30 Ağustos 2008

,

Hücreleri Parçalamak


Doğal, nesnel, maddî ilişkilerin seyri, insanları iç ve dış ayrımı yapmaya mecbur eder. Belli bir bütün’e ait olma, içeride oluş, düşman olarak tasavvur edilen neyse onun sınırlarına tâbidir. İnsanların verili, bütünlüklü ilişkilerinin parçalanmaya karşı direnişi tümüyle doğaldır. Evrim sürecinin yasaları da bu doğallığa uygundur. İnsan denilen canlı türü canlı doğanın iç hiyerarşisine tâbidir. Akıl, ruh, idea ya da enerji gibi önkabuller, dışarısına karşı bir isyanmış gibi görünse de, bu isyan esasında dışarı ile hemhâl, bir, olunması amacına dönüktür. İnsan bir canlı türü olarak bu bir’in yanında iki değil, bir’in içindeki hiyerarşinin bir basamağı olma derdindedir. İç’in dışsal mücadelesi, dış’ın içsel mücadelesidir.
Dış dünya-iç dünya ayrımı iki dünyanın varlığını anlatmaz. Aksine insanın dünya algısı, bilgisi ve simgeselliği de dünyevîdir. İç de dış da kurgusal olarak var’dır ama teorik ve pratik olarak yok’tur. “İnsan” ancak uzaylılar dünyayı işgal ettiği takdirde politik bir mevzuudur. Kapitalizmin karşısına insanı çıkartanlar, kapitalizmin uzaydan gelen bir virüs olduğunu herkese inandırmak zorundadırlar.
“Tüm iyilikler/kötülükler dışarıdan ya da içeriden geliyor.” Bu türden tespitler kolaycıdır ve kolaycılık esasında fiilî toplumsal-tarihsel gerilimlerden, çelişkilerden ve çatışmalardan kaçma yöntemidir. Basit bir biçimsel tespit, öze ilişkin teoriyi ikame etmektedir. Sıfat, tanımladığı nesnenin yerine geçmekle, cümleye ihanet eder.
Hepimizin bu fiilî durumlardan kaçıp kurtulmaya meyilli bir “öz”ü var ve bu öz, sözkonusu kaçış becerisini sınıflar mücadelesinden azade olmakta buluyor. Azade değilsen olmak için çalışırsın ya da zaten azade olduğunu kendine inandırırsın. (Ne âlâ dünya!)
Öz, sınıfa, ülkeye ya da bedene yayılmış bir kurgu olarak biçimlenebilir. Onun dışından gelen ya iyidir ya da kötü. Sınıf, ülke ve beden bireyci-özcü bir yerden edinime tâbi tutuluyor. Bu ise onların politik ve teorik anlamlarını siliyor.
İyilik hayatî, kötülük ölümcül. İyilik-kötülük karşıtlığı hayat-ölüm karşıtlığının bir türevi. Oysa ölüm de hayat içre. Her hayat bir yönüyle ölümle de çoğalır. Mesele, hayat denilen kolektifi ömür denilen şahsî kesite kapatmamak. “Ömür eşittir hayat” formülü ölümü dışsallaştırır. Doğal olarak ömür kilitlenmiş, hareketsizse dışarısı canlı ve hayat dolu görünecek; ömür canlı ve dinamikse dışarısı ölüm kokacaktır. Eski ve yeni ayrımı da burada biçimleniyor zaten.
-Bunalımdaki bir arkadaşımıza “gel şöyle dışarı çıkalım, hava alırsın” demek ne kadar boş oysaki. Adamın zaten üç kuruşluk takati var, onu da dışarıya çıkma iradesinde tüketmesini istiyorsun.
Hukukî bir kurgunun ürünü olan hücreler ömrün, bu ömür dâhilinde serbestçe gezinmenin adı olarak hürriyetin temsili de olabilir. Ölüm orucu sürecinde Aydın Çubukçu’nun “ben en verimli çalışmalarımı hapishanedeki hücremde yaptım” demesinde olduğu gibi. Özgül bir şahıs olarak işaretlenme isteği, içinde olunan bok çukurunu bile güzelleştirebilir. Ancak onun güzel görünmesini sağlayan başka ilişkiler var. Özgüllük ve özgürlük hukukî ve hukuk her daim mülkiyet ilişkilerine tâbi.
-Kendi özgül varlığını yüceleştirmeni isteyen başkaları, başkalarının sıradanlığı. Benden kendini kaçırıyorsan, aradaki sınırları sürekli anımsatıp duruyorsan, sen olmak için kıvranıyorsan, seni sen olarak çerçeveleyen sınırları anlamadan, o sınırları kimin ya da neyin çizdiğini görmeden sen zaten sen olamazsın.
Hücre bazen iyidir. Her beden bir hücre gibi örgütleniyor. Çocukça bir inatla demir parmaklıklı, beyaz badanalı hücreler sokakları günbegün örgütlüyor. “Bana ne”, ne kadar sıradan bir laf artık! Hücreler dışarısının keşmekeşini, kaosunu sadeleştiriyor. Kibrit kutusuna hapsediyor, bir sinek gibi, hayatı. Huzur, kendiyle barışıklık ve mutluluk, nemenem küçük burjuva beklentiler bunlar öyle! Ama hücreler onların ortak dertlerine deva olmuş gibi görünüyor.
-Sana “iç-dış” ayrımı yaptırana bakmak lâzım. İçte dıştan koruduğun şey nedir? Soru bu… Kimin mülkiyeti, neyin rekabeti? Takip eden diğer sorular…
Birileri üretiyor, birileri de tüketiyor. Üretenlerin bilinci ve eylemi, tüketenlerin bilinci ve eylemini eleştiriyor. Birinin içi diğerinin dışı oluyor. Eklemlenmiş bir ilişki. Nesnenin oluşumu öncesi özne olanla, nesnenin oluşumu sonrası özne olan hiç mi hiç bir olmuyor. Bir ayakkabı ustasının hâlini, ayakkabısını yere sürterek yürüyen bir tüketici asla anlamıyor.
Sol da kendini bu keskin ayrımda var ediyor, aradaki çelişkiyi sıfırlama arzusuyla oranın yapıştırıcısı oluyor: bir kısmı burjuvazinin vicdanı, devletin aklı; diğer bir kısmı devletin vicdanı, burjuvazinin aklı oluyor. Buna ilişkin unsurları örgütlüyor. Örgüt varsa üretim ve tüketim de var. Kadrolar buna göre biçimleniyor. Kendi şeflerinin üretim ideolojisine hizmet ettiğini görmeden bilinçli tüketici ya da onların tüketim ideolojisine hizmet ettiğini anlamadan eylemli üretici oluveriyor. Oysa ayakkabının safında olmak gerekiyor!
Öz savunusu, öncelik-sonralık ikilisini de sahneye davet ediyor. Öz önceyse, önce olan her şeyle ortak bir payda bulunuyor. Devlet kavramsal olarak burjuvaziden önce diye Platon okunuyor, devlet tarihine iştirak ediliyor, tüm çalışma burjuvaziyi devletin akıl koltuğundan indirmeye indirgeniyor. Önce olan burjuvazi, sonra olan kemalist cumhuriyetse, aynı silsileye uygun olarak, ABD’den gerekli dersler alınıyor. Onların devleti adına kendi devletine saldırıyor. Burjuvazinin akıl koltuğunda oturan devlet indirilip yerine geçme hayalleri kuruluyor.
Bu hesaplar içinde marksizm de belli bir kıvama getiriliyor. Dışarıdan gelmesi tespitiyle o sözkonusu “iç” hesaplaşmanın seyrine göre biçimleniyor. Her yerlileşmede zenginleşmesi gereken marksizm bir uzvunu olay mahallinde bırakıp kaçıyor. Ama ısrarla ondan kertenkele olup kendiliğinden bu eksiğini gidermesi bekleniyor. Beceremediğini görüp ona düşman düşünce akımlarının çeşitli uzuvlarına sarılanların sayısı son yıllarda öyle arttı ki!
“Marksizm dışarıdan geldi” tespiti bir kısım devrimciyi, sosyalisti ve komünisti de ikna ediyor. Onun “dışarıdan” gelişi, verili ülke bütünlüğünü parçalayacağından korkulduğu için bu vurgu yapılıyor. Her türlü gerilim, çelişki ve çatışmadan kaçış ustası küçük burjuva aydın güruhu, marksizmi dışta tutmak için kendisine ait verili kurguyu koruma altına alıyor. Yerlileşme teşebbüslerinde ise marksizmin her türlü kurguyu parçalayan devrimci yanı törpüleniyor.
-Sen de bana sınır çekerken, benim her söylediğimi dışsallaştırıp etkisizleştirirken kimin çizdiği özü (kendi’yi) muhafaza ediyorsun? Mesele muhafaza ise, savaş alanında olmayan bir varlığı kim koruyabilir?
12 Eylül günü devrime öncülük etmesi gereken TKP MK’si kadroların muhafazasını politika olarak belirliyor. İçi (güya) sağlama alıyor ve devletin kendi içlerinin güvenliği adına “goşist serseri takımı"nı, yani dışarıyı temizlemesini alkışlıyor. O güne dek sendikalara devrimcilerin girmesini engellemek dışında bir işlevi olmayan partili gençlerin bir bölümü, parti içindeki sınıflar mücadelesinin somut bir tezahürü olarak yaşanan yarılmaya uygun biçimde hapishanelere, diğer bölümü Avrupa’ya gönderiliyor. Evet, iç-dış tartışmasının, bu ikiliğin merkeze alınmasının sonucu bu. Tartışma anlamsız. “İçin mi dışın mı yanındasın?” sorusu gereksiz.
