Az ya da çok, diyalektikten haberdar olan birçok solcu
aydın, bu diyalektik denilen olgunun kendilerini pek fazla bağlamadığını
düşünüyor. Kendilerinin de aşılabileceklerini, inkâr edilebileceklerini ya da
çürütülebileceklerini akıllarına dahi getirmiyorlar. “Yaşamın kendi hareketi”
olarak formüle edildikten sonra diyalektik, her derde deva oluveriyor. Ama
diyalektiğin iki yanı keskin bıçağı, nedense sadece dışarıdakileri kesiyor.
Diyalektiği bilen özne, bir biçimde kendisini diyalektikten bağışık zannediyor.
Tufanı görüyor ama ya bu tufanın kendi ölümü ile başlayacağını düşünüyor ya da
var olduğunu kesin olarak bildiği tufanın içinde gördüğü yaşama imkânlarına
sarılıyor. Gerekli bilgi, dağarcığındaki diyalektikle ilgili malumattan
geliyor. Tufanı (ön)görenler, ya gemi inşa edip her türlü canlıyı kapatmak
istiyorlar ya da güçlü olanın gemisine biniveriyorlar.
Solun bu kadar TV programcısı, futbol yorumcusu, sanat
eleştirmeni ve televole ekonomisti üretmesi, bu tek taraflı diyalektiğin
sonucu. Bu diyalektikse egemenlerin maddiyatına esir olmanın bir eseri. Marx
ile birlikte politik düşünsel bir kategoriye dönüşen diyalektik, maddi politik
alandan kaçırıldığında, kurtlara yem oluyor. Kurtlar puslu havayı seviyor.
Diyalektik, puslu havanın karanlık örtüsü olarak kullanılıyor.
Diyalektiği bilenler, gerilimleri, çatışmaları,
kopuşları, süreklilikleri ve çelişkileri görüyorlar ama öznel olarak bu tip
fiilî durumlardan uzak duruyorlar. Aslında diyalektiği bu fiilî durumlardan
kaçmak için biliyor, öğreniyorlar. Özcesi diyalektiği, bizatihi kendisi kavga
ile tanımlı olan bilgi olarak değil, sadece malumat biçiminde ediniyorlar.
Sömürüyü, zulmü ve sefaleti kemiğinde hisseden bir
halkın evlâdı olan Mariátegui’de diyalektik, bu evlât olmanın maddiyatı
üzerinden, bu biçimde tezahür etmiyor. O, genç yaşta soluduğu savaş sonrası
dönemin Avrupa’sında Ekim’in kızıl ışığı ile yeniden doğuyor. Mariátegui,
İkinci Enternasyonal’in uzlaşmacı, sinik sosyalizmini ezerek devrim yapan
bolşeviklerin paramparça ettikleri, ama bir başka toprakta yeniden
birleştirdikleri politik zeminde marksizm-leninizmin devrimci teori ve pratiği
ile tanışıyor. Çelişkileri ve çatışmaları akademisyen bir üslupla değil, bir
devrimci militan olarak ele aldığı diyalektiğin süzgecinden geçiriyor. Bilginin
kavgalı bir süreç olduğunun bilincine vararak, kendi ülkesine yeni bir akın
düzenliyor. Diyalektik bilgisine kendisini de nesne yaparak ilerliyor ve dışa
karşı mücadelesinin her kıvrımını beynine nakşediyor.
Mariátegui, bu konuda her türlü ideolojik, teorik,
politik, toplumsal ve tarihsel olguyla uğraşabilecek bir zenginliğe kavuşuyor.
Ülkenin ve kıtanın en eski ve en güncel tarihsel-toplumsal bileşenlerine
bakıyor. Orada umudu görüyor. “İnka güneş tanrısı, neden komünizmi
aydınlatmasın?” diye soruyor. Avrupa’dan aldığı çelişkili bilgi yığınını kendi
ülkesinde verdiği politik mücadelede çelikleştiriyor. Peru’nun yağmuru, toprağı
ve kanı ile sertleştiriyor. Kendi toprağını çatlayacak devrim için Avrupamerkezcilik
eleştirisi ile ilerliyor.
Mariátegui, geçen yüzyıl başlarında Avrupa’daki tüm
teorik gerilimleri ve çelişkileri, yeni bir Ekim için örgütlemek amacıyla
içeriyor. Bu yönü, onun diyalektiği gerçekçi, dinamik ve canlı kılmasını
sağlıyor. Kısacak ömründe ortaya koyduğu pratik, onu Latin Amerika’nın en
önemli marksisti kılıyor.
Latin Amerika gerçekliğinde, marksizm içre, iki temel
gerilim hattı mevcut. Özellikle Sovyetler Birliği, Çin, Küba ve troçkizm
hattında, kıta üzre yürütülen marksizm tartışmaları, kıtanın özgüllüğüne tabi.
Mariátegui, bu tartışmaların en önemli ortak mayası.
Kıtadaki marksizm pratiği, yoğun biçimde maoizm
ve troçkizm arasındaki gerilimde biçimleniyor. Belli başlı örgütler,
dünden bugüne, bu iki ana hattın etrafında toplanmışlar. Fiilî gerçeğe
bakılacak olursa, her iki akımın doğal sınırının Mariátegui’nin bizatihi
kendisi olduğunu söylemek mümkün. (Malcolm X’in de maoizm-troçkizm geriliminde
algılandığını, onun da doğal sınır boyu olduğunu görmek gerek.)
Anti-emperyalizmi milliyetçiliğe indirgemiş solu
eleştirerek ilerleyen Mariátegui, Sovyetler’in Avrupa’ya Komintern dolayımı ile
takdim ettiği programın katılığından da uzak duruyor. O, kendi gerçekliğinin
özgün karakterini anlama ve oradan sosyalizme giden yolu bulma çabası
dâhilinde, Sovyetler’in Avrupa’yla kurduğu gerilimli ilişkinin dışına çıkma
cüreti gösteriyor. Avrupa sürgünü Mariátegui, oradaki devrimle alakalı
tartışmaları yakından bilerek kıtasına geliyor.
Mariátegui, her ne kadar taşıma su ile değirmenin
dönmeyeceğini düşünse de kıtaya süreç içerisinde kıtanın mihengine vurulmamış,
Mao’dan ve Troçki’den devşirme fikirler taşınıyor. Bu fikirler eyleme geçme
noktasında illaki Perulu komüniste atıfta bulunmak zorunda kalıyorlar. Israrla
“proletarya”dan ve “sınıf partisi”nden dem vuran bir marksiste işaret eden
maoistler, onun sadece kıta ile ilgili teorik çerçevesi ile yetiniyorlar.
Troçkistlere ise Mariátegui’nin teorisinden arındırılmış pratiği kalıyor. Sendika
çalışması taklit edilip sınıf örgütlenmesi örnek alındıktan sonra Mariátegui’ye
selâm duruluyor, ancak onun teorik çerçevesi rahatsız edici bulunduğu için
tozlu raflara kaldırılıyor.
Gerilimleri, çatışmaları ve çelişkileri politik ve
ideolojik anlamda örgütlemekle yükümlü bir marksist olarak nesnel gerçekliğe
tüm devrimciliği ile yaklaşan Mariátegui, Latin Amerika’yı Avrupa’nın olmadığı
şeye, emperyalist-kapitalizme karşı bir kaleye dönüştürmek istiyor. Bu
perspektifin maoizmle kesişen yönlerinin kimi sınırları mevcut. Aynı şekilde
Avrupa ölçeğine tabi oluşu sebebiyle troçkizmin de kıta özgülünde eli kolu
bağlıdır. Zaten yetmişlerin sonunda troçkizm, kıtadaki kolunu büyük ölçüde kopartmıştır.
Mariátegui’de meslektaşı Troçki’de mevcut olan,
gazetecilikten kaynaklı, marazlara rastlanmaz. Bugün Türk basınında arz-ı endam
eden solcuların yüzeyselliği ve sığlığı, onda görülmez. Troçki’de sınır
tanımayan bir gazetecinin, Mariátegui’de ise marksist devrimciliğin ruhu
vardır. İlki ülkeler, bölgeler ve teorik alan tanımlamaları arasındaki
gerilimleri günlük gazete kafası ile resmederken, ikincisi sözkonusu
gerilimleri, teoride ve pratikte, tecrübe eder, içeride durarak onları
dönüştürmeye çalışır. Troçki, kitle psikolojisine bakan bir kitle adamıdır;
Mariátegui, kitlenin tarihsel-toplumsal örgütlülüğüne kilitlenen bir örgüt
adamıdır.
Mariátegui, Mao ile benzer kimi kaynaklardan beslenir
ancak onda Mao’daki işçi sınıfına mesafeli teoriden eser yoktur. O, her boydan
burjuvazinin seceresini bilir. Büyüğünün sınıfları bilip ezdiğinin, küçüğünün
ise sınıfları görmezden geldiğinin farkındadır. Her ikisinin anti-emperyalist
mücadelede öncü olamayacağını haykırır. Mao bir savaşın içine doğar, Mariátegui
ise bir anti-emperyalist mücadele içinde olduğunun bilincindedir.
Benzer gerilimleri, biraz da aşırmacılıktan mülhem,
tecrübe eden Türk Solu’nda Mariátegui’ye denk düşen yegâne karakter, Hikmet
Kıvılcımlı’dır. Sosyalizmin kaynaklarını ararken İnka medeniyetine bakan
Mariátegui ile “insancıl davranışın özü gerçeklik ise, gerçekliğin kökü Tarihtir”
diyen Kıvılcımlı birçok yönden benzeşir.
Kıvılcımlı, büyük ölçüde kemalizmin icadı olan Türkiye
Cumhuriyeti’ne pek ısınamamış bir kuşağın iç gerilimlerinin somut ifadesi
gibidir. Emperyalizmin iç ve dış çıkar mücadeleleri doğrultusunda biçimlenen
Latin Amerika kıtasının politik haritasını değiştirmeye bakan Mariátegui gibi
Kıvılcımlı da farklı kanalları zorlar:
“O
vurucu güç, belirdiği gibi, en derin ve en geniş tarih ve toplum olanaklarına
dayanır. Onun için, hem bugünkü Türkiye toplumunun hem de dünkü Osmanlı
İmparatorluğu’nun türlü ilişki ve çelişkileri içinde o vurucu gücün en
inanılmaz canlı elemanları ve etki-tepkileri yaşamakla kalmamıştır. Toplum
içinde ‘Alevî’ ve ‘Türkmen’ adlı varlıklar, eski Osmanlı İmparatorluğu’ndan
birer parça olan özellikle Arap ülkeleri (Mısır, Cezayir, Libya, Sudan, vb.)
devrimci örnekleri gözlerimiz önündedir.”
Kıvılcımlı’nın örnek aydın tipi olarak takdim ettiği
Henry Barbusse, Mariátegui’yi ilk etkileyen isimdir. Peru’da Fransız aydının
çıkardığı dergiyle aynı adı taşıyan bir dergi çıkartır. (Clarté–Claridad/tr.:Vuzuh
ya da Aydınlık)
Türklüğün ve İslâm’ın tarihini materyalist
perspektifle inceleyen Kıvılcımlı ile İnkaları merkeze alan Perulu düşünür
ortak bir hattı takip eder. Her iki marksist için de proletarya yegâne öncü
güçtür. Proleter kavga, Türklüğü ve İslâm’ı çöpe atarak yürütülmez, onların
içinde işler, kendisine hat açar. Mariátegui’den Kıvılcımlı’ya uzanan politik
teori bunu söyler.
Kıvılcımlı geleneği de benzer biçimde maoizm-troçkizm
gerilimine bağlı olarak farklı yönlere çekiştirilmiştir. Latin Amerika’dan
dolaştırılarak getirilen maoizm ve troçkizm, bize gelene dek yorulmakta,
Kıvılcımlı’nın genç fotoğraflarını bile soldurmaktadır.
Bu gerilim ve türevleri, giderek nesnel anlamda Latin
Amerika’ya benzeyen, bugün itibariyle üzerinde yaşadığımız coğrafya olan
Ortadoğu’da da gözlenmektedir. Hindistanlı komünist, Meksika Komünist
Partisi’nin kurucusu, Manabendra Nath Roy, Lenin için, “kendisinin olmayan
imkânları kullanarak kendisine ait büyük bir yapı kurmuştur” der. ABD’nin
“Soğuk Savaş”a ait tüm kalıntıları ve kaleleri yıkmak istediği bu coğrafyada
marksist hareket, bu minvalde, her doğan imkânın kendisinin olduğu zannına
kapılmakta, başkalarının yolunu açan imkânlarla düşmanın kolayca nüfuz
edebildiği gelip geçici yapılar inşa edebilmektedir. Dolayısıyla, yıllardır ABD
emperyalizminin arka bahçesi olarak yaşayan Latin Amerika’nın sosyal kaderinden
öğrenilecek artık çok şey vardır.
Eskiden öğrenilenler taklit amaçlı, kötü birer
ezberden ibaretti, bugünse daha fazlasına ihtiyaç vardır. Maoizm-troçkizm
kırması olmayı içlerine sindiren örgütler, temel kaynaklara yönelmeli,
gerilimleri daha doğru okumayı bilmelidirler. James Petras, Harnecker ya da
Laclau gibi Latin Amerikalı kimi aydınları hatmedeceklerine, bu coğrafyanın
yetiştirdiği kendi insanını okumayı becerebilmelidirler. Çapsız ve eklektik
yöntemlerle Zapatistaların ya da Chavez’in, hattâ Küba’nın gölgesine
sığınacaklarına, buranın ateşi içinde pişmeyi öğrenmeli, burada bir devrimci
hat açabilmelidirler.
Latin Amerika’da yaşanan “hikâye”, bizim için ve bize
dairdir. Afganistan, Ermenistan, Kırgızistan, Gürcüstan, Ukrayna, Bosna,
Filistin, Irak ve Sudan’a ayak basan emperyalizm, Latin Amerika’da
deneme-yanılma yöntemi ile öğrendiklerini daha yetkin biçimde uygulamaya
gelmiştir. Karşı ayaklanma ve kontrgerilla ile ilgili temel teorik metinler
burada, burası için kaleme alınmış, pratik buradan filiz vermiştir. Bugünse
taşeron olarak örgütlenen ordu, yukarıda sayılan bölgelerin efendilerinin
bekaları için, yeni kontrgerilla talimnameleri uyarınca, polis ve asker
eğitmektedir.
Akademi köşelerinde marksizmi etiket olarak kullanan
sözde aydınlardan ziyade, tarihimizde Mariátegui gibi ısrarla kavganın içinde
olmuş, kitlelerle ve işçi sınıfıyla tarihsel-toplumsal anlamda bütünleşmek için
diyalektiğin iki yanı keskin bıçağını eline alabilmiş yiğit insanlara bakmak,
bugün daha fazla gereklidir.
Derviş Okan
17 Mayıs 2005
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder