Ortadoğu’da
genel siyaset, farklı bir zemine ve eksene sahip olmaya başlamıştır. Önümüzdeki
birkaç yıl içerisinde, bu yeni dönemin zorlamasıyla, yeni ve farklı gelişmeler
yaşanacaktır.
Çin ve Kuzey Afrika arasında çizilecek bir yay etrafında politikanın doğası değişmektedir.
Geçmişin çatışma ve gerilim biçimleri, bu değişime paralel, tarihin sayfalarına kaydedilecek, politik alanda yerini yeni çatışma ve gerilim biçimlerine bırakacaktır.
Tarihsel ve toplumsal dinamiklerin devlet ve
demokrasi ile ilgili mücadeleleri, önümüzdeki dönemde iç niteliksel
dönüşümünü (devrimini) yaşayacaktır. Yaşamaya mecburdur.
Yeni dönemin eskinin araç ve yöntemleri ile karşılanması mümkün değildir.
Ortadoğu
coğrafyasında ayağını bu toprağa basan devrimci politika, adımlarını gene bu
toprak üzerinde, hareket hâlinde olan dinamiklerle birlikte atacaktır. Atmak
zorundadır.
“Yeni
dönem” ifadesi, tümüyle politik düzlemde anlamını bulur. Politikayı ancak bir
nesne olarak içerebilecek olan teori, bu ifadeyi kendi iç disipliner yapısına
göre anlar ve tespit eder. Onun için son tahlilde değişen bir şey yoktur. Eski
hamama yeni tas sokulmaz. Yeni olgular ise kavramsal dünyaya eklenen yeni
sözcüklerle karşılanırlar. Yeni sözcükler, kavramsallaştıkları oranda teorik
çalışma tamamlanmış olur. Bu süreç, doğal olarak eski kavramlar dünyasının iç
kuralları uyarınca biçimlenir. Yeni sözcükler, eski kavramların izin verdiği
ölçüde anlam kazanırlar.
Teori,
yaşanan olayları bir salgıyla kuşatır; iç işleyişine ait mekanizmalara sızar,
oraya yerleşir, ilgili mekanizmanın hareket planına bağlı olarak düşünsel
düzlemde rolünü oynamaya başlar. Ancak sözkonusu mekanizma, kontrolsüz güçlerin
ve dinamiklerin hareketiyle parçalanıp dönüştürülünce teorik-kavramsal pratik
askıda kalır. Bu değişim, daha genel ve üstten bir bakışı dayatır. Olgular ve
olaylar, bir meteoroloji balonundan gözlenerek fotoğrafı çekilir; sonuçlar,
yeni teorik çalışmanın hizmetine sunulur. Bilgilenme süreci sonsuza kadar
uzadığına göre, bu kabaca tarif edilen işlem, kendini farklı biçimlerde,
sürekli yineler. Oysa politikanın acelesi vardır. Çünkü, Lenin’in söylediği
gibi, “Politika için 24 saat bile uzun bir zamandır.”
Latin
Amerika’da ya da Avrupa’da yaşanan politik gelişmeleri heyecanla takip edip,
buradan elde ettikleri kanaatleri Türkiye’de işletmeye çalışanları anlamak
mümkün değildir. Bu kişiler, kafalarında çizdikleri bir Dünya profili ile bu
bölgelere bakmaktadırlar. Orada mücadele eden gerçek kişilerin gerçek
maceraları tümüyle politik maddî bir olgu iken, onların edebiyatını yapanların
kanaatleri soyut, metafizik bir zeminde durmakta, bu soyut ve metafizik
kurgular, burada teorik anlam kazanmaktadır. Marksizm, bir dünya ideolojisi
gibi değerlendirilmekte; tüm sosyal, tarihsel ve politik süreçleri kuşatan bir
örtü olarak görülmektedir.
Sosyal,
tarihsel ve politik süreçleri kuşatan bu yaklaşımın devrimcilikle işi olamaz.
Toplumu, tarihi ve politik düzlemi parçalamak gibi bir temel işlevi olan
devrimcilik, böylesi bir teorik kuşatmanın içinden öncü kol çıkartamaz. Teorik
olarak dünyayı daha iyi kavramak isteyenler, devrimci teorinin ve politikanın
acil görevlerinden bihaberdirler. Teorideki “doğru”, yani iki nokta arasındaki
en kısa mesafe, politikanın gerçekliğinde kırılmaya, zikzaklar çizmeye
mahkûmdur.
