Pages
30 Ağustos 2008
Hücreleri Parçalamak
29 Ağustos 2008
Halk İştirakiyyun
Halk İştirakiyyun Fırkası’nın
12 Eylül 1922’de Yasaklanmasını Protesto Metni
Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’ne,
Burjuva efendiler,
Bugünlerde Avrupa emperyalizmine karşı bir zafer
kazandıran, Türkiye’nin işçileri ve fakir köylüleridir.
Sizi bugüne kadar ekmeksizlikten, parasızlıktan,
silâhsızlıktan sıkıntı çektirmeden memleketin efendisi yapan, bir millî
hükümetin dağılmadan yaşamasını sağlayan, Türkiye işçi ve köylüleridir. Siz, bu
hükümet sandalyesine işçi ve köylüleri merdiven yaparak çıktınız.
Avrupa emperyalizmine karşı Anadolu’da üç yıl süren
silâhlı savaşta, bu Kuvva-i Milliye savaşında, işçi ve köylü sınıfından fazla
bir fedakârlık yapan başka bir sınıf yoktur.
Kendi hakları ve hürriyetlerine kavuşacağı vaat
edilmiş olan işçi ve köylüler, bu kanlı savaşta hiçbir fedakârlıktan
çekinmediler. Elindeki malını-evladını-kanını ve canını bu yolda saçtı ve
döktü.
Türkiye işçi ve fakir köylülerinin savunucusu olarak
kurulan Komünist Partisi, onun kızıl sancağı altında toplanan bütün işçiler ve
köylüler, yığın çoğunluğunun izlediği ulusal savunma politikasından ayrılmadı.
Hükümete, onun dış politikasında daima yardımcı kaldı.
Uluslararası emekçi güçlerinin yardımını sağlamaya
çalıştı. Türkiye işçi sınıfı, sınıfsal çıkarlarını bütün zıtlıklarına,
karşıtlarına, kendi durumunun günden güne kötüleşmesine, vurguncularınızın
soygunlarına, jandarmalarınızın baskı ve ezgisine rağmen, iç politikada metin
olmaya çalıştı. Ulusal savaşın süresince, kendi sınıf isteklerini bile gözden
çıkardı.
Siz, boş ve yalancı vaatlerden, laftan başka bir şey
yapmadınız.
Bir zamanlar hepiniz bir danışıklı “Komünist Partisi”
bile kurdunuz, kalpaklarınıza kırmızı tepelik geçirdiniz.
Mecliste ve gazetelerinizde; Anadolu’da basın
hürriyeti, toplantı hürriyeti, görüş, kanaat, fikir hürriyeti olduğunu, sansür
ve zulüm gibi kötülüklerin yok edildiğini yaygaralarla yaydınız. Bunları siz
utanmadan Meclisinizin tutanaklarına bile geçirdiniz.
İşçi ve köylülerin omuzları üzerinde kurduğunuz tahta
oturduktan sonra bütün vaatlerinizi unuttunuz. Yalancı olduğunuz meydana çıktı.
12 Eylül 1922’de “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası”nın (Halk Komünist
Partisi’nin) yasaklandığını ilân ettiniz. Böylece Türkiye işçi ve köylülerinin
örgütünü, sesini boğmaya kalkıştınız.
Hayır efendiler, hayır!
Komünist Partisi bir varlıktır. Bu parti yasalara göre
kurulmuştur. Onu yasaklamaya hakkınız yoktur. Türkiye Komünist Partisi sınıfsal
bir varlıktır. O, Türkiye işçi ve köylülerinin partisidir. Bu sınıflar var
oldukça o da yaşayacaktır. Bu sınıflar yok edilemez. Partilerini yok
edemezsiniz.
Komünist Partisi uluslararası bir varlıktır.
Uluslararası proletarya ordusunun Türkiye’deki bir koludur. Uluslararası bu
ordu var oldukça, siz o partiyi yok edemezsiniz. Bunun için Meclisten bir kanun
çıkarsanız bile hiçbir şey yapamazsınız. Bizim işçi ve köylülerimizin partisi,
bizim sınıflarımız gibi daima ayakta duracaktır.
Partimizi yasaklamak, gazetelerimizi kapatmak ve
arkadaşlarımızı zindanlara doldurmak, Avrupa emperyalistleriyle pazarlıklara
girişmek yolundaki tutumunuzla bağlıdır. Komünistler, politikanızın içyüzünü
halka açarak maskelerinizi yere düşürmektedir. Memlekette gerçek reformlar,
sosyal devrimler isteyenleri susturmak istiyorsunuz.
Evet, biz işçi ve köylüler biliyoruz; sizin
saldırılarınızdan, iftiralarınızdan kasıt budur.
Fakat emin olunuz, biz Türkiye Komünistleri
susmayacağız. Bu haksız ve barbarca saldırılarınızı kesinlikle protesto ederiz.
Kahrolsun yalancı ve gaddar burjuva politikası!
Yaşasın işçi ve köylülerin kurtarıcı ideolojisi!
Yaşasın Türkiye Komünist Partisi!
Genel Sekreter Salih Hacıoğlu
Kızıl Sendikalar Genel Sekreteri Mahmud
Gençler Birliği Bürosu
TKP MK Kadınlar Kolu Şefi Cemile
Komintern’in 3. Kongresi’ndeki Türkiye delegasyonu Sekreter Sadrettin Celal
(Antel)
Ortadoğu’da Devrimci Politika
Ortadoğu’da
genel siyaset, farklı bir zemine ve eksene sahip olmaya başlamıştır. Önümüzdeki
birkaç yıl içerisinde, bu yeni dönemin zorlamasıyla, yeni ve farklı gelişmeler
yaşanacaktır.
Çin ve Kuzey Afrika arasında çizilecek bir yay etrafında politikanın doğası değişmektedir.
