30 Ağustos 2013

, ,

Endonezya’da Bir Müslüman Komünist


2008’de Endonezya’da bir başsavcı, Nur Hikmet tarafından yazılmış H. M. Misbah: Kızıl Hacı’nın Hikâyesi adlı bir kitabı yasakladı. Bununla da kalmayan başsavcı, Endonezya’daki birçok kitapevini kitabın satılmamasını garantilemek için sürekli taciz etti. Bazı yayın organlarında da belirtildiği gibi, kitabın yasaklanmasının iki ana nedeni vardı. Öncelikle kitap güya devletin 1966’da yasak ettiği komünist ideolojinin öğretilerini içeriyordu. İkinci neden ise kitabın kapağında EKP’nin (Endonezya Komünist Partisi) sembolü olan “orak-çekiç”in bulunmasıydı.

Bu yasak, Endonezya’da unutulmaya yüz tutmuş bir tarihsel kişiliğin, Hacı Misbah’ın, yeniden halkın gündemine girmesine vesile oldu. Birçok tarihçi basına Hacı Misbah’ın tarihteki rolüne dair demeçler verdi. Ne yazık ki Misbah hakkında çok fazla bilgi mevcut değildi. Nur Hikmet’in kitabı bile bu konuda oldukça zayıftı.

O dönem Tempo dergisi Hacı Misbah’ı kapağına taşımıştı. Ancak Endonezya’da İslam’ı ve komünizmi sentezleyen Misbah’a dair içerik cılızdı. Tempo, Joseph Sneevliet, Mas Marco ve Misbah’ı kıyaslayan bir makale yayınlamakla yetinmişti. Bu yazı, söz konusu gedikten yola çıkarak, Endonezya’da 20. yüzyılın ilk yıllarını Hacı Misbah’ın yahut nam-ı diğer Kızıl Hacı’nın hayat hikâyesi üzerinden izah etmeyi hedefliyor.

Hacı Misbah’ın önemi basit ama güçlü bir nedenden ileri geliyor: Misbah, komünizm ile İslam arasında bir ilişki bina etmeyi deneyen ilk kişi oluyor. Endonezya tarihinde birbiri ile ihtilaf hâlinde olan üç ideolojiyi; din, milliyetçilik ve komünizmi, uzlaştırma çabasını ilk olarak sergileyen kişi Sukarno olarak biliniyor. Gerçekte Misbah Sukarno’yu önceliyor.

Federspiel (2006) Misbah’tan 20. yüzyılın önde gelen Müslüman entelektüellerinden biri olarak söz ediyor. Misbah, Müslümanlar için sosyalizmin öğütlediklerinin hayatî olduğunu düşünüyor ve sömürgeci gücün karşısına doğrudan çıkan komünistlerin safında yer alıyor. Misbah, komünistlerin savunduğu “toplumsal adalet” ve “eşitlikçilik” gibi kavramların İslam öğretilerinin de merkezinde olduğuna inanıyor. Daha güncel bir ışık altında konuya eğilen Assyaukanie (2009) Misbah’ın bakış açısını şu biçimde belirliyor: Allah, Müslümanların birbirlerine karşı müşfik olmalarını emrediyor; dinlerinin zorunluluklarından olarak Müslümanların toplumdaki mustazaflarla omuz birliği içinde olmaları gerekiyor.

Tarihsel öneminin yanında Misbah’ı çevreleyen bir ihtilaf halkası daha bulunuyor. Ünlü bir tarihçi; Anhar Gonggong, Misbah’ı döneminin İslamî hareketine sızmış bir komünist olmakla itham ediyor. Gonggong’a göre Misbah, İslam’ı komünizm propagandası yapmak üzere istismar ediyor.

Hakkındaki münakaşalar şu gerçeği gölgelemiyor: Misbah hayatını davasına adayan biri. Sömürgeci kapitalist düzene ve Surakarta’da halka zulmeden Pakubuwono X’e isyan ediyor. Köylüleri ayaklanmaya çağırıyor. Sürgünde öldükten sonra davası yoldaşı Tjipto tarafından sürdürülüyor.

Hayatı

Günümüzün siyasal İslamcıları arasında adından neredeyse hiç söz edilmeyen Misbah, onlara komünizmi seçmiş biri olarak görünüyor. En yakın yoldaşı Tjipto Mangoenkoesoemo, Hollandaca konuşan, okuyan ve yazan ve hatta dostları arasında Hollandalılar bulunan ünlü bir Pergerakan (ulusal bağımsızlık hareketi) üyesi, batılı bir eğitimden geçmiş elit bir entelektüelken, Misbah, ulusal hareket içinde bilinmeyen, İslamî eğitim almış, Hollandaca değil, Arapça bilen ve bir tane bile Hollandalı dostu olmayan bir mübelliğ (tebliğci) idi. Düşüncelerini kendi çıkardığı gazeteler olan İslam Bergerak ve Medan Muslimin’de dillendiriyordu.

Misbah 1876’da Kauman, Surakarta’da dünyaya geldi. Ona Ahmet ismi verilmişti ancak evlendikten sonra ismini Darmoprono olarak değiştirdi. Hac ibadetini yerine getirmesinin ardından bir kez daha ismini değiştirecek ve ondan sonra Hacı Muhammed Misbah olarak anılacaktı. Sonraki yıllarda Surakarta’da, 1910’ların ortalarında, bir grup genç İslamcının (kaum muda) liderlerinden biri oldu. Zengin bir batik tüccarı ailenin evladı olan Misbah babasının bir din görevlisi olması sebebiyle Kasunanan’ın dindar bir muhitinde yetişti. Din eğitimi almak üzere bir İslamî okula yazıldı. Bu okulun yanı sıra yerel halkın gittiği “Ongko Loro” olarak adlandırılan okullardan birine de devam etti.

Misbah babasının yolundan giderek Kauman’da batik tüccarlığına başladı. İşleri yolunda gidiyor ve yeni yeni dükkânlar açıyordu. Bununla beraber Misbah halkçı ve eşitlikçi biri olarak biliniyor, herkesin imrendiği ateşli bir hitabet yeteneğine sahip bulunuyordu. Bu özellikleri halkın övgüsüne mazhar oluyordu. Bir hacı ve dinî bir lider olmasına karşın dış görünüşüyle sıradan bir Javalıdan asla ayırt edilemiyordu.

1914 yılında Marco Kartodikromo ile birlikte IJB (Endonezya Gazeteciler Birliği)’ne girerek siyasî alana çıkmış oldu. 1915’te Medan Muslimin adında bir gazete çıkarmaya başladı. İslam Bergerak gazetesi ise 1917’de yayınlanmaya başladı. Her ikisi de Surakarta’nın çok okunan gazetelerinden oldular.

Misbah insanları muhtelif şekillerde örgütlüyordu. Kâh bir greve kâh sömürgecilik ve kapitalizm üzerine görüşlerini serdetmenin bir yolu olarak kullandığı bir mitinge öncülük ediyordu. Kapitalizmin destekçilerine, bunlar Müslüman örgütlerden olsalar da, saldırıyordu. Surakarta’nın tiranı Pakubuwono X de Hollandalı kapitalistlere verdiği destekten ötürü bu saldırılardan nasibini alıyordu.

1919’un 7 Mayıs’ında tutuklanıp ardından 22 Ekim’de serbest bırakılması yerlilerin örgütü Sarekat İslam’ın bir zaferi olarak algılandı. Mayıs 1919’da Misbah ve Sarekat’ın başka bazı liderleri çiftçilerin grevine öncülük etmek suçuyla tutuklanmışlardı.

Misbah, “ne cezalandırılmaktan ne sürülmekten ne de asılmaktan korkun” diyordu kitlelere. Muhammed’in İslam’ı tebliğ ederken katlandığı zorluklardan örnekler veriyordu. Sürgündeyken, hayranlık duyduğu Karl Marx’ın fukaranın destekçisi olmak ve kapitalizmi telin etmek için verilecek mücadelede ne kadar önemli olduğundan söz ettiği bir makale yazdı. Makale temel olarak İslam ve komünizm hakkındaydı ve dinin kapitalizm tarafından yozlaştırıldığını, kapitalizme tarihsel materyalizm ile karşı çıkılması gerektiğini belirtiyordu.

Misbah, ezilenlerin yanında saf tutmayan İslamî kurumlardan hoşnut değildi. Ancak kapitalizmle giriştiği mücadele onun İslam’ın öğretilerini yüksekte tutmasına mani olmuyordu. Ona göre kapitalizm ve destekçileriyle mücadele Şeytan’la mücadeleydi. CSI (Merkezi İslam Birliği) bölündüğünde Kızıl SI (Sarekat Islam-İslam Birliği)’ne girdi. Sonra Surakarta’da Endonezya Komünistler Birliği’ni (PKI) kuracaktı.

Mayıs 1920’de Misbah tekrar tutuklandı ve Pekalongan’da iki yıl tutsak olarak kaldı. 22 Ağustos 1922’de Kauman’daki evine dönebildi. Mart 1923’te Kızıl SI’da bir komünist propagandist olarak boy gösterdi. Komünizm ile İslam’ın uyumu hakkında konuşmalar yapmaya başladı. Aynı hedefe yönelmiş olan İslam ve komünizmin bu yolda el ele verebileceklerini söylüyordu.

1924’de tekrar tutuklanan Misbah Surakarta’daki terör eylemlerinin beyni olmakla suçlanarak sömürge hükümeti tarafından aceleyle Manokvari’ye sürüldü. Sürgünde makalelerini yazmaya ve onları yayınlamaları üzere yoldaşlarına yollamaya devam etti. Manokwari’de, sürgünde öldü.

Bağlam ve Önem

Yirminci yüzyılın başlarında Surakarta saray ile sömürge hükümetinin çatışmalarına sahne oluyordu. Bu iki güç bölgedeki siyasî düzenin ve toplumsal yapının inşasında temel belirleyicilerdi. O dönemde batik sanayi bölgenin belirgin bir iktisadî gücü olarak ortaya çıkmaya başlamıştı, yüzyılın ilk on yıllarında sözkonusu sanayi büyümesini sürdürecek ve ulusal pazarda baskın bir konuma erişecekti.

Bu dönem aynı zamanda Surakarta’nın gelişmesinde yeni bir aşamayı da içeriyordu. Hollandalıların “modern dönem” olarak adlandırdıkları evre eğitimin de geliştiği yıllardı. Bu eğitim modernizme götüren yolun temel gereklerinden sayılıyordu. Surakarta’da birçok kişinin temel eğitim almasını sağlayan yeni okullar açılmıştı.

Yeni nesil eğitimli kişiler geleneksel köklere sahip olmakla beraber toplumsal bir devingenlik içindeydiler. Bu devingenlik sonraki zamanlarda bir öncü örgüt olan Sarekat Islam’ın kurulmasını getirecekti. Örgütün temelini batik müteşebbisleri oluşturuyordu ve örgüt başlarda, batik atölyelerinin bahçesine kurumaları için bırakılan batik kumaşlarını çalmayı âdet edinerek tüccarların iş gördüğü alanı güvenli olmayan bir hâle getiren “haydutlar”a karşı korunmak üzere işbirliği yapmak amacını güdüyordu. Örgütün kurucu liderleri kendileri de Hollanda idaresinin “ürün”leri sayılabilecek Tjokroaminoto, H. Samanhudi ve Mas Marco Kartodikromo’ydu.

Sarekat Surakarta’da ve başka şehirlerde giderek hükümete yönelik bir tehdit unsuru olmaya başlamıştı. Gazete makaleleri, protesto gösterileri yoluyla SI ve destekçileri eşit haklar için mücadele ediyorlardı. Takaşi Şiraişi’nin (1990) belirttiğine göre, SI aynı zamanda Çinli ticaret örgütleriyle de rekabet hâlindeydi.

Sözkonusu yıllar hızlı bir toplumsal değişime sahne oluyordu. Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminde ulusal hareket şiddetli bir değişim geçirdi. Yeni liderler ortaya çıkmaya ve hareket bölünmeye başlamıştı. 1918’in sonlarında SI hareketin öncülerinden olarak sendikalarla birleşmişti.

Ulusal hareketin restorasyonunun asıl mimarı Tjipto Mangoenkoesoemo’ydu. Önde gelen ulusal örgütlerden olan Insulinde Partisi’nin bir üyesi olarak Volksraad’a (Hollandalıların açtığı meclis) girmişti. Bu tarihî önemdeki olay Hacı Misbah’ın da devrimci bir vaiz olarak ortaya çıkışına denk düşer. Bir milliyetçi olarak Tjipto ve bir devrimci vaiz olarak Misbah’ın birleşmeleri ulusal hareketin Surakarta’da devrimci politik bir güç hâline gelmesini sağlayacaktı.

Yusran Darmavan
4 Mayıs 2012
Kaynak

26 Ağustos 2013

,

Ricatın Metafiziği

Tasfiye

Tarihsel planda Kemalizm, İslam meselesini çözmek için Türkçüleri ve solcuları kullanıyor. Bunları sobanın üzerindeki kestaneleri almak için gerekli maşa olarak devreye sokuyor. Türkçülük ve solculuk kullanıldıktan sonra tasfiye ediliyor. Öncesinde Türkçülük, sahneye “Muhammed Türk’tü” diye girip “İslam Arapların uydurduğu bir hikâye” diye çıkıyor. Solcular, örneğin “Şeyh Bedreddin” şiiri ile giriyor tartışmaya ve sonrasında batı aydınlanmasının klasiklerinin yeminli tercümanları olarak iniyorlar sahneden. Kemalizm, her bir düşmanını birbirine kırdırarak ilerliyor, kendisini bu şekilde kuruyor.

Kemalizmin cisimleşmiş hâli ve 28 Şubat’ın ürünü olarak AKP, bu araçları liberalizmin dahliyle zenginleştiriyor. Sonuçta İslam davası zararsız, tehlikesiz bir mecraya çekilmiş oluyor. AKP, tasfiye sonrası artakalan solculuğu ve Türkçülüğü liberalizmde birleştiriyor.

Antikapitalist Müslümanlar (AKM) bu gerilimde varlık alanı buluyor. Özünde Kemalist projenin modernist ve aydınlanmacı saldırısı ile İslam’ın ilgili mecraya çekilmesine katkı üzerinden yaşama hakkı bulabiliyor. Yani İslam, Allah’ın otoritesi, Kur’an’ın zamanı ve mekânı kuşatan hikmeti ve Peygamber’in rehberliği meselesi ise, Kemalizm kendi otoritesi, hikmeti ve rehberliği adına İslam’ı tasfiye ediyor. AKM, özünde bu tasfiyeye denk düşüyor. Esbab-ı mucibesi bu oluyor. “İktidarla mücadele edip de ona benzemeyelim” diyenler, tam da ona benziyorlar. Sömürülenleri ve ezilenleri iktidara, dolayısıyla AKP’ye karşı mücadeleden alıkoyuyorlar.

İnsan Haber’e verdikleri röportajda AKM’ci arkadaşlar, “Dini de, demokrasiyi de, sanatı da, hukuku da egemenler kullanırsa, bu zulüm aracına döner, aynı unsurları, ezilenler, yoksullar kullanırsa, bunu hayata geçirirlerse, buradan özgürlük, eşitlik, adalet çıkar.” diyorlar.[1] Eskiden “ezilenlerin iktidarını kuracağız” diyen bu arkadaşlar, bugün artık “özgürlük, eşitlik ve adalet”in iktidar ve otorite dışı olduğunu iddia ediyorlar ve ezilenlerin/yoksulların elinde iktidarın ve otoritenin başka bir hâl alacağını nedense söyleyemiyorlar. Gezi’de birkaç gün süren “komün” pratiğinin halesine kendilerini fazla kaptırmış görünüyorlar ve her yeri park zannediyorlar.

Gezi

Sol öznelerin hemen hemen hepsi, Gezi ve toplamda Haziran Direnişi’nin birleştirdiklerini dağıtmak ve kendi dükkânına istediği kadar insanı kapatmak üzerine kurulu bir siyaset yürütüyor. Herkes bir “Gezi ruhu”ndan söz ediyor ve bu ruh, illâki öznenin mevcut ruhuyla birlikte tanımlanıyor. Yani Gezi ruhunu herkes, mülk edinmeye ve başkalarıyla bu sayede rekabet edebilmeye çalışıyor.

Ama bu noktada Gezi ile Haziran Direnişi’ni teorik planda ayrıştırmak gerekiyor. Çünkü sol özneler, devletin iki ay süren operasyonu dâhilinde yaptığı bu ayrıştırmayı teorik planda yapıyorlar. “Doğrudan demokrasi”, “komün” gibi laflar, tam da Haziran Direnişi’nin kirini pasını, otoriterliğini ve melun karakterini Gezi’den ayrı tutmak için dillendiriliyor.

Oysa komün, İstiklâl’in ara sokaklarından birinde kitleye polisin saldırısı sonrası, insanlar sokağın ortasındaki çukura düşmesin diye çukurun etrafında kenetlenip duranlarda zaten cisimleşiyor, kendi bireysel hikâyelerini sürece dayatanların kaprislerinde değil.

Gezi Parkı ile ilgili benzer yanılsama AKM’ci arkadaşlarda da var. Onlar da bu ruhun “anti-otoriter” olduğunu söylüyorlar. Bu genel söylem, özelde tam da bugün mevcut otoriteye karşı mücadeleyi boşa düşürmek için dillendiriliyor. Oysa tersten, Gezi ruhunun gayet otoriter olduğu da iddia edilebilir. Gezi’de aradığını bulmak ve kendisini oradan kurmak, tam da Haziran Direnişi’ne yönelik devlet şiddetinden kaçmakla tanımlı. Artık taş alıp atmak, doğrulmak, dik durmak, maskesiz-baretsiz dövüşmek, örgütlenmek bile otoriter olarak damgalanıp çöpe atılıyor. Devlet kulaklara “hepinizi süpürürüm, diklenmeyin” diye fısıldıyor, bu emri birileri kitle içinde açıktan bağırmayı siyaset zannediyor.

AKM’ci arkadaşlar, tam da direniş sürecinde AKP’nin söylemlerine benzer şeyler söylüyorlar. “Gezi Parkı içindeki gençler masum ama onun dışındakiler terörist” yaygarası kopartan iktidar gibi AKM de hareketin “sivil” olduğunu ve “sivil kalması” gerektiğini söylüyor verdikleri röportajda. (“Hepimiz o sivil hareketin içinde kaybolmalıydık. Ama olmadı.”[2]) ama öte yandan da şehit düşen “beş kardeşimiz”den bahsediyorlar. Oysa beş kardeş iktidarın suratına iniyor ve bu tokat hiç de sivil bir biçimde gerçekleşmiyor. Sivil vurgusu, özünde, “tağuta karşı mücadele etmeyin” demek oluyor. AKM, AKP’nin muktedir olduğu dönemde, her türlü iktidar mücadelesinin altını oymayı görev olarak belliyor. Anarşizmin cenneti, kardeşlik edebiyatı bozulmasın diye herkes mücadele alanından kaçırılıyor. Dolayısıyla AKM, kendi içine hasbelkader girmiş ve Allah’ın otoritesine, Kur’an’ın hikmetine ve Peygamber’in rehberliğine tabi olmuş unsurlarını birer birer tasfiye etmek zorunda kalıyor. Sola kaybolmayı emrettiği gibi, kendi İslamcı köklerini de kurutmayı öngörüyor.

Cehennem

İslam’da herkesin öldükten sonra ilkin cehenneme gireceği varsayılır. Bu, anarşizmin koşulsuz herkesin doğrudan cennete gireceğine dair “iyi niyetli” yaklaşımına aykırıdır. Cehenneme giden yolun taşıdır iyi niyet zira. Dolayısıyla İslam, mücadelenin ideolojisi olarak, maddî ve diyalektik olana açık iken, anarşizm külliyen kapalıdır. O bireyi, Marx’ın tabiriyle, sahte peygamberlere kul eder ve onları budünyacı cennet tasavvurları ile kandırır. Zulme ve sömürüye karşı mazlumların ve sömürülenlerin ördükleri mevzileri dağıtmakla yükümlüdür. Tüm mevzilerin bireyi ezdiğini ve sömürdüğünü söyler, bir boş gösteren, bir tür sahte tanrı olarak bireye işaret eder ve mevzileri anlamsızlaştırır. Başkası için olmayı ve dövüşmeyi boşa düşürür. Allah-Kur’an-Peygamber, ümmet dolayımıyla, “biz”e ve “başka hayat”a işaret ederken, anarşizm bunları düşman kabul eder. Anarşizm, tüm muhalifliği ve reddiyeci görünümüne karşın, mazrufta sinik, teslimiyetçi ve idealisttir.

Doğduğu günden beri din düşmanı bir karaktere sahip olan anarşizm, bugün ancak Allah’ı birey, bireyi put yaparak İslam’la ilişki kurabiliyor. “La ilahe illallah” anarşist bir yerden tefsir ediliyor. Dolayısıyla bir mevzi olarak Müslüman mahallenin dağıtılması operasyonuna katkı sunuyor. Allah’ın otoritesi kabul edilirmiş gibi yapılıp, “zaten Allah da yok ki” denilerek, bireye dolaylı olarak işaret edilmiş oluyor.

AKP şahsında iktidar, bugün kendisini anarşizm gibi uç biçimleri dâhil, tüm bir liberalizm felsefesiyle koruma altına alıyor. Aslında devletin zoru ve faşizmi liberalizme yol açmak için ifa ediliyor.

Tertil ile, sindire sindire idrak edilmesi gereken, bu nedenle 23 yılda nazil olmuş olan Kur’an, bu liberalizmin elinde, içeriğinden ve bağlamından soyutlanıyor. AKM’ci arkadaşlar, dolayısıyla Allah’ı kendilerine bağlıyorlar, Kur’an’ı tarihselleştirip kendi dönemine hapsediyorlar ve bugünün tüm rehber olma iradesini, hakiki olan Peygamber’den başka bir imge olarak, kendi “Muhammed”lerine kilitleyip eziyorlar.

AKM’ci arkadaşlar, Gezi’nin yarattığı popülerlik üzerinden, “biz artık olduk” diyorlar ve giderek anarşist sol bir özneye dönüşüyorlar. Söz konusu kanaat üzerinden, “eşitlik, özgürlük, adalet… İşte biz bunun hepsine Allah diyoruz” diyorlar. Allah’ı (kendilerinde) tanımlıyorlar. Ama öte yandan Fransız Devrimi’nin öne çıkardığı bu kavramları sonrasında tartışmaya açmış tüm birikimi bu Allah’çılığı ile çöpe atıyorlar. İlgili kavramları ilahi kata taşımakla onları buranın kavgasından kaçırıyorlar. Allah’la dövüşülemeyeceğinden, bu kavramları ilahi bir koruma altına almış oluyorlar. Solcuyu buradan avlayacağını zannediyorlar. Solu buradan tasfiye edeceklerini düşünüyorlar. Galebe çalmayı düşündükleri iki alan olarak sol mahalle ve Müslüman mahalleyi kendinden menkul anarşist bir Allah-Kur’an-Muhammed okumasına bağlamak istiyorlar. Muhafazakâr halkı bu “Allah” söylemi ile kandırabileceklerini düşünüyorlar. Fransız Devrimi sonrası anarşist felsefede kurgulanan eşitlik, özgürlük ve adalet söylemini kendilerini korumak adına, tarih dışına atıyorlar. Bunu yaparak, söz konusu kavramların arkasındaki maddî diyalektik sürecin Muhammedî hareket, Zenc İsyanı, Karmatîler ve Bedreddin Kıyamı’nı kesmesine mani oluyorlar. Oraları asla görmüyorlar. Özünde hareket, isyan, kıyam “otoriter”, “iktidarcı”, “bireyi ezen melânet” olarak damgalanıp tarihin çöplüğüne atılıyor. Gezi pratiği, “Ama doğru olan şuydu: Gezi'de de o anti-otoriter duruştu.” denilerek anti-otoriterliğe kapatılıyor. Öte yandan İstanbul valisi de parkı her türlü eyleme kapatıyor. İki tavır ortaklaşıyor.

Aynı şekilde söz konusu röportajda, benzer bir tanımlama üzerinden, bir arkadaş, “Kuranda mülk Allah'a aittir der. Biz de mülkün tüm azınlıklara ait olduğuna inanıyoruz”, bir başkası, “Mülk Allah'ındır, Taksim Gezi Parkı bütün İstanbullularındır” diyor. Buna göre, biri azınlıkları, diğeri İstanbulluları Allah yapıp, onları ikna edebileceğini zannediyor. Özünde “herkes Müslüman nasılsa” kibriyle, kısa vadede kolayca, uğraşsız ve tersiz, dövüşmeksizin, hemen kitleselleşebileceğini düşünüyor. Bir yanılsamaya kul oluyor, Allah’a değil.

Kibir

AKM sola konuşuyor, kimi yerde hakaret ediyor, bazen de onu küçük görüyor. Karşısındaki kişiyi küçülttüğü vakit kendisinin büyüyeceği yanılsamasına kapılıyor. Bu tavır, ilk dönem AKP’nin tavrına benziyor. Yanına liberalleri alan AKP sola saldırıyor ve orayı ezmeyi görev biliyor. Örneğin AKM’ciler “Taksim’e muhafazakâr semtlerden gelmek isteyenler, sol grupların meydanda bulunan pankartlarını görünce irite oldu. Fikir öne çıkmalıydı, figürler değil. Nasıl ki İslam'da peygamberin neye benzediği belli olmuyorsa, fikir ön plandaysa, sosyalistler de komünistler de böyle yapmalıydı. Vazgeçsinler... Che, İbrahim Kaypakkaya, Mahir Çayan, hepsi çok kıymetli insanlar, hepsi çok ciddi mücadeleler vermiş, kimsenin ödeyemeyeceği bedelleri ödemiş insanlar ama artık bunların arkasına sığınıp mücadele etmekten vazgeçsinler. Ortak bir mücadele dili oluşturup hareket edelim, yoksa üstesinden gelemeyeceğiz.” diyor ama öte yandan aynı kişi, “Ben 36 yaşındayım, hep kendi hâlinde sakin sessiz olmayı tercih ettim. Fakat dile getirdiğimiz söz öyle güçlü bir söz ki, o sözün arkasında durmak da bizi güçlü kıldı. Biz o sözü aslında kalkan edindik biraz da kendimize.” tespitini yapıyor. Oysa eleştirdiği solu da o pankartlar, cümleler ve isimler güçlü kılıyor ve sol da onları birer kalkan olarak kullanıyor. Kendi cümlesini kalkan olarak görüp aynı şeyi neden sola reva görmediği sorusunun cevabı yok.

Özünde AKM’ci arkadaşlar, “bu ülkede komünizm de Türkçülük de yapılacaksa biz yaparız” diyen dönemin Kemalist valisi gibi konuşuyor. Eksiği gediği, günahı sevabıyla bir birikime sahip sola “vazgeçsinler” diye talimat ve akıl veriyor, “yola gelin” diyor, “bu işi de biz yaparız” deyip tam da küçük burjuva solcular gibi, herkesi kendisine mecbur ve tabi kılmaya çalışıyor. Bu yanılsamanın kendisini teori ve ideoloji zannediyor. Kibirle, sola liberallerin eleştirisi sivriltilip saplanıyor, mızraklarının ucuna gene Kur’an sayfaları asılıyor. “Öncülük yapmayın, halkın öncülüğü içinde eriyin” emri veriliyor. Kendi siyasî geçmişleriyle ilgili olarak hiç tövbe etmemiş olanlar, sermayeye ve devlete teslim olmuş eski geleneklerinin akıbetini sola öğütlüyorlar.

AKM’ci arkadaşlar, bu aşamada, sol kütleyi avlamanın bir yöntemi olarak tuhaf tevillere ve tefsirlere yöneliyorlar. Örneğin “inanmamak da Allah’ın ayeti” diyorlar. Kur’an baştan sona inanmayanlara karşı mücadeleye dair ifadelerle yüklü iken, birden onlar da herkes gibi Allah katına çıkartılıyor. Bu söylem, dolayısıyla “devrimci peygamberlerin yolundayız” lafını boşa düşürüyor. Zira peygamberler tam da inanmayanlara karşı mücadele ediyorlar. Özünde Allah yeryüzünde bir puta, Kur’an basit bir slogan kâğıdına, Peygamber de güzel hasletleri olan bir Hint gurusuna dönüştürülüyor. Geri çekildikleri yer böyle olmayı emrediyor.

Ricat

Ricat, savaşta geri çekilmedir. Savaş taktiği açısından anlamlı olan ricat, dövüşerek geri çekilmektir. Dövüşmenin olmadığı bir geri çekilme, teslimiyettir. Haziran Direnişi’nin Gezi’ye boğulması, oranın hülyalı âlemine kapatılması, iktidarın istediğidir. Cem-i cümleyi bu geri çekilmeye katılmaya çağırmak, tehlikelidir.

Bugün Gezi’nin gazıyla Antikapitalist Müslümanlar, “Yusuf Tavaslı, hurafeler, muhafazakârlık” düzlemine geri çekilmişlerdir. Buradan, bir çıkışın, hurucun adı iken, ricatın sıfatı hâline gelmeye karar vermişlerdir. Artık cümlelerini kendinden menkul, bölünmemiş, devrimci politik müdahaleden kaçırılmış bir “muhafazakâr halk” öznesi ve buna uygun yüklemlerle kurmaktadırlar. Söz konusu ricat, özünde, bu ülkede egemenlerin iktidarını pekiştiren ve o iktidarın ürünü olan ilericilik-gericilik, laiklik-muhafazakârlık ayrımlarına tabi olmak demektir. AKM, huruçla birlikte diyalektiğin içinde bir madde olmayı reddetmiş ve ricat sonucu metafiziğin içinde, her şeyden münezzeh bir ruh olmaya karar vermiştir. Bu, temelde Gezi etkisidir. Parktan çıkıp sokak çatışmalarına girememenin sonucu budur. Girseler, maddî olarak geri dönmeleri imkânsızlaşırdı. Geri döndükleri mahallenin onları kabul etmesi mümkün değildir. Oradaki huruc imkânı, patlama potansiyeli, AKM şahsında, ertelenmiştir. Anneannesinin dinine gerisin geri bağlanmak, anneanneye ihanettir. Çünkü anneannenin ihtiyacı olan, maruz kaldığı sömürü ve zulme yoldaş olacak evlâtlardır. Dövüşmeden, yırtmadan, uğraşmadan, dönüştürmeden, itiraz etmeden girilen muhafazakâr mahalle, bu sığınmacı tutumu reddedecektir. Zaten AKM, Gezi sonrası tecrit edilme, yalnızlaşma korkusuyla bu hamleyi yapma kararı almıştır.

Söz konusu geri çekilme, eski yuvasına sığınma hâli, tüm öznelerin Haziran Direnişi’nin şiddetinden korkması ile ilgilidir. Herkes kendi yuvasına geri dönmüştür. Şiddet mevzi kazanmak içindir oysa, ilerleyen mevziler, devletin mevzileridir.

Eski mahalleye geri dönmek, eski arkadaşlara tekrar sarılmak hoştur ama politik değildir. Mahallenin dövüşme istidadı yoksa, bu dönüşün ve sarılmanın kendisi fizik dışıdır. Sömürü ve zulmün fizikî gerçekliğinden kaçıştır. Müslüman mahallenin sömürüye ve zulme karşı mücadele alanına açılan kapısı olan AKM, kapanmıştır, zira mahalle süreçten ürkmüştür.

Metafizik

Sol mahalle ile Müslüman mahalle arasındaki duvarların yıkılması için bu ayrımın redde tabi tutulması gerekir. Lehülmülk kapısından girmek bu reddin imkânlarını taşır. Her iki mahallenin nizamın, egemen kurgunun iki yüzü olduğunu görmek ve her iki tarafta İslamî bir davanın neferliğini yapmak mümkün iken, AKM maalesef Nizamülmülk kapısından girmeyi tercih etmiş, kurguya, nizama muhalif bir ses olarak dâhil olmuştur.

Gezi süreci, şiddetin de etkisiyle, metafizik manada, varlığı kendinden menkul olmayı, durağanlığı, varlıkların ilişkisizliğini yücelten bir eğilimi öne çıkartmıştır. Kadın, LGBT, solcu bireyler, örgütler gibi kendinden menkul, kendine kapalı varlıklar havada uçuşmaktadır. Sol örgütler gibi AKM de bundan mustariptir. O da varlığını kendine kapatmayı, durmayı, başkalarıyla her türlü ilişkiyi zararlı kabul etmeyi seçmiştir.

Bugün itibarıyla AKM, artık bu aşamada doğal olarak fiilî politik, ideolojik ve teorik düzeylerde, İhsan Eliaçık ile rabıtalarını, muhabbetlerini kesmiştir. Bu bağın kopmasının bahanesi olarak, tam da Emek ve Adalet, aynı şekilde Ayhan Bilgen gibi isimlerin eleştirilerinde de dile gelen, hurafe meselesidir. Oysa bu, bahaneden ibarettir. Zarftır ve aslolarak mazrufa bakılmalıdır. Asıl mesele, Müslüman mahallenin durağanlığının verili, mutlak kabul edilmesi, onun iktidar ve sömürü/zulüm tarafından kurulan tarafları da içerecek biçimde korunmasıdır.

Aslında burada tek İslamcı politik tavrı İhsan Hoca sergilemektedir. Hoca, sömürü/zulmün tesis ettiği yapının çözülmesi için hurafelere yönelmekte, bunu teorik, ideolojik ve politik planda devrimci bir zemin kurgulayarak gerçekleştirmekte ve kitleleri meselenin özüne vakıf kılma derdiyle hareket etmektedir. Söz konusu zemin, La ilahe illallah ve Lehülmülk üzerine kuruludur. Bu noktada “Marx’sız Marksizm” ya da “Ali’siz Alevilik” gibi “İhsan Eliaçık’sız İhsan Eliaçıkçılık” yapmanın bir kıymeti de yoktur.

AKM, Gezi süreciyle birlikte fazla görünür olmuştur. Tam da bu gerçeğin altında kalmıştır. Maddî görünürlük ruhu sıkıştırmakta, ruh, hareketin varolduğu, maddî diyalektik süreçten kaçmaya çalışmaktadır. Sonuçta bu süreçten kaçan ruh, aynı süreçten kaçan başka kardeş ruhlar bulmaktadır. Doğalında bugün Antikapitalist Müslümanlar, İslam ve Sol yazısında başka bir biçimde ifade ettiğimiz üzere, “oh oh şu lânet Müslüman mahalle çözülüyor” diye sevinen, o soyut ezilenin ya da işçinin nihayet prangalarından kurtulacağını düşünen bir tür liberal sol ile AKP eliyle yetiştirilmiş, kentin huzur ve refahına gark olmuş ama İslamcılık denilen “pislik”ten kurtulmayı tek hedef gören, liberalleşmiş Müslüman’ın “kardeşleştiği” bir mekân hâline gelmiştir.[3] Yani özetle, zulme ve sömürüye karşı hakiki bir mücadele vermeyen, vermek istemeyen iki mahalle ortak bir zemin bulmuştur. İki mahalle arasındaki duvar, ezilenlerin-sömürülenlerin üzerine yıkılmıştır.

İştirakî olarak dost, yoldaş kabul ettiğimiz Antikapitalist Müslümanlar’la muhabbetimiz, gene bu gerilimde ve ayrım üzerinden, elbette sürecektir. Bu noktada mevcut gerilim ve nesnel ayrım ise şu tespitte dile gelmektedir: bu topraklarda sömürülenler-mazlumlar safında, İslam davasını komünistçe, komünizm davasını Müslümanca yürütmek mümkündür. Mesele, ortaklığın dava hâline gelmesi, davanınsa ortaklaşmasıdır.

Eren Balkır
25 Ağustos 2013

Dipnotlar:
[1] AKM Söyleşisi, 22 Ağustos 2013, İnsan Haber.

[2] AKM Söyleşisi.

[3] Eren Balkır, “İslam ve Sol”, 23 Ekim 2009, İştirakî.

17 Ağustos 2013

,

Mısırlı Kardeşlerime!


Kardeşlerim, ortak rüyamızın yoldaşları!

Kayıtsız bir tonda ve sanki sizin muazzam devriminizin bana ve benim gibi milyonlarca müslümana ve gayrimüslime doğrudan ve hayatî etkileri yokmuş gibi yazmanın zamanı artık geride kaldı.

Artık müslüman kardeşler, kırılgan bir gezegenin kaderini paylaşan insanlar, bizi kendi tarihimizi düzenleme arayışımızda afallatan kolonyal ve postkolonyal dünyanın şedit ve kalıcı yaralarından derinden etkilenen halk olarak, oturup ruberu konuşabilmeliyiz.

Size bir akademisyen, bir düşünür ya da işe yaramaz bir gözlemci olarak yazmıyorum. Size bir İranlı, bir müslüman, insanlığın bir üyesi ve sizin dünya-tarihsel devriminizle derinden ve sürekli bir irtibat kuran bir insan olarak yazıyorum. Ben sizden biriyim. Bugün yaptıklarınız nesiller boyu çocuklarımızı, çocuklarımızın kim ve ne olduğunu etkileyecek.

Beni fahri bir Mısırlı olarak düşünün ve tekrar eden misafirperverliğinizin, nezaketinizin, dostluğunuzun ve dayanışmanızın cömertliği ile onurlandırdığınız bana, merhametli varlığınızın yüce gönüllülüğünü lütfedin.

Beni en ileri dimağlarınızın gölgelerinin bir uzantısı olarak düşünün: tıpkı merhûm Nasr Hamid Ebu Zeyd gibi filozoflar, merhûm Yusuf Şahin ya da Yusri Nasrallah gibi sinemacılar, Sunullah İbrahim ya da Ehdaf Suyif gibi romancılar, Samia Mehrez ya da Mustafa Labbad gibi akademisyenler, Samah Selim, Nuha Rıdvan ya da Feryal Kazul gibi eleştirmenler, Hani Şükrullah, Mona Enis ya da Raşa Saed gibi gazeteciler ya da Samir Ferid gibi film eleştirmenleri gibi.

Beni merhûm dostum, meslektaşım ve yoldaşım Magda Nuveyhi’nin İranlı hâli olarak düşünün.

Beni ve benim gibi milyonları sizden farklı bir kıyafete bürünmüş, ama sizin devriminizin kaderine sıkı sıkıya bağlı Mısırlılar olarak kabul edin.

Bugün hepimiz Mısırlıyız!

Yerkürenin her tarafındaki milyonlar gibi ben de sizin muazzam devriminizi şaşkınlıkla, umutla ve kalıcı bir hayranlığın bitmek tükenmek bilmez duygusuyla izlemiştim!

Bunu hepimiz için gerçekleştirdiniz -insanlık, Araplar, İranlılar, Türkler, Afganlar, ..., müslümanlar, gayrimüslimler, kadınlar, erkekler, gençler, yaşlılar, sindirilmişler ve tüm ümitvarlar için.

