31 Temmuz 2024

,

Şehitler Ölmez



İsmail Heniyye’yi katlettiler.

Bu saldırı, düşmanın suikastların işe yaradığını düşünecek kadar aptal olduğunun kanıtı.

Elli yıldır katlediyorlar ve bu suikastların beyhude olduğunu hâlen daha anlayamadılar.

Şeyh Ahmed Yasin’i katlettiler ama o, yirmi yıl sonra bir RPG füzesi olarak geri döndü.

Gassân Kenefâni’yi 1972’de, Kemal Advan’ı 1973’te, Yahya Ayyaş’ı 1996’da, Ebu Ali Mustafa’yı 2001’de, Ahmed Yasin’i 2004’te, Cemal Ebu Samhadana’yı 2006’da, Ahmed Cabari’yi 2012’de, Baha Ebuyü’l Ata’yı 2019’da, Salih Aruri ile İsmail Heniyye’yi 2024’te katlettiler.

Bu isimler bugün kalplerimizde yaşıyorlar.

Yarın da suikastlarına devam edip Muhammed Deyf’i, Yahya Sinvar’ı veya Ebu Ubeyde’yi de katledebilirler.

Ama şu gerçeği hiçbir şekilde değiştiremeyecekler: Filistin halkı, kendisine ait olan toprağında yaşama hakkı için direniyor, mücadele ediyor.

Bir lideri öldürmek, onu sadece bir şehit yapar.

Şan olsun şehitlere, mücadele devam ediyor.

@Marxozoic
31 Temmuz 2024
Kaynak

, ,

Filistin Hareketi

Sol özneler, kendilerini hür ve müstakil kılan, öznelik bahşeden gücün emirlerinden çıkamıyorlar. O gücün dediklerini yapıyorlar. Ortadoğu veya Doğu bağlamından, oradaki bağlardan söz edenleri öldürmek zorundalar. Gelgelelim devlet, 2004’le birlikte Ortadoğu pazarına giriyor. 

Sermaye için AKP, Egemen Bağış’ın Google’dan bulup paylaştığı Bakara Makara’yla aynı anlam ve değere sahip. AKP, o laf kadar Müslüman ve dinci!

Seksenlerde Avrupalı olarak Ortadoğu pazarına girmek isteyen sermaye, AKP’yi inşa ediyor, sonra da sahaya sürüyor. Devlet de kentteki huzursuzluğu kontrol altında tutma görevini CHP’ye veriyor. Bu düzeneğin küçük bir parçası olan TKP, AKP’nin de en az kendisi kadar dinsiz imansız olduğunu biliyor olmalı. 

AKP, Ortadoğu’daki Müslüman direnişi kırarak, sermaye adına ilerliyor. Sola sermayeye kol kanat gerip dine saldırmak düşüyor.

2010’la birlikte iş ciddiye bindi. CHP dümen kırdı. “Bari bu Müslüman kitleden bireyleri avlayalım” denildi. İştirakî’ye yönelik sınırlı ve geçici teveccühün, ilginin sebebi buydu. CHP ve uzantısı olan sosyalistler, iman ettikleri mitolojideki çatlakları kapatmak için belirli kanallardan Doğu ve Müslüman sahasına giriş yaptılar. Oranın iradesini tasfiye etmek için uğraştılar.

Bugün Filistin eylemlerine Müslüman halkı taciz ve rahatsız etmek için kasten şortlu kadın yoldaşlarını gönderiyorlar, Tekbir’e mani oluyorlar, temsili bir-iki kişiyle katılım gösteriyorlar. Süreci baltalamak için uğraşıyorlar. Müslüman’ın dilini kesmek için uğraşıyorlar. Dertleri Filistin değil. Çünkü bunlar, Bağdat’ın, Şam’ın, Kudüs’ün yerini ancak 2004’te Amerika geldikten sonra öğrendiler. Gerici gördükleri Ortadoğu’dan kaçıp Avrupa kentlerine yerleştiler. Oradan gelen fikirlerle beslendiler. Bunların geleneği, simgesi “kuzu postlu kurt” olanlara dayanıyor. Filistin mücadelesini bu yalan imajla ele geçirmek için çabalıyorlar.

Ağalarının-paşalarının hür ve müstakilliğine biat etmiş olan sol örgütler, Doğu’nun iradesine bağlanmayı zul kabul ettiler. Doğu’nun iradesine örgütlenme imkânlarını ortadan kaldırmak için uğraştılar. Hepimizi koltuk altı kılları kesilsin mi veya 3 yaşındaki çocukları nasıl eşcinsel yapalım tartışmalarına bağladılar. Felluce’yi unuttuk, Halep’i duymadık, Gazze’ye sırtımızı döndük.

Bugün hür ve müstakil ağaların-paşaların Yalçın Küçük ve Orhan Gökdemir gibi solcularının yetiştirdiği gençler, İştirakî’yi bu bağlar kurulmasın diye tasfiye etmek istediler. Sosyaliz.morg, bu tasfiye pratiğiyle tanımlı. Tek yaptıkları, hocalarından aldıkları feyzle, mitolojideki açıkları kapatmak, tutarsızlıkların üzerini örtmek, egemenlere sorun çıkartacak meselelerin yol açacağı dinamizmi köreltmek. Hepsi de CHP’ye çalışıyor, çalışmaya mecbur. Tecim de geçim de fikir de oraya bağlı. AKP-CHP kurgusunda belirli değişiklikler yaşanınca CHP yuvasına geri döndüler. Şimdilerde bir Cumhuriyet miti olan Yunus Emre’ye atıfla Cumhuriyet ideolojisini sağdan beslemeye çalışıyorlar. Çünkü artık Müslüman, demode, değersiz, artık nüfus. “Toplum kusurlu malları topluyor”sa, onun efendilerine destek olunmalı.

Bu gençlerin büyük hocası Yalçın Küçük, AKP’nin dönemin TOBB başkanı Sinan Aygün’ün evinde kurulduğunu söylüyor. Sonra bakıyoruz ki Yalçın Küçük, o Aygün’ün masasından kalkmıyor, evinden hiç çıkmıyor. Bu ilişkiler çok şey anlatıyor olmalı.

Kuzey Irak ve Halep’i isteyen Küçük, siyasetin biraz Ortadoğulaşması gerektiğini biliyor, bunun sancılarını içeriden iletilen sara ve diplomayla ilgili istihbaratla gidermeye çalışıyor. Bu sis perdesinin gerisinde AKP ile Küçük’ün sahipleri arasındaki ilişkilerin daha da güçlendiğini biliyoruz. Gökbeyler ve dronlar, semayı bu ilişkiler sayesinde kaplıyor.

Bugün kervanın CHP’ye yöneldiği açık. CHP yöneticileri, Küçük’ün gençlerine o nedenle para akıtıyor. İş buluyor. Bu nedenle, “Sizin CHP eleştirinizi temelsiz buluyorum” diyen kişi, doğalında koşa koşa Halk TV’ye çıkıyor. Halk TV, uyuşturucu parasıyla kurulduğu söylenen kanal. Uyuşturuyor. O Boğaziçili gencin eleştirimizi temelsiz bulmasının sebebi, CHP’ye toz kondurmak istememesi. Onun eleştirilmesini istemiyor.

Halk TV’ye çıkan, bu çıkış öncesinde illaki bizi eleştirme ihtiyacı duyan Hüseyin Arif, ömrü CHP’ye çalışmakla geçmiş örgütün Filistin eylemlerini laikleştirmek, Müslüman halkın iradesinden uzaklaştırmak için uğraştığını görmüyor. Şefinin X hesabında ve yazılarında Müslümanlara ettiği hakaretlere bakmıyor. Kendi örgütünün “ur” dediği şeye hizmet ettiğini anlamak istemiyor.[1] Tayyip’in “normalleştirdiği” CHP adına konuşuyor.

Hüseyin Arif’in şefi, CHP’nin “iktidar hedefi olan sol parti” olduğunu yazıyor X hesabında. Başka bir tvitinde “suç günah CHP’de değil” diyor. Bir yazısında mealen “asıl partimiz CHP, bize cephe gerek” imasında bulunuyor.[2] Seyahat ettiği yerlerde işçileri CHP’nin sol parti olduğu yalanına örgütlemeye çalışıyor. Bazen de CHP’ye yönelik eleştirileri mülk ve gasp edip boğmak için uğraşıyor. CHP’nin işçi konusundaki açığını, gediğini kapatmak için çabalıyor. Herkesin yaptığı bu.

Pandemi, iklim ve kentsel dönüşüm konusundaki gediği kapatmaksa Orhan Gökdemir’in tilmizleri sosyaliz.morg’a düşüyor. CHP gemisi batmasın diye herkes, büyük bir uğraş içerisinde. Teori ve pratiği bu uğraş tayin ediyor. Her türlü aidiyeti yok etmek için uğraşan sosyalistler, CHP’yle nefes almaya, ona ait olmaya, onun mülkü olarak yaşamaya alışıyorlar.

Herkes, baştaki, 1920 veya 1960’taki akde bağlı. Öznelik, şirket olmakla tanımlı, o şekilde mümkün. Ona şirket olma lisansını, iznini veren güç, her türden pratikte konuşmak zorunda. Ali Koç’un “Şampiyonluk konusunda Fener’i kimse engellemedi, ben taraftarı kandırdım, hep iç içeyiz devletle” sözü, sol şefler için de geçerli. Onlar da aşağıya başka şey söylüyor, ah vah ediyor, ama şirket olarak varlıklarını sürdürmenin yolunu bir şekilde buluyor. Herkes, devletle iç içe. “Holdingciler”i eleştirenler, kendi şirketlerinin iktidarla ilişkilerine hiç bakmıyorlar.

CHP, bu düzlemde AKP’leştiriliyor. Herkes, CHP-AKP koalisyonu için el açıp dua ediyor. Kitleler, halk ve sınıf kimsenin umurunda değil. Varsa yoksa özel bireylerin hür ve müstakil çıkarları.

On yıldır tüm siyaset, MHP üzerinden yürütülen kirli işlerin ifşası üzerine kurulu. Ama kimse, CHP’nin o MHP’yle kurduğu ilişkileri, MHP’nin önerdiği ismi cumhurbaşkanı adayı yaptığını, ona vekiller verdiğini, müttefik olarak hareket ettiğini görmüyor. İngiltere’den gelecek “temiz 300 milyar dolar”ı sorgulamıyor. Avrupa ve Almanya bağlamında yürütülen MHP karşıtı harekât dâhilinde devlet içinden birilerinin sızdırdığı bilgileri yazıya dökmeyi gazetecilik sanan kişiler göklere çıkartılıyor. Tüm siyasi gündemi bu ifşaat yönlendiriyor. Egemenler, bunlar olurken ellerini ovuşturuyor.

Utanmadan, Sinan Ateş’i Deniz Gezmiş ve Berkin gibi kapağına taşıyan, göklere çıkartan solcu dergileri kimse tartışmıyor. MHP’ye yönelik “saldırı”dan herkes memnun görünüyor. Kendisini MHP karşıtlığı ile tanımlayanlar, “bize bu görevi kim neden verdi?” sorusunu sormuyorlar. “Gladyo ve kontrgerilla, MHP’yi tasfiye ediyor olabilir mi?” sorusunu kimse sormuyor. Yerine ne konulacağını tartışan yok.


Bu ülkede bir Müslüman örgüt, kendince o frekansa dâhil oluyor, orada suyun başını tutuyor, gidiyor, Starbucks eylemi yapıyor. Hüseyin Arif gibi solcuların basını, haberi “gerici yobazlar Starbucks’a saldırdı” diye veriyor. Bu emperyalist-siyonist kuruluşa sahip çıkıyor. Ümit Özdağ ile yan yana geliyor. Bu dil ve tarzı eleştirip Batı’da sosyalistlerin Starbucks eylemlerine ait (yukarıdaki) görseli paylaştığımızda bize “Hizbullahçı” yaftası yapıştırıp sola yönelik eleştirilerimizi boşa düşürmeye çalışıyorlar. 

