımsız iç kimi tepkiler geliştirmesi mümkündür. Perinçek’in ve Küçük’ün Kürt
hareketi ile teması, Kürd’ün iç tepkilerini öldürmek amaçlıdır. Şimdilerde
Türklerle kurdukları ilişkilerse gene aynı amacı gütmektedir.[12]
Demir Küçükaydın, bir dönem Yalçın Küçük ve Doğu
Perinçek, Kürt hareketini istismar etmek isteyen isimlerdir. Bu isimlerin
teorik, ideolojik ve politik giydirmelerinin anlamı yoktur. İlgili isimler,
Kürt hareketinin batıya dönük tesirini kırmak için sol tarafından
“görevlendirilmiş” kişilerdir. Kurulacak hakikî ilişkinin maddî sonuçları bu
isimler şahsında katledilmiştir. Sol, Kürt hareketinin “barbar, zorba, yıkıcı,
sapık, heterodoks ya da baskıcı” niteliğinden kendisini korumak ve “bekâret”ini
muhafaza etmek için bu isimleri görevlendirmiştir. Birinci ve üçüncü isim
Almanya’dan, ikincisi Fransa’dan çekilen mevzilerde bu etkileşimi
engellemiştir.
Bugün kadroların yaklaşık doksan yıldır tartışılan
İslâm ve Kürt meselesine ilişkin olarak kendinden menkul, kendine kapalı,
kendisi ile tanımlı, havada asılı bir sola riayet etmemeleri gerekir. İslâm ve
Kürt gibi alanlardan esen rüzgârların yol açtığı hareketliliğe karşı
geliştirilen solu muhafaza etme teşebbüslerinin apolitik ve antipolitik
oldukları görülmelidir. Bu muhafaza siyaseti, birey’in siyasetidir ve ancak
kitlelerle yapılabilecek olan politikada çaresiz ve akim kalınmasını
getirecektir. Bireyler, şatoları, devletçikleri, güvenli duvarları,
örgütçükleri ve müritleri ile kendilerini muhafaza ederlerken, saldırdıkları
unsurlar devrimci politika için hakikî imkânlar barındırmaktadır.
Eren Balkır
19 Ağustos 2009
Dipnotlar:
[1] Yeni, genç kuşaklar, günümüzde “yeni sözü sadece biz söyleriz” despotizmi
ile bir tür gerontokrasi eleştirisi yapıyorlar. Oysa sorunun fiilî dünyasından
kopulmuş değildir. Genç yöneticiler, eski kuşağın müridi ve klonlanmış hâli ise
somutta hiçbir şey değişmiş olmaz. Aynı kazık, aynı birey’lik, bu eleştirinin
kendisinde de mevcuttur. Ayrıca bu eleştiride gizli bir faşizm sözkonusudur.
Zira Nazi SS’leri “yüce Alman toplumu”nun sağlığını bozduğu için Almanya’da
ilkin yaşlılara saldırmışlardır. Geçmişin siyasî eleştirisi Hitler nezdinde
Kayzer’e, en eskiye bağlanmışsa, buradaki gerontokrasi eleştirisi de en ilkele,
ezilencilik ya da demokratlık kılıfı üzerinden, bağlanacaktır.
[2] Oysa kuruculuk, ancak dövüşerek mümkündür. Bin
kadar silâhlı kuvveti ile 28 Aralık 1920’de Kars’a giren Mustafa Suphi’nin
bildiği ve bilmediği kimi ayak oyunları yapılmamış olsa ve bu kuvvetler iç ve
dış düşmana karşı mücadele edebilseydi, bugün TKP’nin bir Yunan KP’si, İtalyan
KP’si ya da Fransız KP’si gibi kuruculuğundan söz etmek mümkündü. Bunun
yokluğunda hareket etmek, bir hayali örgütlemek, pratikte ise kendini Kemalizme
örgütlemek demektir.