Mücadele ateşlenseydi, radyodan “Salkım Söğüt” çalsaydı, mücadelenin bizzat kendisi o gençleri ve partiyi lâyıkıyla muhafaza edecekti. Ama ortada kimse kalmadı ki korunacak? Geriye bir miktar devletlû akıl ve biraz da burjuva vicdan.
Devletlû akıl ve onun zulmü kapitalist sömürüyü; burjuva vicdan ve onun savunması devletçi zulmü gizlemek, muhafaza etmek için örgütleniyor.
-Sen devlet misin, burjuva mı? Ya da şöyle sorayım: hangisi olmak istiyorsun? Hiçbiri mi? Öyleyse onlardan öğrendiklerini unutmaya ne dersin? “Zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayanlar”a bu iki düşman unsurdan öğrendiğin akılla ve vicdanla ne verebilirsin, o zincirleri sevmek ve onların varlığını aklîleştirmek dışında. “Evet, ben delişken bir adamım, bu zincirler bana iyi geliyor, yoksa kendimi kaybederim”, laf bu, değil mi? “Kendin” kaybolsun zaten, hükümsüz artık. Hükmü geçtiği yerler, kendi olmayı öğrendiğin odaklar: devletin ve burjuvazinin cirit alanı…
Kimin içi, neyin dışı?
Hücreleri parçalamak, ama içteki hücreleri dışarısının balyozuyla, dışarısının hücrelerini içerisinin çekiciyle parçalamak isterken, o balyoz ve çekiç kimin, bakmak gerekmiyor mu?
Her kolaycılık sınıflar mücadelesinden kaçışı ifade ediyor. Onun somut tezahürlerine karşı körleşip meseleyi bordrolu işçilerle patronları arasındaki mücadeleye indirgemek de meseleden kaçışın bir yolu. Proleter olan, ille de birilerinden maaş alıp fabrika içlerinde üretim mekanizmasına hizmet edenler değil. O hâlâ Roma hukukunun dışarısı, barbar, Fransızların külotsuzu ya da Ortadoğu’nun mazlum Müslüman’ı.
-Senin ben olmadığını sürekli hatırlama ve hatırlatma ihtiyacını koşullayan şeyin sınıfsallığı ne? Birlikte türkü söylememizi engelleyen o duvarı kim ördü?
Hâlâ psikolojizm tuzağındayız. Kitleler içinde pişmediğimiz, hamurumuz orada karılmadı diye belki de. Bu psikologların dediğine inanırsak, şizofreni suçu kendinde, paranoya başkalarında bulmakla ilişkili. İlki dışarıyı içe, ikincisi içeriyi dışa kapatıyor. O suçu tespit eden yasa nizamı kimin peki? O sütten çıkmış ak kaşık mı? Aynı psikologlar, annenin içeriyi, babanın ise dışarıyı temsil ettiğini söylüyorlar.
-Bana sınır çekmen neyi gösteriyor? Kendi baba’nı mı koruyorsun, yoksa içteki annen mi mahrem? Ben her değdiğim insanım. Nüfusum bir değil, çok. O çokluktan bir derinlik, bir boyut olmak neden ezici ya da sömürücü olsun ki? Nedir seni sömürüye karşı körleştirip zulme ya da zulme körleştirip sömürüye duyarlı kılan? İşine geldiği gibi ayrım yapıp konum alıyorsun, iyi ama o işi sana kim verdi?
Zulme hassas olanlar, işçinin üç kuruş için verdiği mücadeleyle alay ediyorlar, sömürüye hassas olanlarsa Kürd’ün kültür ve tarih için verdiği mücadeleyi “bir TV kanalı”na indirgeyip küçümsüyorlar. Bilmiyorlar, zulmün sömürüsünü, sömürünün zulmünü.
-Ağzımdan çıkan her kelime bir şeyleri bütünleyebilir ya da parçalayabilir. Bütün ve parça ayrımını kendi öznelliğinde yapan sensin. Ya belli bir bütünün parçası ya da bütünsel özgül bir parçasın. Ya bütünsün ya parça. Nerede devrimciliğin parçalama ve bütünleme pratiği? Parça ve bütün olmayı kendinde dondurduğunda böylesi bir pratiğe gerek kalır mı? Ağzımdan çıkan her kelime senin bütününü parçalayabilir, yani sana zulmedebilir. Ya da bütün bir parça olarak seni bir başka bütüne ait kılmaya zorlayabilir, yani sömürebilir. Bunların, sömürü ve zulmün hangisinin önce olduğunun bu noktada önemi yok. Önce olanı önemsiyorsan, sen “zaman tanrısı”na tapıyorsun! Yarışa, rekabete kutsal bir değer yüklüyorsun. Verimlilik, zenginlik, çeşitlilik, bolluk ve genişleme için “yaşasın rekabet” diyorsun. Sonra gelene bakıyorsan, sen “mekân tanrısı”na inanıyorsun. Üretim mitosuna ve mülkiyete anlam yüklüyorsun. Tekleşme, bütünleşme, eşitlenme ve derinleşme için “yaşasın mülkiyet” diyorsun.
Eşitlikçiler özgürlüğü; özgürlükçüler eşitliği hayal görüyorlar, onları ütopyalaştırıyorlar ve maddîleşmelerini önlüyorlar. Zamanla birinciler zulme; ikinciler sömürüye hizmet ediyorlar. Eşitliği ve özgürlüğü kendinde donduranlar, sömürü ve zulme karşı ayrı mücadelelerinde bir iç kavgasına tutuşuyorlar, sömürü ve zulme tâbi olan bizler onların bu didişmesinde rol kapmaya çalışan figüranlarız yalnızca.
-Önce ya da sonra… Ne önemi var? Çok mu yaşlıyım meselâ, evet binlerce yıl yaşlanmış bir yanım var ama rahimden yeni çıkmış bir bebek gibiyim, ağlıyorum hâlâ… Sen olmazsan kim büyütecek onu? Ya da Karadeniz’in suyunda yaşlanmış Mustafa Suphi’leri kim büyütecek kavgasında? Sen ömrünü kutsallaştırma ve biricikleştirme gayretindeyken, yeni olduğunu özgürlükçülere inandırmak için çırpınırken, birileri zamanı örgütlüyor çet odalarında, küresel şebekeler (www) kuruluyor her dakika, seni o biricikliğinin hücresinde boğmak adına.
Suphi’ler mi içeridendi, onları öldürenler mi? Acaba “fazla” içeriden oldukları için mi öldürüldü, yoksa sonradan onların mirasını sömürenlerin otuzlarda dedikleri gibi, fazla “maceracı”, fazla dışarıdan oldukları için mi? Mirasyedi evlatlar gibi komünist pratiği burjuva siyasasına kurban edenler Suphi’lerin Anadolu’da yeterli örgütlülüğünün olmadığını söylüyorlar. O zaman neden öldürüldüler? Bir Nakşibendî şeyhine “komünizmle İslâm kardeştir” dedirten, eski bir İttihatçı tetikçiye (Ethem’e) solcu bir gerilla olmayı öğreten, askerlere rütbe söktüren, süvarileri ellerinde orak-çekiçli bayraklarla Konya Ovası’ndan cepheye taşıyan bir hareket nasıl köksüz olabilir ki?
Kimin içerisi, neyin dışarısı?
Denilir ki, yıllarca fahişelik yapıp o zulme tahammül eden bir kadını ayakta tutan, rahminde temiz bir yerin kaldığına dair inançmış. O inançla hamama gidip kırk Fatiha’lı su dökünüp arınıyor bu kadınlar.
19 Aralık Operasyonu, aslolarak “dışarı”ya karşı yapıldı. Herkesi hayatta kalma ideolojisine mahkûm etmekti niyetleri. Hayatî hücreler kuruldu. 19 Aralık ve 17 Ağustos yan yana yaşandı. On yıl önce yolda yürüyen üç arkadaşı yasadışı örgüt üyesi olarak görüp gözaltına almaya imkân veren yasanın doğal uzantıları örgütlendi. Yan yana olmamak meşrulaştı. Herkese kimseye güvenmemek öğretildi. Bir de üstüne 2001 krizi geldi. Herkes, kendi bireyselliğinde, sahip olduğunu düşündüğü rekabet gücüne ve mülkî değere dönük inancına sarıldı. Sanat öğrencisi bir genç, yılbaşına dek bir hafta bir mağazanın vitrininde yaşamayı sanatsallık saydı, sanat o vitrin camını kırmakken. Hücreler mağaza vitrinlerinde, TV odalarında, çeteleşmiş genç liseli örgütlenmelerinde ve bel hizasında kalmış cinsellikte kendisini yeniden örgütledi. Hapishanelerdeki hücreler devrimciliği, toplumdaki hücreler devrimi boğmak içindi. Sömürü ve zulüm, efendiler, herkesi bir hücreye hapsetmek istedi. Toplumu kendilerince yeniden örgütlenmeleri için bu şarttı.
Şimdi ise bu sarsıntının travmasını yaşayan devrimci dostlar, mahallerini bu fahişelerden ve tüm kirden arındırmaya çalışıyorlar.
Ama tam da bu noktada şu sorulmalı: bu çalışmanın, burjuvazinin “kentsel dönüşüm projeleri” ile gecekondu mahallelerini içeri alma iradesine denk düşmesi tesadüf mü? Kimin arka bahçesi, ne adına temizleniyor?
Ya da neyin içerisi, kimin dışarısı?
Rahminde sakladığı temiz yere güvenen fahişe kadın nasıl devrimcileşir? Onu devrimcileştirmeden öldürmek hangi projenin uzantısı? Magazin programlarından fışkıran etler ne kadar namuslu ya da? Mahalledeki fahişe kimin dışarısı, o mahalle kimin içerisi artık? “Laila” dizileri gecekondularda çekilip oraya izlettirilirken, ne kadar gereksiz sorular bunlar…
-Ben eski Grek düsturundan, “kendini tanı”dan, bahsetmiyorum. Yunus gibi “bir ben var bende benden içerü” de demiyorum. “Önce kendini bil, kendinde bir devrim yap, sonra devrimci ol”. Hayır, bu da değil. Dediğim şu: “kendi” diye bir şey yok. “Kendi” denilen şey belli bir savunma yöntemi. Ve senin savunma için yaptığın, başkalarının saldırı yöntemi esasında. Kendi ya da öz, tarihsel ve toplumsal sarsıntılara karşı varlığını muhafaza etmek zorunda kalmışların ortak sığınağı. Ben “devrim ol, sömürü ve zulmün o ortak sığınaklarına, kalelerine savaş aç” diyorum, hepsi bu. Her saldırı savunma, her savunma saldırı. Sen kendini savunurken, belli bir savunma stratejisi geliştirirken, başkalarının saldırı taktiğine ortak oluyorsun.
Her çelişki, gürültünün kulağımızda dengelenmesi ve bizim ona alışmamız gibi, bir noktada dengeleniyor. Ben-özne noktası, denge noktası oluveriyor. Oraya hemen korunaklı otağlar, hücreler kuruluyor. Sığınıyoruz hemen, kendimizce kurguladığımız “dışarısı”nı hiç dinlemeden. Solun tarihi olarak bu otağlar bazen aydın, bazen öğrenci, bazen de işçi arazisinde kuruluyor. Burası öz, merkez oluveriyor. Her şeyi buradan ayrıştırıp birleştirmeye gayret ediyoruz. Salt teoride yüzleştiğimiz amaç ile pratikte karşılaştığımız araç yer değiştiriyor. Sapla samanı ayıramıyoruz. Teori ve pratik arasındaki gerilim kendi şahsımızda siliniyor. Lego mantığı ile bu ikisi örtüşüyor.
-Sen nesin: öğrenci mi, aydın mı, işçi mi? Sular nerede karışıyor? Öğrenci olmanın zorluğunu biraz işçi biraz aydın; işçi olmanın zorluğunu biraz öğrenci biraz aydın; aydın olmanın zorluğunu biraz işçi biraz öğrenci olmakla aşıyor olmayasın? Marksist olmak fiiliyatta bu kolaycılığın zemini, değil mi? Pratik maddî ilişkilerde neysen osun aslında.
Bu konuda geçmişte üretilmiş en güzel mit, TİP. Aydınlar, işçiler ve öğrenciler ne güzel el ele halay tutmuşlardı, değil mi? Aralarda cereyan eden sınıflar mücadelesi okumaya ne oldu? Deniz, Mahir ve İbrahim’i bir de buradan okumak daha anlamlı belki de. Onları, "öğrenci lideri", "örgüt kuran aydınlar" ya da "devrim hamalları" olarak okuyanlar görüldü. Sonuç ne? Birinci türden okuyanlar bu okumayı bu isimlerin saldırdığı aydınları, ikinci okuma gençlik hareketini, üçüncü koruma saf işçi hareketini korumak için yapıldı. Oysa her adanın tavşanı kendi tazısıyla yakalanıyordu.
Hücreleri parçalamanın toplumsal ve tarihsel ayakları olabilmeli. Her kopuş, dönüşüm momenti olarak geriye-ileriye, sağa-sola, yukarıya-aşağıya doğru bir değişimi de tetiklemeli. Bunları avcı gibi takip etmeli. “Ben kendimi sağlama aldım” denilmemeli.
-Beni dışsallaştırmak neye yarar? Ya da başkalarını? Eleştiriye indirgenmiş bir teorinin anlamı nedir? Kendine kapalı bir elektrik devresi gibi düşünüp bunu korumak için beni dışarı atıyorsun. “Bugün hava ne güzel” demem bile kulağında farklı çınlayacak. Bir süre sonra devrimcileri görüş gününde dinleyip bu lafları şifre diye âmirine ileten gardiyan gibi olacaksın. “Kesin şifreli konuşuyor bunlar”… Buluttan nem kapacaksın. Yağmur yağmadığı hâlde ıslanacaksın. Şemsiyenin altına almayacaksın beni.
Dışsallaştırmak bir savunma, içselleştirmek bir saldırı tarzı. Senin bu tavrında, senin şahsında kim bana saldırıyor, ardından gelen saldırıda ne kendini savunuyor?
Komünistlerin, solun ya da örgütlerin birliği savaş alanında olur. Ama o alanı idrak etmek mühim. Hücre, öz ya da denge noktası ilâhî kudreti haiz bir güç odağı olarak örgütlenip zamanla tek, bir bütün kılındıktan sonra bu türden birliklerin oluşacağını düşünmek hayallerin zaten gerçek olduğuna inanmaktan kaynaklanıyor. Savaş alanına girmeden ya da bu alanı kendimizin olduğu yerlere doğru genişletmeden birlik nasıl mümkün olabilir?
“Birleşme öncesinde ve birleşebilmek için, öncelikle sağlam ve kesin sınırlar çizmeliyiz. Aksi takdirde birliğimiz bir hayalden öteye geçemez, var olan karmaşayı gizler ve bu karmaşadan köklü bir biçimde kurtulmayı da engeller. Dolayısıyla, yayınlarımızı değişik görüşlerin biriktiği bir depo hâline getirmemeye kararlı olduğumuz anlaşılabilir. Aksine onu kesinlikle belirlenmiş bir eğilim ruhu içinde yürüteceğiz. Bu eğilim marksizm sözcüğü ile ifade edilebilir ve Marx ve Engels’in fikirlerinin sürekli gelişmesini savunduğumuz ve Eduard Bernstein, P. Struve ve başkalarının moda hâline getirdiği bulanık, kandırıcı, oportünist ‘düzeltmeleri’ şiddetle reddettiğimizi eklemeye dahi gerek yoktur (…) biz, farklılığı açık olan görüşler arasında polemiklerin yokluğunu, temel sorunlar konusundaki ayrılıkları gizleme çabasını bugünkü hareketin zaaflarından biri olarak görüyoruz.” [Lenin, “Iskra Yazı Kurulunun Bildirgesi”, Ekonomizm Taraftarlarıyla Bir Konuşma içinde]
-Sendeki işçi, öğrenci ya da aydın merkezli marksizm, kendi mezhebi ve meşrebince ayırıyor ve birleştiriyor. Ayrımların ve birleşimlerin gerçekleştiği yerlerde somutlanmıyor. Herkese açık ve ortak marksizm sende şahsî bir edebiyata doğru kapanıyor. Biraz aydın gevezeliği, biraz öğrenci serseriliği, biraz da işçi nahifliği… Araya çekilen “sağlam ve kesin sınırlar” öze, kendi’ye ilişkin bir savununun konusu olmamalı oysa. Beni senden ayıran hücre duvarlarını yıkmak için gerekçenin önkoşulu olabilmeli onlar. Ayıran ve birleştiren sen, ben değil, marksizm, Lenin bunu söylüyor.
Mustafa Suphi’ler, Moskova’da kurulan devrim otağının dışına düştüğü için katledildiler bir yönüyle. “Biz onlar gibi ölmek değil, yaşamak istiyoruz” diyen ve Suphi’lerin geleneğinin devamcısı olduğunu iddia eden partinin (TKP’nin) başkanı, elinde tuzluk, her kurulu otağa koşuyor. Aynı başkan, “Rusya’da demokrasi olsaydı, Lenin devrim yapmazdı” diyor, Şubat Devrimi'ni, demokrasinin mevcudiyetini görmezden gelerek, üstelik devrimciliği Lenin’e dışsallaştırarak.
Suphi’ler Moskova hattının dışında, elde kılıç savaşmanın yollarını aradılar. Savaş alanının içine koşulsuz daldılar ve Avrupacı, Türk millî solcusu, Müslüman’ı, eski İttihatçısı, Spartakist'i bilcümle dinamiği önüne katıp geldiler Anadolu’ya. Onları öldürmek, bu unsurların, kurucu burjuvaların ve onların askerlerinin karşısında birer tehdit olmasını önlemek içindi. Kurucu irade kendi odağını muhafaza etmek adına saldırdı, beş ayda tüm düşmanlarını tasfiye etti. Savunulan emperyalistlerin yeni cumhuriyeti, saldıran gene Batılı güçlerdi. Savunulanın ne olduğunu anlamayanlar (Kadrocular), korkudan, bu ekibin safına geçtiler.
-Seni korkularınla yüzleşmeye davet etmekten başka bir şey yapamam. O korku ve kaygıyla neler yapabileceğini biliyorum. Ezidîlerin başmelek Tavus’tan öğrenip etrafına çizdiği çember de bu korkunun temsili değil mi? Ama tersten, bu çember birisini öldürmek için de kullanılıyor. Ya seni ya da Nâzım’ın tabiriyle, sol memenin altındaki cevahiri öldürmek adına çemberler çiziliyorsa? Bunun idrakine dövüşerek varabilirsin. Siyaset safını belirlemek, taşın altına elini koyabilmek cesareti. Bu korkuyla siyaset haram olur. Oysa o korkularının kaynağıyla ancak siyasetle mücadele edebilirsin, gerisi teferruat. Cesaret, doğal hakikatin parçası olunduğuna ilişkin bir hissiyat ve bilinçle anlamlı.
…ve ak kâğıda düşen bu kelimeler, tüm ölüm orucu şehitlerinin açtığı yoldan, onların cesaretiyle içte, dışta; toplumsallığımızda ve tarihselliğimizde kurulu olan bütün kâğıttan hücreleri parçalamak ortak irademiz olsun diyedir.
Eren Balkır
30 Ağustos 2008

29 Ağustos 2008

,

Halk İştirakiyyun

Halk İştirakiyyun Fırkası’nın

12 Eylül 1922’de Yasaklanmasını Protesto Metni


Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’ne,

Burjuva efendiler,

Bugünlerde Avrupa emperyalizmine karşı bir zafer kazandıran, Türkiye’nin işçileri ve fakir köylüleridir.

Sizi bugüne kadar ekmeksizlikten, parasızlıktan, silâhsızlıktan sıkıntı çektirmeden memleketin efendisi yapan, bir millî hükümetin dağılmadan yaşamasını sağlayan, Türkiye işçi ve köylüleridir. Siz, bu hükümet sandalyesine işçi ve köylüleri merdiven yaparak çıktınız.

Avrupa emperyalizmine karşı Anadolu’da üç yıl süren silâhlı savaşta, bu Kuvva-i Milliye savaşında, işçi ve köylü sınıfından fazla bir fedakârlık yapan başka bir sınıf yoktur.

Kendi hakları ve hürriyetlerine kavuşacağı vaat edilmiş olan işçi ve köylüler, bu kanlı savaşta hiçbir fedakârlıktan çekinmediler. Elindeki malını-evladını-kanını ve canını bu yolda saçtı ve döktü.

Türkiye işçi ve fakir köylülerinin savunucusu olarak kurulan Komünist Partisi, onun kızıl sancağı altında toplanan bütün işçiler ve köylüler, yığın çoğunluğunun izlediği ulusal savunma politikasından ayrılmadı. Hükümete, onun dış politikasında daima yardımcı kaldı.

Uluslararası emekçi güçlerinin yardımını sağlamaya çalıştı. Türkiye işçi sınıfı, sınıfsal çıkarlarını bütün zıtlıklarına, karşıtlarına, kendi durumunun günden güne kötüleşmesine, vurguncularınızın soygunlarına, jandarmalarınızın baskı ve ezgisine rağmen, iç politikada metin olmaya çalıştı. Ulusal savaşın süresince, kendi sınıf isteklerini bile gözden çıkardı.

Siz, boş ve yalancı vaatlerden, laftan başka bir şey yapmadınız.

Bir zamanlar hepiniz bir danışıklı “Komünist Partisi” bile kurdunuz, kalpaklarınıza kırmızı tepelik geçirdiniz.

Mecliste ve gazetelerinizde; Anadolu’da basın hürriyeti, toplantı hürriyeti, görüş, kanaat, fikir hürriyeti olduğunu, sansür ve zulüm gibi kötülüklerin yok edildiğini yaygaralarla yaydınız. Bunları siz utanmadan Meclisinizin tutanaklarına bile geçirdiniz.

İşçi ve köylülerin omuzları üzerinde kurduğunuz tahta oturduktan sonra bütün vaatlerinizi unuttunuz. Yalancı olduğunuz meydana çıktı. 12 Eylül 1922’de “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası”nın (Halk Komünist Partisi’nin) yasaklandığını ilân ettiniz. Böylece Türkiye işçi ve köylülerinin örgütünü, sesini boğmaya kalkıştınız.

Hayır efendiler, hayır!

Komünist Partisi bir varlıktır. Bu parti yasalara göre kurulmuştur. Onu yasaklamaya hakkınız yoktur. Türkiye Komünist Partisi sınıfsal bir varlıktır. O, Türkiye işçi ve köylülerinin partisidir. Bu sınıflar var oldukça o da yaşayacaktır. Bu sınıflar yok edilemez. Partilerini yok edemezsiniz.

Komünist Partisi uluslararası bir varlıktır. Uluslararası proletarya ordusunun Türkiye’deki bir koludur. Uluslararası bu ordu var oldukça, siz o partiyi yok edemezsiniz. Bunun için Meclisten bir kanun çıkarsanız bile hiçbir şey yapamazsınız. Bizim işçi ve köylülerimizin partisi, bizim sınıflarımız gibi daima ayakta duracaktır.

Partimizi yasaklamak, gazetelerimizi kapatmak ve arkadaşlarımızı zindanlara doldurmak, Avrupa emperyalistleriyle pazarlıklara girişmek yolundaki tutumunuzla bağlıdır. Komünistler, politikanızın içyüzünü halka açarak maskelerinizi yere düşürmektedir. Memlekette gerçek reformlar, sosyal devrimler isteyenleri susturmak istiyorsunuz.

Evet, biz işçi ve köylüler biliyoruz; sizin saldırılarınızdan, iftiralarınızdan kasıt budur.

Fakat emin olunuz, biz Türkiye Komünistleri susmayacağız. Bu haksız ve barbarca saldırılarınızı kesinlikle protesto ederiz.

Kahrolsun yalancı ve gaddar burjuva politikası!

Yaşasın işçi ve köylülerin kurtarıcı ideolojisi!

Yaşasın Türkiye Komünist Partisi!

Genel Sekreter Salih Hacıoğlu
Kızıl Sendikalar Genel Sekreteri Mahmud
Gençler Birliği Bürosu
TKP MK Kadınlar Kolu Şefi Cemile
Komintern’in 3. Kongresi’ndeki Türkiye delegasyonu Sekreter Sadrettin Celal (Antel)

,

Ortadoğu’da Devrimci Politika

Ortadoğu’da genel siyaset, farklı bir zemine ve eksene sahip olmaya başlamıştır. Önümüzdeki birkaç yıl içerisinde, bu yeni dönemin zorlamasıyla, yeni ve farklı gelişmeler yaşanacaktır.

Çin ve Kuzey Afrika arasında çizilecek bir yay etrafında politikanın doğası değişmektedir. 

Geçmişin çatışma ve gerilim biçimleri, bu değişime paralel, tarihin sayfalarına kaydedilecek, politik alanda yerini yeni çatışma ve gerilim biçimlerine bırakacaktır. 

Tarihsel ve toplumsal dinamiklerin devlet ve demokrasi ile ilgili mücadeleleri, önümüzdeki dönemde iç niteliksel dönüşümünü (devrimini) yaşayacaktır. Yaşamaya mecburdur.

Yeni dönemin eskinin araç ve yöntemleri ile karşılanması mümkün değildir. 

Ortadoğu coğrafyasında ayağını bu toprağa basan devrimci politika, adımlarını gene bu toprak üzerinde, hareket hâlinde olan dinamiklerle birlikte atacaktır. Atmak zorundadır.

“Yeni dönem” ifadesi, tümüyle politik düzlemde anlamını bulur. Politikayı ancak bir nesne olarak içerebilecek olan teori, bu ifadeyi kendi iç disipliner yapısına göre anlar ve tespit eder. Onun için son tahlilde değişen bir şey yoktur. Eski hamama yeni tas sokulmaz. Yeni olgular ise kavramsal dünyaya eklenen yeni sözcüklerle karşılanırlar. Yeni sözcükler, kavramsallaştıkları oranda teorik çalışma tamamlanmış olur. Bu süreç, doğal olarak eski kavramlar dünyasının iç kuralları uyarınca biçimlenir. Yeni sözcükler, eski kavramların izin verdiği ölçüde anlam kazanırlar.

Teori, yaşanan olayları bir salgıyla kuşatır; iç işleyişine ait mekanizmalara sızar, oraya yerleşir, ilgili mekanizmanın hareket planına bağlı olarak düşünsel düzlemde rolünü oynamaya başlar. Ancak sözkonusu mekanizma, kontrolsüz güçlerin ve dinamiklerin hareketiyle parçalanıp dönüştürülünce teorik-kavramsal pratik askıda kalır. Bu değişim, daha genel ve üstten bir bakışı dayatır. Olgular ve olaylar, bir meteoroloji balonundan gözlenerek fotoğrafı çekilir; sonuçlar, yeni teorik çalışmanın hizmetine sunulur. Bilgilenme süreci sonsuza kadar uzadığına göre, bu kabaca tarif edilen işlem, kendini farklı biçimlerde, sürekli yineler. Oysa politikanın acelesi vardır. Çünkü, Lenin’in söylediği gibi, “Politika için 24 saat bile uzun bir zamandır.”

Latin Amerika’da ya da Avrupa’da yaşanan politik gelişmeleri heyecanla takip edip, buradan elde ettikleri kanaatleri Türkiye’de işletmeye çalışanları anlamak mümkün değildir. Bu kişiler, kafalarında çizdikleri bir Dünya profili ile bu bölgelere bakmaktadırlar. Orada mücadele eden gerçek kişilerin gerçek maceraları tümüyle politik maddî bir olgu iken, onların edebiyatını yapanların kanaatleri soyut, metafizik bir zeminde durmakta, bu soyut ve metafizik kurgular, burada teorik anlam kazanmaktadır. Marksizm, bir dünya ideolojisi gibi değerlendirilmekte; tüm sosyal, tarihsel ve politik süreçleri kuşatan bir örtü olarak görülmektedir.

Sosyal, tarihsel ve politik süreçleri kuşatan bu yaklaşımın devrimcilikle işi olamaz. Toplumu, tarihi ve politik düzlemi parçalamak gibi bir temel işlevi olan devrimcilik, böylesi bir teorik kuşatmanın içinden öncü kol çıkartamaz. Teorik olarak dünyayı daha iyi kavramak isteyenler, devrimci teorinin ve politikanın acil görevlerinden bihaberdirler. Teorideki “doğru”, yani iki nokta arasındaki en kısa mesafe, politikanın gerçekliğinde kırılmaya, zikzaklar çizmeye mahkûmdur.

Latin Amerika’ya ve Avrupa’ya belli bütünleştirici (kuşatıcı) teorik bir bakışla bakanlar, aynı bakışı Ortadoğu’ya da atmaktadırlar. Böylesi bir bakış, ilk iki kıtada sürekli olan dinamiklerin benzerlerini Ortadoğu’da arayıp bulmaya çalışır. Bu çaba, ya Latin Amerika’nın ya da Avrupa’nın ölçü olarak alınmasının bir sonucudur. Belirli bir mücadele tarihinin bilgisi kendisine kapalı ise bu kapalılık, henüz açık uçlu mücadele örnekleri sunan, hatta coğrafî olarak bile sınırları belirsiz Ortadoğu’nun politik doğasına dayatılmaktadır.

Latin Amerika’ya bakanların öne çıkarttıkları iki tepe noktası göze çarpar: Che ve Marcos.

Guevaristlerin öne çıkarttıkları temel mesele, bir tür cephesel birlik projesidir. Perulu komünist Mariategui’nin[1] Galiyev ile aynı zamanlarda İtalya’da bulunmuş olması, onun Gramsci ile bağdaştırılmasına neden olmuştur. Ancak Galiyev ile ilişkisinin olup olmadığı bilinmemektedir. Galiyev, benzeri bir proje ile Latin Amerika’ya döndüğü ise somut tarihsel bir gerçektir.

Galiyev’de olduğu gibi Mariategui’de de Avrupa’nın reddi düşüncesi hâkimdir. Latin Amerika’nın sui generis (nevi şahsına münhasır) özelliklere sahip olduğunu düşünmektedir.

Bir başka bağlantı kanalından da söz edilmelidir: Roy. Hintli bir devrimci olan Roy, Meksika Komünist Partisi’nin kuruluş çalışmalarında bulunmuştur. Bu bağlantı kanalları, Avrupa Solu’na yönelik “Sol Komünizm” uyarısını takiben, Doğu’da beliren politik hareketliliğin bir başka bağlamda, Latin Amerika’da üretildiğini göstermektedir. Bu kıtanın solcuları, perspektiflerini Avrupa’ya da taşınan tartışmaların genel çerçevesi üzerinden belirlemişlerdir.

Burada iki ana hat göze çarpar: Meksika KP’si içinde Roy kadar sürgün sonrası bu ülkeye gelen Troçki de vardır. Roy, “devrimci anti-emperyalist nasyonalizm ile komünizm arasındaki mesafe çok kısadır” demektedir. Troçki, klasik işçi sınıfı mücadelesini temel alır. Örneğin Latin Amerika coğrafyasında her ikisi için ülke sınırlarının önemi yoktur. Emperyalizme karşı mücadelede ülke sınırları birer engeldir. Bu bakış açısı, anti-emperyalist mücadelenin niteliğinin aynı ölçütler üzerinden değerlendirmesini getirir. Roy, dinî, millî yanları; Troçki, sınıfî özellikleri öne çıkartır. Roy için harekete geçen kolektif dinamikler önemlidir ve sınıfla eşdüzlemde yer alır. Troçki ise, işçilerin kendi kurtuluş mücadelesinin parçalanmasına izin vermek istemez ve yerel özellikleri bilerek gözardı eder.

Roy ve Galiyev’in kafasında mistifiye edilmiş Doğu, süreç içinde kendi içinden devrimci kolektif dinamikleri çıkartmıştır. Doğu, gerçek bir devrimci kimliğe kavuşmuştur. Bu, ancak Mao’da[2] somutluk kazanmıştır. Mao, Doğu’nun politik ilerleyişinde gelip dayandığı sona ve onun devrime dönük ihtiyacına denk düşer.

Benzer bir durum, Ekim Devrimi’nde de vardır. Avrupa, eskimiş Fransız Devrimi’ni dönüştürme ve onun içinden somut devrimci bir güç çıkartma ihtiyacını Rusya’da gidermiştir. Bu noktada Avrupa’da faal olan politik hareketlenmeler, Avrupa’nın bizatihi politik bir niteliğe kavuşmasıdır.

ABD de dâhil, periferide yaşanan sosyo-politik gelişmelerin koşulladığı gelişmeler, Avrupa’yı politik bir niteliğe kavuşturmuştur. “Politik Avrupa” dönüşüm “hâlindedir ve kendi iç dinamiklerine bu eksende hız ve yön verir. Taşların yerinden oynadığı kıtada faal olan milliyetçilik, dinî akımlar, dinsel anlamda ele alınan sosyalist yönelimler, kurtuluş mücadeleleri ve sınıfsal dinamiklerin monarşilere dönük demokrasi kavgası, aynı kazanda kaynamaktadır.

Tüm bunları koşullayan şey, Avrupa’nın dünya ölçeğinde politik bir niteliğe kavuşmuş olmasıdır. Avrupa, bu dinamiklere bağlı olarak politikleşmemiştir. İktisadî, sosyolojik ve tarihî süreçler kıtayı politikleştirmiştir. Her türlü bilim disiplinine politika sirayet etmiştir. Felsefe tartışmaları, kıtanın bu politik niteliğine bağlı gerilimlerin üzerinden gerçekleşir. “Politik Avrupa”, kendi iç niteliksel dönüşümünü somutlamak durumunda kalmıştır. Bu somutluk, ayrışmalar ve cepheleşmeler üzerinden yaşanmıştır. Politika dışında ele alınamayacak olan savaş olgusu (I. Dünya Savaşı), kıtanın somut politik gelişiminin bir sonucudur. Bu noktada yaşanan cepheleşme, sınıfî, sosyal, millî ve dinî tüm politikleşen yapıların üzerinden gerçekleşmiştir. Avrupa, kendi niteliksel dönüşümünü devrimle taçlandırmak zorunda kalmıştır.

Roy, Galiyev, Troçki vd.’lerinde yansıyan, Komintern’in dünyevî coşkusudur. On yıl süren bu coşku, dünyanın farklı noktalarında tedricen sönümlenmiştir. Devrim coşkusu Moskova’ya doğru daralmıştır. Avrupa’da devrim olmadığı için, devrim kendi gözesine geri dönmüştür.

Devrimin hep taşları yerinden oynatan, iradî-öznel yanı öne çıkartılır. Oysa tarihsel süreçte devrim, yeni bir inşa sürecinin başlangıç işaretidir. Yıkıcılık, devrime kadar daima öne çıkartılması gereken politik bir süreç üzerinden anlaşılmalıdır; bu anlamda devrimcilik, basit ve indirgemeci bir devrim savunusuna indirgenemez. Bu tarz bir savunu, inşa sürecinin başlangıç işareti olması nosyonunu öne çıkartmak durumunda kalır. Yaşanmış bir devrimin savunulması ve devrimciliğin buna indirgenmesi, verili politik kargaşada sürekli olarak yapıcı-statükocu bir yaklaşımı hâkim kılar.

Avrupa, kendi yıkım sürecini devrimle taçlandırmıştır: Ekim Devrimi. Bu devrime dönük iki ana yaklaşım tarzı hâkim olmuştur. Birincisi, Avrupa’nın politikleşmesinin son (devrimci) noktası olduğunu saptayarak, farklı coğrafyalardaki politikleşme süreci uyarınca ayrıksı bir devrimci politikanın üretilmesi gerektiğini söyleyen yönelim. İkincisi, Avrupa’da ortaya çıkan teorik-politik bütünlüğü genel hatlarıyla benimseyerek, onun farklı coğrafyalarda fiilîleşmesi için çalışmak gerektiğini iddia eden yönelim. Son yönelim, zaman ve mekân üstü bir mücadelenin savunusunu yaparak, antipolitik ve apolitik bir düzleme kayar. Bu antipolitizm ve apolitizm, ister istemez, Avrupa’nın ve Amerika’nın Ortadoğu’ya uzattığı mızrağa sarılmak zorunda kalır.

Politikleşen Doğu’nun devrim ihtiyacı Çin’de giderilmiştir. Bu devrim de Ekim Devrimi gibi başlangıç noktası değil, politikleşen coğrafyanın ulaştığı son noktadır.

Troçki, Ekim Devrimi’ni işaret fişeği olarak görür ve onu Avrupa’ya oradan da dünyaya doğru genişletmek ister. Bu yaklaşım, tarihsel-politik düzlemde zorlamadır. Böyle olduğu görülmüştür. Troçki’nin zihnindeki Avrupaî devrim, kendisini kısa sürede tüketmiştir.

ABD emperyalizminin arka bahçesi olmakla süreç içinde politikleşen Latin Amerika, Mariategui şahsında özgün devrimci mücadele kanalını bulmuştur. (Aydınlık Yol’un lideri Guzmann, hareketin Mao ile Mariategui arasında ilişki kurarak sıçradığını söyler. Kaba ezber Maoculuğu kendi özgün devrimci geleneği ile buluşturarak dönüştürmüştür.)

Politikleşen Latin Amerika’nın son noktası, Küba Devrimi’dir. Bazı Latin Amerikalı marksist devrimciler, bu önermeyi kabul etmezler ve kendi devrimlerinin tarihsel olarak hâlâ mümkün olduğunu iddia ederler.

Che, Troçki gibi Küba Devrimi’ni işaret fişeği gibi görür ve devrimi tüm kıtaya yaymak ister. Özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra yaşanan süreçte maoizm ve troçkizm geriliminde gelişen tarihsel-politik yönelimler, kendi özgün dinamiklerini bu gerilim bağlamında ele almışlardır. Che’nin bu gerilimi devrimcileştiren özgün bir yanı vardır. Ancak Ekim Devrimi’nin Avrupa devrimi için bir ölçü olamaması gibi Küba Devrimi de Latin Amerika devrimi için ölçü olmayı başaramamıştır.

İndirgemeci yaklaşımlar, Avrupa devrim mitosunun parçalanmasını ve devrimci bir hattın çıkmasını önlemiştir. Benzer bir durum, Latin Amerika’da da yaşanmıştır. Bugün için devrimci halk hareketlerinin öne çıktığı bölgelerin somut gerçek zeminini verdiği parçalanma üzerinde durmak ve kıtayı bu hatta doğru çekmek gerekmektedir. (Bu hat Kolombiya, Bolivya, Peru’dan oluşur. Dağınık hâlde duran devrimci güçlerin bu hat üzerinden örgütlenmesiyle bu kervana Arjantin ve Şili de eklenebilir.)

Maoizmin ve troçkizmin özgün biçimleri arasında geçişmeler yaşanmaktadır. Bu geçişmeler, sınıf analizleri, politika anlayışları ve mücadele biçimlerinde göze çarpmaktadır. Bu durum, yeni devrimin bugündeki işaretini verir.

Yukarıda bahsedilen devrimci hattın somutlandığı coğrafya politikleştiği ölçüde geçişmeler, farklı ve özgün bir marksist devrimcilik tarzının ortaya çıkmasını sağlayacaktır. Tüm bu teorik ve pratik yönelim ise Avrupa ölçüsünde duran teorinin ve pratiğin tüm birikiminden kopuşmak suretiyle imkân bulacaktır. Bu tür bir kopuşma yaşanmazsa, Avrupa-ABD arasında yaşanan gerilim içinde figüran olmak zorunda kalınacak, en fazla bu iki gücün piyonu ve figüranı olunacaktır.

Mao ve Troçki üzerinden politik gelişmelere bakanların yeni döneme ait gördükleri şey, artık belli coğrafyaların değil, tüm dünyanın politikleştiğidir. Dünya, 1991’de Washington’da çerçevesi çizilen küreselleşme atağı ile tarihsel-politik hareketlerin sahip oldukları yönelimin genel ölçeğini de verir. Onlar, küreselleşme meselesine devrimci politik bir açıdan değil, ideolojik, giderek felsefî karşı duruş üzerinden bakarlar. Bu hümanizan perspektif, politikleşen dinamikleri ve coğrafyaları gözardı etme eğilimindedir.

Troçkistler, coğrafyaları daha fazla mikro alanlara bölerek etkisizleştirme derdindedirler. Maoistler ise soyut halk ve ezilenler kurgusu ile politikleşmeyi sağlayacaklarını düşünmektedirler.

İçten içe süren maoizm-troçkizm gerilimi, küreselleşme karşıtlığını politika dışı bir konuma doğru zorlamaktadır. Her iki yönelim de kapitalizmi dünya ve insanlık dışı bir düşman olarak görmektedir. Bu yaklaşım, dünyanın uzaylılar tarafından işgal edildiği sanrısının doğmasına neden olur. Dünya, ancak bu sayede politikleşebilir. Politikleşen dünyanın devrim ihtiyacının belli bir noktada gidereceğine dönük beklenti, her politik yapıyı belirler.

Kapitalist üretim ilişkilerinin hâkim olduğu coğrafyalarda kapitalizm, kitabî anlamda, saf olarak bulunmaz. Farklı görünümler, özellikler ve politik durumlar dâhilinde kendisini ele verir.

Kolektif dinamiklerin politik alana girmesi ise sözkonusu görünümlerin, özelliklerin ve durumların genel politika alanında faal hâle gelmesiyle mümkündür. Bu kolektif dinamikler, kendilerini sınıf, millet, kabile, etnisite, mezhep, dinî yönelimler içinde yeniden örgütlerler. Örgütlenmenin kendisi, ilgili politik saldırıya karşı politik bir cevap niteliğindedir. Tüm bu örgütlenme biçimlerinin temelde kapitalizm ve onun politikleşen yönleri bağlamında ele alınması gerekir. Köylülüğün, kabilenin, etnisitenin geçmiş üretim ilişkileri üzerinden ele alınması, kapitalizmin politikleşen yönlerini gözardı eder.

Bugün Afganistan’dan Kuzey Afrika’ya kadar çizilecek bir yay, dünyanın yeni politik zeminini verir: Ortadoğu. Bu coğrafyada faal olan politik örgütler, yukarıda özetlenen yönelimlerin etkisi altındadırlar. Avrupa’da bir dönem ilgilenilen Doğu’ya kalkınmacılık ve demokratizm düşmüştür. Avrupa belirlenimli sol politika, Doğu’da kalkınma ve demokrasi eksenli siyaset yürütmüştür. Bugün altmışların başında “barış içinde bir arada yaşama” politikasının ürünü olan “kapitalist olmayan yol” tezinin somut ve soyut mevzileri tarumar olmaktadır. Çünkü zaten barış içerisinde bir arada yaşanıp yürünecek bir kapitalist yol yoktur.

Türkiye’de 60’lı yıllardan itibaren gelişen sol siyaset, bu yaklaşım üzerinden yükselir. Mısır, Sudan, Libya, Suriye ve Irak’tan oluşan kervana eklenmeye çalışır. Bölgenin farklı bağlamda politikleşen doğasında yaşanan bu dönüşümlerin devrimle taçlandırılması ihtiyacı gündeme gelmiş, Türkiye Solu bu ihtiyacı karşılayamamıştır. İçinde bulunduğumuz dönemin politik niteliğini o günle karıştıranlar ise benzer ihtiyacın hâlâ gündemde olduğunu düşünmektedirler.

Bugün Avrasya coğrafyasını öne çıkartan çevreler, maoizm ve troçkizm geriliminde dururlar. Ancak bu gerilimi aşacak devrimci teorik ve pratik bir çalışma yapmazlar. Eski ezberler iş başındadır. Asya’nın Avrupalılaştığı kesişim noktası olan Türkiye’de bu gerilim, en somut biçimine kavuşur. Türkiye’de solculuk, onu Avrupalı görmek suretiyle ifa edilebilir. Kimse, Ortadoğulu Türkiye’de solculuk nasıl yapılır sorusunu sormaz. Buna ihtiyaç dahi duymaz.

Gerilimin somut zeminini AB ve ABD arasındaki politik mücadele belirler. Avrupa’dan kopamayanlar, buradan elde ettikleri dayanaklar üzerinden ABD işgaline karşı felsefî-ideolojik bir hat örmeye çalışmaktadırlar. Bu hattın diğer tarafındaki uçurum ise kaba bir doğuculuktur. Bu doğuculuk, NATO’nun ve Batı’nın ilerleyişiyle tanımlı ve uyumludur.

Bu tanımı ve uyumu bozacak, Marksizm ve devrim bağlamında tanımlı her türlü çalışma yasaklanmak zorundadır. Verili ve fiilî olana mevcut hâliyle biat edilip, ondan sosyalizm devşirilmeye çalışılır. İslâm’ın ne kadar materyalist, ilerici ve politik bir din olduğu iddia edilir. Türkçülüğün faşizan olmayan biçimleri keşfedilmeye çalışılır. İlgili temaslar, İslam’ın ve millîliğin muhtemel devrimci imkânlarını bugünde körleştirir.