Oysa biz şunu söylüyoruz: BDS, bu ülkede BDS pratiği olmasın diye kuruldu. Filistin İçin Bin Genç, “Filistin Hareketi” olmasın diye var. Çünkü dava ve hareket, nesnel planda, kitlelerden ve onların sorumluluğundan ve iradesinden kaçırılıyor, “öznel koşulları yarattığı” yanılsaması içerisinde debelenen özel bireylere teslim edilerek mas ediliyor, boğuluyor.

İşte Has Parti’den bugüne akan sürecin hesabı da tam da bu yüzden verilmiyor. O hesap verildiği takdirde, kitlenin varlığı ve iradesi tanınmış ve tanımlanmış olacak. Bu istenmiyor. Suyun başını tutanlar, suyun gürül gürül akmasından çekiniyorlar. Bu açıdan, Filistin hareketi, CHP-AKP arasındaki kayıkçı dövüşüne kurban ediliyor. Kurban edenlerin 7 Ekim’in şanlı savaşçılarına sunabilecekleri hiçbir şey yok.

Hüseyin Arif, CHP’leşen AKP kanalından AKP’leşen CHP kanalına geçiş yapan bir isim. Emek-Adalet, bu geçişin turnikesi. Tepedeki kadrolar AKP’ye geçerken, alttaki kadrolar, CHP’ye örgütleniyorlar. Kimse, Has Parti’den bugüne uzanan sürecin hesabını vermiyor, sorgulamıyor, tartışmıyor, yarına notlar çıkartmıyor. Temas kurdukları işçileri AKP-CHP müsameresine örgütlemiş olmanın hesabını verme gereği duymuyor.

Hesap sormayan ve hesap vermeyen bir çalışmanın ürünü olarak Hüseyin Arif de yazısında özünde “ya bu laiklik takıntısı olmasa, CHP iyi parti” diyor. Bu tür yazılarla esasen CHP ve sosyalist hareketin dayandığı mitolojideki eksiklikler gideriliyor, çatlaklar kapatılıyor. Hüseyin Arif’in yazısını ışığa tuttuğunuzda Nihal Bengisu veya Nuray Mert suretleri beliriyor. Yazı, devrime ve sosyalizme dair hiçbir şey söylemiyor.

Kitleden söz ediyor, onu AKP’ye bırakıyor, sola sadece “bu kadar laiklik takıntısı yanlış” demekle yetiniyor. Ülkede bir Filistin hareketinin kuvveden fiile çıkması için uğraşmıyor. “Öznel koşulları şekillendirecek” küçük tanrılar olduğu yalanını satıyor. Filistin’e yüzünü dönmüş kitleye katışmıyor. Orada sorumluluk almıyor, bağlar kurmuyor, hesap vermiyor, horoz gibi havalanıp tavuk gibi yere çakılıyor. Çünkü bu ülkede bir Filistin hareketinin oluşması istenmiyor. Bu tür çalışmalar en fazla “Hamas zeplinle masum insanları bombaladı” diyen CHP’ye yedekleniyor. Onun sahadaki memuru olabiliyor.

Filistin hareketi, ancak Doğu’ya, kurtuluş kavgasına ait olanların harcı. Al Siyonistlerle ak Siyonistler arasındaki atışmadan bir Filistin hareketi çıkmaz.

Eren Balkır
29 Temmuz 2024

Dipnot:

[1] Hüseyin Arif Sarıyaşar, “Temsilci Siyaseti Aşmak için: Filistin’de Düşüp Dövüşene Selam Yollamak Mümkün mü?”, 15 Temmuz 2024, EVA.

[2] Eren Balkır, “Partinin Cephesi / Cephenin Partisi”, 10 Nisan 2024, İştiraki.

30 Temmuz 2024

,

Solun Mitolojisi

Bugün TKP-ÖDP gibi yapıların programlarının özünde şu yazar:

“Barışta ve savaşta, karada, denizde ve havada her zaman ve her yerde milletime ve cumhuriyetime doğruluk ve muhabbetle hizmet, kanunlara ve nizamlara ve amirlerime itaat edeceğime ve askerliğin namusunu, Türk sancağının şanını canımdan aziz bilip icabında vatan, cumhuriyet ve vazife uğrunda seve seve hayatımı feda eyleyeceğime namusum üzerine and içerim.”

Bu durum, solun yüz yıllık emirden çıkamamış olmasının bir sonucudur. “İtaat” dışında diğer kelimelerin bir anlamı yoktur. 

Sol, “105 yıl sonra aynı kararlılık ve cesaretle 19 Mayıs 1919, emperyalist işgale ve çürümüş saltanata karşı büyük bir mücadelenin başlangıcını simgeler”[1] demeye mecburdur. 

“Bağımsız, egemen bir ülke, laik bir Cumhuriyet doğrultusunda gelişen Milli Mücadele bugün Türkiye’de emperyalizme ve gericiliğe karşı Cumhuriyetçi bir silkinişe ilham vermenin yanı sıra, emekçi halkın sömürü düzenini yıkma iradesine de önemli bir meşruiyet sağlamaktadır” yalanına inanmak zorundadır. 

Samsun’la başlayan yolculukla ilgili ilkokul hikâyesine, o mitolojiye iman, sosyalist siyaseti tayin etmektedir.

15 Temmuz darbe girişiminde destek verdikleri Erdoğan’sa “19 Mayıs, teslimiyete karşı milletimizin hür ve bağımsız yaşama kararlılığının sembolüdür” diyor. Bu nedenle TKP, “Ah keşke 15 Temmuz gecesi işçi sınıfını sokağa dökseydik” diyerek sitemini dile getiriyor.

Hür ve müstakil yaşayacak ülkenin tabii ki hür ve müstakil sosyalist hareketi olmalıdır. Kemal Okuyan, komünistlerin düzenlediği bir uluslararası toplantıdan dönüşte, “ne güzel ya hiç hiyerarşi yok, öyle güzel ki kimse kimseye politika dayatamıyor, çok liberaliz” diyordu. Kemal Okuyan’ın anladığı solculuk budur. CHP liberalizminin dişine uygun bir solculuktur bu. Onu yetiştirenler, bugünler için yetiştirmişlerdir.

Hocası Yalçın Küçük de her kitabının başında, ortasında ve sonunda illaki “27 Mayıs’ı ben yaptım!” diyordu. “Hür ve müstakil Türkiye” yaşasın diye yapılan bu NATO darbesini tabii ki devletin eğitim için Amerika’ya gönderdiği bir isim yapacaktı. İşçi-köylünün böylesi bir vasfı zaten olamazdı, o ancak maraba olabilirdi. İşçi-köylünün iradesi olmasın diye vardı bu sol.

Orhan Gökdemir’in “eski” yoldaşı Yıldırım Koç da Mustafa Suphiler’den başlayarak komünist hareketin dışarıdan emir aldığını söylüyor.[2] “Katli vacibdi” diyor. “Dışarısı” dediği, Ekim Devrimi ve o iradeyle inşa edilmiş Komintern. Yıldırım Koç, hür ve müstakil ülkenin hür ve müstakil sosyalistleri adına konuşuyor. “Bize kimse emir veremez” diyor. Burada denilen, denilmeyenin üzerini örtüyor. Örttüğü gerçek cümle şu: “Biz, ancak buranın hür ve müstakil efendilerinden emir alırız, o emrederse grevi bitirir, isterse sendikayı kapatır, cuntaya onay verir, devletin politikalarına uşaklık ederiz.”

1920 ve 1960, kritik momentler. Her ikisinde de sosyalist hareket, gömleğin düğmelerini daha baştan yanlış ilikliyor. Her iki momentte de burjuvaziden ve devletten yana saf tutuyor. Burjuvazinin ve/veya devletin hür ve müstakil oluşuna dair masallara iman ediyor, hareketini bu iman şekillendiriyor. Küçük burjuva tavırla her şeyi kendisinde başlattığı için 1920’de ve 1960’ta başlattığı tarih, tabii ki kendisine işaret ediyor. O tarihi o küçük burjuva yaratıyor. Küçük burjuva, adsız-adressiz, ezeli-ebedi kolektif mücadeleye duhul edemiyor, ait olamıyor. O mücadelenin birikimini lime lime ediyor, işine geleni alıp işine gelmeyeni tasfiye ediyor. Bu ülke, küçük burjuvanın sınıfsal çıkarları izin verdiği ölçüde sosyalizme ve Marksizme vakıf olabiliyor.

İkisinin kitlelerle buluşma zeminini inşa eden 1960 darbesi, bir NATO-ABD darbesi. Menderes’in üniversite öğrencilerini kazanlarda yakıp sabun yapması masalına inandıkları için değil, Menderes’in Sovyetler’e yakınlaştığını gördükleri için yapıyorlar darbeyi. Yapan paşalardan birisi, Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin kurucusu.[3] Bugün sosyalistler, bu darbenin mitolojik öneme sahip olduğuna, her şeyi ona borçlu olduğumuza bizi inandırmak için uğraşıyorlar.

Altmış darbesinin sosyalist harekete ve işçi hareketine açtığı yol, yolun içeriği, her yönüyle sorgulanmayı bekliyor. Egemenler, gerekli sigortaları yerleştirerek, gerekli radar noktalarını belirleyerek açıyorlar o yolu. Yoldan çıkanlar, katlediliyorlar. Katledilenlerin yolundan ilerlemek gerekiyor.

Sovyetler’e yakınlaşmanın sonucu gerçekleştirilen darbe, Avrupa tipi solculuğa alan açıyor. Ama sonra Sovyetler de “kapitalist olmayan yol” ve “barış içerisinde bir arada yaşama” politikaları gereği, darbenin açtığı yola cevaz veriyor. Sovyetler, Avrupa’nın hoş gördüğü noktalar ölçüsünde varolabiliyor.

Sovyetler’de çıkan “Yurtdışı” isimli bir dergide Yön dergisinin çıkış bildirgesi sahipleniliyor. Kemalizmi eleştiren dergi, Atatürkçülüğün emekçilere ait kılınmasını doğru bulduğunu söyleyerek Yön’e destek sunuyor. Hür ve müstakil olmak isteyenler, her yerde kendi benzerlerine yol açıyorlar. Emekçilerin sahiplenmesini istedikleri Atatürkçülük, sosyalist hareketi CHP’ye ve devlete-sermayeye kul ediyor. Tepeden inmeci ideolojiyi aşağıya kabul ettirmek, sosyalistlere düşüyor. Herkes, Halkevleri’nin uzantısı hâline geliyor.

Yıldırım Koç’un bağlı olduğu gelenek, TKP’lileri Batum’a kovan, bununla yetinmeyip, onları denizin orta yerinde katledenlerin geleneği. Kovmak, tasfiye etmek istedikleri ise Komintern’in, Ekim Devrimi’nin ve Bolşevizm’in geleneği. Bu gelenekse işçi-köylünün devrimci iradesiyle tanımlı. Bu tasfiyeyi hür ve müstakil olanlar için gerçekleştiriyorlar. Bunu hür ve müstakil olduğuna inandıkları devlet ve/veya sermayenin yolu açılsın diye yapıyorlar. Hepsi de  mitolojideki “yalnız kurt” tarafından emzirilmiş.[4]

Bunlar, tasfiye ettikleri güçlerin yol açtığı çatlağı, yarığı, açtığı çentiği siliyorlar. Bunu Marx öncesi sosyalizm ve Lenin öncesi Marksizm galebe çalsın diye yapıyorlar. Bernstein, “emperyalizm olmasaydı domates yiyemezdik” diyen biri, o yola bağlanıyorlar.

Küçük burjuva, tarihini başlattığı 19 Mayıs 1919’un bir mitolojiyi esas aldığı gerçeğini gizlemeye mecbur. Geminin gittiği bölgede Rum çeteler ve Sovyetler’den etkilenen dinamikler faal, bunları bastırmakla görevli kadrolar Anadolu’ya çıkartma yapıyorlar. Verilen görev bu. Sonradan devletle bağlarını kopartıp bağımsızlık mücadelesi verdikleri, bir mitolojiden ibaret. İlkokul kitaplarını süsleyen bu mitoloji, sosyalist hareketi yüz yıldır yönetiyor. Sosyalist hareket, hür ve müstakil kabul ettiği güçlere yaranmak adına hür ve müstakil olduğunu ispatlamak için uğraşıyor. Her fikrini ve her eylemini bu uğraş tayin ediyor. Bu uğraşın teoriyi ve pratiği çürüttüğü görülmüyor.

Hürlük ve müstakillik, tartışmalı. Tartışılmasın, belirli bir bağlama oturtulmasın, biricik kabul edilsin, kitleler onları yüceltsin isteniyor. O hür ve müstakil, esareti ve köleliği gizliyor. Biricik kabul edildiği için, 1918’de Kars-Erzurum şuralarına yansıyan irade, ciddiye alınmıyor. İran, Azerbaycan, Türkistan ve Kafkasya’da başka bir siyaset demleniyor. Kâzım Karabekir, Kızıl Ordu’da rütbelerin sökülmesi ile birlikte Türk ordusunda da benzer gelişmelerin yaşandığını, kendilerinin kızıl kalpak takmak zorunda kaldıklarını söylüyor. TBMM bahçesinde komünizm tartışılıyor. Bir Nakşibendi şeyhi “İslam ve sosyalizm kardeştir” diyor. Adamın meclisteki konuşmalarının kayıtları yakılıyor.

Mehmet Akif camide verdiği vaazında, “Bütün sömürgeci devletler, komünizm tehlikesi karşısında şaşırdılar ve şaşkınlıkları gittikçe artacaktır”[5] diyor. İslam tehlikesiyle komünizm tehlikesi arasında bağ kuruyor. O dönemde esen sert rüzgâr kuruyor bu bağı. Birileri, bağı kesmek için uğraşıyor.

Hür ve müstakil olma ısrarı üzerinden sol, diyalektikle ve maddeyle ilişkisini kesiyor. Hür olmak diyalektikle; müstakil olmak maddeyle ilgili bir mesele. Diyalektiği inkâr eden hürlüğe, maddi olanı inkâr eden müstakilliğe vurgu yapıyor.

Solun mitolojiye düşkünlüğü bu inkârın sonucu. Gerçek ilişkiler kurmuyor. Gerçekle ilişki kuramıyor. Kendisini ancak yalan bir masalla tanımlayıp var edebiliyor. O mitoloji de ona yönelik iman da terk edilmeli.

Eren Balkır
27 Temmuz 2024

Dipnotlar:
[1] “TKP’nin 19 Mayıs Bildirisi”, 19 Mayıs 2024, X.

[2] Yıldırım Koç, “Eski TKP’yi Kim Yönetiyordu?” 6 Temmuz 2024, Veryansın.

[3] Eren Balkır, “Eskişehir Nutku”, 9 Şubat 2020, İştiraki.

[4] Eren Balkır, “Vaha”, 8 Ocak 2024, İştiraki.

[5] Mehmet Akif Ersoy, “Nasrullah Camii Vaazı”, 19 Kasım 1920, İştiraki.

29 Temmuz 2024

,

Gargamel


Bir eşcinsel, X hesabında “Birey olamamış insanlar beni hiç ilgilendirmiyor” diyor. Bir başkası, Pekin olimpiyatlarının açılış töreni ile Paris olimpiyatlarının açılış törenini kıyaslıyor. İlkinin “otoriteye tapıncın, özgürlük-yaratıcılık yoksunluğunun göstergesi” olduğunu söylüyor. Bireyler, bu tür ideolojik çalışmalarla avlanıyor. Özgür bireyin savunucusu Batı’nın karşısına onun düşmanı Doğu çıkartılıyor. Doğu şeytanlaştırılıyor, Batı aklanıyor. Batı’nın otoritesine, özgürlüğüne ve yaratıcılığına kullar yetiştiriliyor. Kul yetiştirilen çiftliklerden biri de seksenlerden itibaren “Örgüt olduk ama birey olamadık” diye mızmızlanan sosyalist hareket.

Paris olimpiyatları açılışına bu ideolojik saldırı damgasını vuruyor. Olimpiyatlarla ve sporla alakası bulunmayan bir ideolojik salgı, nehre bırakılıyor. Yunan polislerinden beri yürürlükte olan spor müsabakaları, bir ideolojiyle birlikte ambalajlanıyor.

Sahnede kurulan ziyafet sofrası ile İsa’nın son yemeği arasında bağ kuruluyor. Lubunizm, bir din olarak bireylere satılıyor. Sermaye vaftiz ediliyor. Vaftiz töreninin gerçekleştiği şehrin arka sokaklarını fareler kemiriyor.

Eskiden botokslu, davul gibi şişmiş dudaklarla kimse dışarı çıkmazdı. Bugün ekranları bu çirkin görüntüler kaplıyor. Çünkü o botoks, bir tür zenginlik imgesi ve göstergesi olarak iş görüyor. Herkes, çocuklarını o zenginlere yarışır, yakışır bireyler olacak şekilde yetiştiriyor. En ufak anaokulunda bile küçük çocuklara o zenginlerle birlikte partileme öğretiliyor. Ahlak ve utanmak, gericileşiyor. Pazar ve sermaye adına her şey tahrip ediliyor. Buna “özgürlük ve yaratıcılık” deniliyor. Kapitalizmin “yaratıcı yıkım”ı kendi özel bireylerini imal ederek ilerliyor.

Sen Nehri üzerindeki hedonist gösteri de bu zenginliğe işaret ediyor. Özünde “O ziyafet sofrasına ancak eşcinsel olursan, yani zenginlerin gönlünü eğlendirirsen oturabilirsin” deniliyor. Artık nüfusun “imha”sı, bu tür ideolojik saldırılarla örtbas edilecekmiş gibi görünüyor. Birileri özel ve yüce olduklarına ikna edilip örgütleniyor, sonra da “nüfus fazla!” diyen, öjeni fikrine yaslanan teoriler ortalığa salınıyor. Birey yüceltiliyor, kolektif aşağılanıyor. Bu yalana en çok da sol örgütleniyor. Halay da neymiş, sol, artık bir işçi eyleminde işçi-bireye direk dansı yaptırıyor.

Sen Nehri üzerindeki sahnede söylenen şarkılardan birinde, mealen, “çıplak olursak zengin-fakir ayrımı silinir” deniliyor. Buradaki saldırının ezilenlere, yoksullara ve işçilere yönelik olduğu açık. Lubunizmin saldırısı, gayet sınıfsal ve patronların-emperyalistlerin hizmetinde. Bu lubunizm propagandasının ardında Nazilerin ve liberallerin Sovyetler’e yönelik propagandasında kullandıkları aklın iş başında olduğunu görmek gerekiyor.

Birey olamayanı insandan saymayan, o insandan saymadığı canlıyı yok etme hakkını da kendisinde görecektir.

Bu arada not etmek gerekiyor: Lubunizmin pratik gerçekteki eşcinselle bir alakası bulunmuyor. Lubunizm, egemenlerin, tekellerin ve emperyalistlerin kendi politik-ideolojik hedefleri doğrultusunda kullandıkları bir silâh. Bu silâhın ideolojik mermilerini kimse sorgulamıyor.

Genel manada feminizm, lubunizm ve veganizm, emperyalizmin ve tekellerin yıkım süreci için örgütlenen askeri birlikler. İnsanı tarihsel-kolektif düzlemde var eden tüm bağlar ve bağlam yok ediliyor. Emperyalizm, birey adına insana savaş açıyor. İnsan, cinsellik ve cinsiyet ilişkileri üzerinden tahrip ediliyor. Yağmalanıyor, yeniden fethediliyor. Özel, hür ve müstakil olan emperyalistler ve patronlar, kendilerine askerler yetiştiriyor. İnsan, düzleniyor, tahrip ediliyor ki egemenler yaşasın, özgürlüğün tadını çıkartsın.

“LGBT+” ibaresindeki artının içerisinde pedofili de var hayvanseviciliği de. Düzleme işlemi buralara da yöneliyor. Bu tuhaflıkların normalleştirilmesi için olimpiyat ve örovizyon gibi gösteriler kullanılıyor. Rusya, Şirinler kurgusunda Gargamel olarak tasvir ediliyor. Bu ülke, güzel cennetteki çapak, maraz olarak kodlanıyor. O köydeki sömürü ve zulüm, bu şekilde örtbas ediliyor.

O sömürü ve zulüm, “toplum yok, birey var” şiarında dil buluyor. O birey, feminizm, lubunizm ve veganizm gibi yeni dinlerle uyuşturuluyor. 1961’de Sen Nehri’nde boğulup katledilen Cezayirliler, bu dinlerin saldırısının doğal hedefi. Cezayirlinin o nehrin üzerine kurulan ziyafet sofrasına oturması mümkün değil. Çünkü ölümü hak ediyor. Bugün nehrin üzerindeki sahnede katil Maurice Papon eğlendiriliyor.

Paris olimpiyatları açılışı ile Batı emperyalizmi, Rusya-İran-Çin hattına parmak sallıyor. Bugün bu sallanan parmağa sevinenleri düşman bellemek gerekiyor.

Eren Balkır
27 Temmuz 2024

28 Temmuz 2024

Jules Guesde’ye Mektup

Sayın Vatandaş Guesde,

Benimle herhangi bir ilişkisi olan hiçbir Fransız mülteci, size duyduğum derin sempatiden ya da çalışmalarınıza duyduğum büyük ilgiden şüphe duymaz. Militan sosyalizmin Fransa’da elbette pek çok destekçisi var, ancak sizin gibi bilgiyi cesaret ve adanmışlıkla birleştirebilen çok az kişi var. Blanqui’nin sizin inisiyatifiniz sayesinde seçilmesi, iktidardaki sonradan görmelerin size çektirdiği acıların ve hakaretlerin ilk telafisidir.[1]

Yasama meclisinin Paris’e dönüşü söz konusu olduğunda, hem Lissagaray’a hem de Longuet’ye makalelerinizle aynı doğrultuda konuştum.[2] Sonuçta, bu konudaki tartışmalara, konunun kendisinden daha fazla önem verdim, Messieurs les Gambettistes’in Versailles’da bitki yetiştirmektense Paris’te yaşamayı tercih edeceğine iyice ikna oldum.[3]

Fransa’daki sosyalistlerin önündeki en büyük görev, bağımsız ve militan bir işçi partisinin örgütlenmesidir. Kentlerle sınırlı kalmayıp kırlara da yayılması gereken bu örgütlenme, ancak propaganda ve sürekli mücadele yoluyla, her zaman o anın verili koşullarına, güncel gerekliliklere uygun bir gündelik mücadele yoluyla başarılabilir. Sadece ölümünden sonra Jakobenler, devrimci eylemin tek bir biçimini, patlayıcı biçimini bilirler. Bu, egemen toplumsal konumları işgal edene kadar kalkanlarını hiç kaldırmamış olan burjuvalar için çok doğaldır.

Benim kanaatime göre patlayıcı biçimdeki devrim, bu kez Batı’dan değil, Doğu’dan – Rusya’dan – başlayacaktır. İlk olarak, şiddetli bir ayaklanmanın tarihsel bir zorunluluk haline geldiği diğer iki büyük despotizm (okunaksız[4]) Avusturya ve Almanya’da tepki gösterecektir. Bu genel kriz anında Avrupa’nın, Fransız proletaryasını hâlihazırda bir işçi partisi olarak kurulmuş ve rolünü oynamaya hazır durumda bulunması son derece önemlidir. İngiltere’ye gelince, toplumsal dönüşümünün maddi unsurları fazlasıyla mevcuttur, ancak eksik olan, itici ruhtur. Bu ruh, ancak kıtasal olayların patlamasıyla oluşacaktır. İngiliz işçi sınıfının büyük bölümünün durumu ne kadar sefil olursa olsun, yine de bir dereceye kadar İngiltere’nin dünya pazarındaki imparatorluğuna katıldığını ya da daha da kötüsü, kendisinin buna katıldığını hayal ettiğini asla unutmamalıyız.

Longuet üzerine birkaç söz. Onun kişisel düşmanınız olduğunu düşünürseniz ona haksızlık etmiş olursunuz. Aksine, birkaç cilveli göçmen tarafından davet edilmesine rağmen, kendisini şakaların içine çekilmesine izin vermedi. İzlenmesi gereken taktikler konusunda onun görüşleri bazen sizinkilerden farklı olsa da, temelde farklı olduklarını düşünmüyorum.[5] Son olarak, aile ilişkileri ve dostlukların, hiçbir zaman sapmadığım siyasi çizgim üzerinde hiçbir etkisi olamaz.

En kısa zamanda özgürlüğünüze ve sağlığınıza kavuşmanız umuduyla.

Çok samimi dostunuz Karl Marx.[6]

10 Mayıs 1879
41 Maitland Park Road Londra NW
Çeviri: Köstebek

* * *

Jules Guesde’den Cevap

Sayın vatandaşımız,

Gösterdiğiniz sempati ve saygı için çok minnettarım ve Enternasyonal konusunda sizinle fikir ayrılığına düştüğüm zamanlarda bile Komünist Manifesto ve Kapital’in yazarına her zaman büyük bir hayranlık duyduğuma inanmanızı rica ediyorum.[7]

Bugün şunu söyleyebilirim ki, sizi daha iyi tanımış olsaydım, bu anlaşmazlık – en azından benim açımdan – asla ortaya çıkmazdı.

Çünkü mektubunuzdaki her şeyi düşünüyorum – ve her zaman da düşündüm.

Eğer ben bir devrimciysem, eğer sizin gibi toplumsal sorunun kolektivist ya da komünist bir doğrultuda üstesinden gelmek için gücün gerekliliğine inanıyorsam, sizin gibi ben de -belki Rusya’da gerekli olan- ne Fransa’da, ne Almanya’da, ne de İtalya’da devrimin aciliyetlerinden hiçbirine karşılık gelmeyen Blanqui tarzı hareketlerin amansız muhalifiyim.[8] Bunu Radical’de Opéra Comique’deki isyancılara karşı yürüttüğüm kampanyadan anlayabilirsiniz.

Ben de sizin gibi, eylemi düşünmeden önce, sürekli olduğu kadar geniş bir propagandanın yardımıyla bir parti, bilinçli bir ordu kurmamız gerektiğine inanıyorum.

Ben de sizin gibi sadece var olanı yok etmenin istediğimiz şeyi inşa etmek için yeterli olacağına inanmıyorum ve aşağı yukarı uzun bir süre hareketin yukarıdan yönlendirilmesi gerekeceğini düşünüyorum.

İşte bu koşullar altında, döndüğümden beri, gerçekleşmek üzere olan olaylar karşısında haklı olarak “son derece önemli” olduğunu belirttiğiniz bu “bağımsız ve militan işçi partisini” kurmakla meşgulüm.

Ancak bu işçi partisinin hem “bağımsız” hem de “militan” olabilmesi için, Fransız proletaryasının burjuva radikalizminin saptırmalarından kurtarılması ve kurtuluşunun ancak mücadele yoluyla gerçekleşebileceğine ikna edilmesi şarttır.

İşçilerimizi hala burjuva radikalizminin sularında tutan kabloyu kesmek ve onlara dostane ya da barışçıl çözümlerin (işbirliği, bankalar vb.) yararsızlığını göstermek, şu anda başarıya ulaşma yolunda ilerleyen iki yönlü planımız olmalıydı ve oldu.[9] Sadece Longuet’yi değil, Vallès ve Jourde’u da kınadığım şey, oyunumuzu bozmak ve makaleleri ölçüsünde, bizimkinin karşısındaki tarafa yasaklamanın ağırlığını koymaktı.

Ama Longuet’yi hiçbir zaman kişisel bir düşman olarak görmedim, benim onun düşmanı olduğum kadar. Bundan emin olabilirsiniz.

Sürgünde olduğu için Paris’teki ve Fransa’daki gerçek durumdan habersiz olması gerekirken, burjuva liberalizmi ve devrimci sosyalizm tarafından paylaşılan bir gazetede devrimci sosyalizme karşı bir pozisyon almasına hayret ettim ve ona en iyi ihtimalle acıdım.

La Révolution’da ortaya koymaya başladığı “sosyalist program” bile, işçi sınıfı Fransa’mızın tek kurtuluşunu, geliştirdiği tüm gayrimenkul ve menkul sermayeye kolektif olarak el konulmasında görmeye başladığı bir zamanda, bir hatadır ve çok büyük bir hatadır. Enternasyonal’in programı bu mu? Hadi ama! Bu, olsa olsa Jura federasyonunun Prudoncularının programıdır. Ve neyse ki bizim işçilerimiz, işçilerimizin en akıllıları, Proudhon’dan ve onun mutualist ‘şakalarından’ geri döndüler.

Tüm bu ayrıntılara girdiğim için özür dilerim, ancak bazı insanlara karşı olan huysuzluğumu açıklamanın yanı sıra, burada neler olup bittiği ve ne yaptığımız hakkında size bir fikir verecektir.

Eğer bu kadar hasta ve perişan olmasaydım, size bir sonraki ziyaretimden bahseder, sizinle uzun uzun konuşmayı çok isterdim. Ancak elimde ne fiziksel ne de maddi imkânlar var. Size teşekkürlerimi ve bağlılığımın teminatını göndermekle yetinmek zorundayım.

Size ve Devrim’e

Jules Guesde

İşçi Partisi Programı

Dipnotlar:
[1] Marx’ın büyük saygı duyduğu Auguste Blanqui (1805-1881) Nisan 1879’da Meclis’e seçildi, ancak sadece birkaç ay görev yaptı, meclis üyeliği Haziran ayında geçersiz sayıldı; ancak yine de seçim kampanyasının amacı olan hapishaneden serbest bırakıldı.

[2] Prosper-Olivier Lissagaray (1838-1901) ve Charles Longuet (1839-1903) Komün’e katılmış iki büyük figürdü. Lissagaray, bir süre Marx’ın ailesiyle birlikte kalmış ve Komün’ün tarihini yazmıştı, Longuet ise Marx’ın damadıydı.

[3] Ulusal Meclis Komün’den beri Versailles’da bulunuyordu. Léon Gambetta bir cumhuriyetçiydi ve o sırada alt meclisin başkanıydı. Parlamento nihayet Haziran ayında Versailles’dan Paris’e geri taşındı.

[4] Metni Actuel Marx’ta ilk olarak yayınlayan Jean-Numa Ducange, “bazı kelimelerin deşifre edilmesi imkânsız olduğunda okunaksız notlarla birlikte yeniden ürettik. Gerçekliği kesin olmayan bazı kelimeler de kalın ve italik olarak belirtilmiştir” notunu düşmüştür.

[5] Charles Longuet, 1872’den beri Marx’ın kızlarından biri olan Jenny ile evliydi.

[6] Mektup ve Guesde’nin zaten bilinen cevabı aşağıda yer almaktadır.

[7] Komün’den sonra İsviçre’de sürgünde bulunan Jules Guesde, başlangıçta bir anarşistti ve Karl Marx’a karşı bazı sert metinler yayınladı.

[8] Jules Vallès’in de yer aldığı Napolyon III’e suikast girişimine (5 Temmuz 1853, “Complot de l’Opéra Comique” olarak bilinir) gönderme.

[9] 1880’deki affa kadar Fransa’ya dönmelerine izin verilmeyen Komünarların yasaklanmasına atıf.

27 Temmuz 2024

,

Emir Erleri


Almanya’da ve Avrupa’da yeşiller adıyla anılan partileri, CIA aparatları olarak görmek gerekiyor. Oralardan fon alanları da.

Avrupa, Amerika’nın Marshall Planı’yla köleleştirdiği bir coğrafya. “Savaşın paramparça ettiği ve yoksullaştırdığı Avrupa’daki kamuoyuna Marshall Planı yardımı ile nüfuz edildi.”[1] Bu planın imal ve inşa ettiği politik yapı, AB kurulları ve vakıfları üzerinden işliyor. Bugün emperyalizm, Türkiye’deki solcuları fikren ve mali açıdan besleyen Avrupalı örgütlerde ve vakıflarda aranmalı.

Buranın solcusu, para ve fikir aldığı Alman solcularının Alman ordusunu şirin gösterme ve misyonuna rıza/insan örgütleme amacı güden PR çalışmalarına neden asker olarak yazıldığını asla sorgulamıyor. Buranın solcusu, İran’daki bir kalkışmayı aylarca haber yaparken, Fransa, Almanya ve İngiltere’deki kitlesel kalkışmaları nedense görmezden geliyor. Bunun nedeni de emperyalizmle ilişkilerde aranmalı. Bunların “döner”i, yediği içtiği her şey Alman!

O PR çalışmasına katılan Cem Özdemir, ordusunun faaliyetlerini “insanî yardım faaliyetleri” olarak değerlendiriyor.[2] Alman ordusunun, Almanya’nın kutsal ve yüce değerlerini ülke dışında savunduğunu söylüyor. Bir kez daha liberalin Allah’ı olarak birey, faşizmin yanında hizalanıyor. Bu sefer halk kitlelerini işin içine katmak yerine devlet, o birey adına ortalığı düzlüyor, topluyor. Pandemi sürecinde sokaklara salınan Antifa birlikleri, pandeminin çilesini çeken halk sınıflarına bu birey adına saldırıyor. Devlet, solu bir tür sopa olarak kullanıyor. Kimse, pandemide uygulanan faşizme verdiği desteğin hesabını vermiyor.

Bu açıdan, Almanya’da Compact isimli Nazi yanlısı derginin kapatılmasına veya Demiral’a iki maç ceza verilmesine sevinmenin bir anlamı yok. Aynı kutsal birey ölçüsü, komünist partiyi de yasaklıyor.[3] “İşçi sınıfı, kapitalizm ve sınıf adaleti” gibi terimleri kullanmak suç ilân ediliyor. (O yüzden sol örgütler, burada bu kavramları artık kullanmıyorlar.) “Toplumun sınıflara bölündüğünü söylemenin anayasayı ihlal ettiği” söyleniyor. Yekpare, “imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış kitle” inşası, bu liberal birey ölçüsüne göre yapılıyor. Rusya-İran-Çin hattı, bu liberal birey ölçüsüne göre düşman blok olarak kodlanıyor.

Rusya Olimpiyatlar’dan kovuluyor. Kemal Okuyan, “Ukrayna işgali” ile Amerika’nın Afganistan işgalini bir tutan cümleler döşeniyor. Bunu Vaşingtonlu ve Vaşingtoncu olduğu için yapıyor. Onun ve yoldaşlarının son aylarda “Nazi” ifadesini sıklıkla kullanmaları da emperyalist saldırıyla bağlantılı. Rıza imal ediyorlar. O dil evrenine girerek, emperyalist güçlerin borazanlığını yapıyorlar. Hem komünist hareketi gasp edip onu yasaklanmayacak, egemenlere zarar vermeyecek bir kıvama getiriyorlar hem de egemenlerin diliyle konuşarak, onların ideolojik saldırılarına ortak oluyorlar.


Kemal Okuyan türü liberaller, faşizm ve liberalizm arasındaki bağları örtbas ediyorlar. “Oysa faşizm ve liberalizm, kapitalist dünya düzenine gösterdikleri sadakat konusunda ortak.”[4] Liberal bir yere örgütlendikleri için buranın “yerli Nazi partisi AKP”yle savaştıklarını iddia ediyorlar. Siyasetlerini liberal refleksler ve gevezelikler üzerine kuruyorlar. Faşizmin altını çiziyorlar ki kendi liberallikleri kıymete binsin. Bir yerlere mesajlar yolluyorlar.

“Dinci faşizm” ibaresi, CIA-Pentagon-NATO bağlantılı isimlerin özellikle 11 Eylül’le birlikte imal ettiği bir kavram. “Siyasal İslam” ve “İslamcılık” da 1979 sonrası Siyonistler ve emperyalistlerce imal edilmiş kavramlar. Aklı fikri bu güçlere bağlı olanlar, onların kavramlarını kullanıp onların düdüğünü öttürüyorlar. Onlar gibi düşünüyorlar.