Latin
Amerika’ya ve Avrupa’ya belli bütünleştirici (kuşatıcı) teorik bir bakışla
bakanlar, aynı bakışı Ortadoğu’ya da atmaktadırlar. Böylesi bir bakış, ilk iki
kıtada sürekli olan dinamiklerin benzerlerini Ortadoğu’da arayıp bulmaya
çalışır. Bu çaba, ya Latin Amerika’nın ya da Avrupa’nın ölçü olarak alınmasının
bir sonucudur. Belirli bir mücadele tarihinin bilgisi kendisine kapalı ise bu
kapalılık, henüz açık uçlu mücadele örnekleri sunan, hatta coğrafî olarak bile
sınırları belirsiz Ortadoğu’nun politik doğasına dayatılmaktadır.
Latin
Amerika’ya bakanların öne çıkarttıkları iki tepe noktası göze çarpar: Che ve
Marcos.
Guevaristlerin
öne çıkarttıkları temel mesele, bir tür cephesel birlik projesidir. Perulu
komünist Mariategui’nin[1] Galiyev ile aynı zamanlarda İtalya’da bulunmuş
olması, onun Gramsci ile bağdaştırılmasına neden olmuştur. Ancak Galiyev ile
ilişkisinin olup olmadığı bilinmemektedir. Galiyev, benzeri bir proje ile Latin
Amerika’ya döndüğü ise somut tarihsel bir gerçektir.
Galiyev’de
olduğu gibi Mariategui’de de Avrupa’nın reddi düşüncesi hâkimdir. Latin
Amerika’nın sui generis (nevi şahsına münhasır) özelliklere sahip
olduğunu düşünmektedir.
Bir
başka bağlantı kanalından da söz edilmelidir: Roy. Hintli bir devrimci olan
Roy, Meksika Komünist Partisi’nin kuruluş çalışmalarında bulunmuştur. Bu
bağlantı kanalları, Avrupa Solu’na yönelik “Sol Komünizm” uyarısını takiben,
Doğu’da beliren politik hareketliliğin bir başka bağlamda, Latin Amerika’da
üretildiğini göstermektedir. Bu kıtanın solcuları, perspektiflerini Avrupa’ya
da taşınan tartışmaların genel çerçevesi üzerinden belirlemişlerdir.
Burada
iki ana hat göze çarpar: Meksika KP’si içinde Roy kadar sürgün sonrası bu
ülkeye gelen Troçki de vardır. Roy, “devrimci anti-emperyalist nasyonalizm ile
komünizm arasındaki mesafe çok kısadır” demektedir. Troçki, klasik işçi sınıfı
mücadelesini temel alır. Örneğin Latin Amerika coğrafyasında her ikisi için
ülke sınırlarının önemi yoktur. Emperyalizme karşı mücadelede ülke sınırları
birer engeldir. Bu bakış açısı, anti-emperyalist mücadelenin niteliğinin aynı
ölçütler üzerinden değerlendirmesini getirir. Roy, dinî, millî yanları; Troçki,
sınıfî özellikleri öne çıkartır. Roy için harekete geçen kolektif dinamikler
önemlidir ve sınıfla eşdüzlemde yer alır. Troçki ise, işçilerin kendi kurtuluş
mücadelesinin parçalanmasına izin vermek istemez ve yerel özellikleri bilerek
gözardı eder.
Roy
ve Galiyev’in kafasında mistifiye edilmiş Doğu, süreç içinde kendi içinden
devrimci kolektif dinamikleri çıkartmıştır. Doğu, gerçek bir devrimci kimliğe
kavuşmuştur. Bu, ancak Mao’da[2] somutluk kazanmıştır. Mao, Doğu’nun politik
ilerleyişinde gelip dayandığı sona ve onun devrime dönük ihtiyacına denk düşer.
Benzer
bir durum, Ekim Devrimi’nde de vardır. Avrupa, eskimiş Fransız Devrimi’ni
dönüştürme ve onun içinden somut devrimci bir güç çıkartma ihtiyacını Rusya’da
gidermiştir. Bu noktada Avrupa’da faal olan politik hareketlenmeler, Avrupa’nın
bizatihi politik bir niteliğe kavuşmasıdır.
ABD
de dâhil, periferide yaşanan sosyo-politik gelişmelerin koşulladığı gelişmeler,
Avrupa’yı politik bir niteliğe kavuşturmuştur. “Politik Avrupa” dönüşüm “hâlindedir
ve kendi iç dinamiklerine bu eksende hız ve yön verir. Taşların yerinden
oynadığı kıtada faal olan milliyetçilik, dinî akımlar, dinsel anlamda ele
alınan sosyalist yönelimler, kurtuluş mücadeleleri ve sınıfsal dinamiklerin
monarşilere dönük demokrasi kavgası, aynı kazanda kaynamaktadır.
Tüm
bunları koşullayan şey, Avrupa’nın dünya ölçeğinde politik bir niteliğe
kavuşmuş olmasıdır. Avrupa, bu dinamiklere bağlı olarak politikleşmemiştir.
İktisadî, sosyolojik ve tarihî süreçler kıtayı politikleştirmiştir. Her türlü
bilim disiplinine politika sirayet etmiştir. Felsefe tartışmaları, kıtanın bu
politik niteliğine bağlı gerilimlerin üzerinden gerçekleşir. “Politik Avrupa”,
kendi iç niteliksel dönüşümünü somutlamak durumunda kalmıştır. Bu somutluk,
ayrışmalar ve cepheleşmeler üzerinden yaşanmıştır. Politika dışında ele
alınamayacak olan savaş olgusu (I. Dünya Savaşı), kıtanın somut politik
gelişiminin bir sonucudur. Bu noktada yaşanan cepheleşme, sınıfî, sosyal, millî
ve dinî tüm politikleşen yapıların üzerinden gerçekleşmiştir. Avrupa, kendi
niteliksel dönüşümünü devrimle taçlandırmak zorunda kalmıştır.
Roy,
Galiyev, Troçki vd.’lerinde yansıyan, Komintern’in dünyevî coşkusudur. On yıl
süren bu coşku, dünyanın farklı noktalarında tedricen sönümlenmiştir. Devrim
coşkusu Moskova’ya doğru daralmıştır. Avrupa’da devrim olmadığı için, devrim
kendi gözesine geri dönmüştür.
Devrimin
hep taşları yerinden oynatan, iradî-öznel yanı öne çıkartılır. Oysa tarihsel
süreçte devrim, yeni bir inşa sürecinin başlangıç işaretidir. Yıkıcılık,
devrime kadar daima öne çıkartılması gereken politik bir süreç üzerinden
anlaşılmalıdır; bu anlamda devrimcilik, basit ve indirgemeci bir devrim
savunusuna indirgenemez. Bu tarz bir savunu, inşa sürecinin başlangıç işareti
olması nosyonunu öne çıkartmak durumunda kalır. Yaşanmış bir devrimin
savunulması ve devrimciliğin buna indirgenmesi, verili politik kargaşada
sürekli olarak yapıcı-statükocu bir yaklaşımı hâkim kılar.
Avrupa,
kendi yıkım sürecini devrimle taçlandırmıştır: Ekim Devrimi. Bu devrime dönük
iki ana yaklaşım tarzı hâkim olmuştur. Birincisi, Avrupa’nın politikleşmesinin
son (devrimci) noktası olduğunu saptayarak, farklı coğrafyalardaki politikleşme
süreci uyarınca ayrıksı bir devrimci politikanın üretilmesi gerektiğini
söyleyen yönelim. İkincisi, Avrupa’da ortaya çıkan teorik-politik bütünlüğü
genel hatlarıyla benimseyerek, onun farklı coğrafyalarda fiilîleşmesi için
çalışmak gerektiğini iddia eden yönelim. Son yönelim, zaman ve mekân üstü bir
mücadelenin savunusunu yaparak, antipolitik ve apolitik bir düzleme kayar. Bu
antipolitizm ve apolitizm, ister istemez, Avrupa’nın ve Amerika’nın Ortadoğu’ya
uzattığı mızrağa sarılmak zorunda kalır.
Politikleşen
Doğu’nun devrim ihtiyacı Çin’de giderilmiştir. Bu devrim de Ekim Devrimi gibi
başlangıç noktası değil, politikleşen coğrafyanın ulaştığı son noktadır.
Troçki,
Ekim Devrimi’ni işaret fişeği olarak görür ve onu Avrupa’ya oradan da dünyaya
doğru genişletmek ister. Bu yaklaşım, tarihsel-politik düzlemde zorlamadır.
Böyle olduğu görülmüştür. Troçki’nin zihnindeki Avrupaî devrim, kendisini kısa
sürede tüketmiştir.
ABD
emperyalizminin arka bahçesi olmakla süreç içinde politikleşen Latin Amerika,
Mariategui şahsında özgün devrimci mücadele kanalını bulmuştur. (Aydınlık
Yol’un lideri Guzmann, hareketin Mao ile Mariategui arasında ilişki kurarak
sıçradığını söyler. Kaba ezber Maoculuğu kendi özgün devrimci geleneği ile
buluşturarak dönüştürmüştür.)
Politikleşen
Latin Amerika’nın son noktası, Küba Devrimi’dir. Bazı Latin Amerikalı marksist
devrimciler, bu önermeyi kabul etmezler ve kendi devrimlerinin tarihsel olarak
hâlâ mümkün olduğunu iddia ederler.
Che,
Troçki gibi Küba Devrimi’ni işaret fişeği gibi görür ve devrimi tüm kıtaya
yaymak ister. Özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra yaşanan süreçte maoizm ve
troçkizm geriliminde gelişen tarihsel-politik yönelimler, kendi özgün
dinamiklerini bu gerilim bağlamında ele almışlardır. Che’nin bu gerilimi
devrimcileştiren özgün bir yanı vardır. Ancak Ekim Devrimi’nin Avrupa devrimi
için bir ölçü olamaması gibi Küba Devrimi de Latin Amerika devrimi için ölçü
olmayı başaramamıştır.
İndirgemeci
yaklaşımlar, Avrupa devrim mitosunun parçalanmasını ve devrimci bir hattın
çıkmasını önlemiştir. Benzer bir durum, Latin Amerika’da da yaşanmıştır. Bugün
için devrimci halk hareketlerinin öne çıktığı bölgelerin somut gerçek zeminini
verdiği parçalanma üzerinde durmak ve kıtayı bu hatta doğru çekmek
gerekmektedir. (Bu hat Kolombiya, Bolivya, Peru’dan oluşur. Dağınık hâlde duran
devrimci güçlerin bu hat üzerinden örgütlenmesiyle bu kervana Arjantin ve Şili
de eklenebilir.)
Maoizmin
ve troçkizmin özgün biçimleri arasında geçişmeler yaşanmaktadır. Bu geçişmeler,
sınıf analizleri, politika anlayışları ve mücadele biçimlerinde göze
çarpmaktadır. Bu durum, yeni devrimin bugündeki işaretini verir.
Yukarıda
bahsedilen devrimci hattın somutlandığı coğrafya politikleştiği ölçüde
geçişmeler, farklı ve özgün bir marksist devrimcilik tarzının ortaya çıkmasını
sağlayacaktır. Tüm bu teorik ve pratik yönelim ise Avrupa ölçüsünde duran
teorinin ve pratiğin tüm birikiminden kopuşmak suretiyle imkân bulacaktır. Bu
tür bir kopuşma yaşanmazsa, Avrupa-ABD arasında yaşanan gerilim içinde figüran
olmak zorunda kalınacak, en fazla bu iki gücün piyonu ve figüranı olunacaktır.
Mao
ve Troçki üzerinden politik gelişmelere bakanların yeni döneme ait gördükleri
şey, artık belli coğrafyaların değil, tüm dünyanın politikleştiğidir. Dünya,
1991’de Washington’da çerçevesi çizilen küreselleşme atağı ile tarihsel-politik
hareketlerin sahip oldukları yönelimin genel ölçeğini de verir. Onlar,
küreselleşme meselesine devrimci politik bir açıdan değil, ideolojik, giderek
felsefî karşı duruş üzerinden bakarlar. Bu hümanizan perspektif, politikleşen
dinamikleri ve coğrafyaları gözardı etme eğilimindedir.
Troçkistler,
coğrafyaları daha fazla mikro alanlara bölerek etkisizleştirme derdindedirler.