Benzer sosyalizan vurgular, bugün özellikle II. Enternasyonal sosyalizmi ile kesişmektedir. Bu sosyalistlerin “Avrupa Birleşik Devletleri” projesi, Mussolini ve Hitler’de somutluk kazanmıştır. Proje içinde Türkiye’ye yer açmaya çalışanlar, liberal söylemlerle, bugün Hitler’in tanklarının yerini alan Kopenhag Kriterleri ve uyum yasalarının peşine düşmektedirler.

Marksist devrimcilik, Avrupa’dan kopmuştur. Bu kopuş, Marx’ın ve Lenin’in “Avrupa”sından kopmayı da gerektirir. Marx’ın ve Lenin’in teorik ve politik pratiği, farklı coğrafyalarda yeniden üretilmelidir.

AB ve ABD gerilimine paralel gelişen maoizm-troçkizm geriliminden kurtulmak gerekir. Bu gerilim, marksist devrimciliğin faaliyet alanını daraltmakta, onu ehven-i şeri seçmeye zorlamaktadır. Bu seçim, Ortadoğu coğrafyasının politikleşen doğasından uzak sonuçlar üretir; ya AB ya da ABD çizgisinde bir hatta oturtur.

AB’nin dayattığı demokrasi; ABD’nin zorladığı devlet modeli, reddedilmelidir. Bu ret, AB’nin önerdiği devleti desteklemeyi; ABD’nin sunduğu özgürlük ve demokrasiyi kabul etmek anlamına gelmez.

Buradaki kilit nokta, devlet ve demokrasiye karşı devrimi savunmaktır. Devrimi by-pass eden, onu ezen ve gizleyen tüm öneri ve yaklaşımlar, reddedilmelidir. Marksizmin somut varlık alanı burasıdır. Başka bir yerde biçimlendirilen marksizm, sadece figürandır.

(Perinçek’in son dönemde Fransa ve Almanya’yı da eklediği) Avrasya projesi, parçalanmalı, Ortadoğu’ya doğru daraltılmalıdır. Bu projenin kitleleri dışlayan, devlete odağa yerleştiren, Çin ve Şanghay Beşlisi’ne yaslanan yönleri törpülenmelidir. En genel planda Çin’le Rusya’nın, Avrupa’nın ve ABD’nin bir farkı yoktur. Teori bunu söyler, ama politikada Batı emperyalizmine karşı oluşturulan mevziler önemlidir. Mesele, “Ortadoğu Devrimi” değil, Ortadoğu’da devrimdir. Bu coğrafyada devrimin fiilî hattı oluşmaya başlamıştır. O hat boşlukta değil, önemli ölçüde o mevzilerde oluşur.

Politikleşen Ortadoğu, kendi devrim ihtiyacına ait işareti vermiştir. Bu hat, Filistin, Suriye, Irak ve İran’ı keser. Türkiye devrimcileri, kendi devriminin imkânlarını, bu hatla kurduğu teorik ve pratik ilişkinin üzerinden görebilirler.

Sol, elbette çeşitli ayak oyunları ve taktiklerle iktidara gelebilir. Ancak bu sola gereken cevap, Castro’nun Şili’de hükümet olan Allende’ye sorduğu soruda aranabilir: “Sen iktidar olduğunu mu zannediyorsun?”

Eren Balkır
2004

Dipnotlar:
[1] Derviş Okan, “José Carlos Mariátegui”, 17 Mayıs 2005, İştirakî.

[2] Nick Knight, “Marksizm ve Asya”, 2007, İştirakî.

04 Ağustos 2008

, ,

José Carlos Mariátegui


Az ya da çok, diyalektikten haberdar olan birçok solcu aydın, bu diyalektik denilen olgunun kendilerini pek fazla bağlamadığını düşünüyor. Kendilerinin de aşılabileceklerini, inkâr edilebileceklerini ya da çürütülebileceklerini akıllarına dahi getirmiyorlar. “Yaşamın kendi hareketi” olarak formüle edildikten sonra diyalektik, her derde deva oluveriyor. Ama diyalektiğin iki yanı keskin bıçağı, nedense sadece dışarıdakileri kesiyor. Diyalektiği bilen özne, bir biçimde kendisini diyalektikten bağışık zannediyor. Tufanı görüyor ama ya bu tufanın kendi ölümü ile başlayacağını düşünüyor ya da var olduğunu kesin olarak bildiği tufanın içinde gördüğü yaşama imkânlarına sarılıyor. Gerekli bilgi, dağarcığındaki diyalektikle ilgili malumattan geliyor. Tufanı (ön)görenler, ya gemi inşa edip her türlü canlıyı kapatmak istiyorlar ya da güçlü olanın gemisine biniveriyorlar.

Solun bu kadar TV programcısı, futbol yorumcusu, sanat eleştirmeni ve televole ekonomisti üretmesi, bu tek taraflı diyalektiğin sonucu. Bu diyalektikse egemenlerin maddiyatına esir olmanın bir eseri. Marx ile birlikte politik düşünsel bir kategoriye dönüşen diyalektik, maddi politik alandan kaçırıldığında, kurtlara yem oluyor. Kurtlar puslu havayı seviyor. Diyalektik, puslu havanın karanlık örtüsü olarak kullanılıyor.

Diyalektiği bilenler, gerilimleri, çatışmaları, kopuşları, süreklilikleri ve çelişkileri görüyorlar ama öznel olarak bu tip fiilî durumlardan uzak duruyorlar. Aslında diyalektiği bu fiilî durumlardan kaçmak için biliyor, öğreniyorlar. Özcesi diyalektiği, bizatihi kendisi kavga ile tanımlı olan bilgi olarak değil, sadece malumat biçiminde ediniyorlar.

Sömürüyü, zulmü ve sefaleti kemiğinde hisseden bir halkın evlâdı olan Mariátegui’de diyalektik, bu evlât olmanın maddiyatı üzerinden, bu biçimde tezahür etmiyor. O, genç yaşta soluduğu savaş sonrası dönemin Avrupa’sında Ekim’in kızıl ışığı ile yeniden doğuyor. Mariátegui, İkinci Enternasyonal’in uzlaşmacı, sinik sosyalizmini ezerek devrim yapan bolşeviklerin paramparça ettikleri, ama bir başka toprakta yeniden birleştirdikleri politik zeminde marksizm-leninizmin devrimci teori ve pratiği ile tanışıyor. Çelişkileri ve çatışmaları akademisyen bir üslupla değil, bir devrimci militan olarak ele aldığı diyalektiğin süzgecinden geçiriyor. Bilginin kavgalı bir süreç olduğunun bilincine vararak, kendi ülkesine yeni bir akın düzenliyor. Diyalektik bilgisine kendisini de nesne yaparak ilerliyor ve dışa karşı mücadelesinin her kıvrımını beynine nakşediyor.

Mariátegui, bu konuda her türlü ideolojik, teorik, politik, toplumsal ve tarihsel olguyla uğraşabilecek bir zenginliğe kavuşuyor. Ülkenin ve kıtanın en eski ve en güncel tarihsel-toplumsal bileşenlerine bakıyor. Orada umudu görüyor. “İnka güneş tanrısı, neden komünizmi aydınlatmasın?” diye soruyor. Avrupa’dan aldığı çelişkili bilgi yığınını kendi ülkesinde verdiği politik mücadelede çelikleştiriyor. Peru’nun yağmuru, toprağı ve kanı ile sertleştiriyor. Kendi toprağını çatlayacak devrim için Avrupamerkezcilik eleştirisi ile ilerliyor.

Mariátegui, geçen yüzyıl başlarında Avrupa’daki tüm teorik gerilimleri ve çelişkileri, yeni bir Ekim için örgütlemek amacıyla içeriyor. Bu yönü, onun diyalektiği gerçekçi, dinamik ve canlı kılmasını sağlıyor. Kısacak ömründe ortaya koyduğu pratik, onu Latin Amerika’nın en önemli marksisti kılıyor.

Latin Amerika gerçekliğinde, marksizm içre, iki temel gerilim hattı mevcut. Özellikle Sovyetler Birliği, Çin, Küba ve troçkizm hattında, kıta üzre yürütülen marksizm tartışmaları, kıtanın özgüllüğüne tabi. Mariátegui, bu tartışmaların en önemli ortak mayası.

Kıtadaki marksizm pratiği, yoğun biçimde maoizm ve troçkizm arasındaki gerilimde biçimleniyor. Belli başlı örgütler, dünden bugüne, bu iki ana hattın etrafında toplanmışlar. Fiilî gerçeğe bakılacak olursa, her iki akımın doğal sınırının Mariátegui’nin bizatihi kendisi olduğunu söylemek mümkün. (Malcolm X’in de maoizm-troçkizm geriliminde algılandığını, onun da doğal sınır boyu olduğunu görmek gerek.)

Anti-emperyalizmi milliyetçiliğe indirgemiş solu eleştirerek ilerleyen Mariátegui, Sovyetler’in Avrupa’ya Komintern dolayımı ile takdim ettiği programın katılığından da uzak duruyor. O, kendi gerçekliğinin özgün karakterini anlama ve oradan sosyalizme giden yolu bulma çabası dâhilinde, Sovyetler’in Avrupa’yla kurduğu gerilimli ilişkinin dışına çıkma cüreti gösteriyor. Avrupa sürgünü Mariátegui, oradaki devrimle alakalı tartışmaları yakından bilerek kıtasına geliyor.

Mariátegui, her ne kadar taşıma su ile değirmenin dönmeyeceğini düşünse de kıtaya süreç içerisinde kıtanın mihengine vurulmamış, Mao’dan ve Troçki’den devşirme fikirler taşınıyor. Bu fikirler eyleme geçme noktasında illaki Perulu komüniste atıfta bulunmak zorunda kalıyorlar. Israrla “proletarya”dan ve “sınıf partisi”nden dem vuran bir marksiste işaret eden maoistler, onun sadece kıta ile ilgili teorik çerçevesi ile yetiniyorlar. Troçkistlere ise Mariátegui’nin teorisinden arındırılmış pratiği kalıyor. Sendika çalışması taklit edilip sınıf örgütlenmesi örnek alındıktan sonra Mariátegui’ye selâm duruluyor, ancak onun teorik çerçevesi rahatsız edici bulunduğu için tozlu raflara kaldırılıyor.

Gerilimleri, çatışmaları ve çelişkileri politik ve ideolojik anlamda örgütlemekle yükümlü bir marksist olarak nesnel gerçekliğe tüm devrimciliği ile yaklaşan Mariátegui, Latin Amerika’yı Avrupa’nın olmadığı şeye, emperyalist-kapitalizme karşı bir kaleye dönüştürmek istiyor. Bu perspektifin maoizmle kesişen yönlerinin kimi sınırları mevcut. Aynı şekilde Avrupa ölçeğine tabi oluşu sebebiyle troçkizmin de kıta özgülünde eli kolu bağlıdır. Zaten yetmişlerin sonunda troçkizm, kıtadaki kolunu büyük ölçüde kopartmıştır.

Mariátegui’de meslektaşı Troçki’de mevcut olan, gazetecilikten kaynaklı, marazlara rastlanmaz. Bugün Türk basınında arz-ı endam eden solcuların yüzeyselliği ve sığlığı, onda görülmez. Troçki’de sınır tanımayan bir gazetecinin, Mariátegui’de ise marksist devrimciliğin ruhu vardır. İlki ülkeler, bölgeler ve teorik alan tanımlamaları arasındaki gerilimleri günlük gazete kafası ile resmederken, ikincisi sözkonusu gerilimleri, teoride ve pratikte, tecrübe eder, içeride durarak onları dönüştürmeye çalışır. Troçki, kitle psikolojisine bakan bir kitle adamıdır; Mariátegui, kitlenin tarihsel-toplumsal örgütlülüğüne kilitlenen bir örgüt adamıdır.

Mariátegui, Mao ile benzer kimi kaynaklardan beslenir ancak onda Mao’daki işçi sınıfına mesafeli teoriden eser yoktur. O, her boydan burjuvazinin seceresini bilir. Büyüğünün sınıfları bilip ezdiğinin, küçüğünün ise sınıfları görmezden geldiğinin farkındadır. Her ikisinin anti-emperyalist mücadelede öncü olamayacağını haykırır. Mao bir savaşın içine doğar, Mariátegui ise bir anti-emperyalist mücadele içinde olduğunun bilincindedir.

Benzer gerilimleri, biraz da aşırmacılıktan mülhem, tecrübe eden Türk Solu’nda Mariátegui’ye denk düşen yegâne karakter, Hikmet Kıvılcımlı’dır. Sosyalizmin kaynaklarını ararken İnka medeniyetine bakan Mariátegui ile “insancıl davranışın özü gerçeklik ise, gerçekliğin kökü Tarihtir” diyen Kıvılcımlı birçok yönden benzeşir.

Kıvılcımlı, büyük ölçüde kemalizmin icadı olan Türkiye Cumhuriyeti’ne pek ısınamamış bir kuşağın iç gerilimlerinin somut ifadesi gibidir. Emperyalizmin iç ve dış çıkar mücadeleleri doğrultusunda biçimlenen Latin Amerika kıtasının politik haritasını değiştirmeye bakan Mariátegui gibi Kıvılcımlı da farklı kanalları zorlar:

“O vurucu güç, belirdiği gibi, en derin ve en geniş tarih ve toplum olanaklarına dayanır. Onun için, hem bugünkü Türkiye toplumunun hem de dünkü Osmanlı İmparatorluğu’nun türlü ilişki ve çelişkileri içinde o vurucu gücün en inanılmaz canlı elemanları ve etki-tepkileri yaşamakla kalmamıştır. Toplum içinde ‘Alevî’ ve ‘Türkmen’ adlı varlıklar, eski Osmanlı İmparatorluğu’ndan birer parça olan özellikle Arap ülkeleri (Mısır, Cezayir, Libya, Sudan, vb.) devrimci örnekleri gözlerimiz önündedir.”

Kıvılcımlı’nın örnek aydın tipi olarak takdim ettiği Henry Barbusse, Mariátegui’yi ilk etkileyen isimdir. Peru’da Fransız aydının çıkardığı dergiyle aynı adı taşıyan bir dergi çıkartır. (Clarté–Claridad/tr.:Vuzuh ya da Aydınlık)

Türklüğün ve İslâm’ın tarihini materyalist perspektifle inceleyen Kıvılcımlı ile İnkaları merkeze alan Perulu düşünür ortak bir hattı takip eder. Her iki marksist için de proletarya yegâne öncü güçtür. Proleter kavga, Türklüğü ve İslâm’ı çöpe atarak yürütülmez, onların içinde işler, kendisine hat açar. Mariátegui’den Kıvılcımlı’ya uzanan politik teori bunu söyler.

Kıvılcımlı geleneği de benzer biçimde maoizm-troçkizm gerilimine bağlı olarak farklı yönlere çekiştirilmiştir. Latin Amerika’dan dolaştırılarak getirilen maoizm ve troçkizm, bize gelene dek yorulmakta, Kıvılcımlı’nın genç fotoğraflarını bile soldurmaktadır.

Bu gerilim ve türevleri, giderek nesnel anlamda Latin Amerika’ya benzeyen, bugün itibariyle üzerinde yaşadığımız coğrafya olan Ortadoğu’da da gözlenmektedir. Hindistanlı komünist, Meksika Komünist Partisi’nin kurucusu, Manabendra Nath Roy, Lenin için, “kendisinin olmayan imkânları kullanarak kendisine ait büyük bir yapı kurmuştur” der. ABD’nin “Soğuk Savaş”a ait tüm kalıntıları ve kaleleri yıkmak istediği bu coğrafyada marksist hareket, bu minvalde, her doğan imkânın kendisinin olduğu zannına kapılmakta, başkalarının yolunu açan imkânlarla düşmanın kolayca nüfuz edebildiği gelip geçici yapılar inşa edebilmektedir. Dolayısıyla, yıllardır ABD emperyalizminin arka bahçesi olarak yaşayan Latin Amerika’nın sosyal kaderinden öğrenilecek artık çok şey vardır.

Eskiden öğrenilenler taklit amaçlı, kötü birer ezberden ibaretti, bugünse daha fazlasına ihtiyaç vardır. Maoizm-troçkizm kırması olmayı içlerine sindiren örgütler, temel kaynaklara yönelmeli, gerilimleri daha doğru okumayı bilmelidirler. James Petras, Harnecker ya da Laclau gibi Latin Amerikalı kimi aydınları hatmedeceklerine, bu coğrafyanın yetiştirdiği kendi insanını okumayı becerebilmelidirler. Çapsız ve eklektik yöntemlerle Zapatistaların ya da Chavez’in, hattâ Küba’nın gölgesine sığınacaklarına, buranın ateşi içinde pişmeyi öğrenmeli, burada bir devrimci hat açabilmelidirler.

Latin Amerika’da yaşanan “hikâye”, bizim için ve bize dairdir. Afganistan, Ermenistan, Kırgızistan, Gürcüstan, Ukrayna, Bosna, Filistin, Irak ve Sudan’a ayak basan emperyalizm, Latin Amerika’da deneme-yanılma yöntemi ile öğrendiklerini daha yetkin biçimde uygulamaya gelmiştir. Karşı ayaklanma ve kontrgerilla ile ilgili temel teorik metinler burada, burası için kaleme alınmış, pratik buradan filiz vermiştir. Bugünse taşeron olarak örgütlenen ordu, yukarıda sayılan bölgelerin efendilerinin bekaları için, yeni kontrgerilla talimnameleri uyarınca, polis ve asker eğitmektedir.

Akademi köşelerinde marksizmi etiket olarak kullanan sözde aydınlardan ziyade, tarihimizde Mariátegui gibi ısrarla kavganın içinde olmuş, kitlelerle ve işçi sınıfıyla tarihsel-toplumsal anlamda bütünleşmek için diyalektiğin iki yanı keskin bıçağını eline alabilmiş yiğit insanlara bakmak, bugün daha fazla gereklidir.

Derviş Okan
17 Mayıs 2005

03 Ağustos 2008