Geçmişin çatışma ve gerilim biçimleri, bu değişime paralel, tarihin sayfalarına kaydedilecek, politik alanda yerini yeni çatışma ve gerilim biçimlerine bırakacaktır.
Tarihsel ve toplumsal dinamiklerin devlet ve
demokrasi ile ilgili mücadeleleri, önümüzdeki dönemde iç niteliksel
dönüşümünü (devrimini) yaşayacaktır. Yaşamaya mecburdur.
Yeni dönemin eskinin araç ve yöntemleri ile karşılanması mümkün değildir.
Ortadoğu
coğrafyasında ayağını bu toprağa basan devrimci politika, adımlarını gene bu
toprak üzerinde, hareket hâlinde olan dinamiklerle birlikte atacaktır. Atmak
zorundadır.
“Yeni
dönem” ifadesi, tümüyle politik düzlemde anlamını bulur. Politikayı ancak bir
nesne olarak içerebilecek olan teori, bu ifadeyi kendi iç disipliner yapısına
göre anlar ve tespit eder. Onun için son tahlilde değişen bir şey yoktur. Eski
hamama yeni tas sokulmaz. Yeni olgular ise kavramsal dünyaya eklenen yeni
sözcüklerle karşılanırlar. Yeni sözcükler, kavramsallaştıkları oranda teorik
çalışma tamamlanmış olur. Bu süreç, doğal olarak eski kavramlar dünyasının iç
kuralları uyarınca biçimlenir. Yeni sözcükler, eski kavramların izin verdiği
ölçüde anlam kazanırlar.
Teori,
yaşanan olayları bir salgıyla kuşatır; iç işleyişine ait mekanizmalara sızar,
oraya yerleşir, ilgili mekanizmanın hareket planına bağlı olarak düşünsel
düzlemde rolünü oynamaya başlar. Ancak sözkonusu mekanizma, kontrolsüz güçlerin
ve dinamiklerin hareketiyle parçalanıp dönüştürülünce teorik-kavramsal pratik
askıda kalır. Bu değişim, daha genel ve üstten bir bakışı dayatır. Olgular ve
olaylar, bir meteoroloji balonundan gözlenerek fotoğrafı çekilir; sonuçlar,
yeni teorik çalışmanın hizmetine sunulur. Bilgilenme süreci sonsuza kadar
uzadığına göre, bu kabaca tarif edilen işlem, kendini farklı biçimlerde,
sürekli yineler. Oysa politikanın acelesi vardır. Çünkü, Lenin’in söylediği
gibi, “Politika için 24 saat bile uzun bir zamandır.”
Latin
Amerika’da ya da Avrupa’da yaşanan politik gelişmeleri heyecanla takip edip,
buradan elde ettikleri kanaatleri Türkiye’de işletmeye çalışanları anlamak
mümkün değildir. Bu kişiler, kafalarında çizdikleri bir Dünya profili ile bu
bölgelere bakmaktadırlar. Orada mücadele eden gerçek kişilerin gerçek
maceraları tümüyle politik maddî bir olgu iken, onların edebiyatını yapanların
kanaatleri soyut, metafizik bir zeminde durmakta, bu soyut ve metafizik
kurgular, burada teorik anlam kazanmaktadır. Marksizm, bir dünya ideolojisi
gibi değerlendirilmekte; tüm sosyal, tarihsel ve politik süreçleri kuşatan bir
örtü olarak görülmektedir.
Sosyal,
tarihsel ve politik süreçleri kuşatan bu yaklaşımın devrimcilikle işi olamaz.
Toplumu, tarihi ve politik düzlemi parçalamak gibi bir temel işlevi olan
devrimcilik, böylesi bir teorik kuşatmanın içinden öncü kol çıkartamaz. Teorik
olarak dünyayı daha iyi kavramak isteyenler, devrimci teorinin ve politikanın
acil görevlerinden bihaberdirler. Teorideki “doğru”, yani iki nokta arasındaki
en kısa mesafe, politikanın gerçekliğinde kırılmaya, zikzaklar çizmeye
mahkûmdur.
Latin
Amerika’ya ve Avrupa’ya belli bütünleştirici (kuşatıcı) teorik bir bakışla
bakanlar, aynı bakışı Ortadoğu’ya da atmaktadırlar. Böylesi bir bakış, ilk iki
kıtada sürekli olan dinamiklerin benzerlerini Ortadoğu’da arayıp bulmaya
çalışır. Bu çaba, ya Latin Amerika’nın ya da Avrupa’nın ölçü olarak alınmasının
bir sonucudur. Belirli bir mücadele tarihinin bilgisi kendisine kapalı ise bu
kapalılık, henüz açık uçlu mücadele örnekleri sunan, hatta coğrafî olarak bile
sınırları belirsiz Ortadoğu’nun politik doğasına dayatılmaktadır.
Latin
Amerika’ya bakanların öne çıkarttıkları iki tepe noktası göze çarpar: Che ve
Marcos.
Guevaristlerin
öne çıkarttıkları temel mesele, bir tür cephesel birlik projesidir. Perulu
komünist Mariategui’nin[1] Galiyev ile aynı zamanlarda İtalya’da bulunmuş
olması, onun Gramsci ile bağdaştırılmasına neden olmuştur. Ancak Galiyev ile
ilişkisinin olup olmadığı bilinmemektedir. Galiyev, benzeri bir proje ile Latin
Amerika’ya döndüğü ise somut tarihsel bir gerçektir.
Galiyev’de
olduğu gibi Mariategui’de de Avrupa’nın reddi düşüncesi hâkimdir. Latin
Amerika’nın sui generis (nevi şahsına münhasır) özelliklere sahip
olduğunu düşünmektedir.
Bir
başka bağlantı kanalından da söz edilmelidir: Roy. Hintli bir devrimci olan
Roy, Meksika Komünist Partisi’nin kuruluş çalışmalarında bulunmuştur. Bu
bağlantı kanalları, Avrupa Solu’na yönelik “Sol Komünizm” uyarısını takiben,
Doğu’da beliren politik hareketliliğin bir başka bağlamda, Latin Amerika’da
üretildiğini göstermektedir. Bu kıtanın solcuları, perspektiflerini Avrupa’ya
da taşınan tartışmaların genel çerçevesi üzerinden belirlemişlerdir.
Burada
iki ana hat göze çarpar: Meksika KP’si içinde Roy kadar sürgün sonrası bu
ülkeye gelen Troçki de vardır. Roy, “devrimci anti-emperyalist nasyonalizm ile
komünizm arasındaki mesafe çok kısadır” demektedir. Troçki, klasik işçi sınıfı
mücadelesini temel alır. Örneğin Latin Amerika coğrafyasında her ikisi için
ülke sınırlarının önemi yoktur. Emperyalizme karşı mücadelede ülke sınırları
birer engeldir. Bu bakış açısı, anti-emperyalist mücadelenin niteliğinin aynı
ölçütler üzerinden değerlendirmesini getirir. Roy, dinî, millî yanları; Troçki,
sınıfî özellikleri öne çıkartır. Roy için harekete geçen kolektif dinamikler
önemlidir ve sınıfla eşdüzlemde yer alır. Troçki ise, işçilerin kendi kurtuluş
mücadelesinin parçalanmasına izin vermek istemez ve yerel özellikleri bilerek
gözardı eder.
Roy
ve Galiyev’in kafasında mistifiye edilmiş Doğu, süreç içinde kendi içinden
devrimci kolektif dinamikleri çıkartmıştır. Doğu, gerçek bir devrimci kimliğe
kavuşmuştur. Bu, ancak Mao’da[2] somutluk kazanmıştır. Mao, Doğu’nun politik
ilerleyişinde gelip dayandığı sona ve onun devrime dönük ihtiyacına denk düşer.
Benzer
bir durum, Ekim Devrimi’nde de vardır. Avrupa, eskimiş Fransız Devrimi’ni
dönüştürme ve onun içinden somut devrimci bir güç çıkartma ihtiyacını Rusya’da
gidermiştir. Bu noktada Avrupa’da faal olan politik hareketlenmeler, Avrupa’nın
bizatihi politik bir niteliğe kavuşmasıdır.
ABD
de dâhil, periferide yaşanan sosyo-politik gelişmelerin koşulladığı gelişmeler,
Avrupa’yı politik bir niteliğe kavuşturmuştur. “Politik Avrupa” dönüşüm “hâlindedir
ve kendi iç dinamiklerine bu eksende hız ve yön verir. Taşların yerinden
oynadığı kıtada faal olan milliyetçilik, dinî akımlar, dinsel anlamda ele
alınan sosyalist yönelimler, kurtuluş mücadeleleri ve sınıfsal dinamiklerin
monarşilere dönük demokrasi kavgası, aynı kazanda kaynamaktadır.
Tüm
bunları koşullayan şey, Avrupa’nın dünya ölçeğinde politik bir niteliğe
kavuşmuş olmasıdır. Avrupa, bu dinamiklere bağlı olarak politikleşmemiştir.
İktisadî, sosyolojik ve tarihî süreçler kıtayı politikleştirmiştir. Her türlü
bilim disiplinine politika sirayet etmiştir. Felsefe tartışmaları, kıtanın bu
politik niteliğine bağlı gerilimlerin üzerinden gerçekleşir. “Politik Avrupa”,
kendi iç niteliksel dönüşümünü somutlamak durumunda kalmıştır. Bu somutluk,
ayrışmalar ve cepheleşmeler üzerinden yaşanmıştır. Politika dışında ele
alınamayacak olan savaş olgusu (I. Dünya Savaşı), kıtanın somut politik
gelişiminin bir sonucudur. Bu noktada yaşanan cepheleşme, sınıfî, sosyal, millî
ve dinî tüm politikleşen yapıların üzerinden gerçekleşmiştir. Avrupa, kendi
niteliksel dönüşümünü devrimle taçlandırmak zorunda kalmıştır.
Roy,
Galiyev, Troçki vd.’lerinde yansıyan, Komintern’in dünyevî coşkusudur. On yıl
süren bu coşku, dünyanın farklı noktalarında tedricen sönümlenmiştir. Devrim
coşkusu Moskova’ya doğru daralmıştır. Avrupa’da devrim olmadığı için, devrim
kendi gözesine geri dönmüştür.
Devrimin
hep taşları yerinden oynatan, iradî-öznel yanı öne çıkartılır. Oysa tarihsel
süreçte devrim, yeni bir inşa sürecinin başlangıç işaretidir. Yıkıcılık,
devrime kadar daima öne çıkartılması gereken politik bir süreç üzerinden
anlaşılmalıdır; bu anlamda devrimcilik, basit ve indirgemeci bir devrim
savunusuna indirgenemez. Bu tarz bir savunu, inşa sürecinin başlangıç işareti
olması nosyonunu öne çıkartmak durumunda kalır. Yaşanmış bir devrimin
savunulması ve devrimciliğin buna indirgenmesi, verili politik kargaşada
sürekli olarak yapıcı-statükocu bir yaklaşımı hâkim kılar.
