23 Haziran 2019

, ,

New York Times



Alın size New York Times’ın eşi benzeri bulunmayan şarlatanlığının kanıtı… Ön sayfası için seçtiği resim, hain terörist örgüt Halkın Mücahitleri’ne ait. Bu resmi kullanırken İranlıların kendi vatanlarına düzenlenen askerî saldırıya karşı geliştirdiği güçlü itirazı dikkate bile almıyor.

Ardından da “Tahran’ın nükleer programına karşı çıkmak”tan söz ediyor. Oysa İran, ABD’nin de imzaladığı ama Trump’ın çekildiği Nükleer Anlaşması’na hâlen daha bağlı.

Bu kriz süresince gözlerimizi gerçeklere çevirmemiz gerekiyor. Çünkü New York Times ve ABD ile AB’deki tüm medya kuruluşlarının asli görevi, halkı aptallaştırıp onun nezdinde rıza imalatını gerçekleştirmek için tarihsel gerçekleri çarpıtmak.

Savaş yerine barıştan yana yazılar kaleme almak en basiti aslında:

İran’a yönelik tehditlere son verin!
İran’ya yönelik yaptırımlara son verin!
Nükleer Anlaşması yeniden yürürlüğe girsin!
Tüm bölge nükleerden arındırılsın!

Bu noktada İran’ın nükleer bombasının olmadığı ama İsrail’in devasa bir nükleer bomba stoğu üzerinde oturduğu gerçeği üzerinde durulsun ve şu soru sorulsun:

Neden egemen ulusların nükleer savunma hakkı inkâr ediliyor da Avrupalı yerleşimcilerin kurduğu bir ülkenin nükleer cephaneliğiyle tüm bölgeyi tehdit etmesine izin veriliyor? Nükleer Silâhların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması’nı İran imzaladı ama İsrail imzalamadı.

İran, Suudi Arabistan gibi ABD’den milyarlarca dolarlık silâh ve mühimmat satın alan bir ülke değil. İran’ın askerî bütçesi Suudi Arabistan’ın, İsrail’in hatta Birleşik Arap Emirliği denilen o küçük şeyhliğin askerî bütçesinin yanında devede kulak kalır. Bugün İran, ağır ekonomik yaptırımların uygulandığı koşullarda seksen milyon insana yiyecek ve giyecek temin etmek zorunda.

Tekrar dile getirmiş olalım: bugün İran’da devletin tümüyle suçsuz olduğunu söyleyemeyiz. O da herkesin suçlu olduğu bölgesel felâketin bir parçası. Ama öte yandan ABD, dünyanın her yanında varlığını sürdürüyor. Suudi Arabistan Yemen’de soykırım yapıyor. Mart 2011’de Suudiler, İngilizlerin yardımıyla Bahreyn’i işgal edip halkın demokratik arzuları gerçekleşmesin diye iktidardaki kabileyi kurtardı. Türkiye, Irak’ın ve Suriye’nin her yanında. Kürdlere bomba yağdırıyor. İsrail denilen garnizon devletinin Filistin ve Suriye toprakları üzerinde inşa edilmesi için uğraşılıyor. Mısır’daki cunta, savaş çığırtkanlığı yapıp duran Suudilerin hizmetindeki paralı askerlerin işi. BAE ve Bahreyn, Arapların demokratik arzularını toprağa gömmek için harekete geçmiş olan iki gerici rejim. İran’ı şeytan gibi gösterip kötülerken bu haritayı da dikkate almak lazım.

Evet, İran kendi sınırlarını aşmamalı ama bölgedeki diğer tüm ülkeler de bunu yapmalı. Dünyada İran’a parmak sallayacak en son ülke olan İsrail, Filistinlilerin vatanı üzerine çöreklenmiş. Buna karşılık İsrail ve ABD’deki propaganda araçları İran’a karşı düşmanlığı yaratıp besliyorlar. Bu propagandayı Filistin’in geri kalan kısmını çalmaya dönük girişimlerini gizleyecek bir tür duman perdesi olarak görmek gerek.

Tetikte olmak şart. En temel gerçekleri okuyup anlamak, asli görevimiz. New York Times gibi medya organları, tüm imkânları ile liberal emperyalizme propaganda hizmeti sunmaya devam ediyorlar.

Hamid Dabaşi

19 Haziran 2019

, ,

Ne Faşizm Ne Liberalizm: Sovyetizm!


Faşizmin tasfiyesi meselesinin belirleyici olduğu politik kriz ortamında muhalefet bloğu, giderek tali bir unsur hâline geliyor. Muhalefet bloğunun toplumsal bileşiminin çok unsurlu oluşu, bloğun yaşadığı tereddütler ve onun faşist rejime karşı halk kitlelerinin verdiği mücadeleye karşı duyduğu hoşnutsuzluk, bloğun eylemlerini basit gazetecilik faaliyetine ve meclis içinde çevrilen dolaplara indirgiyor ki bu da onun faşist partiye bağlı milislerin karşısına tüm güçsüzlüğü ile çıkmasına neden oluyor.

Faşizm karşıtı harekette en önemli payı artık Liberal Parti elinde bulunduruyor çünkü muhalefet bloğunun elinde, faşizme karşı koyma konusunda, parlamenter burjuva demokrasisinden, anayasaya, yasallığa ve demokrasiye geri dönme üzerine kurulu eski liberal programından başka bir şey yok. Faşizme geçiş meselesiyle ilgili tartışmada Liberal Parti, muhalefetin İtalyan halkını şu iki tercihle karşı karşıya bıraktığını söylüyor. Ya faşizm ya da liberalizm, ya Mussolini’nin kanlı diktatörlüğü üzerine kurulu hükümeti ya da ardında burjuvazinin kendi sömürücü idaresini uygulamaya devam edeceği maske olarak iş görecek eski o dünyalar iyisi liberal İtalyan demokrasisini yeniden tesis etme eğiliminde olan bir Slandri, Gioliotti, Amendola, Turati, don Sturzo ve Vella hükümeti.

Kendilerine zulmeden faşizmden yıllardır nefret eden işçiler ve köylülerse faşizmi yıkmak için liberal burjuvaziyle ittifak kurmanın, geçmişte iktidarda iken faşizmi işçilere ve köylülere karşı destekleyip silahlandıranlara, birkaç ay önce faşizmle blok oluşturup onun suçlarının sorumluluğunu paylaşanlara destek olmanın gerekli olduğuna inanıyorlar. Peki faşizmin tasfiyesi meselesi böyle mi ele alınmalı? Hayır! Faşizm, onu yaratan burjuvaziyle birlikte tasfiye edilmeli.

Matteoti’nin katledildiği günü takip eden dönemde Komünist Parti, şu sloganı atıyordu: “Kahrolsun katiller hükümeti! Faşist milisler lağvedilsin!” Ama parti bu sloganı atarken, aklında “katiller hükümetinin yerini o katillere yolu açıp onları silâhlandıran politikaların sahiplerinin hükümeti alsın” gibi bir öneri yoktu. Parti, faşist milisler oluşturuldukları vakit iktidarda olan Giolitti’nin, Nitti’nin ve Amendola’nın işçi sınıfına karşı destek verdikleri ve silâhlandırdıkları bu milisleri silâhsızlandırabileceğini hiçbir vakit düşünmedi.

O sloganı atarken partimizin amacı, Mussolini’nin Napoli’den Roma’ya yaptığı yürüyüşün de işaret ettiği biçimiyle, kesin olarak tasfiye edilen ve utanç verici bir hata yapmış olan eski liberalizmi faşizmin yerine ikame etmek değildi. Faşizmin bir kriz başlığı olarak gündeme geldiği günden itibaren Komünist Parti, işçi sınıfının ve köylülerin iktidardakilerin mezarlarını kazması ve onların yerini alması gerektiğini söyledi.

Sınıf mücadelesi ve tüm sonuçları ile birlikte düşünüldüğünde, sanayi işçilerinden ve köylülerden oluşan kitlenin eylemi, faşizmin yenilmesi için zaruridir. Hiç şüphe yok ki proletarya, faşizme karşı mücadelesinde burjuvazi ve küçük burjuvazi içerisinde gelişmiş olan mücadeleleri ve çelişkileri kullanır, kullanmalıdır da. Fakat doğrudan eylem olmaksızın, faşizm doğrudan hedef hâline getirilmeksizin ona diz çöktürülmesi mümkün değildir. Meseleyi bu şekilde ele aldığımızda faşizmin yerine geçmemiz gerektiği düşüncesi de doğal olarak gündeme gelecektir. İşçilerin ve köylülerin eylemiyle faşizm yenildiğinde liberalizm de iktidardan pay alamayacaktır. Hükümet etme hakkı sadece işçi ve köylülere ait olacak, faşist milisleri silâhsızlandırma konusunda en gerçek kararlılığı onlar gösterecek, ardından da işçi sınıfı ve köylüler silâhlandırılacaktır.

Mevcut durumda demek ki asıl mesele, anayasaya, demokrasiye ve liberalizme geri dönmek değildir. Anayasa, demokrasi ve liberalizm, krizin gerçek niteliğine kavuşmasına mani olmak adına burjuvazinin işçilerin ve köylülerin ağzına çaldığı bir parmak baldır. Onların asıl korkusu, işçilerin ve köylülerin kendilerini ezen faşizmden ve birkaç ay önce Mussolini’yle işbirliğine gitmiş olan, gitmek için can atan (D’Aragona, Baldesi vb.) ve işçileri-köylüleri yanlış yola sürükleyen liberalizmden intikam alacak olmasıdır.