Netanyahu Amerikan kongresinde konuşuyor, solcuların kaptanı Kamala Harris dışarıdaki kitleyi eleştiren bildiri yayınlıyor. O bildirideki dil ve fikirle sol örgütlerin dili ve fikri arasında hiçbir fark yok. Kamala, tıpkı Özgür Özel gibi konuşuyor.

Solculuğu liberal düzlemde din ve millet düşmanlığı üzerinden tarifleyenler, emperyalizme ve kapitalizme uşaklık ediyorlar. Din ve millet içi kavgaya örgütlenmiş, sömürüye ve zulme oradan itiraz geliştirenleri devlet ve sermayeyle birlikte yok etmek için uğraşıyorlar. Din ve milletten arınmış, steril, kutsal birey kurgusunun sermayeye ve onun devletine ait olduğunu görmek istemiyorlar. Dinle ve milletle yöneltilecek her türden anti-emperyalist çıkışın önünü almaya çalışıyorlar. “Almanya’nın, ABD’nin ve Avrupa’nın yüce değerlerini savunan” NATO’ya hizmet ediyorlar. Bireyi tutup kolektifin ezilmesine katkı sunuyorlar.

Alman yargıç, “Lenin’i tek parti diktatörlüğü kurduğu için suçlu ilân edebiliyor”. Avrupa’nın değerlerinin ve o değerleri savunan ordularının hücum ettikleri bölgedeki sosyalist güçler hep birlikte, dönüştürülüyorlar. Lenin’siz Leninizm, alkolsüz bira olarak raflardaki yerini alıyor.

Sokak hayvanları ile ilgili son tartışmada EMEP vekili Sevda Karaca’ya birileri eleştiri yöneltiyor. Sosyalistler, hemen Sevda Karaca’yı savunan tvitler döşeniyorlar. Bu tvitlerde, Gaziantep’teki bir grevde ortaya koyduğu “performans”a ve bir de Alman emperyalizmiyle bağlantılı bir derginin Karaca’yı “Doğu Avrupa’yı değiştiren 21 kadın”[5] listesine almış olmasına atıfta bulunuyorlar.

Bu solcular, demek ki Türkiye’yi “Doğu Avrupa” ülkesi sanıyorlar. Doksanların başında “dünyadaki son sosyalist ülke Türkiye” diyen Tansu Çiller’in yanına oturuyorlar. Sovyetler’in dağılmasında ve Berlin Duvarı’nın yıkılmasında medya bülbülü olarak görevlendirilen, kapitalizme övgüler dizsin diye beslenen Zülfü Livaneli’yle aynı telden çalıyorlar. O nedenle, postsovyetik coğrafyada emperyalizmin ajanı olarak çalışan yayın kuruluşunun övgüsüne seviniyorlar.

Kimse, o Doğu Avrupa ülkelerindeki dönüşümlerin niteliğini sorgulamıyor. Emperyalizm ve kapitalizm bağlamında nelerin değiştiğine bakmıyor. Solcular, içten içe “iyi ki Kuzey Kore olmadık” diye seviniyorlar. Alman emperyalizminin aparatı olan bir derginin yayınladığı listeye Türkiyeli bir gazetecinin neden girdiğini sorgulama gereği duymuyorlar. Listeyi hazırlayan kuruluşun Konrad Adenauer ve Friedrich Ebert gibi vakıflarla, bu vakıfların Alman istihbaratı ve devletiyle ilişkilerine bakmıyorlar. Bilâkis, bu ilişkileri “ilericiliğin nişanesi” olarak görüp yüceltiyorlar.

Doğu Avrupa, Sovyetler’in yoldaşıydı, bugün Rusya’nın faal olduğu bir alan. Ne kadar anti-sovyetçi varsa Avrupa istihbaratına örgütleniyor. Örgütlenenler, Doğu Avrupa’da Sorosçu, liberal yağma sürecine askerlik yapanları alkışa layık görüyorlar. Batı emperyalizmine itiraz edeni ise kurşunluyorlar.

Coğrafi açıdan sorunlu olan listede Türkiyeli bir ismin yanında Ermeni, Kırgız, Türkmen, Gürcü ve Kazak isimler de var. Buradaki kasıt demek ki Doğu Avrupa değil, “Avrupa’nın doğusu” ve bu doğu, aşağılık görülen halk kitlelerinden oluşuyor. En ağır sömürüye maruz kalan halkların içinden birileri, geldikleri ülkenin devletine ajanlık yapıyorlar. Bu ajanlığın arkasında Dostoyevski’yi yasaklayan akıl var.

Bu halklara yönelik saldırıda da mızrakların ucuna Kur’an sayfası niyetine feminizm iliştiriliyor. “Emperyalist feminizm, sadece batıdaki beyaz seçkinlerin alanı değil. Küresel Güney’in işbirlikçi entelektüelleri, bu ideolojinin üretiminde her daim büyük rol oynuyorlar.”[6] Kadın denilen kutsala sarılan liberal yağma, bölgeyi egemenler lehine dönüştürüyor.

Son seçimde eski EMEP başkanı, sitem ediyor, “emekçi birini neden vekil yapmadınız” deyip partisinden istifa ediyor. Bahsini ettiği, eleştirdiği kişi, Sevda Karaca. Karaca’nın sermayenin dönüştürmek için uğraştığı toplum ve emek dünyası bağlamında model şehir olarak inşa edilen Gaziantep’ten vekil seçilmesi, tesadüf değil.

Bu şehirde bir grev yaşanıyor. İşçilerle patronu uzlaştırmak için AKP’li kadın belediye başkanı devreye giriyor. Onunla işçiler arasındaki bağı ise patrondan ve sermayeden yana olan CHP vekili kuruyor. O vekil, patronla yapılan görüşmenin detaylarını işçilere aktarırken, işçiler arasından sesler yükseliyor. O “sosyalist” Sevda Karaca, o işçileri eli sopalı sınıf öğretmeni gibi azarlayıp susturuyor: “Müdürünü dinlee!” diye bağırıyor. Bunların işçi sınıfıyla ilişkisinin düzeyi bu.

Bugün açık ki liberalizm-faşizm ikiliğine mahkûm ediliyoruz. Ölümle korkutulup vereme razı ediliyoruz. Liberalizmin faşizmle ortaklığını, aralarındaki kan bağını görmemizi istemiyorlar. Koca koca sosyalist örgütler, birer birer liberal derneğe dönüşüyorlar.

Liberal yağma süreci, akıncı birlikleriyle ilerliyor. Lubun, vegan ve feminist, ayrı ayrı tugaylar hâlinde, halkların üzerine gönderiliyor. Bu, Cem Özdemir’in ve emir eri olduğu NATO ordusunun emri. Bugün Almanya’da o ordu, Şiiliği de yasaklıyor. Filistin bayrağını da yasaklıyor. Düne kadar devlet kademelerinde eski Nazi partisi üyelerini çalıştıranlar, tüm istihbaratını ve Gladio’sunu o Nazi artıklarına kurduranlar, son yirmi yıl içerisinde Neonazileri besleyip büyüttükten sonra Ukrayna ve Suriye’nin üzerine gönderenler, bugün antifaşist pozu kesiyorlar.

Yazının başında görülen ve “Kızıl Ordu’nun Faşizme Karşı Zaferi” ismini taşıyan resim, 1945’te İranlı ressam Hüseyin Tahirzade Behzat tarafından çizilmiş. Resimde Stalin, Hitler’i okla vururken görülüyor. Bugün bizim sosyalistlerin emir eri oldukları Avrupa, o Stalin’i, faşizmi durduran, tasfiye eden iradeyi de yasakladı. Demek ki o irade adına, oradan gelen her fikir ve her kuruş, sorgulanmalı. Reddedilmeli.

Eren Balkır
25 Temmuz 2024

Dipnotlar:
[1] Joan Roelofs, “NATO ve Batı Avrupa Ülkelerinin Birer Muz Cumhuriyeti Hâline Getirilmesi”, 19 Şubat 2016, İştiraki.

[2] Johannes Stern, “Cem Özdemir ve Tobias Lindner”, 17 Haziran 2019, İştiraki.

[3] Erman Çete, “Şu Anda Almanya’da Devletin Gerici-Militarist Yeniden Yapılandırılmasını Yaşıyoruz”, Nick Brauns’la Söyleşi, 24 Temmuz 2024, Harici.

[4] Gabriel Rockhill, “Liberalizme ve Faşizme Dair”, 14 Ekim 2020, İştiraki.

[5] “21 Remarkable Women Who Are Changing Eastern Europe”, 8 Mart 2017, Ostpol.

[6] Deepa Kumar, “Emperyalist Feminizm ve Liberalizm”, 5 Aralık 2014, İştiraki.

26 Temmuz 2024

George Bernard Shaw

Burjuva Üst İnsanı Üzerine Bir İnceleme


Fabyusçuların içerisinde nadiren tesadüf edebileceğiniz iyi insanlardandı.
[Lenin]

 

Shaw, ömrü boyunca hem İngiltere’de hem de Amerika’da “orta sınıf”ın sıradan üyeleri arasında sosyalist düşüncenin temsilcisi olarak kabul edildi. Shaw, bir olgu olarak, birçok yönden ilginç ve önemli; o, burjuva yanılsamasının ne kadar inatçı olabileceğinin kanıtı.

Bir burjuva, Marksizme aşina olabilir, toplumsal sistemi sert bir dille eleştirebilir, onu büyük bir hevesle değiştirmek isteyebilir, ama gene de bu burjuva, insanın kendi içinde özgür olduğuna inandığından, ortaya koyduğu tüm bu çabalar, boş yere havanda su dövmekle neticelenir.

Eski anarşist, vejetaryen ve Fabyusçu bir isim olarak Shaw, son demde sosyal faşist oldu. Bu hâliyle bir ütopik sosyalist olması, tabii ki kaçınılmaz. Ondaki ütopya düşüncesi, Back to Methuselah [“Methuselah’a Dönüş”] kitabında gayet iyi izah ediliyor. Bu kitap, pratikte sanatsal yaratım ve bilimle alakalı çalışmalara giren ayran gönüllü gençleri horgören ve günlerini düşünerek geçiren eski çağ insanlarının yaşadığı cenneti tasvir ediyor.

Bu türden çalışmalarıyla Bernard Shaw, ait olduğu, nitelik itibarıyla burjuva olan sosyalizm anlayışındaki zafiyeti ve özünü ifşa ediyor. Onun sosyalizm anlayışı, katışıksız tefekkür işlemini önceleyen, önemli gören bir anlayış. Bu katışıksız tefekkürde insan yalnızdır, her türlü işbirliğinden, tümüyle azadedir ve özel bir dünyanın içine hapsolmuştur. Buradan da şu türden bir kanaat geliştirilir: Katışıksız tefekkürde yalnız olan insan, tam manasıyla ancak burjuva düşüncesiyle özgür olabilir.

Peki bu, bilim insanında görebileceğimiz türden bir yanılsama mıdır? Hayır, bilim, katışıksız fikir değildir, o, eylemle ittifak hâlinde olan, tüm fikirlerini gerçekliğin mahkemesinde yargılayıp sınamış fikirdir. Bilim, her daim bilmekle olmak, düşle dış gerçeklik arasında seyreden diyalektik hareket dâhilinde oluşan fikirdir. Shaw, modern bilimden ondaki insani zayıflıklar sebebiyle tiksinmez, özünde modern bilimden, pratikte yaratma konusunda üstlendiği rolü layıkıyla yerine getirdiği için nefret eder.

Karşımızda hepimizin aşina olduğu bir kişilik türü var: bir aydın, her zaman olduğu gibi gene düşman gördüğü gerçekliğe katışıksız fikirle hâkim olmaya çalışıyor. İnsanın hayal âlemine çekilip kategoriler veya etkili olduğuna inanılan büyülerle gerçekliği kendisine tabi kılacağı vehmine kapılması, insana has bir zayıflıktır. Bu kusur, “teori” insanının, peygamberin, mutasavvıfın ve metafizikçinin kusurudur. Hastalık düzleminde değerlendirirsek, bir nevrotiğin işleyebileceği bir kusurdur. Burada hepimizde kalıntıları bulunan, büyüye inanan ilkel insanın izlerini bulmak mümkündür. Shaw’da bu kusur, bildiğimiz burjuva biçimine bürünmektedir.

Shaw, hakikatin özgürlük getirdiğini görür ama bu anlayışın zeki bir insanın tek başına bulduğu bir şey değil de toplumsal bir ürün olduğunu görmeyi reddeder. Shaw, insanın dünyaya hükmedecek düşünceler biçimini almış saf aklı toplumsal eylem olmaksızın, tartışma ve akıl yürütme yoluyla, kendisindeki Platoncu ruhtan devşirebileceğine, yeni ve daha yüce bir bilinçlilik düzeyine ulaşabileceğine hâlen daha inanmaktadır.

Bu noktada şu önemli hususu vurgulamak gerekiyor: gerçek bilim insanı gibi gerçek bir sanatçı da bu tür bir yanlışı yapmaz. Bilim insanı da sanatçı da gerçeklikle sürekli temas hâlindedirler, gerçekliği kendilerinin dışında ararlar, bulmayı arzularlar.

Gerçeklik, geniş, çetin ve insan tanıdıkça giderek karmaşıklaşan maddedir. Onu bilmek için insanların nesiller boyu toplumsal düzeyde akıttığı tere ihtiyaç vardır. Bugün bilim o denli karmaşıklaşmıştır ki bir insan, ancak onun küçük bir kısmını tam anlamıyla kavramayı ümit edebilir. Bir zihinde tüm bilgilerin toplanabileceğine dair o eski düş, yok olup gitmiştir. İnsanlar, bu devasa duvar halısına birkaç ilmek atarak katkı sunmakla yetinmek zorundadır, hatta bu birkaç ilmek, Newton veya Darwin’in o büyük buluşları kadar karmaşık da olabilir.

Bugün Shaw, o burjuva bireyciliğiyle, tek bir keskin zekânın gerçeklik üzerinde kuracağı hâkimiyete getirdiği kısıtlamalara hiçbir şekilde tahammül edememektedir. Shaw, bilimin araçlarını kullanmada ustalaşabileceğini umamadığı için tüm o araçları birer hurafe diye çöpe atar. “Güneşin dünyadan doksan milyon mil uzakta olması saçmalık” der. Doğal seleksiyon mantık dışıdır. Böylelikle Shaw, onca terle elde edilmiş olan bu anlayışlar yerine, dünyaya dair teoriler geliştiren bir Hindu mutasavvıfı gibi, kendi arzularından devşirilmiş fikirler atar ortaya. Tüm bilimi saçma bulup çöpe atan Shaw, gerçekliğin tarihini büyücülere has “yaşam gücü” ve boş yere hayaller kurduran Tanrı anlayışı üzerinden yazar.

Shaw’un kozmoloji, kâinat anlayışı, yabani ve ilkel ve idealisttir. Shaw, bu çetin, sıkıntı verici, dikenli gerçekliğe, o bildiğimiz nevrotik yöntemle, kendi arzularının gerçekleşmesine dair, zihninde kurguladığı bir dizi vesveseyle hükmettiğini düşünür. Bunun nedeni Shaw’daki aptallık değil, doğal yollardan edindiği keskin zekâsıdır. Bu zekâ öylesine keskindir ki Shaw, onun sayesinde, salt düşünme pratiğiyle, toplumun yardımı olmaksızın, tüm bilgiye hâkim olabileceğini düşünmek gibi bir kibre kapılır. Onun kozmolojisinin bizde, hayat hakkında teoriler üreten, istisnai bir zekâya sahip tıp insanının yol açacağı türden bir etkiye sebep olmasının nedeni buradadır. Vasat bir aydın, hâlen daha ilkel bir teorileştirme pratiğinin etkisi altında olduğu için, onun Shaw’un tüm felsefesinin özündeki kabalığı tespit edememesine hiçbir şekilde şaşırmamak gerekir. Onda burjuva, burjuvayla konuşur.

“Düşünceden azade eyleme inanmak” denilen ilkellik, faşistlere özgü bir sapkınlıktır. Ama aynı şekilde, “Eylemden azade düşünceye inanmak” denilen ilkellik de burjuva aydınına özgür bir sapkınlıktır. Düşünce eylemden kopartıldığı an eli kolu bağlanır, daha doğrusu, hiçbir şey üretmeyen bir makine gibi hareket edip durur, çünkü düşünce, eyleme yardım eden bir araçtır. Düşünce eyleme yön verir, rehberlik eder, ama rehberlik etmeyi de eylemden öğrenir. Var olmak, tarihsel planda her daim bilmeyi önceliyor olmalıdır, çünkü bilmek, var olmanın bir uzantısı olarak gelişir.

Shaw’un eylemden arınık, yapayalnız düşünceye öncelik veren içgüdüsel burjuva inancını sadece o gülünç kozmolojisinde ve itici ütopya anlayışında değil, ayrıca, muhtelif hayvanatın uzun boyna sahip olmaya karar verebildiklerinden, zihinlerini amaçlarına odaklayıp büyümeyi bildiklerinden söz eden (İngiliz yazar Samuel Butler’a atıfla) Batlırcı biyoloji anlayışında da görmek mümkündür. Shaw’daki bu Batlırcı yeni Lamarkçılık, tüm o gülünç hâliyle, burjuva zihnini duygusal yönden epey etkilemiştir. İlgili fikriyat öylesine güçlüdür ki, bu hipotez konusunda ortada tek bir delil bulunmadığını, eldeki tüm delillerin aksi görüşü desteklediğini kabul etmelerine rağmen ciddi bilim insanları, sırf kendilerine hoş geliyor diye bu hipoteze koşullu da olsa onay verirler. Tümüyle özgürlük ve bireyin zihninin özerkliği gibi burjuva anlayışlara takıntılı olan bir akıl için bu türden bir anlayış, determinizmin redde tabi tuttuğu cenneti vaat ediyormuş gibi görünür.

Eğer Shaw’un Fabyusçuluğu, tüm eserlerine nüfuz edip o eserlerin sanatsal ve politik değerini çalmamış olsaydı, bu söylenenin bir önemi yoktu. Düşüncenin kendine kapalı üstünlüğüne inandığı için onun kaleme aldığı oyunlarda insanlık yoktur, sadece yürüyen akıl olarak insanlar vardır. Neyse ki insanlar yürüyen akıl değildirler. Öyle olsalardı, insan ırkı, mantığın ve metafiziğin kimi düş ve kurgularında çoktan yok olup gitmişti.

Bilinçsiz varlıklar olarak insanlar, dürtü ve basit hayatta açılmış eski oluklarda ilerleyen, ara sıra zirvesinde bilincin nurunun belirdiği birer dağdır. Bu bilinçli nur, değerini ve gücünü duygulara ve dürtülere borçludur. Sadece formunu düşüncenin akılla oluşmuş biçimlerinden almıştır. İnsanlar, her çağda bu bilinci daha yoğun kılmak için uğraşırlar. Bu uğraş dâhilinde sanatçı, duyguları inceltip yoğunlaştırır, bilim insanı ise düşünce denilen formu daha eksiksiz ve daha gerçek kılar. Her iki hâlde de bu iş, varlığı inceden inceye yanan ateşe atarak ifa edilir.

Shaw ise daha çok ateşle, varlıktan azade nurla ilgilidir. Bu şekilde varlıktan soyutlanmış olan fikirler, boş ve önemsizdirler. Geride bıraktıkları ufak çınlamayla çekip giderler. Böylelikle Shaw’un oyunları, “renksiz cansız kategorilerin yerli yersiz dans ettikleri bir sahne”ye dönüşür.

Bu bilinçle ilgili olarak geliştirilmiş olan fikir ve duygu karmaşası, toplumsal iktidarın kaynağı değil, sadece bileşenidir. Toplum, atölyeleri, binaları, maddi sağlamlığı ile her daim gerçek varlığın altında duran bir şey olarak takdim edilir. O, her insanda bilinmeyenin, bilinçsiz ve akıl dışı olanın devasa havuzu olarak görülür. Öyle ki her insanın bilinçli hayatı, tüm varoluşunun ana kütlesi üzerinde ara sıra beliren bir parıltıdan ibarettir.

Ayrıca, toplumun bilinçli kısmının sert ve her türden değişime direnen bir kabuğu vardır. Üstelik bu direnç, tüm genellemelerin gerisinde, malzeme ve teknikteki değişimde, varlık gerçek manada detaylı hâle gelirken bir biçimde hissedilir. Bu direnç sayesinde her insanda bir gerilim oluşur. Bu gerilim, toplumdaki gerçek dinamik güçtür. Sanatçıları, şairleri, peygamberleri, delileri, nevrotikleri ve tüm o belirsizlikleri, akıl dışılıkları, itkileri, aniden gelişen nedensiz duyguları, tüm hazları ve korkuları, hayatı hayat yapan, sanatçıyı aşka getiren, nevrotiği korkutan şeyleri bahsini ettiğimiz gerilim üretir. O toplamda, huzursuz, muhafazakârlık karşıtı ve devrimcidir. Bugünle yetinemeyen her şeydir: âşıkların aşktan usanmalarına, çocukların o mutlu ebeveyn kucağından kaçmalarına, insanların kendilerini faydasız olduğu aşikâr olan çabalarda heba olmasına neden olan odur.

Tüm mutluluğun ve kederin kaynağı olarak gerilim, insanın varlığı ile bilinci arasındaki mesafeyle ilgilidir. Toplumu yöneten, hayatı canlı kılan odur. İşte Shaw, ölü olan düşünce alanının altında duran her şeyi ve onları yaratan tüm bu gerilimi yok eder. Bu gerçek manada faal olan varlığı teolojik düzeyde ikame eden fikir olarak Hayat Sevgisi’ni Shaw, düşünsel düzeyde oluşturur. Bu sebeple, onun karakterlerinin insanla bir alakası yoktur. Bu karakterlerin tüm çelişkileri akıl düzleminde oluşur ve hiçbir çelişki çözüme kavuşturulmaz. Zaten mantık, yalnızca eylemde sentezlenebilecek ebedi zıtlıkları nasıl çözüme kavuşturabilir ki?

Bahsini ettiğimiz gerilim, Sezar ve Jan Dark gibi henüz sistematik bir ifadeye kavuşturulmamış, deneyime yön verecek rehber uyarınca, doğasını hiç bilmedikleri, ama tarihin itaat ediyormuş gibi göründüğü muazzam yetenekleri haiz güçleri var kılan kahramanlar yaratandır. İşte Shaw, bu türden kahramanları tahayyül ve tasavvur etme kabiliyetinden mahrumdur. O, o güçlerin sebep oldukları şeyleri bile isteye yaptıklarını varsaymak zorundadır. Dolayısıyla bu kahramanlar, Shaw’a bir burjuva tarih kitabından fırlamış, insanlıktan pek nasibini almamış figürler olarak görünür. Onların hayatlarını toplumsal değişime yol açan akımlara dair bir sınav kâğıdını inceler gibi sakin yaşadıklarını düşünür. Yazdığı oyunlar birer tiyatro eseri değildir. Bunlar, sanat olarak görülemezler. Burada sadece tartışma söz konusudur, dolayısıyla, hiçbir yere çıkmayan tartışmalar gibi trajik bir sondan, zamansal ilerlemeden veya sanatsal birlikten mahrumdur.

Bu sebeple, Shaw’un bir tür entelektüel aristokrat olduğunu söyleyebiliriz. Onu harekete geçiren dürtüleri en iyi oyunlarındaki komik veya ikinci sınıf figürler akli yoldan ifade ederler. Oyunlarında dil bulan talepleri en çok da bu tiplerin ağzından işitiriz. Aktörler birer hiçtir, düşünürlerse her şey.

Gerçek hayatta kudretli, heybetli ama alabildiğine beyinsiz olan biri bile, misal “Binbaşı Barbara” oyunundaki silâhtar, Shaw’un düşüncesine göre sahneye çıktığında seyirciyi etkilesin diye zeki bir teorisyene dönüştürülmelidir. Oysa biz biliyoruz ki zihnini biçimlendirme becerisinden yoksun, ama gerçekliği, pek çok aydın dostumuzdan çok daha fazla, çok daha yoğun, çok daha güçlü bir şekilde etkileyen insanlar var ve biz bu insanlara hayranızdır. Tüm hayatımız boyunca yaşanan olaylarda düşüncenin tek başına dünyaya yön vermeye yetmeyeceğini biliriz. “Hayali” ve “akıldışı” sanata, bize sadece kendi deneyimlerimizi anlatan, kısa süreli de olsa saf duygusal bilincimizi canlandıran sanata hürmetimiz, bunun kanıtıdır.