Avrupa,
kendi yıkım sürecini devrimle taçlandırmıştır: Ekim Devrimi. Bu devrime dönük
iki ana yaklaşım tarzı hâkim olmuştur. Birincisi, Avrupa’nın politikleşmesinin
son (devrimci) noktası olduğunu saptayarak, farklı coğrafyalardaki politikleşme
süreci uyarınca ayrıksı bir devrimci politikanın üretilmesi gerektiğini
söyleyen yönelim. İkincisi, Avrupa’da ortaya çıkan teorik-politik bütünlüğü
genel hatlarıyla benimseyerek, onun farklı coğrafyalarda fiilîleşmesi için
çalışmak gerektiğini iddia eden yönelim. Son yönelim, zaman ve mekân üstü bir
mücadelenin savunusunu yaparak, antipolitik ve apolitik bir düzleme kayar. Bu
antipolitizm ve apolitizm, ister istemez, Avrupa’nın ve Amerika’nın Ortadoğu’ya
uzattığı mızrağa sarılmak zorunda kalır.
Politikleşen
Doğu’nun devrim ihtiyacı Çin’de giderilmiştir. Bu devrim de Ekim Devrimi gibi
başlangıç noktası değil, politikleşen coğrafyanın ulaştığı son noktadır.
Troçki,
Ekim Devrimi’ni işaret fişeği olarak görür ve onu Avrupa’ya oradan da dünyaya
doğru genişletmek ister. Bu yaklaşım, tarihsel-politik düzlemde zorlamadır.
Böyle olduğu görülmüştür. Troçki’nin zihnindeki Avrupaî devrim, kendisini kısa
sürede tüketmiştir.
ABD
emperyalizminin arka bahçesi olmakla süreç içinde politikleşen Latin Amerika,
Mariategui şahsında özgün devrimci mücadele kanalını bulmuştur. (Aydınlık
Yol’un lideri Guzmann, hareketin Mao ile Mariategui arasında ilişki kurarak
sıçradığını söyler. Kaba ezber Maoculuğu kendi özgün devrimci geleneği ile
buluşturarak dönüştürmüştür.)
Politikleşen
Latin Amerika’nın son noktası, Küba Devrimi’dir. Bazı Latin Amerikalı marksist
devrimciler, bu önermeyi kabul etmezler ve kendi devrimlerinin tarihsel olarak
hâlâ mümkün olduğunu iddia ederler.
Che,
Troçki gibi Küba Devrimi’ni işaret fişeği gibi görür ve devrimi tüm kıtaya
yaymak ister. Özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra yaşanan süreçte maoizm ve
troçkizm geriliminde gelişen tarihsel-politik yönelimler, kendi özgün
dinamiklerini bu gerilim bağlamında ele almışlardır. Che’nin bu gerilimi
devrimcileştiren özgün bir yanı vardır. Ancak Ekim Devrimi’nin Avrupa devrimi
için bir ölçü olamaması gibi Küba Devrimi de Latin Amerika devrimi için ölçü
olmayı başaramamıştır.
İndirgemeci
yaklaşımlar, Avrupa devrim mitosunun parçalanmasını ve devrimci bir hattın
çıkmasını önlemiştir. Benzer bir durum, Latin Amerika’da da yaşanmıştır. Bugün
için devrimci halk hareketlerinin öne çıktığı bölgelerin somut gerçek zeminini
verdiği parçalanma üzerinde durmak ve kıtayı bu hatta doğru çekmek
gerekmektedir. (Bu hat Kolombiya, Bolivya, Peru’dan oluşur. Dağınık hâlde duran
devrimci güçlerin bu hat üzerinden örgütlenmesiyle bu kervana Arjantin ve Şili
de eklenebilir.)
Maoizmin
ve troçkizmin özgün biçimleri arasında geçişmeler yaşanmaktadır. Bu geçişmeler,
sınıf analizleri, politika anlayışları ve mücadele biçimlerinde göze
çarpmaktadır. Bu durum, yeni devrimin bugündeki işaretini verir.
Yukarıda
bahsedilen devrimci hattın somutlandığı coğrafya politikleştiği ölçüde
geçişmeler, farklı ve özgün bir marksist devrimcilik tarzının ortaya çıkmasını
sağlayacaktır. Tüm bu teorik ve pratik yönelim ise Avrupa ölçüsünde duran
teorinin ve pratiğin tüm birikiminden kopuşmak suretiyle imkân bulacaktır. Bu
tür bir kopuşma yaşanmazsa, Avrupa-ABD arasında yaşanan gerilim içinde figüran
olmak zorunda kalınacak, en fazla bu iki gücün piyonu ve figüranı olunacaktır.
Mao
ve Troçki üzerinden politik gelişmelere bakanların yeni döneme ait gördükleri
şey, artık belli coğrafyaların değil, tüm dünyanın politikleştiğidir. Dünya,
1991’de Washington’da çerçevesi çizilen küreselleşme atağı ile tarihsel-politik
hareketlerin sahip oldukları yönelimin genel ölçeğini de verir. Onlar,
küreselleşme meselesine devrimci politik bir açıdan değil, ideolojik, giderek
felsefî karşı duruş üzerinden bakarlar. Bu hümanizan perspektif, politikleşen
dinamikleri ve coğrafyaları gözardı etme eğilimindedir.
Troçkistler,
coğrafyaları daha fazla mikro alanlara bölerek etkisizleştirme derdindedirler.
Maoistler ise soyut halk ve ezilenler kurgusu ile politikleşmeyi
sağlayacaklarını düşünmektedirler.
İçten
içe süren maoizm-troçkizm gerilimi, küreselleşme karşıtlığını politika dışı bir
konuma doğru zorlamaktadır. Her iki yönelim de kapitalizmi dünya ve insanlık
dışı bir düşman olarak görmektedir. Bu yaklaşım, dünyanın uzaylılar tarafından
işgal edildiği sanrısının doğmasına neden olur. Dünya, ancak bu sayede politikleşebilir.
Politikleşen dünyanın devrim ihtiyacının belli bir noktada gidereceğine dönük
beklenti, her politik yapıyı belirler.