İtalya’daki kriz, ancak emekçi kitlelerin eylemiyle çözüme kavuşturulabilir. Faşizm, parlamentoda çevrilen dolaplarla tasfiye edilemez, bu, yalnızca burjuvazinin direksiyonda olacağı, silâhlı faşizmi hizmetinde tutacağı bir düzen için tavizlerde bulunmasına neden olacaktır. İsterse üçkâğıtçı reformizm aşısıyla aşılanmış olsun, liberalizm her daim güçsüzdür. O, geçmişe aittir. İsterse Halk Partisi’nden Don Sturzo gibiler İşçi Partisi’nden Turati gibilerle ve Sosyalist Parti’den Arturo Vella gibi isimlerle ittifak kursun, bunlar faşizmin tasfiyesi için gerekli zindeliğe ve gençliğe sahip olamayacaklardır.

Sömürü, zulüm ve suçla yüklü geçmişin kökünü kurutup tüm emekçilere gerçek hürriyetle donanmış bir geleceği armağan edecek zindeliğe ve güce sadece kendisini anayasayla veya liberalizmin kutsal ilkeleriyle meşgul etmeyecek, fakat faşizmi yenme, onu silâhsızlandırma ve tüm sömürücülere karşı kentlerdeki işçilerin, tarlalardaki köylülerin çıkarlarını savunma konusunda yolundan şaşmadan, kararlı adımlarla yürüyecek olan bir işçi-köylü hükümeti sahiptir.

Bugün Komünist Parti, bu gerçeği proletaryaya yineleyip duran tek güçtür. Onun nüfuzu artmakta, teşkilât yapısı gelişmektedir, fakat işçilerin ve köylülerin büyük bir kısmı İşçi Partisi ile Maksimalist Parti’den oluşan birliğin anayasacı muhalefet bayrağını sallayıp bir yöne doğru sürüklenmekte, sınıf bilincini edinememekte, dolayısıyla büyük bir zinde güce ve karşı konulması mümkün olmayan sayıda kitleye sahip olduğu için mevcut krizin çözümünde asli faktör olduğunu anlayamamaktadır. Kendisini bu şekilde kandırmak istemiyorlarsa, işçiler ve köylüler, bağımsız bir güç olarak sınıf mücadelesi zemininde hareket etmeli, böylelikle belirleyici bir konuma gelmeli, İtalyan burjuvazisinin ardına saklandığı maskeyi değiştirmekten başka bir işe yaramayan sınıflararası işbirliği düzleminde durmamalıdır.

Partimizin asli görevi, bu temel fikirle işçi ve köylü kitlelerine nüfuz etmektir: faşizmi ancak işçi ve köylü kitlelerinin vereceği sınıf mücadelesi yenebilir. Faşist milisleri ancak işçi ve köylü hükümeti silâhlardan arındırabilir. Bu temel gerçekler, hangi partiden olursa olsun tarlalardaki köylüler ve fabrikalardaki işçiler arasında yorulmak nedir bilmeden yürütülecek propaganda aracılığıyla işçi-köylü kitlelerinin ruhuna nüfuz ettiğinde, o vakit faşizme karşı mücadele ve sınıfsal çıkarların savunulması için İşçi-Köylü Komiteleri’nin inşasının zaruri olduğu idrak edilecektir.

O vakit işçiler ve köylüler, bu komitelerin devrimci mücadele ve katiller hükümetinin yerine işçi-köylü hükümetinin kurulması için gerekli birer araç olduklarını anlayacaklardır. Emekçi halkı kendi safına kazanmaya bir kez daha çalışan Liberal Kongre’nin kapatıldığı o anda, İtalya’nın bir ucundan diğer ucuna tüm işçiler ve köylüler, boş teneke misali çok ses çıkartan, ama gevezelikten başka bir şey yapmayan kongre üyelerine şu cevabı vereceklerdir: Ne faşizm ne liberalizm: sovyetizm!

Antonio Gramsci
L’Unità

7 Ekim 1924
Kaynak

17 Haziran 2019

,

Cem Özdemir ve Tobias Lindner


Yeşiller Partisi’nden Cem Özdemir ve Tobias Lindner’in
Alman Silâhlı Kuvvetleri için Yürüttüğü Kampanya

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya, ilk muharebe görevini 1999 baharında oluşturdu. Bu askerî harekâtın ardında o dönemin Yeşiller Partisi üyesi dışişleri bakanı Joschka Fischer vardı. Yirmi yıl sonra eski barışçılar, savaşa yüzlerini dönüşlerini kutluyorlar ve kendilerini Alman militarizminin öncü partisi olarak takdim ediyorlar.
Frankfurter Allgemeine Zeitung gazetesinin Perşembe günkü sayısına yazdıkları “Yeşiller’in Dış Politikası Neden Silâhlı Kuvvetler’e Muhtaç?” başlıklı yazıda eski Yeşiller Partisi lideri Cem Özdemir ve partinin sözcüsü Tobias Lindner, “NATO’nun kızıl-yeşil federal hükümetini desteklemek için verdiği konuşlanma kararı, partimizin maruz kaldığı en çetin sınavdı” diye yazıyor.
Sonra bu cümleye şunu ekliyorlar: “Uzun lafın kısası, kendisini barışın partisi olarak inşa etmiş olan partimiz, bugün şunu söylemektedir: askeriyenin kullanılmasına ihtiyaç vardır ki Almanya ve Avrupa insanî yardım ile ilgili sorumluluklarını yerine getirebilsin.”
Yeşiller’in yürüttüğü propaganda, bize George Orwell’ın 1984 isimli romanında geçen “Uydurma Haber”i hatırlatıyor. Burada gerçeklik altüst ediliyor. Savaşı yürüten güç “barış partisi” olarak takdim ediliyor, ordunun kullanılması “insanî yardım” faaliyeti olarak değerlendiriliyor. Oysa gerçek çok farklı. NATO'nun Yugoslavya’yı bombalaması, uluslararası hukuka aykırıydı. Bu saldırı sonucu siviller öldürüldü, binlerce insanın çile çekmesine neden olundu. Alman ordusunun sonraki süreçte Orta Asya, Afrika ve Ortadoğu’da düzenlediği harekâtlarda asıl dert, emperyalist çıkarlardı. Ordu, bu çıkarlara göre hareket etti.
Özdemir ve Lindner, Yeşiller Partisi’nin Almanya’nın savaş politikasını gelecekte de desteklemeyi sürdüreceği, kendi askerlerinin canlarını bu uğurda feda edeceği konusunda akıllarda hiçbir şüpheye yer bırakmıyor.
“Almanya Federal Meclisi’nin üyeleri olarak biz, orduyu dış görevlere gönderiyoruz, askerlerin hayat planlarına müdahale ediyoruz, birilerinin annesini, babasını veya dostunu uzak diyarlara yolluyoruz. Her şeyden önce insanların hayatını riske sokuyoruz. Bu sorumluluk, parlamenter olarak omuzlarımızda taşıdığımız çok ağır bir yük. Bireysel görevlerin bir önemi yok. Bugün Alman Silâhlı Kuvvetleri’nde askerlik yapan 260.000 insan parlamentonun desteğini hak ediyor.”
Dünya genelinde Alman emperyalizminin çıkarlarını savunmak adına Özdemir ve Lindner, Avrupa ordusu kurulması ve silâhlandırılması talebinde bulunuyor. “Alman Silâhlı Kuvvetleri geleceğe hazır olmalı, yeterince teçhizata sahip olmalı ki sorumluluklarını yerine getirebilsin” diyorlar. Bu da doğal olarak “mevcut becerilerin ve AB’ye üye devletlerin planlarının uyumlu kılınmasını ve uzun vadede bir Avrupa ordusunun kurulmasını gerekli kılıyor. Bu ordunun NATO ile çelişki yaşamasına hiç gerek yok.”
Yeşiller Partisi liderlerinin askerî mekanizmaya dâhil olma ve Almanya-Avrupa savaş siyasetini devreye sokma konusunda aceleci olduklarına hiç şüphe yok. Makalenin FAZ’da yayınlandığı gün Özdemir ve Lindner, Avrupa Komisyonu üyeliği üzerinden kullandıkları sosyal medya hesaplarında asker kıyafetleriyle çıktılar karşımıza. Özdemir, Instagram hesabına şunu yazdı: “Yeşiller Partisi üyesi Alman ordusunda. Nasıl, olmuş mu? Bence olmuş.” Özdemir ve Lindner, bir hafta boyunca bir askerî birlik bünyesinde kalmış ve askerlerle görüş alışverişinde bulunmuş.
Yeşiller Partisi üyesi siyasetçilerin orduda geçirdikleri bu bir haftalık faaliyete “InfoDVag” (Silâhlı Kuvvetler’de Resmi Bilgilendirme Etkinliği) deniliyor.
Ordunun internet sitesinde bu tür etkinliklerin ne ile ilgili olduğuna dair bilgiler mevcut. Burada amaç, sivil toplum yöneticilerini ve siyasetçileri cezbetmek, ordunun görev ve hedefleri konusunda destek almak.” Etkinliğin bir parçası olarak “tüm katılımcılara askerî hizmet dâhilinde bazı görevler de veriliyor.”
Almanya Federal Meclisi üyelerine ve parlamenterlere ek olarak DVag’a aynı zamanda “iş dünyasından üst düzey yöneticiler, kamu hizmetleri idarecileri, bilim dünyasından isimler, işveren temsilcileri, işçi sendikaları temsilcileri ve STK yöneticileri de katılıyor. Bunlara üst düzey devlet memurları, hâkimler, savcılar, eğitim, araştırma ve medya alanından seçilmiş temsilciler eşlik ediyor.”
Başka bir ifadeyle, siyaset, ekonomi, bilim, devlet idaresi ve sendikacılık alanına mensup seçkinler, ordu adına lobi faaliyeti yürütmekle kalmıyorlar aynı zamanda ordu bünyesinde eğitim de görüyorlar.
Münster’deki etkinlikle alakalı olarak ordunun hazırladığı raporda, “büronuzdan çıkın, orduya katılın” deniliyor. Bu cümleyi düz manada ele almak da mümkün. Çekilen fotoğraflarda Yeşiller Partisi üyesi parlamenterlerin ve diğer katılımcıların Münster’deki Zırhlı Birlikler Okulu’nda asker gibi yemin ettiklerine, Leopard tankına bindiklerine, teçhizatlı birer piyade gibi eğitim gördüklerine tanık oluyorsunuz.
Programda katılımcılar, ayrıca üst düzey eğitimden geçiriliyor, kendilerine tanklar, silâhlar ve teçhizat hakkında bilgiler veriliyor, temel atış talimi yaptırılıyor, ağır silâhların kullanımına izin veriliyor, sahada yaşama, engellerin aşılması ve yön bulma egzersizleri yaptırılıyor, son olarak da tank müzesi ziyaret ediliyor.
Gerçek şu ki Yeşiller Partisi’nin önde gelen iki temsilcisinin bu askerî faaliyete büyük bir coşkuyla katılmış olmaları, bizim zihnimizde tek bir fikrin cisimleşmesine neden oluyor: Yirmi yıllık savaş politikasının ardından Yeşiller’in parti sembollerinde kullandığı yeşil rengi, zaman içerisinde ordunun haki yeşiline dönüşmüş.
Johannes Stern
17 Haziran 2019

16 Haziran 2019

,

Küçük Burjuvazi ve Proletarya Yüzünü Neden Faşizme Dönüyor?

Çünkü yaklaşmakta olan dünya savaşı, millet meselesinin, yani sotede beklemekte olan askeri ve ekonomik saldırılara karşı milleti savunma meselesinin gündeme gelmesine sebep oluyor. Çünkü sosyal demokrasi, patronları korumak için tüm milleti feda ediyor, oysa herkes biliyor ki millet feda edilirse patronlar da onunla birlikte feda edilir. Sosyal demokrasi, savaş dâhilinde tarafsız kalmayı vaaz ediyor ve aslında tarafsızlığın zayıf değil güçlü bir konuma sahipseniz geçerli bir pozisyon olduğunu unutuyor. Güçlü ittifaklar oluşturup özsavunma iradesini pekiştirmek ve bağımsız pazarlar oluşturmak gibi adımlar atmak suretiyle tarafsızlık konumunu pekiştirmesi için millete gerekli gücü vermiyor. Yani aslında sosyal demokrasi, halkın belirli kesimlerinin, sosyal demokrat siyasetin ortaya çıkarttığı bir sonuç olarak, bitişikteki kapının eşiğinde toplanmasını, yani yüzünü faşizme dönmesini istiyor.

Küçük burjuvazi ve proletarya yüzünü faşizme dönüyor çünkü sosyal demokrasi gelecek konusunda herhangi bir vizyona sahip değil. İçişleri gibi dışişlerinde de siyasetsiz ve vizyonsuz. Sosyal demokrasi, İskandinav kaynaklı fikriyata toplumsal bir muhteva kazandıramadığı gibi tüm İskandinavya’da sosyalizmi geniş bir toplumsal zemin üzerinde inşa edemiyor. İçişleri ile ilgili olarak sosyal demokratların tavrını anlamak için onların tıp sektöründeki aşırı yığılma meselesine yönelik yaklaşımına bakmak kâfi. Bu alana baktığınızda “çok fazla doktor var, yeterince doktorumuz mevcut” diye düşünüyorsunuz. Sonra da şu soruyu soruyorsunuz: kariyerleri önünde engel bulunan o gençler hangi alana yönelsinler?

Herkes yüzünü faşizme dönüyor, çünkü sosyal demokrasi sosyalist fikirlerin propagandasını yapmıyor, sosyalist programı yürürlüğe koymuyor. Tüm üretim sistemi dönüştürülmedikçe siyaset denilen ağır işçilik üzerinden orta sınıflara ve proletaryaya avantajlar sağlanamaz, sağlansa bile bu avantajlar yeterli gelmez. Sosyalizm, emtianın dağıtılması değil üretilmesi ile ilgili bir meseledir. Üretim, artık değer ve kâr elde etme ihtiyacı gereği genişletilmeli, planlanmalı ve özgürleştirilmelidir. Bu noktada faşist ülkünün karşısına gerçek manada sosyalist olan ülkü çıkartılmalıdır. İyi vasıflarınızı gizleyerek kimseyi kazanamazsınız. Proletarya ve orta sınıflar, sosyalist ülküler kendilerine izah edildiği takdirde onlardan korkmazlar, onlarda korkmalarını gerektirecek hiçbir yön bulunmamaktadır.

Yüzler faşizme dönüyor, çünkü sosyal demokrasi sosyalist ülküleri propaganda ettiği noktada komünistlerden kaçıyor, onları ütopik olmakla eleştiriyor ve işçi sınıfı ile orta sınıf için bir tehlike olduğunu söylüyor. Dolayısıyla aslında komünizm korkusunu bizzat sosyal demokrasi yaratıyor, sonuçta komünizm korkusu da sosyalizm korkusunu koşulluyor!

İşçiler ve orta sınıfı yüzlerini faşizme dönüyor, çünkü bugün mülkiyeti, özelde bireysel mülkiyeti faşizm sosyal demokrasiye kıyasla daha iyi koruyor, çünkü sosyalistler mülkiyeti sadece sosyalist formu dâhilinde koruyup onda bir artışa yol açabiliyorlar.

Sosyal demokrasi komünizmle değil de faşizmle mücadele etmek istiyorsa kendi savaş düzenini oluşturmalı ve bu düzen faşistlerin mevcut düzenine kafa tutacak hatta onu aşacak düzeyde olmalıdır. Sosyal demokratlar sosyalist ülküleri propaganda etmeli, sosyalizmin faydalı, üstün ve ilerici olduğunu her yerde dile getirmeli ve tüm bu sözleri eylemleriyle kanıtlayıp desteklemelidir. Onlara lazım gelen, geleceğe uzanan yolu açacak (İskandinavya’nın birleşmesini ve sosyalist ekonomiyi koşullayacak) iç ve dış siyasetle ilgili bir büyük programdır. Sosyal demokratlar, içeride ve dışarıda ittifaklar kurmalı yani bir yandan işçileri, köylüleri, aydınları ve küçük esnafı birleştirirken (ki bu noktada tarım ürünlerinin fiyatlarının ancak işçilerin ücretleri arttığı takdirde artabileceği insanlara anlatılabilir) bir yandan da İsveç’i, Norveç’i ve Danimarka’yı birleştirmelidir.

Bertolt Brecht
Yaz 1939

[Kaynak: Brecht on Art and Politics, Yayına Hz.: Steve Giles ve Tom Kuhn, Bloomsbury, 2003, s. 191-193.]

Not: Brecht, bu yazıda İskandinav hükümetlerinin Nazi Almanyası ile saldırmazlık anlaşması imzalanması önerisi üzerinde duruyor. Almanya’nın baskısıyla Danimarka bu anlaşmayı imzalarken diğer İskandinav ülkeleri “tarafsız” kalacaklarını beyan ediyorlar.

14 Haziran 2019

, ,

Suudi Arabistan’da Komünistler ve Kooptasyon


1975’te Kral Faysal suikasta kurban gidince yerine Halid geçti. Halid’in kral olmasıyla genel af ilân edildi ve solcu hareketlere mensup politik tutsaklar serbest bırakıldılar, ayrıca yurtdışında sürgünde olanların ülkeye dönmelerine izin verildi. Geri dönenler, 1973’teki petrol krizinden beri büyümekte olan rantiye devletin himayesine girdiler. Bu isimler, Suudi Arabistan’da fikir alanında birer “liberal” olarak arz-ı endam ettiler.[1] Abdülkerim Humud gibi solcular, Şii siyasetine entegre oldular.[2] Bu genel af, 1993’te Suudi muhalefetine mensup aktivistler için çıkartılan genel af için emsal teşkil etti. Öte yandan, seksenlerde Şii İslamcılar solcularla sürekli alay ettiler ve onların 1975’te devlet tarafından rüşvetle satın alındıklarını, zaman içerisinde birer kapitaliste ve bürokrata dönüştüklerini söylediler.[3] Genel af, aynı zamanda üyeleri ülkeye geri dönen ama süreç dâhilinde propaganda faaliyetlerini sonlandıran AYHDP’nin [Arap Yarımadası’nda Halkın Demokrasi Partisi –el-hizbü’l demuqrati el-şabi fi el-cezire el-arabiyye] de tasfiyesine sebep oldu.[4]

AYHDP’nin yerini ise Arap Yarımadası’nda Sosyalist Eylem Partisi [hizbü’l amel el-iştiraki fi el-cezire el-arabiyye] aldı. Marksist-Leninist bir parti olarak SEP, Arap Milliyetçileri Hareketi [AMH] ve FHKC ile aynı çizgide hareket etti. ABD’de bulunan ve Arap milliyetçilerinin etkisi altında olan Suudi öğrenciler bu partiyi 1972’de kurmuşlardı. Ağırlıklı olarak Irak kanadından oluşan Baasçılar, komünistler, Arap milliyetçileri ve Libyalılar, ABD’de faal olan Arap Öğrencileri Örgütü’nde [munazzamat el-talebetü’l arab] hâkimiyeti ele geçirmek için mücadele eden ana yapılardı. Bu örgüt içerisinde önemli bir yere sahip binlerce Suudi öğrenci de faaliyet yürütmekteydi. Birçok farklı akım, bu öğrencileri etkilemek ve onlara yayınlarını okutmak için uğraşıyordu.[5] Nihayetinde aralarında çok sayıda Şii’nin de bulunduğu birçok SEP üyesi, Suudi Arabistan’ın Doğu Bölgesi’ne dönüp bürokrat ve gazeteci oldu. En önemli taleplerinden biri olan Şiiliğe yönelik ayrımcılığı süreç içerisinde ortadan kaldırdılar. Parti, ayrıca silâhlı mücadele fikrini de savunmaya devam etti, hatta 1979/80’de Katif’te yaşanan silâhlı ayaklanmada yer aldı. Sonrasında ise örgüt, hiçbir askerî eylemde bulunmadı.[6]

1961 sonrası süreçte Milli Kurtuluş Cephesi ve Arap Milli Kurtuluş Cephesi [cebhetü’l taharruru’l vatani el-arabiyye] içerisinde komünistler faaliyet yürütüyorlardı. Bu komünistler, Suudi Arabistan Komünist Partisi’ni [el-hizbü’ş şuyui fi el-su’udiyye] ancak 1975 yılında kurabildiler.[7] Komünist Parti, kongresinde Sovyet yanlısı bir çizgiyi benimsedi ve petrol kaynaklarının millileştirilmesini, yeni bir anayasanın kaleme alınmasını ve yeni bir meclisin oluşturulmasını talep etti.[8] Sovyetler’den sınırlı destek alan partinin faaliyetleri esas olarak bildiri yayınlama ve Moskova Radyosu’nda yayın yapma üzerine kuruluydu.[9] Düzenli çıkarttığı yayının adı Tarik’ül Kadihin [“Ezilenlerin Yolu”] idi. Necib Huneyzi gibi kadroları önde gelen Şii ailelerine mensuplardı ve esas olarak Şiilerden destek görüyorlardı. Ali Dumeyni gibi gazetecilik yapan ve aynı zamanda Sünni olan isimler de vardı. Birçok partili, Sovyetler’de, Doğu Almanya’da ve komünist blok içerisinde yer alan başka ülkelerde eğitim gördü.[10] Bazıları ise ellilerde grevlere öncülük eden isimlerin oğulları idi.[11] 1984’te yaptığı ikinci kongresinde parti, yeni bir program kaleme aldı ve bu program uyarınca Şiilerin orduya ve güvenlik hizmetlerine katılımına izin verilmesini talep etti.[12] Partiye bağlı faaliyet yürüten çok sayıda gençlik, öğrenci, kadın ve işçi örgütü vardı ve bu örgütler, Suudi Arabistan dışında temsilcilere ve kendi iç yayınlarına sahiplerdi. Partide, bilhassa gençlik hareketinde ağırlığı ileri gelen Şii ailelerine mensup kişiler oluşturmaktaydı.[13] 1984’te Suudi İşçileri Birliği [ittihadü’l-ümmel fi el-su’udiyye] kuruldu ve SBKP çizgisine bağlı yayınlar çıkartıldı.[14] Tüm bu faaliyetlere karşı partinin toplam faal üye sayısı yüzü geçmedi.[15]

Toby Matthiesen

[Kaynak: The Other Suudis: Shiism, Dissent and Sectarianism, Cambridge University Press, 2015, s. 86-89.]

Dipnotlar:
[1] Abir, Saudi Arabia: Government, 57; Hertog, Princes, 99; Najib al-Khunayzi, “al-nishat al-siyasi li-l-shi’a fi al-su’udiyya” (Suudi Arabistan’da Şiiliğin Politik Söylemi) , Rasid (25 Ekim 2003); Krimly, Political Economy, 349; Stéphane Lacroix, Awakening Islam: The Politics of Religious Dissent in Contemporary Saudi Arabia (Cambridge, MA: Harvard University Press, 2011), 15-20.

[2] Seksenler ve doksanlar boyunca Humud, kraliyet ailesi ile Şii muhalefeti arasında yürütülen müzakerelerde özel görevli olarak yer aldı. Ibrahim, Shi’is, 180.

[3] Bkz. al-Thawra al-Islamiyya 38 (Haziran 1983), 7; ‘Abd al-Latif Muhammad al-‘Amir, al-haraka al-islamiyya i al-jazira al-‘arabiyya (Arap Yarımadası’nda İslamî Hareket) (n.p.: Munazzamat al-Thawra al-Islamiyya fi al-Jazira al-‘Arabiyya/al-Safa li-l-Nashr wa-l-Tawzi’, 1408AH [ 1987 /88]), 48. 1975 genel affının eleştirisi ve eski muhalif isimlerin Bağdat merkezli “Suudi Arabistan Dayanışma ve Barış Konseyi” aracılığıyla ikna edilmesi girişimlerine yönelik eleştiriler konusunda bkz. Middle East Contemporary Survey (MECS), 1977–8, Cilt. 2, 679.

[4] Al-‘Akri, al-tanzimat, 205-11.

[5] Abdülnebi Akri ile mülâkat, Londra, Temmuz 2010.

[6] Filistin, Lübnan, Irak ve başka ülkelerde de Sosyalist Eylem Partisi şubeleri vardı. Suudi Arabistan’daki SEP, bu şubelerle ilişki içerisindeydi. Suudi Arabistan SEP’i ile mülâkat, Şubat 1984, yayınlandığı yer: MERIP Reports 130 (Şubat 1985), 15-19. Al-Hasan, “al-mu‘arada;” al-‘Akri, al-tanzimat, 214-27.

[7] Suudi Arabistanlı komünistlerle ilgili daha fazla bilgi için Doğu Bölgesi’nden iki eski komünistin, Şii Ali Avvami ile Sünni İshak Şeyh Yakub’un hatıratına bakılabilir. Ali Avvami, otobiyografi kaleme alan ilk Suudi Şii solcudur. Kitap, içeriğinin hassas olması sebebiyle 2012’de yazar vefat ettikten sonra yayınlanabildi. Al-‘Awwami, al-haraka. Bkz. Yakub’un dört ciltlik hatıratı, Ishaq al-Shaykh Ya‘qub, wujuh fi masabih al-dhakira (Hatıra Lambalarının Yüzleri), 4 cilt., cilt. 1 (Kuwait: Dar Qurtas lil-Nashr, 2001), cilt. 2 (Kuwait: Dar Qurtas li-l-Nashr, 2005), Cilt. 3 (Kuwait: Dar Qurtas li-l-Nashr, 2007), cilt. 4 (Beyrut: Dar al-Farabi, 2011). Hatıratının başka bir kısmı ve Alman Demokratik Cumhuriyeti’nde geçirdiği dönemle ilgili olarak bkz. Ishaq al-Shaykh Ya’qub, inni ashummu ra’ihat Mariyam (Meryem’i kokluyorum), cilt. 2 (Beyrut: Dar al-Farabi, 2010) ve politik tutsak olarak geçirdiği döneme dair değerlendirmesi için: Ishaq al-Shaykh Ya’qub, al-musa’ala (Sorgu) (Beyrut: Dar al-Farabi, 2011).

[8] Al-‘Attar, al-harakat, 154, 176f.; Salameh ve Steir, “Political Power,” 20f.

[9] Fahd al-Qahtani, shuyu‘iyyun i al-su ‘udiyya: dirasa fi al-‘alaqat al-sufitiyya al-su’udiyya (Suudi Arabistan’da Komünistler: Sovyetler-Suudi Arabistan İlişkileri Üzerine İnceleme) (n.p.: n.p., 1988); Mark N. Katz, Russia and Arabia: Soviet Foreign Policy toward the Arabian Peninsula (Baltimore: Johns Hopkins University Press, 1985), 142f.; Aryeh Y. Yodfat, The Soviet Union and the Arabian Peninsula: Soviet Policy towards the Persian Gulf and Arabia (Londra: Croom Helm, 1983), 133f.

[10] Örneğin Sovyetler Birliği’ndeki öğrencilere yönelik bir dergi çıkartılıyordu. Bu dergide hem 1979’daki intifada ile makalelere hem de Moskova’daki Halkın Dostluk Üniversitesi ile ilgili yazılara yer verilmekteydi. Rabitat al-Talaba al-Su’udiyyin fi al-Ittihad al-Sufiti, al-Ish’a’ 3 (Temmuz 1980). Nachlass Prof. Dr. Gerhard Höpp, Signatur 10.15.087, Zentrum Moderner Orient, Berlin, Germany.

[11] Louër, Transnational, 44.

[12] Al-‘Akri, al-tanzimat, 45; Vassiliev, The History, 464.

[13] Suudi Arabistan Komünist Partisi eski üyesi ile mülâkat, Riyad, Kasım 2008. İsimleri: rabitat al-nisa’ al-dimuqratiyya fi al-su’udiyya (Suudi Arabistan’da Demokratik Kadın Derneği) ve ittihad al-talaba fi al-su’udiyya (Suudi Arabistan’da Öğrenci Birliği. Al-‘Akri, al-tanzimat, 55f. Gençlik kanadı konusunda bkz. Ittihad al-Shabab al-Dimuqratii al-Su’udiyya, watha’iq al-mu’tamar al-thani li-ittihad al-shabab al-dimuqrati fi al-su’udiyya, 1986 (Suudi Arabistan Demokratik Gençlik Birliği İkinci Kongresi Belgeleri) (n.p.: n.p., n.d.).

[14] Merkezi yayın organı: Sawt al-‘Ummal (İşçilerin Sesi), sadece sekiz sayfa olarak yayınlanan gazete 1989’da ARAMCO’da yabancı işçilerin işe alınmasını, Suudi işçilerin işten çıkartılmasını eleştirdi. Sawt al-‘Ummal 10 (Nisan 1989), If.

[15] Eski bir Suudi Arabistan Komünist Partisi üyesi ile mülâkat, Suudi Arabistan, 2011. Bazıları bu rakamın sadece otuz olduğunu, bunların da büyük bir kısmının sürgünde yaşadığını söylüyor. Holden ve Johns, The House of Saud, 532; Peterson, Historical Dictionary, 121.

13 Haziran 2019

,

Farah Diba’ya Açık Mektup

Mektup, Konkret dergisinin Haziran 1967 tarihli sayısında yayınlandı. Fakat yazının büyük bir kısmına dergide yer verilmedi. Almanya’yı ziyaret eden İran şahını protesto eden Berlin Yüksekokulu öğrencileri, 2 Haziran 1967 günü mektubu broşür hâlinde yayınlayıp tüm ülke genelinde dağıttılar.

* * *

İyi günler Bayan Pehlevi,

Size yazma fikri bir imparatoriçe olarak yaşamınızı anlattığınız Neue Revue dergisinin[1] 7 ve 14 Mayıs tarihli sayılarını okurken aklımıza geldi. Yazıyı okurken sizin İran konusunda yeterince bilgiye sahip olmadığınız izlenimini edindik. Bu sebeple siz, esasen Alman kamuoyunu da yanlış bilgilendiriyorsunuz.

“İran yazları çok sıcaktır, ben de birçok İranlı gibi ailemle birlikte Hazar Denizi kıyısındaki sayfiye yöresine tatile gittim” diyorsunuz.

“Birçok İranlı gibi” ifadesi sizce biraz abartılı değil mi? Örneğin Belucistan ve Mehran’da “birçok İranlı”, nüfusun yüzde sekseni, kalıtsal frengiden mustarip. Ayrıca İranlıların ekseriyeti, yıllık geliri yüz doların altında olan köylülerden oluşuyor. İranlı kadınların büyük bir kısmının iki çocuğundan biri, yüz çocuğun ellisi, açlık, yoksulluk ve hastalıktan ölüyor. Sizce günde 14 saat halı dokuyan çocukların ekseriyeti, yazları Hazar Denizi kıyısındaki sayfiye yöresine tatile gidiyor mudur?

O 1959 yazında Paris’ten memleketinize dönüşünüzde Hazar Denizi kıyısına gittiniz, çünkü “İran pilavına ve özellikle de meyvelerinize, tatlılarınıza ve gerçek bir İran sofrasını oluşturan, yalnızca İran’da bulunabilecek her şeye hasret kalmıştınız”.

Oysa siz de biliyorsunuz, birçok İranlının bırakalım tatlıyı, bir dilim ekmeğe hasret kaldığını. Örneğin Mehdiabadlı köylüler için “İran sofrası”, suda yumuşatılmış samandan oluşuyor. Tahran’dan yalnızca 150 kilometre uzaklıkta yaşayan bu köylüler, çekirgelerin kökünün kurutulmasına karşı çıktılar, çünkü temel gıdaları çekirgeydi. İnsan, bitki kökleri ve hurma çekirdeği yiyerek de yaşayabilir; uzun süre değil, iyi de değil ama açlık çeken İran köylüleri tam da bunu deniyorlar. Gelgelelim otuz yaşında ölüyorlar. Bir İranlının ortalama yaşam süresi bu. Lâkin siz gençsiniz, daha 28 yaşındasınız; önünüzde “yalnızca İran’da bulunabilecek” iki güzel yıl daha var.

Paris’ten döndüğünüzde Tahran’ı değişmiş bulmuşsunuz: “Binalar, mantar gibi yerden bitmişti, caddeler daha geniş ve ferahtı. Arkadaşlarım da değişmiş, güzelleşmiş, gerçek birer genç kadına dönüşmüşlerdi.”

Bu sözleri sarf ederken bir yandan da New York Times’da çıkan bir yazıda ifade edildiği üzere, “alt sınıflara mensup milyonları, Tahran’ın güneyinde yeraltı mağaralarında ve insanlarla dolup taşan, tavşan kümesine benzer kerpiç kulübelerde yaşayan 200.000 insanın evlerini” görmezlikten geldiniz. Bu tür şeylerin karşınıza çıkmasını engelleme görevini Şah’ın polisi üstlenmişti çünkü. 1963 yılında bir polis birliği, zengin mahallelerin yakınında bir inşaat temeli çukuruna sığınan bine yakın insanı, yazları Hazar Denizi kıyısına tatile gidenlerin göz zevki bozulmasın diye, döverek dışarı atmıştı. Şah, tebaasının bu tür konutlarda yaşamasından kesinlikle rahatsız olmuyor. Onun asıl katlanılmaz bulduğu, yalnızca kendisinin, sizin ve benzerlerinizin bu manzaraya şahit olmanız. Bununla birlikte, Şah, kentlilerin durumunu nispeten daha iyi buluyor. Güney İran’ı anlatan bir seyahatnamede yazar, “yıllarca solucan gibi çamurda yuvarlanan, yabani otlarla ve kokmuş balıkla beslenen çocuklar tanıyorum” diye yazmış. Bu çocuklar sizin değil, şükür ki öyle, buna şükretmek tabii ki hakkınız, ama gelgelelim bunlar gene de çocuk.

Yazınızda “Almanya, tıpkı Fransa, İngiltere, İtalya ve diğer yüksek kültürlü halklar gibi, sanatta ve bilimde öncü konumda ve bu, gelecekte de böyle olmaya devam edecek” demişsiniz.

Şahımız’a şükürler olsun. Federal Almanya konusuna gelecek olursak eğer, bence böylesi öngörülerde bulunmayı Alman kültür politikası uzmanlarına bırakın. Onlar, bu konulardan daha fazla anlarlar. Ama İran nüfusunun yüzde 85’inin, hatta kırsal nüfusun yüzde 96’sının okuma-yazma bilmediğini açıkça neden açıktan dile getirmiyorsunuz? 15 milyon İran köylüsünün yalnızca 518.480’i okuyabiliyor. Ancak 1953’te Musaddık’a[2] karşı yapılan darbeden bu yana İran’ın aldığı 2 milyar dolarlık kalkınma yardımı, Amerikan soruşturma komisyonlarının tespit ettiğine göre, “buhar olup uçmuş”, bu paradan yapılması gereken okullar ve hastanelerin yerinde ise yeller esiyor. Şah, yoksullara ders vermeleri için askerleri köylere gönderiyor, kendilerine verilen ve mayalarını ortaya koyan bir adla: “Bilgi Ordusu”. Bu işin sonunda insanlar mesut olacak, askerler onların açlığı ve susuzluğu, hastalığı ve ölümü unutmalarını sağlayacak. Şah’ın, Hubert Humphrey[3] tarafından patavatsızca duyurulan cümlesini siz de biliyorsunuz: “Ordu, ABD yardımı sayesinde iyi durumda, sivil halkın hakkından gelecek gücü var. Ordu, Ruslara karşı değil, İran halkına karşı savaşmaya hazırlanıyor.”

Şah’ın “alçakgönüllü, seçkin ve vicdanlı bir şahsiyet, ama aynı zamanda “sıradan bir vatandaş kadar mütevazı” olduğunu söylüyorsunuz.

Şah’ın, yalnızca afyon ekimi üzerinde sahip olduğu tekelden her yıl milyonlar kazandığı, ABD’ye kaçak yollardan sokulan uyuşturucunun ana tedarikçisi olduğu, 1953 yılında İran’da eroin daha bilinmezken, bugün Şah’ın önayak olması ardından İranlıların yüzde yirmisinin eroin bağımlısı hâline geldiğini göz önünde bulundurduğumuzda, sözleriniz hiç de gerçekleri yansıtmıyor. Bu tür işlerle uğraşan insanlar, doğrusu bizde vicdanlı değil, suçlu olarak adlandırılırlar ve “sıradan vatandaş”ların aksine hapse atılırlar.

Yazınızda bir de “Tek fark, kocamın herhangi bir kimse olmaması, diğer adamlarda daha büyük ve ağır sorumluluklara sahip olmak zorunda kalması” diye yazmışsınız.

“Zorunda kalması” ne demek? İran’ı yönetmesini rica eden; İran halkı değil, Amerikan gizli servisiydi. Siz de biliyorsunuz: Kocanızı başa CIA geçirdi ve bu iş hiç de ucuza malolmadı. CIA’in Musaddık’ın devrilmesine ayırdığı bütçe 19 milyon dolar tutarındaydı. Kalkınma yardımının nereye gittiği hakkında sadece tahmin yürütebiliriz, çünkü size hediye ettiği birkaç parça mücevher, 1,2 milyon Mark’a bir alınlık, 1,1 milyon Mark’a bir broş, 210.000 Mark’a elmas küpeler, bir pırlanta bilezik, bir altın el çantası toplasan 2 milyar dolar etmez. Ama siz içinizi ferah tutun; batılı ülkeler, birkaç milyarlık yolsuzluk, afyon ticareti, işadamları, akrabaları ve gizli servis elemanlarına yedirdiği rüşvetler ve size hediye ettiği birkaç parçacık mücevher için Şah’ı suçlayacak kadar dar kafalı değiller. Sonuçta o, kaynaklar tükenene, imzaladığı sözleşmelerin süresi dolana kadar, İran petrollerinin, Musaddık yönetiminde olduğu gibi, bir daha asla kamulaştırılmayacağının güvencesi. O, İran halkına kaderini kendi ellerine almayı, petrolünü endüstrileşme için kullanmayı, toprağı sulamak, açlığın hakkından gelmek için dövizi tarım makinelerine harcamayı öğretebilecek okullara bir dolar bile akıtılmayacağının güvencesi. O, ayaklanan öğrencilerin her zaman vurulup öldürüleceğinin ve ülkenin iyiliğini düşünen parlamenterlerin tutuklanacağının, işkence göreceğinin ve öldürüleceğinin güvencesi. O, ABD’nin verdiği paralarla beslenen ve silâhlandırılan, 12.000 Amerikalı askerî danışman tarafından yönetilen 200.000 kişilik bir ordunun, 60.000 kişilik bir gizli servisin, 33.000 kişilik bir polisin ülkeye hâkim olacağının güvencesi. Ki ülkenin kurtuluşu olacak yegâne şey bir daha gerçekleşemesin, yani 1 Mayıs 1951’de Musaddık eliyle kamulaştırılan petrol bir daha asla kamunun malı olmasın. Bal tutan parmağını yalarmış. Şah’ın St. Moritz’de yediği, İsviçre bankalarına havale ettiği milyonlar, petrolünün British Petroleum Oil Company’ye (BP), Standard Oil’e, Caltex’e, Royall Dutch Shell’e ve diğer İngiliz, Amerikan ve Fransız şirketlerine kazandırdığı milyarların yanında nedir ki? Tanrı biliyor ya, Şah’ın Batı’nın kârları için sahip olduğu sorumluluk, diğer adamlarınkinden “daha büyük ve daha ağır.

Fakat belki de sizin aklınızda can sıkıcı bir mesele olarak para değil toprak reformu var. Şah, dünyaya bir hayırsever olarak tanıtılmak için halkla ilişkiler bürolarına yılda 6 milyon dolar ödüyor. Gerçekten de toprak reformundan önce ekilebilir toprağın yüzde 85’i toprak ağalarına aitti, bugünse bu oran yüzde 75. Toprağın dörtte biri artık köylüye ait ama aynı köylü, o toprağın bedelini yüzde 10’luk bir faiz oranıyla 15 yıl içinde ödemek zorunda. Artık İran köylüsü “özgür”, artık mahsulünün beşte biri değil, beşte ikisi ona kalıyor (beşte biri işgücü için, beşte biri artık ona ait olan toprak için); arta kalan beşte üçü, toprağı satmış olsa da, sulama tesisatını, tohumları, tarlaları sürecek hayvanları hâlâ elinde tutan büyük toprak ağalarının olmaya gelecekte de devam edecek. Böylece, eskiden olduğu gibi bugün de, köylüleri daha yoksul, borç batağına daha derinden batmış, daha bağımlı, daha aciz ve itaatkâr hâle getirmek mümkün oluyor. Şüphesiz sizin de isabetli bir biçimde vurguladığınız gibi, Şah “zeki ve akıllı” bir adam.

Şah’ın veliahdı ile ilgili endişelerinden bahsetmişsiniz: “Bu konuda İran anayasası çok katı. İran Şahı’nın bir gün tahta çıkacak, ileride İran’ın kaderini ellerine bırakabileceği bir oğlu olmak zorunda... Bu konuda anayasa son derece katı ve sert.”[4]

Şah’ın öteki konularda anayasaya aldırmaması, örneğin anayasaya aykırı olarak, meclisin bileşimini belirlemesi ve bütün milletvekillerinin tarih hanesi boş bırakılmış bir istifa dilekçesi imzalamak zorunda olmaları tuhaf değil mi? İran’da sansürlenmemiş tek bir satırın bile yayımlanma izni olmaması, Tahran Üniversitesi kampüsünde üçten fazla öğrencinin yan yana durmasının yasak olması, Musaddık’ın Adalet Bakanı’nın gözlerinin oyulmuş olması, duruşmaların kamuya kapalı olarak yapılması, işkencenin İran adalet sisteminin olağan işleyişinin bir parçası olması tuhaf değil mi? Anayasa, bu konularda acaba o kadar “katı ve sert” değil mi? Bu noktada, somutlaştırmak adına, İran’da işkenceye bir örnek verelim:

“19 Aralık 1963’ün gece yarısı sorgu yargıcı ifade almaya başladı. Önce beni sorgulayıp, cevaplarımı yazdı. Daha sonra ya benimle hiç ilgisi olmayan ya da haklarında hiçbir şey bilmediğim şeyler sormaya başladı. Sadece ‘hiçbir şey bilmiyorum’ cevabını verebiliyordum. Sorgu yargıcı, önce yüzüme yumruk attı, ardından elindeki copla önce sağ, sonra sol elime vurdu. İki elimi de yaraladı. Her soruda yeniden vuruyordu. Sonra beni çıplak olarak sıcak elektrik ocağının üstüne oturmaya zorladı. Sonunda elektrik ocağını eline alıp, kendimden geçene kadar bedenime bastırdı. Yeniden kendime geldiğimde, sorularını yineledi. Başka bir odadan içi asit dolu bir şişe aldı, içindekini bir bardağa boşalttı ve copu içine batırdı. […]”

Federal Almanya Devlet Başkanı’nın sizi ve kocanızı, tüm bu dehşet verici şeylerden haberdar olarak buraya davet etmesine şaşırmıyor musunuz? Biz şaşırmıyoruz. Kendisine toplama kampı tesislerinin planlarını ve inşaatlarını neden sormuyorsunuz? Başkan bu alanda bir uzmandır.

İran hakkında daha fazla şey mi bilmek istiyorsunuz? Geçenlerde Hamburg’da, sizin gibi Alman bilimi ve kültürüyle ilgilenen, sizin gibi Kant, Hegel, Grimm Kardeşler ve Mann Kardeşler’i okumuş bir hemşerinizin kitabı yayımlandı: Behman Nirumend’in Hans Magnus Enzensberger’in önsözüyle çıkan İran: Gelişmekte Olan Bir Ülke Modeli mi Yoksa Özgür Dünya’nın Diktatörlüğü mü? isimli kitabı. Burada sizi bilgilendirmek için başvurduğumuz alıntıların ve olguların asıl kaynağı işte bu kitap. Bu kitabı okuyup da geceleri uyku uyuyabilen ve onu okuduktan sonra yüzü kızarmayan insan var mıdır, bilmiyorum.

Niyetimiz size hakaret etmek değil. Fakat gelgelelim Alman kamuoyunun da sizin Neue Revue’de yayımlanan yazınız türünden yazılarla hakarete maruz kalmasını istemiyoruz.

Saygılarımla,

Ulrike Marie Meinhof
Konkret
, Sayı 6, 1967

[Kaynak: Siegward Lönnendonker, Tilman Fichter (Hg), Free University Berlin 1948-1973; University in Transition, Berlin 1983, Cilt 5, Sayfa 174.]

Dipnotlar:
[1] Neue Revue: 1946’dan beri yayınlanan haftalık cemiyet gazetesi. İsmi Revue olarak değiştirildi.

[2] Başbakan Musaddık’ın başa geçmesiyle Şah 1953’te ülkeyi terk etti. Fakat yapılan darbe ile Şah ülkeye geri döndü. Musaddık tutuklandı ve yargılandı.

[3] Hubert Humphrey: (Demokrat Partili) Johnson döneminde ABD başkan yardımcısı. 1962’de Nixon’la girdiği seçim yarışını az bir oy farkıyla kaybetti.

[4] Şah’ın Süreyya ile yaptığı evlilik, erkek çocuk doğurmadığı için sona erdi.

12 Haziran 2019

,

Sermayenin Beden Politikası


Bugün feminizm, lubunizm ve veganizm, sermayenin beden politikasının tezahürleridir. Sonuçta bu politikayı epey bir zamandır tartışılan Endüstri 4.0 ve yeni yönelimlerle bağlantısı dâhilinde ele almak gerekmektedir. Bu üç ideolojik çizginin kesiştiği yer, robotlaşmış bir beden kurgusudur.

Robot, “köle” demektir. Küçük burjuvalar, evlerine Filipinli hizmetçiler ve dijital köleler alma derdindedirler. Kadın, eşcinseller, hayvanlar ve doğa onların umurunda değildir. Yeni politikaya göre örülmüş, kalıba dökülmüş beden, robotik bir hamamböceğidir. Gregor Samsa, dijital âleme uyanmıştır. O âlem, tanrısız, ailesiz ve vatansızdır. Özgürlüğün bu âlemde mümkün olduğu fikri herkesi ele geçirmiştir.

* * *

Meksika’daki uyuşturucu kartellerinin başı Chapo ile ilgili bir Netflix dizisi çekilmiş. Netflix, özünde sermayenin yeni beden politikasına ait bir propaganda aracı. Uyuşturucu ile ilgili dizileri, DEA ve CIA kaynaklı. Oysa bir yerde uyuşturucu ticareti varsa, ardında illaki CIA’i aramak gerek. Teşkilât, düşmanlarını yok etmek için uyuşturucuyu her daim bir silâh olarak kullanıyor. Ayrıca uyuşturucu ticareti, ülkelerin yönetilmesi için de zaruri.[1] Bir yanıyla, kâr oranlarının düştüğü momentte, sermayenin yeni fırsat kapısı.

Chapo isimli dizide kartelin dünya ağından bahsedilirken Türkiye’nin de adı geçiyor. Bu ağın arkasında hırslarının ve kibrinin kurbanı olmuş biri olduğuna inanmamızı istiyorlar. Hep aynı yalanı söylüyorlar.

* * *

Diziler ve oralarda anlatılan hikâyeler, küçük burjuvanın sermayeye göre yeniden kurgulanmış bedeninin erojen yerlerini gıdıklıyor. Küçük burjuva, bu tür dizilerde içki, uyuşturucu ve seks serbestiyetine dair imgeler deryasına dalıyor. Neticede yılların özgürlük mücadelesi, bu serbestiyete doğru kapatılıyor. Zaten cennette olanlar, cennet için mücadeleden içtinap ediyorlar. Sermayenin her yeri düzleyen, zaman-mekânı kendine göre ören eşitleyici pratiğini, kimi sosyalistler bile, özgürlükçü bulup bağırlarına basıyorlar. O bağır, ezilenlerin derdini, emekçilerin çilesini tanımıyor. Çünkü özgürlük dedikleri şey, bir avuç zenginin her günkü ahlaksızlığına, aymazlığına ve müsrifliğine öykünmek demek. Burjuvazinin özgürlüğünü istiyorlar.

* * *

Esasen Türkiye’de yaklaşık on yıldır bir Chapo dizisi çekiliyor. Bu dizide başrolü Erdoğan’a veriyorlar. Nedense Meksika’da işleri, hırslarına ve kibrine yenik düşmüş bireyler mahvediyorlar. Aynı hikâye, sermaye ve CIA eliyle Chapo türü dizilerde de anlatılıyor. Conrado ve Chapo gibi isimler arayıp buluyor küçük burjuvazi kendi hayatında. Bireye bu kadar anlam ve değer biçen kişi, anlamsızlaşan ve değersizleşen bedenini yücelttiğini sanıyor. Bireye gaz veren cümleler boca ediliyor sosyal medyaya. Bunu eleştiren solcular bile, aynı bireycilikle analiz ediyor ülkeyi ve dünyayı.

Chapo’da muhayyel siyasetçiye “gizli devlet”in başkanı, “ülke sana hazır değil, çünkü eşcinselsin”; yanındaki kızına, “sana da hazır değil, çünkü güçlü bir kadınsın” diyor. Burada verilen örtük mesaj, sermayenin beden politikasına ait. Sermaye ve tekeller bizi, her türlü çapak ve pürüzden kurtulduğumuzda özgürleşeceğimize inandırmaya çalışıyor. Öte yandan, kendilerini çapak ve pürüz olarak görmemizi asla istemiyorlar.

* * *

Sermayenin beden politikası, metroda karşısına oturan Müslüman adam, kadının çıplaklığı karşısında gözlerini kapattığında, küfür ve hakaret etme hakkını buluyor kendinde. Adam baksa “sapık”, bakmasa “gerici” olacak. Üstelik bu adamın patriyarkal düzlemde eril iktidarın temsilcisi olduğundan söz ediyorlar. Çünkü sürekli “uçmak”, ihtiyaç bağlarını kesmek istiyorlar. Sermaye, kendi bilincini bireylerde yeniden üretiyor. İçten içe çürüttüğü bedene ruh misali yerleşiyor.

Sonuçta son yıllarda küçük çocuklara yönelik taciz ve hayvan tecavüzü haberlerinin bu tür pratiklerin meşrulaştırılması için raflardan, özel olarak indirildiğini düşünmek gerekiyor. Hiyerarşi, sınırlar ve ayrımlar siliniyor. Yeni beden politikası, bunu emrediyor. Bir yandan kınıyorlar, eleştiriyorlar, Müslüman halka saldırma imkânı karşısında ellerini ovuşturuyorlar ama bir yandan da “baktığım hayvanla ilişkiye girme hakkım olmalı” diyorlar. Yapılan haberler, söz konusu olguların reklâmı, promosyonu için servis ediliyor. Taciz, tecavüz ardında başka bir ilişki biçimi meşrulaştırılıyor.

* * *

İnternette kısa bir aramayla, batıda pedofili destekçileriyle LGBT ağlarının iç içe geçtiğini ortaya koyan haber ve yazılara rastlamak mümkün. “8 yaşından önce seks yap”[2] diyen bu dernekler ve STK’lar, devletlerden ciddi destek görüyorlar. Bugün ABD’de, AB’de veya Türkiye’de herhangi bir özel üniversitenin lisans ya da lisansüstü programının müfredatında LGBT ile ilgili bir derse illaki rastlıyorsunuz. Üstelik şeriatla yönetilen bir ülkede oluyor bunlar!

Bu, “ezilen” kategorisi altında sahip çıkılan şeyin bu müfredatta anlatılanlar olmadığını birilerinin anlaması lazım. Ama anlama pratiği de hiyerarşik, sınırlayıcı ve ayrıştırmaya dair. Bu sebeple artık solun dünyayı yorumlaması bile mümkün değil. Solda her fırsatta kullanılmayı seven bir yan var. Manasını bu yan sayesinde ediniyor. Sermayenin beden politikası, bugün sol ve solculuk olarak yutturuluyor.

Eren Balkır
12 Haziran 2019

Dipnotlar:
[1] Lars Schall, “CIA: Örgütlü Suçun 70 Yılı”, 19 Eylül 2017, İştirakî.

[2] Mücahit Gültekin, “Zümrüt Apartmanı Müstakil Bir Apartman mı?”, 31 Mayıs 2019, İslami Analiz.

02 Haziran 2019

,

Mektup


3 Haziran

Saygıdeğer Lu Hsun,

1927 Devrimi'nin başarısızlığının ardından Çinli komünistler, derlenip toparlanabilmek için ricât etmek yerine, askerî bir maceracılığa kapıldılar. Köylülerden büyük bir Kızıl kuvvet oluşturup tüm ülkeyi fethedebilmek amacıyla şehirlerdeki çalışmalar terk edilip, devrimin gelgitlerinin tükenmesine rağmen, Parti üyelerini her yerde ayaklanmaya sevk ettiler. Yedi ya da sekiz yıl içinde, yüz binlerce cesur ve faydalı genç bu politika yüzünden feda edildi. Bu sebepledir ki milliyetçi hareketin üst mevkilerinde, şehirli kitlelere yol gösterecek devrimci liderler kalmadı ve devrimin bir sonraki safhası, bir belirsizliğe ertelendi.

Artık, bu Kızıl kuvvetlerin ülkeyi fethetme girişimi başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Fakat Moskova'nın bürokratlarından körü körüne emir alan Çinli komünistler, şimdi ''Yeni Politika'' denen bir şeyi kabul etmişlerdir. Yüz seksen derecelik bir dönüşle sınıf tutumlarını bırakarak, ''birleşik cephe'' denen şeyi kurmak için, müzakere amacıyla bürokratlara, siyasetçilere ve hatta kitlelerin katili savaş ağalarına temsilciler göndermiş, bildiriler yayınlamışlardır. Kendi bayraklarını bir kenara bırakarak, bu bürokratların, siyasetçilerin ve infazcıların yeri geldiğinde Japonya'ya da direnecek olan milli devrimciler oldukları iddiasıyla, halkın da kafasını karıştırmışlardır. Buradan çıkabilecek sonuç ancak, devrimci kitlelerin katledilmeleri için bu infazcıların eline teslim edilmeleri olacaktır. Stalinistler tarafından utanmak nedir bilmeden girişilen bu ihanet, tüm Çinli devrimcilerin yüzünü utanç içinde kızartmaktadır.

Şimdi, burjuva liberalleri ve Şangay küçük burjuvazisinin üst katmanları, Stalinistlerin bu ''Yeni Politika''sını memnuniyetle karşılamaktadır. Tabii ki memnuniyetle karşılayacaklardır. Moskova'nın geleneksel saygınlığı, Çinli komünistlerin döktükleri kan ve sahip oldukları mevcut kudret… ellerine daha ne kadar fırsat verilebilirdi ki? Fakat bu ''Yeni Politika'' ne kadar çok memnuniyet içinde karşılanırsa, Çin devrimine vereceği zarar da o kadar çok olacaktır.

1930'dan beri en zor koşullar altında örgütümüz, hedefimiz için çarpışmakta aralıksız çabalar sarf etmiştir. Devrim'in yenilgisinden beri Stalinistlerin pervasızlıklarına karşı çıkarak, “devrimci demokratik mücadele”yi savunduk. Biz şuna inanıyoruz ki Devrim yenildiği için, şimdi her şeye en baştan başlamamız gerekiyor. Devrimci teoriyi incelemek için devrimci kadroları bir araya getirmekten asla vazgeçmedik, devrimci işçileri eğitmek için yenilginin derslerini kabul ettik, böylece bu çetin karşı-devrim döneminde devrimin bir sonraki aşaması için sağlam bir temel oluşturabildik. Geçen birkaç yıl, bizim siyasi çizgimizin ve çalışma yöntemimizin doğruluğunu kanıtlamıştır. Bizler, Stalinistlerin umursamaz ve oportünist siyasetlerine ve bürokratik parti sistemlerine karşıydık. Şu anda, tereddütsüz bir şekilde onların bu hain “Yeni Politika”sına cephe alıyoruz. Fakat özellikle bu sebepten dolayı, her tür kariyeristin ve parti bürokratının saldırısı altındayız. Bu nasıl bir tâlihtir; iyi mi kötü mü?

Son on yıl ve daha fazlasında, sizin hocalığınıza, kaleminize ve ahlaki bütünlüğünüze hayran oldum. Zira birçok düşünür, bireyciliğin bataklığın düşmüşken siz, kendi görüşünüzü ifade etmek için tek başınıza durmadan savaştınız. Siyasi görüşlerimize yönelik eleştirinizi duymak bizim için büyük bir onurdur. Size son zamanlarda yayımladığımız yayınlardan birkaçını gönderiyorum, kabul etmenizi ve okumanızı rica ediyorum. Cevap yazacak kadar iyiyseniz, lütfen Bay X ile bırakın. Ben, cevabınızı almak için üç gün içinde onun evine gideceğim.

En iyi dileklerimle,

Chen X—X

* * *

Cevap

 

9 Haziran

Saygıdeğer Chen,

Mektubunuzu ve göndermiş olduğunuz Mücadele ve Kıvılcım yayınlarını aldım.

Mektubunuzun esas olarak şu iki noktada toplandığını kabul ediyorum: Stalin'i ve yoldaşlarını bürokrat kabul edişiniz ve Mao Zedung ile diğerlerinin “Japonya'ya karşı direniş için tüm partileri birleştirme” önerisini devrime bir ihanet olarak alışınız.

Bunu kesin bir şekilde “kafa karıştırıcı” buluyorum. Stalin'in SSCB'sinin başarıları, oradan oraya gidip duran ve yaşlı başlı kendisini, düşmandan para almaya “zorlayan” Troçki'nin sürgününün zavallılığını göstermiyor mu? Kendisinin şu anki sürgün hâli, devrimden önceki Sibirya'dan çok daha farklı olmalıdır. O zamanlarda, birisinin mahkûmlara bir parça ekmek verdiğinden bile şüphe ettiğim için söylüyorum bunu. Yine de kendisi şu an pek iyi hissetmiyor olmalı, çünkü Sovyetler Birliği muzaffer oldu. Gerçekler retoriklerden kuvvetlidir; ve hiç kimse, böylesine acınası bir ironiyle karşılaşmayı beklemiyordu. Şüphesiz, sizin “teoriniz, Mao Zedung'unkinden daha ulvidir; sizinki gökteyken, onunki yerdedir. Bu ulviliğin takdire şayanlığı bir yana, maalesef, Japon işgalcileri tarafından oldukça memnuniyetle karşılanacak bir şey olacaktır. O yüzden korkarım ki, gökten düşecektir ama düştüğü yer, yerin en pis yeri olacaktır. Japonlar sizin bu ulvi teorilerinizi hoş karşılarken, iyi bir şekilde basılmış yayınlarınızı gördükçe sizin için endişe etmekten kendimi alıkoyamıyorum. Eğer birileri kasten, sizin Japonlardan bu yayınlar için para aldığınız söylentisini yayarsa, kendinizi nasıl temize çıkaracaksınız? Daha önceden aranızdan bazıları benim Rus rubleleri aldığımı söyleyenlere katıldığı için misilleme niyetiyle söylemiyorum bunları. Hayır, o kadar alçalmayacağım ve sizin de, Mao Zedung ve diğerlerinin Japonya'ya karşı birleşme çağrılarına saldırmanız karşılığında Japonlardan para alacak kadar alçalacağınıza inanmıyorum. Hayır hayır, böyle bir şey yapmazdınız. Fakat uyarmam gerekiyor ki sizin bu ulvi düşünceleriniz Çin halkı tarafından pek hoş karşılanmayacaktır. Ayrıyeten, sizin tavrınız da, Çin halkının bugünkü ahlakî standartlarının karşısında kalıyor. Sizin görüşleriniz hakkında söyleyeceklerim bu kadardır.

Sonuç olarak, bu ani mektup ve yayınlar beni oldukça rahatsız etti. Bunun bir nedeni olmalı. “Silâh arkadaşları”mın bir kısmı beni bazı hatalardan suçluyor olmalı. Ama hatalarım ne olursa olsun, görüşlerimin sizinkinden oldukça farklı olduğuna ikna oldum. Bugün oldukça sağlam bir iş çıkaranları, ayakları sıkı bir şekilde yere basanları ve Çin halkını savunmak için kanını dökenleri yoldaşım saymayı bir onur olarak görüyorum. Bunu açık bir mektup yaptığım için özür dilerim, ancak üç günden fazla bir zaman geçtiğinden, muhtemelen cevabım için o adrese gitmeyeceksiniz.

Saygılarımla,

Lu Hsun
9 Haziran 1936
Kaynak

, ,

Partililik

Konumuz Toplum Bilimidir. Toplumu ileriye doğru götüren motor, Kitle hareketidir. Tarihte her kitle hareketinin daima güdücüsü olan bir Sınıf vardır. Derebeylikten Kapitalizme geçilirken devrimin güdücü sınıfı Burjuvazi idi. 20. yüzyılda bu rol, Proletaryaya geçti. Bugün sosyal bilimlerde yeni bir ilerleyiş teorisini elde etmek için İşçi Sınıfının devrim hareketine katılmak gerektir. Nitekim Ortaçağ’da ancak burjuva hareketine katılmak yeni ve ileri bir teori edinmeye yarardı.

Her sınıfın toplumsal rolünü bilince çıkarıp, kitle hareketini örgütlendiren keşif kolu birliklere Parti denir. Şu halde, bir sınıfın hareketine katılmak, o sınıfın bütün ve gerçek temsilcisi olan bir Partiden olmak demektir. Toplum bilimlerinde az çok bir şey söylemek ve bilmek isteyen ve ne dediğini anlamak iddiasında olan her bilim adamı, mutlaka mensup olduğu sınıfın bütün zümrelerini ayrıcalıksız benimseyen bir Partiye bağlanmak zorundadır. Böyle bir Parti tutmayan adamın, sosyal bilim adına konuşması, uyutucu güzelliklerden yahut sapık şaklabanlıklardan öteye geçemez.

Parti tutmak, bir Partinin yalnız başarılı olduğu zamanlar kudretinden istifade edip post kapmak hevesi değildir. Partiden olmak, her türlü zor ve sorumluluklardan uzak bir fahrî Parti avukatlığı yapmak da değildir. Partililik, Müslümanlığın imanı gibi üç basamaklıdır:

Birinci basamak: Tasdik [Onaylama]: Partinin bütün ideolojisini hazmederek içten benimsemek... Lâkin bu kadarcığı hiç yetmez.

İkinci basamak: İkrar [Bildirme]: Partinin fikir ve prensiplerini başkalarına da yaymak, yani pratik ve teorik Propaganda ve Ajitasyonda bulunmak...

Lâkin, yalnız inanmak ve inandığına başkalarını da inandırmak, Parti tutmak değildir. Asıl:

Üçüncü basamak: Amel [İş]: Yani inandığını yapmak için inanç prensiplerince gereken disiplin ve örgüt içinde hareket etmek, Parti organları ve safları içinde işleyen bir çark veya vida olmayı bilmektir.

Partinin hareketine ve işine canıyla, başıyla, varıyla, yoğuyla, yani hayatî biçimde "incarné" olmayan, kendini vermeyen kimse, "ağzıyla kuş tutsa" kalpazanlıktan kurtulamaz. Kendi kendine gelin güveyi olarak Parti tuttum diye, ne kendini, ne başkalarını boşuna aldatmamalıdır.

Ancak, gerçek kadim Dervişin “fena fillah sırrına ermek” dediği şekilde, maddi mânevi her şeyini Parti ideali uğruna verebilen, gözünü kırpmadan vermeyi bilen kimse, sözünün eridir, Partinin güttüğü hareket ve ideolojiye gerçekten ulaşmış, idealistliğe ermiş sayılabilir. Parti adamı olmak budur.

“Marks ve Engels, felsefede baştan sona kadar Parti adamı oldular. Partiye karşı her türlü bağımsızlık gayreti: Felsefede idealizme ve fideizme (softalığa) karşı sefilcesine örtbas edilmiş uşaklıktan başka bir şey değildir.” [Lenin, Materyalizm ve Ampiriyokritisizm, s. 296, 311 (Collected Works, C. 14, s. 339, 344)]

Toplum partilere bölünmüş kaldıkça, Parti adamlığını, sözde “Düşünsel bağımsızlık”ına aykırı bulan, toplum bilimlerinde hiçbir gerçeğe erişmemeye yeminli bir kendini beğenmiştir. Güya “eleştiri özgürlüğü”ne kavuşmak için, Parti disiplini ve Parti örgütünü kendine dar gören kimse, ancak bir demagogdur ve her demagog, Lenin'in dediği gibi, samimi olduğu ölçüde fikir ve harekete tehlikelidir.

Hikmet Kıvılcımlı
Kaynak