Savaşta, sanatta, devlet adamlığında ve ahlak sahasında dünya tarihi açısından belirli bir öneme sahip olan insanların hiçbirisi, Shaw’un oyunlarında karşımıza çıkmaz. Shaw, burjuva diyalektiğini iyi savunan biri olmadan, insanları etkileyen bir karakter yaratamaz. Bu acizlik, doğalında Shaw’un aktardığı proleter karakterlerde karşılık bulur. Binbaşı Barbara’da anlatılan, askeriyeye ait yurttaki proleterlerde görüldüğü gibi hepsi de birer karikatür tiptir. Bu kişiler, ancak İnsan ve Üstinsan oyununda gördüğümüz şoför gibi “eğitim” gördüğü takdirde saygın biri hâline gelirler.

Görüldüğü üzere Shaw’un idealize ettiği, yücelttiği dünya, komünizmin dünyası değil, tıpkı Wells’in dünyası gibi, yoksul, kafası karışık işçilere rehberlik eden aydın Samuray’ın yönettiği dünyadır. Bu, esasında faşizmin dünyasıdır.

Özgürlüğün doğası konusunda yanlış bir görüşe sahip olan burjuva aydınları, bu anlayışlarının özünde olan çelişkiler sebebiyle özgürlüğün karşıtı olan faşizme sürüklenirler. Shaw’un Ütopya’sı, aydınların teşkil ettiği bürokrasinin örgütlediği, yukarıdan aşağıya dayatılmış, planlı bir dünyayı ifade eder. Bu, esasen komünizmin dünyasınca redde tabi tutulmuş, yadsınmış bir dünyadır. Komünizmin dünyası ise herkesin yönetim süreçlerine dâhil olduğu, varlık âlemiyle rabıtasını kesmemiş, aktif aydınların bilinçli işçiden öğrendiği, aynı şekilde, işçilerin taleplerine düşüncenin yön verdiği bir dünyadır. Düşünce ile eylem arasındaki ölümcül sonuçlar doğuran sınıfsal yarık kapanmıştır. Görevden alınıp yerlerini başkasına bırakan memurların yürüttükleri görev için özel eğitim almadıkları bu dünya, Fabyusçuların gördüğü düşün veya kâbusun karşıtıdır. Bu Fabyusçuların sınıfsal Ütopya’sında yönetici sınıf, sürekli iktidarda kalan, entelektüel, eğitimli bürokrasi biçimini almıştır ve devletin imkân ve yetkilerini proletaryanın hayrına olacak şekilde kullanır. Aslında bu, tıpkı kapitalist gibi dünyaya sahip olmayan ama aynı zamanda proletarya gibi o dünyaya bir gün sahip olacağı kesin olan orta sınıfın gördüğü güzel bir düştür. Gerçekleşmesi imkânsız olan bu düş, aydını proletaryadan uzaklaştırır ve onu gericilikle faşizmin kalesi hâline getirir.

Shaw, özgürlüğün bir tür ilâç gibi iyi niyetli bir insanın cahil işçiye dışarıdan dayatabileceği bir şey olduğunu söyleyen fikirden hâlen daha kopabilmiş değildir. Oysa bu bahsi edilen özgürlük, proletarya değil, burjuvazi için ilâçtır. Shaw, aydının da işçinin de özgürlüğe sahip olmadığını, onların bu paha biçilmez bir şey olarak özgürlüğü kimseye veremeyeceğini, her ikisinin de kendi dönemlerine ait kategorilerin sınırlarına tabi olduğunu, kimsenin kimseye bahşedemeyeceği gerçek özgürlüğü fiiliyatta ancak komünizmin yaratabileceğini görmez.

Özgürlük, bir keşif yolculuğudur, ama gene de bu yolculukta bir konuda netiz: Romalının, feodal lordun ve burjuvanın elde ettiği özgürlüğün hayali olduğu görülmüştür. Bunun basit nedeni şudur: çünkü Romalı da feodal lord da burjuva da yönetici sınıfın özgürlüğe kavuşacağına ve onu topluma dayatacağına inanmıştır. Oysa gördük ki bu güçler başarısız oldular. Dolayısıyla, bugün insan her yerde esir. Çünkü bu güçler, özgürleşirken kölelerini, serflerini veya sömürdükleri proleterleri özgürleştirmediler. Özgürleştirmediler çünkü bunu yapsalardı, yönetici sınıf olma vasıfları ortadan kalkacaktı ki bu, ancak üretici güçler, yönetici sınıfların artık gerekli olmadığı aşamaya geçecek kadar geliştiğinde mümkün olabilecek bir şeydi.

Bu anlamda, Shaw gibi iyi niyetli bir aydın, bu erişilmesi zor olan özgürlüğün peşine düşmeden evvel, toplumun dizginlerinin bir sınıfa değil de tüm insanlara teslim edildiği yeni bir toplumsal ilişkiler sisteminin inşa edilmesi çalışmalarına katkıda bulunmalıdır. Özgürlüğü elde edebilmesi için insanın kendisini yönetebiliyor olması gerekir. Oysa insan, bir toplumda yaşadığı, toplum da üretim ilişkileriyle ve bu ilişkiler içerisinde yaşadığı için, toplum üretim ilişkilerini bizatihi yönetmeden insanlar özgürlüklerine kavuşamazlar.

İnsanın kendisini yönetebilmesi için öncelikle toplumun insanı yönetim sürecinin dışında tutan bir sınıfın idaresi altında olmamalıdır. Özgürlük arayışı, ancak sınıfsız devlette, tümüyle kendi kendisini yöneten toplumun özgürlüğe uzanan o çetin ve zor yolları öğreneceği koşullarda başlar. Peki ama insan, kaderi bir sınıf tarafından planlanıyorsa, piyasadaki pazarlıkların ve işlemlerin kontrolündeyse veya soylu bir Samuray’ın şirketince düzene sokuluyorsa, nasıl özgürlüğe kavuşabilir? Şimdiye dek iki felsefecinin mutlak hakikat ve adalet konusunda anlaştığı görülmemişken bu aydın Samuraylar bu işi nasıl becerecekler?

O bitmek bilmez olumlanma-olumsuzlanma sürecinde düşünceye onay verecek tek bir hakem vardır o da eylemdir. Peki ama düşüncenin muktedir olduğu, eyleminse dilini tuttuğu bir dünyada mesele nasıl çözüme kavuşturulacak? Eylem, toplumun tüm gözeneklerinden sızar: toplumun hayatı, her insanın eylemidir. Toplumun biçimini imtiyaz sahibi olan, çoğunluğun eyleminden uzak duran bir avuç kişinin düşüncesi tayin ettiği an o toplum paramparça olur.

Shaw, düşüncenin varlıktan neşet ettiği, insanın bilincini toplumsal ilişkilerini değiştirmek suretiyle değiştirdiği, değişimin o ilişkilerin tabi olduğu gerçek varlığın baskısı sonucu yaşandığı ile ilgili temel gerçeği örtük olarak reddeder. Dolayısıyla Shaw, propaganda faaliyetleriyle kıyaslandığında devrimci eylemin daha etkili olduğu gerçeğini doğalında inkâr eder. Tıpkı Wells gibi Shaw da vaazların tek başına dünyayı harekete geçirebileceğine inanır. Oysa dünya vaazlarla ve vaazlar yoluyla hareket etse de bu, onun tüm vaazlarla harekete geçtiği anlamına gelmez. Hareket yasası ile birlikte hareket eden dünyayı, eylem çizgisi boyunca ilerleyen ve olayların özüne vakıf olmuş bir vaaz harekete geçirebilir. Buna karşılık, bir burjuva aydını, her daim vejetaryenlik, eşit gelir veya aşı karşıtlığı gibi mutlak hakikat ve adalet anlayışı saydığı şeyin dünyaya başarılı bir tartışma yoluyla dayatabileceğine inanır. Shaw’un oyunları da bu inanç üzerine kuruludur.

Yalnız bu noktada Shaw bir açmazla yüzleşir. Mutlak doğrularını dünyaya mantıksal bir zemine sahip tartışma süreci üzerinden dayatmak zorundadır. Fakat o doğruları dayattığı, hiç düşünmeyenlerin veya az düşünenlerin dünyası aşağı ırka mensup yaratıklardan, salt emekçilerden, aydın olmayan geri zekâlı kişilerden, yaratılışın entelektüel efendilerinin tanrısal komutlarıyla felâketten kurtaracağı şekilsiz ama her şekle girebilen bir kitleden oluşmaktadır. Bu yaratıklara kim nasıl bir anlayış kazandırabilir ki? Küçük kafalarını ne cezbedebilir? Dolayısıyla, bu kitleye bir çocuk gibi muamele edilmeli, akıl, çelişki, mizah, canlı ve tuhaf olaylarla tatlandırılıp o şekilde verilmeli.

Shaw, zihinsel bilincin öncelikli ve üstün olduğuna inanır. Bu inanç onun sanatçı olmasına mani olur. Aynı bilinç, Shaw’un bugünkü bilinç dünyasında gerçek bir güç veya ciddi bir düşünür hâline gelmesini de engelledi. Neticede Shaw, dünyanın soytarısı hâline geldi. Verdiği mesajlar, her zaman mizahın şerbetine daldırıldığı için hep gülünüp geçilecek şeyler olarak algılandı.

Marx’ı görmezden gelen, Lenin’i aşağılayan, kendi Tom Mann’larını hapse gönderen İngiliz burjuvazisi, Shaw’u bir çeşit saray soytarısı olarak görerek, hoşgörü ve güler yüzle karşıladı. Onu hor gördüğü kişiler hor gördü. Hapını daldırdığı şerbet, hapın etkisini azalttı.

Buna karşılık Marx, Kapital’i İngiliz burjuvazisinin yorgun beyni için çekici kılmaya çalışmadı. Çok satanlar listesine girmek veya tiyatro âlemindeki başarılarıyla görüşlerini perdelemek için uğraşmadı. Basına komik mülâkatlar vermedi. Kendi döneminde ismini sadece bir avuç İngiliz biliyordu, oysa Shaw’u milyonlar tanıyor.

Marx, mesajını ciddiyetle aktardığı, insan ırkına mensup olan herkese eşit muamele ettiği, herkesi eşit gördüğü için mesajı da ciddiyetle ve layıkıyla alındı. Marx düşüncenin dünyayı yönettiğine inanmadığı, düşüncenin eylemin özüne uygun hareket etmesi gerektiğine inandığı için onun düşüncesi dünyanın inşasına herkesten çok daha fazla katkı sundu. Marx’ın düşüncesi, sadece dünyanın altıda birinde yeni bir uygarlığı var etmekle kalmadı, ayrıca diğer tüm ülkelerde devrimci unsurların kendi etrafında toplaşmasını sağladı. Günümüzde tüm siyaset, Marx’a karşı veya Marx’ın yanında olabildiği ölçüde anlama ve öneme sahip olabiliyor.

Marx’ın Shaw’dan çok daha büyük bir akıl olduğunu söylemeye bile gerek yok. Hiç şüphesiz, Shaw, Marx olabilseydi olurdu. Şimdiye dek aklı ve zekâyı ölçecek bir standart belirlenebilmiş değil, çünkü akıl kendi içinde varolan bir şey değil, ancak uluorta tüm çıplaklığıyla işlediği, düşünme pratiğini var ettiği ölçüde var olabilir.

Shaw da Marx da keskin zekâya sahip isimlerdi. Yazdıkları bunun kanıtıdır. Her iki isim de deneyimleri üzerinden, açgözlü burjuvanın tesis ettiği toplumsal ilişkilerin iflas ettiğinin farkındaydı. Fakat Marx’ın zihni geleceğe sıçrama becerisini gösterirken Shaw’un zihni o hor gördüğü burjuvalığa ait kategorilerin tutsaklığından bir türlü kurtulamadı. Çünkü Shaw, mesajını muhatabını küçümseyerek, saygısız bir üslupla iletiyor, insanları aşağılık varlıklar olarak görüyordu. Bu sebeple, o mesaj çok okundu ama çok az kaydedildi. Shaw’un mesajı, verilirken takınılan tavırdaki yanlışlığı ve gerçek dışılığı ele veriyor.

Shaw gençliğinde Marx’ı okudu. Buradan onun Marx sayesinde, dünyayı orta sınıfın kurtaracağına dair hayaller kuran bir reformist yerine tehlikeli bir devrimci olma seçeneğinden haberdar olduğunu anlıyoruz. Ama Marx, kendisine burjuva hayatının işlediği günahları ve yaptığı yanlışları göstermiş olmasına rağmen Shaw, geleceğin sınıfının bu çürüyen sınıfı alaşağı etmesinin zorunlu olduğu görüşünü benimsememeyi tercih etti. O andan itibaren Shaw kendi içinde bölündü.

Bu kararı Shaw’un kişisel hikâyesiyle izah etmek mümkün. Zenginken fakirleşen, toplumsal konum itibarıyla sıkıntıya düşen bir orta sınıf ailesine doğan hırslı bir genç olarak Shaw, çocukluğundan beri, ailesinin eski statüsünü yeniden kazanmak zorunda olduğu fikrinin etkisinden kurtulamadı ve bu amaç doğrultusunda, başarıya ulaşmak adına Londra’ya geldi. Burada bir işçi kadar fakir olan Shaw, geçimini bir süre yazarak sağladı. Ancak üzerindeki takım elbisesi ve piyano çalma konusunda sahip olduğu yetenek sayesinde rafine zevklere sahip Kensington sosyetesine dâhil olma imkânı buldu. Proleterleşme ihtimaliyle yüzleştiği noktada burjuva sınıfına sarıldı. Aynı şekilde, Marx okudu ama okuduklarına karşı direnç geliştirerek Fabyusçuluğa, ondaki burjuva geleneklere ve toplumsal saygınlığa bağlandı.

Bu sorun ve ona bulduğu cevap, Shaw’un ideolojisini, aynı zamanda sanatını belirledi. Ondaki Marx bilgisi, Shaw’a tüm burjuva kurumlarına elindeki balyozla saldırma imkânı verdi. Ama şu soruya hiçbir zaman cevap veremedi: “Burada ve şimdi, konuşma dışında tüm bunları düzeltip geliştirmek için ne yapmalıyız?” Bu soru, eserlerinde her tür suça ve günaha bulaştığı için lekeli olarak gördüğü parayla ilgili kılıf altında birçok kez gündeme gelir: Dul Kadının Evleri, Binbaşı Barbara, Bayan Warren’ın Mesleği gibi oyunlarında bu mesele üzerinde durulur ama hep üstünkörü ele alınır. Ona göre, sistem değişene dek meseleler olduğu gibi kabul edilmelidirler. Sistemi değiştirmek için, konuşma dışında ilk elden hiçbir adım atılmamalıdır.

İnandığı İsa’nın sermayeye satıldığını görünce dehşete düşen Binbaşı Barbara, hikâyenin sonunda İsa’yı satın almış olan silâh fabrikasının müdürüyle evlenir. Muktedir sınıfın tepeden tırnağa çürüdüğünü, varlığını işçileri sömürmesine bağlı olduğunu gören Shaw da aynı şekilde, hikâyenin sonunda ideolojik düzeyde parayla, saygınlıkla, şöhretle, barışçı reformizmle ve en nihayetinde Mussolini’yle evlenir. Sistemi değiştirmek için fiiliyatta somut adımlar atmayanlar, sistemin sürdürülmesine katkıda bulunurlar.

Shaw, Marx’ı okuduğu için gene de sunduğu çözümün temel çelişkilerini görür. Bu sebeple, kaleme aldığı oyunları kasten ve zorla dayatılmış fikri değişimlerle, ikna edicilikten uzak çözümlerle ve hayal ile mizah üzerinden gerçeklikten kaçışla yüklüdür.

Shaw, ömrü boyunca hayvanların çektikleri çilelerin ürettiği lekeli ürünler meselesiyle uğraşıp durdu. Ona göre, hayvanların kesilmesiyle elde edilen etle hayvanların ameliyat edilmesi üzerinden temin edilen serum, hiçbir şekilde kullanılmamalıdır. Shaw, kişilerin uzak durmasına rağmen bu kötü işlerin mutlu mesut yollarına devam edeceği üzerinde durmaz. Ama paranın, burjuva saygınlığının gayri maddi getirileri, bunun yanında, tehlikeli bir devrimci olarak ezilmek yerine Fabyusçu bir aydın olarak elde edilecek şöhreti reddetmek söz konusu olduğunda işler değişir.

Et ve serum, toplumun hayatı için zaruri değildir, dolayısıyla onlardan uzak durmak mümkündür. Burjuva toplumunda o toplumu bir arada tutan şey, paradır. O olmasa kimse et yiyemez. Dolayısıyla, ondan kimse uzak duramaz. Bu anlamda, Shaw’un sorunla ilgili olarak bulduğu, uzak durma üzerine kurulu burjuva çözümün, toplumun sırtından geçinen ama savaşmayan barışçının sunduğu çözüm gibi, boş ve anlamsız olduğu görülmektedir.

Daha düşük düzeydeki kötülüklerden uzak duran Shaw’un toplumsal kötülüklere yönelik ikircikli tutumu, onun toplumun ana ekseni olan asıl kötülükten korktuğunu ortaya koyar. Ondaki vejetaryenlik, büyük meseleye kör bakmak için ödediği bir tür bedel gibidir. Bu anlamda vejetaryenlik, onun tüm reformist yaklaşımının simgesidir. O uzak durur, eleştirir ama asla eyleme geçmez.

Eyleme geçmeme hâli, eleştirisini zehirler, uzak duruşunu gericiliğin faal bir silâhı hâline getirir. Tam da bu sebeple, tüm oyunlarında ve kaleme aldığı önsözlerde para, tanrı olarak çıkar karşımıza. Onsuz hepimiz güçsüz ve biçare birer hiçizdir. “Paran olsun ki erdemli olabilesin. Paran yoksa iyi biri bile olamazsın.” Shaw, bu cümleyi öyle sık ve öyle gür bir sesle yineler ki kendisini ve başkalarını ikna edemeyeceği konusunda kaygılanıp duran biri gibi görünür. Herkesten şunu ister: “Vazgeçin ondan. Bu fedakârlığınızın kime faydası var? Onu bir lağım çukuruna atsanız bir alçak gelip onu oradan alır. Sistem değişene dek bekleyin.”

Peki ama bu değişim nasıl gerçekleşecek? Shaw, bize tek bir ikna edici cevap sunmaz. Shaw’u bu kasti samimiyetsizliği yüzünden suçlamaya gerek yoktur. Shaw, tüm biçareliğiyle burjuva düşüncesine ait kategorilerin esiridir. Shaw, varlık, bilmenin önkoşulu olduğu için, burjuva sınıfının tüm o zekiliğiyle yıkılmaya, işçilerinse tüm o aptallıklarıyla eskinin yıkıntıları üzerine yeni bir uygarlık inşa etme sürecinde pratikte yaratıcı bir rol oynamaya yazgılı olduğunu göremez. İşçi ve burjuva arasında tercih yapma zorunluluğuyla yüzleştiğinde, ardındaki o parlak burjuva kültürüyle Shaw, burjuvayı yoksulluğun vahşileştirdiği, cahil ve akıl dışı olan işçiye tercih eder. Buradan da ömrü boyunca boğuşup durduğu soruyla yüzleşir: “Bu burjuva sınıfını günahlarından arınmaya nasıl ikna edeceğiz?” Bu konuda bulduğu çözümse şudur: ya onları kendi fikrine bağlayacak ya da çaresizce ellerini birleştirecek. Ama Marx’ı okuduğu için burjuvaların geleceğine de yürekten inanmaz.

Onu yüzleştiği tüm o güçlüklere sürükleyen şey, ait olduğu sınıfın ve deneyimin ürünü olan bu karardı. Yaptığı bu tercihti. Fabyusçulukla yeniden dirilecek burjuva sınıfına gerçek manada inanamadı. Yaşanan olaylar da bu sınıftaki ümitsizliğin ve çürümenin daha net bir biçimde görünmesini sağlıyordu. Böylelikle, kaleme aldığı oyunlar, giderek daha da anlamsız ve tereddütlü bir nitelik arz etmeye başladı.

O oyunlarda uygarlık ya “Kayalar”a oturur ya da “Elma Arabası”na [“Bir Çuval İncir”] bindirilir. Methuselah’a Dönüş’te görüldüğü üzere, Ütopya için işleyen Yaşama Gücü’ne dönük inancın çare olacağına inanılır. Azize Jan Dark oyununda olduğu gibi Shaw, bir yandan da bağlı olduğu burjuva sınıfının yaratıcı bir rol oynadığı döneme bakarak kendisini rahatlatmaya çalışır. Bu noktada Jan Dark’ı geberip gitmekte olan ortaçağ koşullarında burjuva bireyliğinin kahramanı ve peygamberi olarak takdim eder. Kalbi Kırıklar Evi’nde Çehov’da gördüğümüz nesnellik ve yanılsamalardan uzaklığa dair notlar düşer.

Görünen o ki Shaw’daki tüm kusurlar, onun kendisindeki yeteneklerin vaat ettiği sanatsal ve düşünsel düzeye çıkmasına mani olan her şey, burjuva sınıfını tercih etmenin yanlış olduğu bir tarihsel dönemde burjuva sınıfından yana saf tutmuş olmasının bir sonucudur. Tüm oyunları, bu tercih yüzünden gerçeklikten kopuktur, dramatik bir sondan yoksundur, tartışmayı diyalektiğin yerine koyar, yaşamsal güçlere ve düşünce temelli ütopyalara inanır, insanların sevgiyle tedavi edilebileceğini düşünür, bilimsel bilgiden uzaktır. Shaw, esasen kendisiyle alay ederken başkalarını alaya alan, kendisini hor görürken başka insanları daha fazla hor gören, üçkâğıtçı şarlatan gibi konuşmaktadır.

Shaw, burjuva sınıfının zayıflıklarını ifşa ederek faydalı bir iş gördü. Ama Shaw, burjuva kültürünün çürümüşlüğünü açığa vururken bir yandan da geleceği bu kültürün ellerine teslim ediyor, gelgelelim, ne o ne de okurları bu kültürün başarılı olacağına inanıyor. Dolayısıyla Shaw, sembolik düzeyde, suçluluk duyan, kendisine güvenini yitirmiş burjuva aklını simgeler. Gününü doldurmuş bir dünyanın çürümesine katkı sunan, yenilmiş ve ümitsizliğe kapılmış güçlerin parçası olarak aktif bir rol üstlenmektedir. Ne var ki bu çürümüş yapıyı yıkıp yenisini inşa edecek devrim güçleri yoksa bu dağılmışlık hastalıklıdır.

Shaw, bu güvene de onun ihtiyaç duyduğu görüşe de vakıf olamamıştır. Wells, Lawrence, Proust, Huxley, Russell, Forster, Wassermann, Hemingway ve Galsworthy gibi kendi çağının tipik bir örneği olan Shaw da burjuva kültürü karşısında yaşadığı hayal kırıklığını dile dökmüş, bir uyanış yaşamış, ama insanı özgürlük arayışı ve bireycilikle bataklığa sürüklemiş olan bu burjuva kültürü için daha iyi şeyler dileme gafletine düşmüş, onu daha yakından kavrama becerisini gösterememiştir. Bu isimler, her daim burjuvaların özgürlüğünü savunurlar. Bu da onları üzülecek tipler değil acınacak kişilere dönüştürür, çünkü onlardaki biçareliğin sebebi, karşı konulmaz koşullar değil, onlardaki yanılsamadır.

Christopher Caudwell
1938
Kaynak