Kapitalist
üretim ilişkilerinin hâkim olduğu coğrafyalarda kapitalizm, kitabî anlamda, saf
olarak bulunmaz. Farklı görünümler, özellikler ve politik durumlar dâhilinde
kendisini ele verir.
Kolektif
dinamiklerin politik alana girmesi ise sözkonusu görünümlerin, özelliklerin ve
durumların genel politika alanında faal hâle gelmesiyle mümkündür. Bu kolektif
dinamikler, kendilerini sınıf, millet, kabile, etnisite, mezhep, dinî
yönelimler içinde yeniden örgütlerler. Örgütlenmenin kendisi, ilgili politik
saldırıya karşı politik bir cevap niteliğindedir. Tüm bu örgütlenme
biçimlerinin temelde kapitalizm ve onun politikleşen yönleri bağlamında ele
alınması gerekir. Köylülüğün, kabilenin, etnisitenin geçmiş üretim ilişkileri
üzerinden ele alınması, kapitalizmin politikleşen yönlerini gözardı eder.
Bugün
Afganistan’dan Kuzey Afrika’ya kadar çizilecek bir yay, dünyanın yeni politik
zeminini verir: Ortadoğu. Bu coğrafyada faal olan politik örgütler, yukarıda
özetlenen yönelimlerin etkisi altındadırlar. Avrupa’da bir dönem ilgilenilen
Doğu’ya kalkınmacılık ve demokratizm düşmüştür. Avrupa belirlenimli sol
politika, Doğu’da kalkınma ve demokrasi eksenli siyaset yürütmüştür. Bugün
altmışların başında “barış içinde bir arada yaşama” politikasının ürünü olan
“kapitalist olmayan yol” tezinin somut ve soyut mevzileri tarumar olmaktadır. Çünkü
zaten barış içerisinde bir arada yaşanıp yürünecek bir kapitalist yol yoktur.
Türkiye’de
60’lı yıllardan itibaren gelişen sol siyaset, bu yaklaşım üzerinden yükselir.
Mısır, Sudan, Libya, Suriye ve Irak’tan oluşan kervana eklenmeye çalışır.
Bölgenin farklı bağlamda politikleşen doğasında yaşanan bu dönüşümlerin
devrimle taçlandırılması ihtiyacı gündeme gelmiş, Türkiye Solu bu ihtiyacı
karşılayamamıştır. İçinde bulunduğumuz dönemin politik niteliğini o günle
karıştıranlar ise benzer ihtiyacın hâlâ gündemde olduğunu düşünmektedirler.
Bugün
Avrasya coğrafyasını öne çıkartan çevreler, maoizm ve troçkizm geriliminde
dururlar. Ancak bu gerilimi aşacak devrimci teorik ve pratik bir çalışma
yapmazlar. Eski ezberler iş başındadır. Asya’nın Avrupalılaştığı kesişim
noktası olan Türkiye’de bu gerilim, en somut biçimine kavuşur. Türkiye’de
solculuk, onu Avrupalı görmek suretiyle ifa edilebilir. Kimse, Ortadoğulu
Türkiye’de solculuk nasıl yapılır sorusunu sormaz. Buna ihtiyaç dahi duymaz.
Gerilimin
somut zeminini AB ve ABD arasındaki politik mücadele belirler. Avrupa’dan
kopamayanlar, buradan elde ettikleri dayanaklar üzerinden ABD işgaline karşı
felsefî-ideolojik bir hat örmeye çalışmaktadırlar. Bu hattın diğer tarafındaki
uçurum ise kaba bir doğuculuktur. Bu doğuculuk, NATO’nun ve Batı’nın
ilerleyişiyle tanımlı ve uyumludur.
Bu
tanımı ve uyumu bozacak, Marksizm ve devrim bağlamında tanımlı her türlü
çalışma yasaklanmak zorundadır. Verili ve fiilî olana mevcut hâliyle biat
edilip, ondan sosyalizm devşirilmeye çalışılır. İslâm’ın ne kadar materyalist,
ilerici ve politik bir din olduğu iddia edilir. Türkçülüğün faşizan olmayan
biçimleri keşfedilmeye çalışılır. İlgili temaslar, İslam’ın ve millîliğin
muhtemel devrimci imkânlarını bugünde körleştirir.
Benzer
sosyalizan vurgular, bugün özellikle II. Enternasyonal sosyalizmi ile
kesişmektedir. Bu sosyalistlerin “Avrupa Birleşik Devletleri” projesi,
Mussolini ve Hitler’de somutluk kazanmıştır. Proje içinde Türkiye’ye yer açmaya
çalışanlar, liberal söylemlerle, bugün Hitler’in tanklarının yerini alan
Kopenhag Kriterleri ve uyum yasalarının peşine düşmektedirler.
Marksist
devrimcilik, Avrupa’dan kopmuştur. Bu kopuş, Marx’ın ve Lenin’in “Avrupa”sından
kopmayı da gerektirir. Marx’ın ve Lenin’in teorik ve politik pratiği, farklı
coğrafyalarda yeniden üretilmelidir.
AB
ve ABD gerilimine paralel gelişen maoizm-troçkizm geriliminden kurtulmak
gerekir. Bu gerilim, marksist devrimciliğin faaliyet alanını daraltmakta, onu
ehven-i şeri seçmeye zorlamaktadır. Bu seçim, Ortadoğu coğrafyasının
politikleşen doğasından uzak sonuçlar üretir; ya AB ya da ABD çizgisinde bir
hatta oturtur.
AB’nin
dayattığı demokrasi; ABD’nin zorladığı devlet modeli, reddedilmelidir. Bu ret,
AB’nin önerdiği devleti desteklemeyi; ABD’nin sunduğu özgürlük ve demokrasiyi
kabul etmek anlamına gelmez.