[3] Demir Küçükaydın, Otobiyografik Yazılar, s.
390 ve 575.
[4] Naciye Babalık, TKP’nin Sönümlenmesi, İmge
Yay., s. 156-8.
[5] Demir Küçükaydın, “Türk-Kürt Çatışması Neden
Olmadı?”.
[6] Akt.: N. Babalık, a.g.e., s. 199.
[7] “Daha 1930’larda ‘İhtiyat Kuvvet: Milliyet’ adlı
kitabı yazmış ve bu kitapta Kürdistan’ın sömürge, Kürtlerin ayrı bir ulus
olduğunu savunmuş; TKP’nin görevini Kürdistan’da bir işçi partisinin doğuşuna
yardımcılık etmek olarak tanımlamış Kıvılcımlı’lar; Kıvılcımlı’yı tanıyarak
ondan Kürt sorununun önemini anlamış ve ölürken “Yaşasın Marksizm Leninizm!
Yaşasın Kürt ve Türk Halklarının Kardeşliği” diyerek ölüme gitmiş Deniz
Gezmiş’ler; yine Kıvılcımlı’dan ilhamla Kemalizm’le kopuşmaya çalışmış Mahir
Çayan’lar ve bu geleneği 70’ten sonra devam ettiren Kurtuluş gibi hareketler;
bunlardan tamamen bağımsızca benzer sonuçlara ulaşan İbrahim Kaypakkaya’lar
[…]” Demir Küçükaydın, a.g.m.
[8] Teori ve Politika dergisinin 2-3 Mayıs
2009’da düzenlediği Kaypakkaya Sempozyumu.
[9] “Nihatların (Rıza Yürükoğlu) büyük bir köşkleri
vardı. Büyük bir arsanın içinde. Kral VIII. Henri’nin sevgililerinden birisine
yaptırmış olduğu tarihî bir köşk. Braldingloş diye İngiltere haritasında
gösterilen çok büyük, çok güzel bir köşk.” Akt.: N. Babalık, a.g.e., s.
190.
[10] Yalçın Küçük, "O Konuşma Öcalan’ı İkna Etmek
İçindir”, OdaTV.
[11] Y. Küçük, A.g.y.
[12] Küçük dolayımı ve Perinçek ile rekabetin
koşullaması yüzünden ilgili alana oynamaya başlayan SİP/TKP’nin
milliyetçileşmesinden değil, kendinden menkul devletçileşmesinden söz etmek
gerekir. 12 Eylül ezberi olan ve her kadroda tekrarlanan “bu devlet Türk ve
Müslüman” tezi uyarınca gelişen hassasiyet, yersizdir. Asıl bakılması gereken
yeri gizler. Bireylerin salt sınıfsal olarak kaynaşmasına tahammül edebilen
kimi bireylerin millet ve din gibi başlıklarda gerçekleşen kaynaşmalara dudak
bükmesi yanlıştır. Zira, sözkonusu bireyler, koşullar oluştuğunda sınıfsal
olana da aynı gözle bakacaklardır. Kronolojik olarak incelenecek olursa,
tarihte önce din, sonra millet ardından da sınıf geliyorsa, sınıfın kendinden
menkul, özgül, bağımsız bir mevcudiyete muhtaç olduğunu söyleyenler, küçük
burjuva bireylerdir. Sınıfın hareketliliği, bir biçimde dinî ve millî olanı
içerir, onlarla dinamikleşir. Kendi bireylikleri nefes alsın diye devletin
Türklüğüne ve Müslümanlığına (sanki böyle bir şey varmış gibi) saldıranlar,
bebeği yıkadıktan sonra suyu dökerken bebeği de çöpe atarlar ve sınıfın
devrimcileşmesinde rol oynayan ya da onu yansıtan millî ve dinî tepkileri de
tarihten silerler. Her şey, bireyin salahiyeti ve mevcudiyeti içindir.