Bununla beraber bölünmeniz, Mursi taraftarları ve Mursi karşıtları, dindar ve seküler gibi keskin, yaralayıcı ve sahte ayrımlara düşmeniz, dünya-tarihsel devriminizin lekelenmesi tehdidine yol açıyor. İşte her iki tarafın da haklı olduğu bir durum çıktı ortaya: bir yanda Mursi’ye karşı cesurca sokakları doldurup gösteri yapan milyonlar, diğer yanda, halkının demokratik iradesinin bir göstergesi olarak ona koltuğunda kalıp makamının saygınlığı ile uyumlu bir şekilde görev süresini bitirmesi imkânı tanınması için İslamî fikriyatıyla ya da demokrasiye dair görüşleriyle direnenler! Makul biri için bu iki konumdan birini diğeri hilafına tercih etmek mümkün değil. Bu seçimi reddetmeliyiz, reddetmelisiniz.

Bu ayrım, sizin devriminizin tarihsel kaderi; bunun acıları ise gelecek kuşakların, daha iyi bir dünyanın, anne ve babalarımızın rüyası olan bir dünyanın doğum sancılarıdır. Bu ayrım, biz kendi kolonyal tarihimizin acımasız ve makûs talihini yenmeye yazgılıyken, tarihsel bir dönüm noktasıdır.

Bunun üstesinde müslümanlar ve gayrimüslimler, Mısırlılar ve diğer halklar, yani hepimiz için gelin! Kadın ve erkek, genç ve yaşlı, müslüman ve gayrimüslim, kahraman omuzlarınıza tarihimizin yüklediği muazzam sorumluluğun farkına varın!

Görkemli devriminiz tehlikededir.

Yozlaşmış ve işbirlikçi politikacılar, bölgenin jeopolitikasına boğazına kadar köle olmuş bir ordu, bu ordunun yapısal olarak Amerikan emperyalizmi ile sarmaş dolaş olan gerçekliği, sadece kendi çıkarlarını düşünen bölgesel güçler, devriminizi sizden çalmak istiyor! Onlar, çalınan devrimin sizin ve bizim için, genel olarak bölge için, bütün araplar ve müslümanlar için, Asya’dan Afrika’ya, Latin Amerika’ya ve hatta Avrupa ve Kuzey Amerika’ya, bütün insanlık için sahip olduğu anlamı zerre umursamıyorlar.

Geleceğinize hep birlikte karar verin, anayasa taslağınızı her birlikte hazırlayın. Müslüman ya da liberal, islamcı ya da seküler, Sünni ya da Şii, Kıpti ya da diğerleri gibi sahte kimliklere bakmadan, en iyilerinizden, size nasıl bir Mısır hayal ettiklerini anlatmalarını isteyin.

Mısır’ı Mısırlı kadınlar için güvenli kılın. Onların güvenliği, emniyeti ve saygınlığı, hayallerinizin ayrılmaz bir parçası olsun. Kız kardeşleriniz, ablalarınız, anneleriniz, kızlarınız ve karılarınız, devriminizin ölçüsü onlardır. Eğer tarihinizi yazdığınız sokaklar, caddeler ve meydanlar onlar için güvenli değilse, hiçbir ülkünüz, özleminiz ya da hayaliniz de güvende değil demektir.

Devriminizin kaderinin işbirlikçi ellere geçmesine izin vermeyin! Bu tarihî görevde en son güvenebileceğiniz insanlar, politikacılar ve subaylardır. Kendi kaderinizi kendi ellerinize alın!

Mursi’ye karşı ayaklanmış olanlar, askerî bir darbenin kendi hesaplarına yazılmasına izin vermemeli. Şimdi vakit karanlıkta kalkıp Mursi lehine düzenlenen gösterilere katılanların ellerini arayıp bulmanın vaktidir. Ayrımın karşı tarafındaki kardeşlerinizi arayıp bulun. Evlerine, mahallelerine, camilerine gidin. O evler sizin evlerinizdir, o camiler sizin camilerinizdir, o mahalleler sizin mahallelerinizdir. Barış, barış, barış… Beyaz bayraklar, açık kalpler ve birbirine uzanmış eller!

Şehit düşmüş kahraman Mursi taraftarlarının tamamı için ulusal yas günü ilân edin. Onlar, devrimin, aynı zamanda hem onların hem de sizin olan devrimin şehitleridir. Anılarını onurlandırın, ailelerini teselli edin, onları destekleyin, onları kardeşiniz addedin ve onlara öyle seslenin! Ocak devriminizin en zor ve en önemli günlerinde, daha birbirinizi birbirinizden ayıramadığınız, etle tırnak olduğunuz, Tahrir Meydanı’nda beraberce geçirdiğiniz günleri ve geceleri hatırlayın!

Mursi için gösterilere katılmış olanlar, ona karşı sokağa dökülenleri düşmanları olarak görmemeli. Öyle değiller, tıpkı sizin gibi Mısırlı ve çoğu müslüman. Sizinle aynı kaderi ve hayali, özgür ve demokratik bir gelecek rüyasını paylaşıyorlar. Bir askerî darbe peşinde değiller. Sadece demokratik haklarını kullanıyorlar.

Sömürgeciliğin dayattığı o aşağılık dindar/seküler ayrımının ve bunun aynı derecede tehlikeli Sünni/Şii, Müslüman/Gayrimüslim ayrımlarını, Kıpti, Yahudi, agnostik veya ateist türü etiketlemeleri reddedin! Bunlar, sahte ayrımlardır. Birbirimizin gözlerinin içine bakın. Orada kardeşlerinizi görün, ister sakalı olsun ya da olmasın, ister nikabı olsun ya da olmasın. Ortak kampanyalar hazırlayın ve birbirinizin elini tutun. Sizler birbirinizin düşmanı değilsiniz. Düşmanınız insan postunda değil. Düşmanınız bu dünyaya yapısal olarak içkindir ve sizin döşediğiniz yolla onu hep beraber alt etme imkânı kazanıyoruz.

Sizin muazzam devriminiz, bu kalıcı yaraları nasıl iyileştireceğimizi gösterdi bize. Size milyar dolarlar vermeye gelenler, çözümün bir parçası değil, sorunun bir parçasıdırlar. Mısır’ın sadakaya ihtiyacı yoktur, Mısırlıların cömertlik edebiyatına karnı toktur. Sizin devriminiz, cömertliğin bizatihi tanımıdır. Sanayiinizle, çalışkanlığınızla, maharetinizle Mısır’ı dünyanın geri kalanının gıpta ettiği ve öykündüğü bir model hâline getireceksiniz.

Önemli olan, Mursi ya da başka bir politikacı değil, Mursi ya da başka bir cumhurbaşkanı da değil. Önemli olan, Mısır’ın geleceğidir, milyonlarca insanın kaderidir, Mısır’ı izleyen, ona dair ümitleri, hayalleri olan, onu merak eden diğer milyonların umutlarıdır.

Dünya, hangi yöne gideceğinizi korku ve umutla takip ediyor: Acaba sahte ayrımlar umutlarınızı, umutlarımızı yok edecek mi yoksa yeni bir düşünme biçiminin, dayanışmanın ve amaçlılığın şafağı sizi ve bizleri daha iyi günlere mi götürecek?

Aklın kudreti, aklıselimin ışığı, kolektif iradenizin inayeti sizinle olsun ve sizi yönlendirsin!

Dayanışma duyguları ile dolu gerçek kardeşiniz!

Hamid Dabaşi
16 Temmuz 2013
Kaynak

15 Ağustos 2013

,

Haziran'dan Eylül'e


Esasta bugün “ucu belirsiz, kontrolsüz ve kendiliğinden” bir direniş olarak Haziran Direnişi, “gerici” addediliyor. Sol, kısa sürede bu yola girdi. Onu gerici olarak etiketleyip rafa kaldırmanın derdinde. Zira sol özneler, kendi “ilericilik”lerine halel getirecek bu direnişin kıyısından geçip yol almaya mecburlar. Sol örgütlerin yaz kampı kaçamağı, bu ilericiliğin ürünüdür.

Direnişin kıyılarına bıraktığı yığın, kirlidir. Bunların ayıklanması zorunludur. Kiri pası ile kitleleri örgütleme ve ona örgütlenme derdinde olana rastlanmıyor.

Sol öznelerin ilericilikleri, onların burjuvaya öykünmeleriyle ilişkilidir. Burjuvazi ilericidir ve sol özneler, bu sınıfı aşmaya dair onca laf ebeliğine karşın, gerisin geri yuvarlanıp, tekrar söz konusu sınıfın “ilerici”liğine tav oluyorlar. Aslında burjuvazinin ilericiliğinin tanıtımı ve reklâmından, özünde burjuvazinin biricik varlığı ve kudretinin altını çizmekten başka bir şey yapılmıyor. Kitleler, aşkın laflarla, bugündeki ilericiliğe kul ediliyorlar. Neticede onca “doğrudan demokrasi” teranesi, seçimlerde kitleleri CHP-HDK kulvarına sokmak, onları tahta bir sandığın önünde sıralamak için. Başkaca bir politika öneren yok.

Burjuvazinin aşılması meselesi, Marksist bir dizi cümle üzerinden gerekçelendiriliyor. Marksizm, sadece ilericiliği meşrulaştırdığı için kıymetlidir. Burjuvaziyle dövüşmek, kimsenin aklına gelmiyor. Dövüş dışı bir Marksizm ise burjuva salonlarına ancak meze olabiliyor.

Teori ve pratik düzeyinde burjuvaziyi karşıya atmamak, olumlu ve olumsuz manada salt devleti gören öznelliği burjuvalaştırıyor. Burjuvazinin teorik, ideolojik ve politik varlığına olumlu anlamlar yükleniyor. Burjuvazi, bir özne olarak, sol içinde her daim dipdiri yaşıyor. Devlet en fazla, burjuvazinin ilericiliğinin gerisinde kaldığı için hedef hâline gelebiliyor.

Bu noktada burjuvazinin fıtratı, yapısı belirleniyor, onun yeterince laik olamayacağı üzerinde duruluyor, dolayısıyla, direnişin bileşeni olabilen Müslümanlar tedirginlikle izleniyor. Solun mutlak ve kutsal gördüğü burjuva hizası ve ölçütü, kitlelerin kolektif olarak politika alanına girişine mani olmakla ilgili. Müslümanla kavga ve laiklik için dövüş, bunun bahanesi.

“Göğe kılıç sallamam” diyerek Müslümanlara hoşgörülü görünmeye çalışan sol özne, göğün kılıcını yerde sallayacak olana karşı mücadele etmek zorunda. Hoşgörü, altında bir despotizm ve kibir gizliyor.

Aydınlanma da modernizm de burjuva kadardır. Burjuvazinin bunları yeterince sahiplenemediğini ya da ilerletemediğini söylemek, kitleleri kandırmaktan başka bir şey değildir. Ruh-beden ayrımı üzerine kurulu düşünce dünyasına bağlanmak, oradan da ruhun beden denilen gerilikten kurtulmasını savunmak ya da ruh denilen gerilikten kurtulup bedene sarılmak, tevhidî bir mücadeleyi sekteye uğratacaktır. Bu tevhidî mücadele, ister istemez, burjuvazi ve devlet karşıtıdır.

Solun bu mücadeleye karşı kimi zaman devlet, kimi zaman burjuvazi safında yer alması, mevzilerin ilerletilmesiyle ilgili kolektif ve nesnel çabaya hiçbir katkı sunmaz, bugüne dek de sunmamıştır. Solun burjuvadan daha devrimci, laik, modern, aydınlanmacı ya da ilerici olması mümkün değildir. Mesele, sınıflı toplumlar tarihi dâhilinde mevcut düşman sınıfa ve elindeki nesnel-kolektif güce tüm tarihsel birikimle karşı koyabilmektir.

Burjuvaziden daha çok cumhuriyetçi ya da demokrat ya da laik olma yarışı, sol öznelerin genel niteliği hâline gelmiştir. Burjuvazi ve Fransız Devrimi öncesi tüm tarih, Hegel’in kimi milletleri tarih dışına atması gibi, milletlerin dışına atılmaktadır. Bırakalım Haziran Direnişi’ni, 1789 öncesi tarih hiç yaşanmamış gibi davranılmaktadır.

Bu anlamda, Haziran Direnişi, Zenc İsyanı’nın ve Bedreddin Kıyamı’nın yanı başındadır. Bu isyan ve kıyamlarla tarihsel ilişkisi yoksa, Haziran Direnişi de yoktur. Belirli bir ilişki varsa, o vakit, komünist faaliyetin o hattı ileri itmesi zorunludur. Söz konusu faaliyet, kendisini ancak buradan kurar, kuruyor olmalıdır.

* * *

Solun önemli bir kısmı tarafından işçi sınıfı, aslında burjuvazi ilerici ve ileride olduğu için önemseniyor. Başka da bir değeri ve önemi yoktur. Sömürü ve zulüm, bu noktada tali meselelerdir. Diğer sol içinse yeni toplumsal hareketlere ait tüm bileşenler, gerici devlete karşı ilerici burjuvazinin dağınık özneleri, faillerinden başka bir şey değildir. Genel planda sol özneler bu kanaattedirler.

İşçi sınıfına demokrasi aşısı yapılmalıdır ki o, burjuvaziyi aşabilsin. Sınıf, cumhuriyetçi değerlerle yoğrulsun ki burjuvazi geri planda kalsın. Yeni toplumsal hareketlere ait bileşenler (eşcinseller, kadınlar, Kürdler, Alevîler vs.) kimlik olmaları hasebiyle, devletin hareket alanını daraltmak için önemseniyorlar.

Kimlik edebiyatı, kütleleri birey ölçüsünde bölüyor, onların ne’liklerini ve ne yaptıklarını önemsemiyor. Temelde bu edebiyat, kimlik dağıttığı her bir kompartıman sakinini trenin makinisti olan burjuvaziye tabi kılmak için var.

Tüm pratikler, özünde, burjuva siyasetinin tezahürleridir. Zira burjuvazinin ilericiliğinin mutlak ve kutsal bir ilke olarak alınması, döne dolaşa, burjuva siyasetinin, ona karşı mevzi ören sömürenlerin ve mazlumların içinde, gene burjuva siyasetinin güncellenmesinden başka bir şey değildir. Özetle, burjuvazinin mutlak ön, ileri hat olarak alınması, onun iktidarını yıkacak her türlü pratiği boşa düşürüyor. Boşa düştüğünü gören, gene burjuvazinin somut ve soyut birikimlerine sarılmak zorunda kalıyor.

Mısır’da darbe ve İhvan, tam da bu burjuva ilericiliği üzerinden tasnif ediliyor ve değerlendirmeye tabi tutuluyor. Darbeyi öne çıkartan, ABD emperyalizmine tüm kapıların açılmasına ses etmiyor, İhvan’a karşı olan, gene neoliberalizmin yolunu temizliyor. Sol, kitlelere havuç ve sopa arasındaki makul tercihi sunmanın adı.

* * *

İlerleme, en fazla, mevzilerin ilerlemesinde aranabilir. Yani düşmana karşı oluşturulan mevzilerin öne doğru, düşmanı geri iten, devrimci kitlelere serbestiyet alanı açan adımlar önemlidir. Tarihte “mevziler”in ileri gitmesi ile politik gerçeklikteki somut mevzilerin ileri itilmesi, ayrı şeylerdir. Bir ayaklanma pratiğinin bileşenlerinin en geri bilinçle, en gerici söylemlerle hareket etmesi değil, o bileşenlerin devrimci kolektif yürüyüşünün bizatihi kendisi önemlidir. Bilincin ve söylemin, hatta eylem biçimlerinin geriliği-ileriliği meselesi, devrimci faaliyette konu dışıdır. Aslolan, tüm bunların düşmana karşı örgütlenebilmesidir.

“Kuzey Amerika üniversitelerindeki alan araştırmaları bölümleri, Sovyetler Birliği’nin yayılmasını kontrol altına almak ve herhangi bir ilerici kurtuluş hareketinin tertibini engellemek için ABD’ye gerekli istihbarat ve stratejileri tedarik eden kurumlar hâline geliyordu. Bugün ise ABD’de bu alan araştırmaları bölümlerinin yerini, İleri Uluslararası Araştırmalar Okulu (SAIS), Washington Yakındoğu Politikası Enstitüsü ve Hoover Enstitüsü gibi think-tank’ler almıştır.”[1]

Haziran Direnişi’nden aylar, yıllar sonra yapılacak alan araştırmalarını bugünden yapan sol, bu açıdan, kendisini think-tank derekesine indirgemiş durumdadır. Alıntıda, Sovyetler yerine “direniş” pekâlâ konulabilir. Genel anlamda sol, Sovyetler’in “yayılması”na karşı olanların ideolojik iklimi içinde düşünmekte olduğundan, direnişin mevzi örmesi ve varolan mevzileri ileri itmesi, bu solla asla mümkün değildir.

* * *

Haziran Direnişi, sol için gericidir ve onun, solun kendi ilerici havuzlarına dolacak birkaç kişilik örgütlenme pratiği dışında, bir anlamı yoktur.

Bu durumun somut tezahürü, direnişin cephe gerisine çekilip Gezi’yi tohum gibi ülke sathına saçtığı forum sürecidir. Forumlar, solun think-tank’lerine ait bir çalışma olarak iş görmüşlerdir. Seçimlere kilitlenme, park merkezli olarak “doğrudan demokrasi”nin, yani burjuvaziden “ileri” olanın satılması ve bu malın mahallelere pazarlanmaya çalışılması, direnişin geri kabul edildiğinin kanıtıdır. Haziran kıyamını şu veya bu gerekçeyle (“ilk üç gün iyiydi!” lafı hatırlansın) gerici kabul edenler, tüketmişlerdir.

Bugün Haziran’ın Eylül’e bağlanmasına dair sözlerin ve vaatlerin hepsi boştur. Kimsenin böylesi bir niyeti bulunmamaktadır. Dar anlamda mücadele ve savaş gerçeği içi ve için düşünülmesi gereken forumlar ve park pratikleri, burjuvazinin gölgesinde dinlenenlere kucak açabilmiştir sadece. Maalesef bu dinginliği ve ölü toprağını direnişin kendisi de söküp atamamıştır. Solun burjuvalığına çarpıp geri dönen direniş, ilerleme hastalığına binaen, ertelemeciliğe hapsolmuştur.

* * *

Eylül, bağbozumu ve hasat ayıdır. Sol, meseleyi bu düzeyde ele alacaktır. Direnişin hasadını kampüslerde ve mahallelerde toplama yarışına girişecektir. Örgüt yayınlarının yarıştırılması bu yüzdendir. Ellerini ovuşturarak girdiği eylem sürecinden ellerindekini de kaybederek çıkacaktır.

Tam da bu momentte sınıf mücadeleleri gibi “gerici” söylemler, yerini “kültür çatışmaları” ve “yaşam tarzı didişmeleri” analizlerine bırakmaktadır. Amerikan think-tank’leri gibi bizim burjuva düşünce odaklarımız da direnişin ocağında yanmayı göze alamadıklarından, bu türden analizlere bağlanmış gözükmektedirler. En işçici bile, direnişi işçi sınıfının örgütlü kalkışması olmaması sebebiyle, dışarıdan, ağız bükerek, alaya alarak ve geride bırakarak anlayabilmektedir.

Direniş, doğalında, kendi kitap piyasasını da yaratmıştır. Bir meta derekesinde görülen direniş, içi boşaltıldıktan sonra, rafları ve tezgâhları süsleyecektir. Direnişle en fazla propaganda düzeyinde ilişki kurabilen solun eylemli ajitasyon ve öncülük vasfını edinmesi mümkün değildir. Zira sol, tam da bu vasıfların tasfiyesini ifade etmektedir.

* * *

Her solcu, kendi solculaşma ânını tarih, kendi varlığını toplum zannetmektedir. O ân mutlak kabul edilmektedir. Solculuk, o mutlak ânın süreklilikleştirilmesinden başka bir şey değildir. İlgili mutlak ânın her “yeni” ânda tekrarlandığı yanılsaması ya da tekrarlama iradesidir o. Kaçan ân, kaygıya neden olmakta, geç kalmışlık hissi ile solculuk ânı uhrevîleştirilmektedir.

Solcu, kendi solculaşma ânını tarih, o ândaki kendi varlığını toplum zanneder. Bu zan, doğalında, kişisel pratiğini ölçüt ve hiza hâline getirir. Sonuçta solcu, kitlesel başkaldırı, yürüyüş, hareket ya da eylem dâhilinde toplam fiziksel oluşu kendi fiziksel varlığına doğru daraltmak zorunda kalacaktır. Meslekî ideolojiler, bu daralmanın karşılığıdırlar. Genç hareketi eni sonu gençlik partisine, avukat avukat partisine, akademisyen akademisyen partisine doğru daraltacaktır. Kendi solculuğu ve “mutlak ân” putu neyi emrediyorsa, hakikati buna göre eğip bükecektir.

Meslekî ideolojiler, bu noktada işçicilikle komşudurlar. Zira işçilik de meslek olarak, meslek mertebesinde ele alınmaktadır. Onların kendilerini göstermeleri, ispatlamaları, kimlik kazanmaları, yer yurt bulmaları, hak istemeleri bir tür meslekî ideoloji olarak vücut bulmaktadır. Sonuçta “sosyalizm işçi sınıfının ideolojisidir” diyen sol özne için sosyalizm, basit bir meslekî ideolojidir. Teknik meseledir. Bu ideolojinin yandaşlarının yeni toplumsal hareketlere de işçi sınıfına yönelik muameleyi sergilemeleri kaçınılmazdır. Eski teorik kurguda işçi yerine kadın, eşcinsel, Kürd ya da doğa konulur, ama gene aynı şey yapılır.

Yeni toplumsal hareketler ezberinin “ezberleri yıkıyoruz” ilericiliği üzerinden konuşması, siyaseten herhangi bir sonuç üretmeyecektir. Bu “yıkıcılık”, karşı-devrimciliğin bir yansımasıdır. Söz konusu pratiklerin kendisini sola karşı “özgürlükçü sol” olarak kodlamasının nedeni, bazı solcuların mutlak ânlarını özgürleştirmek istemeleridir. Sonuçta Eylül’de hasat toplamaya kilitlenmiş olan sol, gene, bu direniş esnasında solculaşmış ve bu solculuğu kadir-i mutlak zannedenleri yanına çekebilecektir.

Mutlak ân, özne olmaktır. Tarih ve toplum bireye kapatılınca, bu özneliğin devrimcileştirilmesi, tarihsel ve toplumsal olanla ilişkilenmesi imkânsızdır. Ânı mutlaklaştırmak, özne olmak, ileride olma yanılsaması türetecektir. Bu yanılsama, gerçeğe girildiğinde, burjuvazinin ileriliğine sarılmaktan başka bir şey yapmayacaktır. Direnişte salt “liberalizm” görüp “bugün liberalleşmek gerek”ten başka bir şey söylemeyecektir.

Onca ilericilikten sonra, kronolojik düzlemde Haziran’ın “ilerisinde” olan Eylül, Haziran’ın gerisine düşmeye mahkûmdur.

Eren Balkır
14 Ağustos 2013

Dipnot:
[1] Hamid Dabashi, İran: Ketlenmiş Halk, Metis Yay., Çev.: Emine Ayhan, s. 144.