Buradaki
kilit nokta, devlet ve demokrasiye karşı devrimi savunmaktır. Devrimi by-pass
eden, onu ezen ve gizleyen tüm öneri ve yaklaşımlar, reddedilmelidir.
Marksizmin somut varlık alanı burasıdır. Başka bir yerde biçimlendirilen
marksizm, sadece figürandır.
(Perinçek’in
son dönemde Fransa ve Almanya’yı da eklediği) Avrasya projesi, parçalanmalı,
Ortadoğu’ya doğru daraltılmalıdır. Bu projenin kitleleri dışlayan, devlete
odağa yerleştiren, Çin ve Şanghay Beşlisi’ne yaslanan yönleri törpülenmelidir.
En genel planda Çin’le Rusya’nın, Avrupa’nın ve ABD’nin bir farkı yoktur. Teori
bunu söyler, ama politikada Batı emperyalizmine karşı oluşturulan mevziler
önemlidir. Mesele, “Ortadoğu Devrimi” değil, Ortadoğu’da devrimdir. Bu
coğrafyada devrimin fiilî hattı oluşmaya başlamıştır. O hat boşlukta değil, önemli
ölçüde o mevzilerde oluşur.
Politikleşen
Ortadoğu, kendi devrim ihtiyacına ait işareti vermiştir. Bu hat, Filistin,
Suriye, Irak ve İran’ı keser. Türkiye devrimcileri, kendi devriminin imkânlarını,
bu hatla kurduğu teorik ve pratik ilişkinin üzerinden görebilirler.
Sol,
elbette çeşitli ayak oyunları ve taktiklerle iktidara gelebilir. Ancak bu sola
gereken cevap, Castro’nun Şili’de hükümet olan Allende’ye sorduğu soruda
aranabilir: “Sen iktidar olduğunu mu zannediyorsun?”
Eren Balkır
2004
Dipnotlar:
[1] Derviş Okan, “José Carlos Mariátegui”, 17 Mayıs 2005, İştirakî.
[2]
Nick Knight, “Marksizm ve Asya”, 2007, İştirakî.
04 Ağustos 2008
José Carlos Mariátegui
Az ya da çok, diyalektikten haberdar olan birçok solcu
aydın, bu diyalektik denilen olgunun kendilerini pek fazla bağlamadığını
düşünüyor. Kendilerinin de aşılabileceklerini, inkâr edilebileceklerini ya da
çürütülebileceklerini akıllarına dahi getirmiyorlar. “Yaşamın kendi hareketi”
olarak formüle edildikten sonra diyalektik, her derde deva oluveriyor. Ama
diyalektiğin iki yanı keskin bıçağı, nedense sadece dışarıdakileri kesiyor.
Diyalektiği bilen özne, bir biçimde kendisini diyalektikten bağışık zannediyor.
Tufanı görüyor ama ya bu tufanın kendi ölümü ile başlayacağını düşünüyor ya da
var olduğunu kesin olarak bildiği tufanın içinde gördüğü yaşama imkânlarına
sarılıyor. Gerekli bilgi, dağarcığındaki diyalektikle ilgili malumattan
geliyor. Tufanı (ön)görenler, ya gemi inşa edip her türlü canlıyı kapatmak
istiyorlar ya da güçlü olanın gemisine biniveriyorlar.
Solun bu kadar TV programcısı, futbol yorumcusu, sanat
eleştirmeni ve televole ekonomisti üretmesi, bu tek taraflı diyalektiğin
sonucu. Bu diyalektikse egemenlerin maddiyatına esir olmanın bir eseri. Marx
ile birlikte politik düşünsel bir kategoriye dönüşen diyalektik, maddi politik
alandan kaçırıldığında, kurtlara yem oluyor. Kurtlar puslu havayı seviyor.
Diyalektik, puslu havanın karanlık örtüsü olarak kullanılıyor.
Diyalektiği bilenler, gerilimleri, çatışmaları,
kopuşları, süreklilikleri ve çelişkileri görüyorlar ama öznel olarak bu tip
fiilî durumlardan uzak duruyorlar. Aslında diyalektiği bu fiilî durumlardan
kaçmak için biliyor, öğreniyorlar. Özcesi diyalektiği, bizatihi kendisi kavga
ile tanımlı olan bilgi olarak değil, sadece malumat biçiminde ediniyorlar.
Sömürüyü, zulmü ve sefaleti kemiğinde hisseden bir
halkın evlâdı olan Mariátegui’de diyalektik, bu evlât olmanın maddiyatı
üzerinden, bu biçimde tezahür etmiyor. O, genç yaşta soluduğu savaş sonrası
dönemin Avrupa’sında Ekim’in kızıl ışığı ile yeniden doğuyor. Mariátegui,
İkinci Enternasyonal’in uzlaşmacı, sinik sosyalizmini ezerek devrim yapan
bolşeviklerin paramparça ettikleri, ama bir başka toprakta yeniden
birleştirdikleri politik zeminde marksizm-leninizmin devrimci teori ve pratiği
ile tanışıyor. Çelişkileri ve çatışmaları akademisyen bir üslupla değil, bir
devrimci militan olarak ele aldığı diyalektiğin süzgecinden geçiriyor. Bilginin
kavgalı bir süreç olduğunun bilincine vararak, kendi ülkesine yeni bir akın
düzenliyor. Diyalektik bilgisine kendisini de nesne yaparak ilerliyor ve dışa
karşı mücadelesinin her kıvrımını beynine nakşediyor.
Mariátegui, bu konuda her türlü ideolojik, teorik,
politik, toplumsal ve tarihsel olguyla uğraşabilecek bir zenginliğe kavuşuyor.
Ülkenin ve kıtanın en eski ve en güncel tarihsel-toplumsal bileşenlerine
bakıyor. Orada umudu görüyor. “İnka güneş tanrısı, neden komünizmi
aydınlatmasın?” diye soruyor. Avrupa’dan aldığı çelişkili bilgi yığınını kendi
ülkesinde verdiği politik mücadelede çelikleştiriyor. Peru’nun yağmuru, toprağı
ve kanı ile sertleştiriyor. Kendi toprağını çatlayacak devrim için Avrupamerkezcilik
eleştirisi ile ilerliyor.
Mariátegui, geçen yüzyıl başlarında Avrupa’daki tüm
teorik gerilimleri ve çelişkileri, yeni bir Ekim için örgütlemek amacıyla
içeriyor. Bu yönü, onun diyalektiği gerçekçi, dinamik ve canlı kılmasını
sağlıyor. Kısacak ömründe ortaya koyduğu pratik, onu Latin Amerika’nın en
önemli marksisti kılıyor.
Latin Amerika gerçekliğinde, marksizm içre, iki temel
gerilim hattı mevcut. Özellikle Sovyetler Birliği, Çin, Küba ve troçkizm
hattında, kıta üzre yürütülen marksizm tartışmaları, kıtanın özgüllüğüne tabi.
Mariátegui, bu tartışmaların en önemli ortak mayası.
Kıtadaki marksizm pratiği, yoğun biçimde maoizm
ve troçkizm arasındaki gerilimde biçimleniyor. Belli başlı örgütler,
dünden bugüne, bu iki ana hattın etrafında toplanmışlar. Fiilî gerçeğe
bakılacak olursa, her iki akımın doğal sınırının Mariátegui’nin bizatihi
kendisi olduğunu söylemek mümkün. (Malcolm X’in de maoizm-troçkizm geriliminde
algılandığını, onun da doğal sınır boyu olduğunu görmek gerek.)
Anti-emperyalizmi milliyetçiliğe indirgemiş solu
eleştirerek ilerleyen Mariátegui, Sovyetler’in Avrupa’ya Komintern dolayımı ile
takdim ettiği programın katılığından da uzak duruyor. O, kendi gerçekliğinin
özgün karakterini anlama ve oradan sosyalizme giden yolu bulma çabası
dâhilinde, Sovyetler’in Avrupa’yla kurduğu gerilimli ilişkinin dışına çıkma
cüreti gösteriyor. Avrupa sürgünü Mariátegui, oradaki devrimle alakalı
tartışmaları yakından bilerek kıtasına geliyor.
Mariátegui, her ne kadar taşıma su ile değirmenin
dönmeyeceğini düşünse de kıtaya süreç içerisinde kıtanın mihengine vurulmamış,
Mao’dan ve Troçki’den devşirme fikirler taşınıyor. Bu fikirler eyleme geçme
noktasında illaki Perulu komüniste atıfta bulunmak zorunda kalıyorlar. Israrla
“proletarya”dan ve “sınıf partisi”nden dem vuran bir marksiste işaret eden
maoistler, onun sadece kıta ile ilgili teorik çerçevesi ile yetiniyorlar.
Troçkistlere ise Mariátegui’nin teorisinden arındırılmış pratiği kalıyor. Sendika
çalışması taklit edilip sınıf örgütlenmesi örnek alındıktan sonra Mariátegui’ye
selâm duruluyor, ancak onun teorik çerçevesi rahatsız edici bulunduğu için
tozlu raflara kaldırılıyor.
Gerilimleri, çatışmaları ve çelişkileri politik ve
ideolojik anlamda örgütlemekle yükümlü bir marksist olarak nesnel gerçekliğe
tüm devrimciliği ile yaklaşan Mariátegui, Latin Amerika’yı Avrupa’nın olmadığı
şeye, emperyalist-kapitalizme karşı bir kaleye dönüştürmek istiyor. Bu
perspektifin maoizmle kesişen yönlerinin kimi sınırları mevcut. Aynı şekilde
Avrupa ölçeğine tabi oluşu sebebiyle troçkizmin de kıta özgülünde eli kolu
bağlıdır. Zaten yetmişlerin sonunda troçkizm, kıtadaki kolunu büyük ölçüde kopartmıştır.
Mariátegui’de meslektaşı Troçki’de mevcut olan,
gazetecilikten kaynaklı, marazlara rastlanmaz. Bugün Türk basınında arz-ı endam
eden solcuların yüzeyselliği ve sığlığı, onda görülmez. Troçki’de sınır
tanımayan bir gazetecinin, Mariátegui’de ise marksist devrimciliğin ruhu
vardır. İlki ülkeler, bölgeler ve teorik alan tanımlamaları arasındaki
gerilimleri günlük gazete kafası ile resmederken, ikincisi sözkonusu
gerilimleri, teoride ve pratikte, tecrübe eder, içeride durarak onları
dönüştürmeye çalışır. Troçki, kitle psikolojisine bakan bir kitle adamıdır;
Mariátegui, kitlenin tarihsel-toplumsal örgütlülüğüne kilitlenen bir örgüt
adamıdır.
Mariátegui, Mao ile benzer kimi kaynaklardan beslenir
ancak onda Mao’daki işçi sınıfına mesafeli teoriden eser yoktur. O, her boydan
burjuvazinin seceresini bilir. Büyüğünün sınıfları bilip ezdiğinin, küçüğünün
ise sınıfları görmezden geldiğinin farkındadır. Her ikisinin anti-emperyalist
mücadelede öncü olamayacağını haykırır. Mao bir savaşın içine doğar, Mariátegui
ise bir anti-emperyalist mücadele içinde olduğunun bilincindedir.
Benzer gerilimleri, biraz da aşırmacılıktan mülhem,
tecrübe eden Türk Solu’nda Mariátegui’ye denk düşen yegâne karakter, Hikmet
Kıvılcımlı’dır. Sosyalizmin kaynaklarını ararken İnka medeniyetine bakan
Mariátegui ile “insancıl davranışın özü gerçeklik ise, gerçekliğin kökü Tarihtir”
diyen Kıvılcımlı birçok yönden benzeşir.
Kıvılcımlı, büyük ölçüde kemalizmin icadı olan Türkiye
Cumhuriyeti’ne pek ısınamamış bir kuşağın iç gerilimlerinin somut ifadesi
gibidir. Emperyalizmin iç ve dış çıkar mücadeleleri doğrultusunda biçimlenen
Latin Amerika kıtasının politik haritasını değiştirmeye bakan Mariátegui gibi
Kıvılcımlı da farklı kanalları zorlar:
“O
vurucu güç, belirdiği gibi, en derin ve en geniş tarih ve toplum olanaklarına
dayanır. Onun için, hem bugünkü Türkiye toplumunun hem de dünkü Osmanlı
İmparatorluğu’nun türlü ilişki ve çelişkileri içinde o vurucu gücün en
inanılmaz canlı elemanları ve etki-tepkileri yaşamakla kalmamıştır. Toplum
içinde ‘Alevî’ ve ‘Türkmen’ adlı varlıklar, eski Osmanlı İmparatorluğu’ndan
birer parça olan özellikle Arap ülkeleri (Mısır, Cezayir, Libya, Sudan, vb.)
devrimci örnekleri gözlerimiz önündedir.”
Kıvılcımlı’nın örnek aydın tipi olarak takdim ettiği
Henry Barbusse, Mariátegui’yi ilk etkileyen isimdir. Peru’da Fransız aydının
çıkardığı dergiyle aynı adı taşıyan bir dergi çıkartır. (Clarté–Claridad/tr.:Vuzuh
ya da Aydınlık)
Türklüğün ve İslâm’ın tarihini materyalist
perspektifle inceleyen Kıvılcımlı ile İnkaları merkeze alan Perulu düşünür
ortak bir hattı takip eder. Her iki marksist için de proletarya yegâne öncü
güçtür. Proleter kavga, Türklüğü ve İslâm’ı çöpe atarak yürütülmez, onların
içinde işler, kendisine hat açar. Mariátegui’den Kıvılcımlı’ya uzanan politik
teori bunu söyler.
Kıvılcımlı geleneği de benzer biçimde maoizm-troçkizm
gerilimine bağlı olarak farklı yönlere çekiştirilmiştir. Latin Amerika’dan
dolaştırılarak getirilen maoizm ve troçkizm, bize gelene dek yorulmakta,
Kıvılcımlı’nın genç fotoğraflarını bile soldurmaktadır.
Bu gerilim ve türevleri, giderek nesnel anlamda Latin
Amerika’ya benzeyen, bugün itibariyle üzerinde yaşadığımız coğrafya olan
Ortadoğu’da da gözlenmektedir. Hindistanlı komünist, Meksika Komünist
Partisi’nin kurucusu, Manabendra Nath Roy, Lenin için, “kendisinin olmayan
imkânları kullanarak kendisine ait büyük bir yapı kurmuştur” der. ABD’nin
“Soğuk Savaş”a ait tüm kalıntıları ve kaleleri yıkmak istediği bu coğrafyada
marksist hareket, bu minvalde, her doğan imkânın kendisinin olduğu zannına
kapılmakta, başkalarının yolunu açan imkânlarla düşmanın kolayca nüfuz
edebildiği gelip geçici yapılar inşa edebilmektedir. Dolayısıyla, yıllardır ABD
emperyalizminin arka bahçesi olarak yaşayan Latin Amerika’nın sosyal kaderinden
öğrenilecek artık çok şey vardır.
Eskiden öğrenilenler taklit amaçlı, kötü birer
ezberden ibaretti, bugünse daha fazlasına ihtiyaç vardır. Maoizm-troçkizm
kırması olmayı içlerine sindiren örgütler, temel kaynaklara yönelmeli,
gerilimleri daha doğru okumayı bilmelidirler. James Petras, Harnecker ya da
Laclau gibi Latin Amerikalı kimi aydınları hatmedeceklerine, bu coğrafyanın
yetiştirdiği kendi insanını okumayı becerebilmelidirler. Çapsız ve eklektik
yöntemlerle Zapatistaların ya da Chavez’in, hattâ Küba’nın gölgesine
sığınacaklarına, buranın ateşi içinde pişmeyi öğrenmeli, burada bir devrimci
hat açabilmelidirler.
Latin Amerika’da yaşanan “hikâye”, bizim için ve bize
dairdir. Afganistan, Ermenistan, Kırgızistan, Gürcüstan, Ukrayna, Bosna,
Filistin, Irak ve Sudan’a ayak basan emperyalizm, Latin Amerika’da
deneme-yanılma yöntemi ile öğrendiklerini daha yetkin biçimde uygulamaya
gelmiştir. Karşı ayaklanma ve kontrgerilla ile ilgili temel teorik metinler
burada, burası için kaleme alınmış, pratik buradan filiz vermiştir. Bugünse
taşeron olarak örgütlenen ordu, yukarıda sayılan bölgelerin efendilerinin
bekaları için, yeni kontrgerilla talimnameleri uyarınca, polis ve asker
eğitmektedir.
Akademi köşelerinde marksizmi etiket olarak kullanan
sözde aydınlardan ziyade, tarihimizde Mariátegui gibi ısrarla kavganın içinde
olmuş, kitlelerle ve işçi sınıfıyla tarihsel-toplumsal anlamda bütünleşmek için
diyalektiğin iki yanı keskin bıçağını eline alabilmiş yiğit insanlara bakmak,
bugün daha fazla gereklidir.
Derviş Okan
17 Mayıs 2005