Maoistler ise soyut halk ve ezilenler kurgusu ile politikleşmeyi
sağlayacaklarını düşünmektedirler.
İçten
içe süren maoizm-troçkizm gerilimi, küreselleşme karşıtlığını politika dışı bir
konuma doğru zorlamaktadır. Her iki yönelim de kapitalizmi dünya ve insanlık
dışı bir düşman olarak görmektedir. Bu yaklaşım, dünyanın uzaylılar tarafından
işgal edildiği sanrısının doğmasına neden olur. Dünya, ancak bu sayede politikleşebilir.
Politikleşen dünyanın devrim ihtiyacının belli bir noktada gidereceğine dönük
beklenti, her politik yapıyı belirler.
Kapitalist
üretim ilişkilerinin hâkim olduğu coğrafyalarda kapitalizm, kitabî anlamda, saf
olarak bulunmaz. Farklı görünümler, özellikler ve politik durumlar dâhilinde
kendisini ele verir.
Kolektif
dinamiklerin politik alana girmesi ise sözkonusu görünümlerin, özelliklerin ve
durumların genel politika alanında faal hâle gelmesiyle mümkündür. Bu kolektif
dinamikler, kendilerini sınıf, millet, kabile, etnisite, mezhep, dinî
yönelimler içinde yeniden örgütlerler. Örgütlenmenin kendisi, ilgili politik
saldırıya karşı politik bir cevap niteliğindedir. Tüm bu örgütlenme
biçimlerinin temelde kapitalizm ve onun politikleşen yönleri bağlamında ele
alınması gerekir. Köylülüğün, kabilenin, etnisitenin geçmiş üretim ilişkileri
üzerinden ele alınması, kapitalizmin politikleşen yönlerini gözardı eder.
Bugün
Afganistan’dan Kuzey Afrika’ya kadar çizilecek bir yay, dünyanın yeni politik
zeminini verir: Ortadoğu. Bu coğrafyada faal olan politik örgütler, yukarıda
özetlenen yönelimlerin etkisi altındadırlar. Avrupa’da bir dönem ilgilenilen
Doğu’ya kalkınmacılık ve demokratizm düşmüştür. Avrupa belirlenimli sol
politika, Doğu’da kalkınma ve demokrasi eksenli siyaset yürütmüştür. Bugün
altmışların başında “barış içinde bir arada yaşama” politikasının ürünü olan
“kapitalist olmayan yol” tezinin somut ve soyut mevzileri tarumar olmaktadır. Çünkü
zaten barış içerisinde bir arada yaşanıp yürünecek bir kapitalist yol yoktur.
Türkiye’de
60’lı yıllardan itibaren gelişen sol siyaset, bu yaklaşım üzerinden yükselir.
Mısır, Sudan, Libya, Suriye ve Irak’tan oluşan kervana eklenmeye çalışır.
Bölgenin farklı bağlamda politikleşen doğasında yaşanan bu dönüşümlerin
devrimle taçlandırılması ihtiyacı gündeme gelmiş, Türkiye Solu bu ihtiyacı
karşılayamamıştır. İçinde bulunduğumuz dönemin politik niteliğini o günle
karıştıranlar ise benzer ihtiyacın hâlâ gündemde olduğunu düşünmektedirler.
Bugün
Avrasya coğrafyasını öne çıkartan çevreler, maoizm ve troçkizm geriliminde
dururlar. Ancak bu gerilimi aşacak devrimci teorik ve pratik bir çalışma
yapmazlar. Eski ezberler iş başındadır. Asya’nın Avrupalılaştığı kesişim
noktası olan Türkiye’de bu gerilim, en somut biçimine kavuşur. Türkiye’de
solculuk, onu Avrupalı görmek suretiyle ifa edilebilir. Kimse, Ortadoğulu
Türkiye’de solculuk nasıl yapılır sorusunu sormaz. Buna ihtiyaç dahi duymaz.
Gerilimin
somut zeminini AB ve ABD arasındaki politik mücadele belirler. Avrupa’dan
kopamayanlar, buradan elde ettikleri dayanaklar üzerinden ABD işgaline karşı
felsefî-ideolojik bir hat örmeye çalışmaktadırlar. Bu hattın diğer tarafındaki
uçurum ise kaba bir doğuculuktur. Bu doğuculuk, NATO’nun ve Batı’nın
ilerleyişiyle tanımlı ve uyumludur.
Bu
tanımı ve uyumu bozacak, Marksizm ve devrim bağlamında tanımlı her türlü
çalışma yasaklanmak zorundadır. Verili ve fiilî olana mevcut hâliyle biat
edilip, ondan sosyalizm devşirilmeye çalışılır. İslâm’ın ne kadar materyalist,
ilerici ve politik bir din olduğu iddia edilir. Türkçülüğün faşizan olmayan
biçimleri keşfedilmeye çalışılır. İlgili temaslar, İslam’ın ve millîliğin
muhtemel devrimci imkânlarını bugünde körleştirir.
Benzer
sosyalizan vurgular, bugün özellikle II. Enternasyonal sosyalizmi ile
kesişmektedir. Bu sosyalistlerin “Avrupa Birleşik Devletleri” projesi,
Mussolini ve Hitler’de somutluk kazanmıştır. Proje içinde Türkiye’ye yer açmaya
çalışanlar, liberal söylemlerle, bugün Hitler’in tanklarının yerini alan
Kopenhag Kriterleri ve uyum yasalarının peşine düşmektedirler.
Marksist
devrimcilik, Avrupa’dan kopmuştur. Bu kopuş, Marx’ın ve Lenin’in “Avrupa”sından
kopmayı da gerektirir. Marx’ın ve Lenin’in teorik ve politik pratiği, farklı
coğrafyalarda yeniden üretilmelidir.
AB
ve ABD gerilimine paralel gelişen maoizm-troçkizm geriliminden kurtulmak
gerekir. Bu gerilim, marksist devrimciliğin faaliyet alanını daraltmakta, onu
ehven-i şeri seçmeye zorlamaktadır. Bu seçim, Ortadoğu coğrafyasının
politikleşen doğasından uzak sonuçlar üretir; ya AB ya da ABD çizgisinde bir
hatta oturtur.
AB’nin
dayattığı demokrasi; ABD’nin zorladığı devlet modeli, reddedilmelidir. Bu ret,
AB’nin önerdiği devleti desteklemeyi; ABD’nin sunduğu özgürlük ve demokrasiyi
kabul etmek anlamına gelmez.
Buradaki
kilit nokta, devlet ve demokrasiye karşı devrimi savunmaktır. Devrimi by-pass
eden, onu ezen ve gizleyen tüm öneri ve yaklaşımlar, reddedilmelidir.
Marksizmin somut varlık alanı burasıdır. Başka bir yerde biçimlendirilen
marksizm, sadece figürandır.
(Perinçek’in
son dönemde Fransa ve Almanya’yı da eklediği) Avrasya projesi, parçalanmalı,
Ortadoğu’ya doğru daraltılmalıdır. Bu projenin kitleleri dışlayan, devlete
odağa yerleştiren, Çin ve Şanghay Beşlisi’ne yaslanan yönleri törpülenmelidir.
En genel planda Çin’le Rusya’nın, Avrupa’nın ve ABD’nin bir farkı yoktur. Teori
bunu söyler, ama politikada Batı emperyalizmine karşı oluşturulan mevziler
önemlidir. Mesele, “Ortadoğu Devrimi” değil, Ortadoğu’da devrimdir. Bu
coğrafyada devrimin fiilî hattı oluşmaya başlamıştır. O hat boşlukta değil, önemli
ölçüde o mevzilerde oluşur.
Politikleşen
Ortadoğu, kendi devrim ihtiyacına ait işareti vermiştir. Bu hat, Filistin,
Suriye, Irak ve İran’ı keser. Türkiye devrimcileri, kendi devriminin imkânlarını,
bu hatla kurduğu teorik ve pratik ilişkinin üzerinden görebilirler.
Sol,
elbette çeşitli ayak oyunları ve taktiklerle iktidara gelebilir. Ancak bu sola
gereken cevap, Castro’nun Şili’de hükümet olan Allende’ye sorduğu soruda
aranabilir: “Sen iktidar olduğunu mu zannediyorsun?”
Eren Balkır
2004
Dipnotlar:
[1] Derviş Okan, “José Carlos Mariátegui”, 17 Mayıs 2005, İştirakî.
[2]
Nick Knight, “Marksizm ve Asya”, 2007, İştirakî.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder