12 Haziran 2021

Liberalizme ve Faşizme Dair

Aydınlar, burjuva demokrasisinin diktatörlükle alakalı niteliğinin üzerini örtüyorlar, bu noktada demokrasiyi burjuva diktatörlüğünün açıktan ifşa olduğu doğal aşama değil de faşizmin mutlak karşıtı olarak takdim ediyorlar.

[Bertolt Brecht]

 

Liberalizmin faşizme karşı örülmüş bir savunma duvarı olduğu, defaatle işittiğimiz bir laf. Bunu söyleyenler liberalizmin, kusursuz ve iyi bir sistemi kendi çıkarları için yok etmeyi amaç edinmiş sapık ve kötü niyetli demagoglar karşısında hukuk devletini ve demokrasiyi savunmak anlamına geldiğinden bahsediyorlar.

Batılı liberal demokrasiler, bugün ortak kökenle ilgili efsane üzerinden bu fikri herkesin zihnine aşılıyorlar. Örneğin ABD’de her çocuk, okulda İkinci Dünya Savaşı’nda liberalizmin faşizmi yendiğini, Nazi canavarının sırtını yere çalmak suretiyle tüm yanlışları ve kusurlarıyla yeni bir uluslararası düzen inşa ettiğini, önemli demokratik ilkeler üzerine kurulu olan düzenin faşizme karşıt olduğunu öğreniyor.

Liberalizm ve faşizm arasındaki ilişkiye dair bu yaklaşım, onları karşıt unsurlar olarak takdim etmekle kalmıyor, aynı zamanda faşizmle mücadelenin özünü liberalizm için mücadele olarak tarif ediyor. Bunu yaparken de ideolojik planda altı boş bir çatışmadan bahsediyor.

Oysa faşizm ve liberalizm, kapitalist dünya düzenine gösterdikleri sadakat konusunda ortaklaşıyor. Her ne kadar liberalizm, hegemonik ve uzlaşma temelli düzenin kadife eldivenini tercih ediyor, diğeri baskıcı ve şiddet yanlısı demir yumruğa bel bağlıyor olsa da ikisinin de amacı, kapitalist toplumsal ilişkileri muhafaza edip geliştirmek.

Faşizm ve liberalizm, tarih boyunca bu muhafaza ve geliştirme faaliyeti dâhilinde birlikte çalıştı. Aralarında çelişki olduğuna dair yalan, tüm o ideolojik gücüyle, iki farklı kapitalist yönetim tarzı, yani kapitalistler ve antikapitalistler arasındaki gerçek ve temel ayrım çizgisini gizliyor. Uzun zamandır kitleleri aldatan “totalitarizm bayrağı” altında yürütülen psikolojik savaş, komünizmi faşizmin bir biçimi olarak takdim etmek suretiyle bu ayrım çizgisini silikleştirdi. Domenico Losurdo gibi isimler, ideolojik anlamda saçma olan bu yaklaşımı tüm tarihsel yönleriyle ve detaylarıyla izah ediyorlar.

Bugün kamuoyunda süren, faşizmle ilgili tartışma, esasen liberal direniş düzleminde yürütülüyor. Oysa liberalizmle faşizmin tarihsel sicilini dikkatle incelemek gerekiyor. Bu yazıda ikisinin bırakalım düşman olmalarını, kapitalizmin işlediği suçlar konusunda bazen açıktan bazen de örtük olarak ortak hareket ettikleri üzerinde duruluyor. Yazıda öncelikle İtalya ve Almanya örnekleri üzerine bir değerlendirmede bulunulacak. Ayrıca ta başından itibaren Nazilerin İtalya’daki imkânlardan daha fazla imkâna kavuşan ırkçı polis devletinin ve sömürgeci saldırısının ABD’yi model aldığından bahsedilecek.

Avrupa Faşizminin Yükselişinde Liberalizmin Parmağı

Batı Avrupa’da faşizm, parlamenter demokrasileri dışarıdan gelip fethetmedi, bilâkis, faşizm, bizatihi o demokrasilerin içinden çıktı. Faşistler İtalya’da, Birinci Dünya Savaşı ardından da Büyük Buhran’ın ağırlıklı bir yere sahip olduğu dönemde yaşanan ağır politik ve ekonomik kriz koşullarında iktidara geldiler. Bu dönemde dünya, ayrıca SSCB’deki ilk başarılı antikapitalist devrime tanıklık etmişti.

Mussolini ilk deneyimini, Birinci Dünya Savaşı sürecinde İtalya’daki barış hareketini dağıtmak adına MI5 için yürüttüğü çalışmalar esnasında edindi, ardından da işçi düşmanı, kapitalizm yanlısı yönelimi dâhilinde büyük sanayicilerin ve bankacıların desteğini arkasına aldı. Başvurduğu taktik, bir yandan kapsamlı propaganda faaliyeti için gerekli parayı bulmak amacıyla destekçi bulmak, bir yandan da işçi örgütlerini ve grevleri kara gömlekliler eliyle kötüye kullanmak, bu düzlemde parlamenter sistem içerisinde çalışmak üzerine kuruluydu.

Ekim 1922’de Sanayi Konfederasyonu içerisindeki patronlar ve önemli bankaların sahipleri, Mussolini’nin etkileyici bir güç gösterisinde bulunmak için gerçekleştireceği Roma Yürüyüşü için ihtiyaç duyduğu milyonları kendisine teslim ettiler. Ancak Mussolini, bu yürüyüş sonucu iktidarı ele geçiremedi. Önemli eseri Faşizm ve Büyük Şirketler isimli çalışmasında Daniel Guérin’in de izah ettiği biçimiyle Mussolini, 29 Ekim’de kral tarafından görevlendirildi ve kendisinden parlamento kuralları uyarınca bir kabine oluşturması istendi.

Bu süreçte kapitalist devlet, kavga dahi etmeden teslim oldu. Gelgelelim Mussolini’nin amacı, liberallerin yardımıyla parlamentoda mutlak çoğunluğu oluşturmaktı. Liberaller, Temmuz 1923’te Mussolini eliyle hazırlanan seçim kanununa destek verdiler ve 6 Nisan 1924’teki seçimde ortak aday listesi hazırladılar. Parlamentoda sadece 35 milletvekili bulunan faşistler, liberallerin yardımıyla 286 koltuğa sahip oldular.

Naziler de iktidara aynı yoldan geldiler, onlar da büyük sanayicilerin ve bankacıların desteğini alıp parlamenter sistem içerisinde çalışma yürüttüler. Bankacılar Nazi partisine büyümesi için gerekli desteği sundular, nihayetinde Eylül 1930’da bu partinin seçim zaferi elde etmesini sağladılar. Hitler’in 19 Ekim 1935’te yaptığı konuşmada da dile getirdiği biçimiyle, kendi otomobilleriyle her yerde konuşmalar yapan Nazi partisi üyesi bin kadar hatibin desteklenmesi için alınan maddi kaynak sayesinde bir yıl içerisinde yüz bin toplantı ve miting düzenleme imkânı bulundu.” Aralık 1932’de bugünün sol liberalleriyle hiç alakası bulunmayan ama aynı reformist ajandayı paylaşan sosyal demokrat liderler, Nazizme karşı mücadele noktasında komünistlerle on bir saatlik bir koalisyon oluşturulması fikrine karşı çıktılar.

Michael Parenti’nin de ifade ettiği biçimiyle “birçok ülkede olduğu gibi Almanya’da da sosyal demokratlar komünistlerle ortak dava etrafında örgütlenmek yerine gerici sağla ittifak kurdular.”

Seçim öncesi komünist parti adayı Ernst Thaelmann, Mareşal von Hindenburg’a verilen oyun Hitler’e ve savaşa verilmiş olacağını söyledi. Hindenburg’un seçilmesinden birkaç hafta sonra mareşal, Hitler’i şansölye atadı.

İtalya’da ve Almanya’da faşizm iktidara burjuva parlamenter demokrasi üzerinden geldi. Bu düzende büyük sermaye, faşizmin adaylarını destekledi. O adaylarsa kitle desteğini arkasına alacak sahte bir devrimi yapma önerisinde bulundular, aynı zamanda popülist bir siyaset yürüttüler.

Faşizm, hem ülke içerisinde hem de burjuva demokrasisinin hüküm sürdüğü ülkelerde kendine meşru bir zemin bulan bu hukuk ve anayasa düzleminde iktidara geldi. Bu gerçeği gayet iyi idrak etmiş olan Leon Trotskiy, o dönem olup biteni etkileyici bir vuzuhla, şu şekilde izah ediyordu:

“İlk elden ulaştığımız sonuçlar şu şekildedir: Burjuva demokrasisi, kendisini hukuk düzleminde, barışçıl bir yoldan, faşist bir diktatörlüğe dönüştürmektedir. Burada gayet basit bir sır mevcuttur: burjuva demokrasisi ve faşist diktatörlük, aynı sınıfın, sömürücülerin birer aracıdır. Bu araçlardan birinin diğerinin yerini almasına anayasa, Leipzig’deki Anayasa Mahkemesi, yeni yapılacak seçimler gibi yöntemlere başvurmak suretiyle mani olmak mümkün değildir. Asıl gerekli olan, proletaryanın devrimci güçlerini harekete geçirmektir. Anayasa fetişizmi, faşizmin ekmeğine yağ sürecektir.”

İktidarını güvence altına alır almaz faşizm, otoriter yüzünü herkese gösterdi. Süreç içerisinde kendisini Trotsky’nin “Bonapartist tipte askerî-bürokratik diktatörlük” dediği şeye dönüştürdü. Gözünü karartan faşizm, İtalya’da Almanya’dakinden farklı bir yolu izledi. Burada faşizme, örgütlü işçi sınıfını ezme, muhalefet partilerini ortadan kaldırma, bağımsız medyayı yok etme, seçimleri hükümsüz kılma, ırkçılıkla boğuşan alt sınıfları günah keçisi ilân edip öldürme, kamu varlıklarını özelleştirme, sömürgeci genişleme projesini yürürlüğe koyma, kendisine destek veren sanayicilerin hayrına olacak şekilde savaş ekonomisine ağırlık verme görevi bahşedildi. Büyük sermayenin diktatörlüğünü inşa ederken faşizm, kendi saflarında yer alan plebyen ve popülist unsurları bile yok etti, bir yandan da sınıf savaşının o yıkıcı gücü ile kafası karışık birçok liberali ezdi.

Burjuva demokrasisi, faşizmin yükselişine sadece İtalya ve Almanya’da imkân sağlamadı. Bu, başka ülkelerde de tanık olunan bir gelişmeydi. Kapitalist devletler, SSCB ile antifaşist koalisyon oluşturma fikrine karşı çıktılar. Sovyetler, 1918-1920 arası dönemde on dört kapitalist devletin işgaline uğramış, dünyanın bu ilk işçi cumhuriyeti gene de yok edilememişti.

Eric Hobsbawm gibi tarihçilerin faşizmle komünizm arasında yaşanacak savaşın minyatür hâli olarak tarif ettikleri İspanya İç Savaşı sürecinde Batılı liberal demokrasiler, bu ülkede seçimle işbaşına gelmiş olan solcu hükümete resmiyette hiç destek sunmadılar. Bunun yerine söz konusu ülkeler, Mihver Devletleri’nin askerî darbe yapmış olan General Francisco Franco’ya destek sundukları koşullarda, yaşanan gelişmelere kayıtsız kaldılar.

Franco’nun Avrupa faşizmi ile ilgili tartışmalarda çoğunlukla dışarıda tutulması, önemli bir meseledir. Kendisine açıktan “faşist” diyen Franco, belirli bir konjonktürde faşizmin tali özelliklerinin neden farklılaştığını gayet net bir dille ifade eden bir isimdir:

“Kelimenin ilk kullanıldığı günden beri faşizm, kendisini ortaya koyma imkânı bulduğu her yerde ülkelere ve o ülkelerin ulusal mizaçlara göre değişen kimi özelliklere sahip olmuştur.”

İspanya’da faşizmle mücadele eden cumhuriyetçilerin yardımına SSCB koştu. Sovyetler, cumhuriyetçilere asker ve teçhizat gönderdi. İlerleyen süreçte aynı Franco, “tanrısız komünizm”le mücadele etsinler diye gönüllü bir askerî gücü görevlendirdi. Ayrıca Franco, savaş sonrasında Kızıl Tehdit’e karşı mücadele yürüten ABD’nin en önemli müttefiklerinden biri hâline geldi.

1934’te Birleşik Krallık, Fransa ve İtalya Münih Anlaşması’nı imzaladı, böylelikle Hitler’in Çekoslovakya’daki Sudetenland’ı işgal edip sömürgeleştirmesine izin verdi. Hobsbawm’ın da ifade ettiği biçimiyle,

“1938-39’da Hitler karşıtı ittifakın inkâr edilmeyecek ve acilen karşılanması gereken bir ihtiyaç olarak görüldüğü koşullarda Batılı devletler, komünist devletle etkili bir müzakere süreci içine girmek istemediler. Esasen Stalin, 1934’ten beri Batı’yla ittifak içerisinde hareket etme fikrini sıkı bir biçimde savunmasına karşın, tam da bu Batılı devletlerin isteksizliği sebebiyle, Hitler’i tek başına göğüsleyemeyeceğini görerek, Ağustos 1939’da Stalin-Ribbentrop Anlaşması’nı imzaladı. Bu anlaşmayla Stalin, SSCB’yi savaşın dışında tutmayı umut ediyordu.”

Söz konusu saldırmazlık anlaşması, Batı medyasında Nazilerin ve komünistlerin müttefik olduklarına dair, kimsenin inkâr edemeyeceği bir işaret olarak sunuldu.


Uluslararası Kapitalizm ve Faşizm

Faşizmin İtalya’da ve Almanya’da iktidara gelişine sadece büyük sanayiciler ve bankacılar değil toprak sahipleri de destek verdi. Faşizme Batı’daki burjuva demokrasileri dâhilinde faaliyet yürüten büyük şirketler ve bankalar da arka çıktılar.

Henry Ford bu konuda adı en fazla kötüye çıkmış kişi. 1938’de Alman olmayanlara verilen en yüksek onur nişanı olan Alman Kartalı’nı Nazi partisi yetkililerinin elinden aldı. Bu nişan aynı yılın başlarında Mussolini’ye verilmişti. Ford, Nazilere çuvalla para göndermekle kalmadı, ayrıca onlara antisemitizm ve antikomünizm ideolojilerini armağan etti.

Hitler, Ford’un “komünizmin tümüyle Yahudi icadı” olduğu fikrini paylaşıyordu. Hatta Kavgam kitabındaki kimi bölümler, Henry Ford’un antisemit kitabı Beynelmilel Yahudi çalışmasından alınmıştı.

Ford dışında birçok şirket Almanya’ya yatırım yaptı. Çok sayıda Amerikan bankası, şirketi ve yatırımcısı, ekonominin Aryanlaştırılmasından (Yahudilerin iş dünyasından kovulup mülklerinin Aryanlara devredilmesinden) ayrıca Almanya’nın yeniden silâhlandırılmasını amaçlayan programdan istifade etti.

Christopher Simpson’ın dile getirdiği biçimiyle, “International Harvester, Ford, General Motors, Standard Oil of New Jersey ve du Pont, Almanya’daki silâh üretim sürecine dâhil oldu.” Amerika’nın Almanya’ya yaptığı yatırımlar Hitler’in iktidara gelişi ardından hızla arttı. “Ticaret Bakanlığı’nın raporlarında aktarıldığı kadarıyla, ABD’nin Almanya’daki yatırımları 1929-1940 arası dönemde yüzde 48,5 artarken, Avrupa genelinde bu oran ciddi bir biçimde düştü.” Ford ve General Motors gibi ABD şirketlerinin ayrıca bir dizi petrol şirketinin Almanya’daki iştirakleri toplama kamplarındaki insanları zorla çalıştırdılar. Örneğin Buchenwald toplama kampı, GM’in Russelsheim’daki tesislerine çok sayıda insan gönderdi. Aynı kamp, Ford’un Köln’deki kamyon fabrikasına da destek sundu. Ford’un Alman müdürleri, söz konusu süreçte esasen Cenevre Sözleşmesi uyarınca savaş suçu işleyerek, Rus savaş esirlerini savaş araç gereçlerinin üretiminde kullandılar.

İleride dışişleri bakanı olacak olan John Foster Dulles ile CIA’in başına geçecek olan Allen Dulles, o dönemde Wall Street’in en büyük hukuk şirketi olarak görülen Sullivan & Cromwell’i yönetiyordu. İkili, yirmilerin ikinci yarısında bilhassa Amerikalı yatırımcılar için önemli bir uluslararası pazar hâline gelmiş olan Almanya’ya yönelik yatırımları denetliyor, yönetiyor, ayrıca bu konuda gerekli danışmanlık hizmetini sunuyordu. ABD’deki neredeyse tüm önemli bankalarla çalışmakta olan Sullivan & Cromwell, milyar dolarlık yatırımları denetlemekteydi. Şirket ayrıca dünya genelinde onlarca şirketle ve hükümetle çalışma yürütmekteydi. Simpson’ın aktardığı kadarıyla “John Foster Dulles, özel olarak Almanya’daki projeler, Polonya’daki askerî cunta ve İtalya’daki, başında Mussolini’nin bulunduğu faşist devlet üzerinde duruyordu.” Savaş sonrası dönemde Allen Dulles, iş ortaklarını korumak için elinden geleni yaptı. Bu süreçte ortaklarının varlıklarını güvence altına alma ve onların kovuşturmaya uğrayıp ceza almalarına mani olma konusunda ciddi bir başarı elde etti.

Birçok liberalin faşizmle ilgili değerlendirmeleri, faşizmin kurduğu politik sahne ve tali kimi tuhaflıklarına odaklanırken, sistemi esas alan radikal bir analizden uzak durmaktadır. Oysa asıl önemli olan, liberalizmin Avrupa faşizminin büyümesine imkân sağlayıp sağlamadığını görmek, kapitalizmin bu büyüme sürecini kapitalizmin yönlendirdiğini idrak etmektir.

Faşizmi Kim Yendi?

Batı’daki burjuva demokrasileri, Batı cephesini açma konusunda epey yavaş hareket ettiler. Bu sayede söz konusu devletler, Sovyetler’in kapitalizm yanlısı Nazilerin elindeki askerî güç karşısında ezilmesini istediler. Devrim kaçkını beyaz Ruslardan da ciddi destek gören Nazilerin Sovyetler Birliği’ni işgal ettiği gün Harry Truman şunu söylemişti:

“Almanya’nın kazandığını görürsek Rusya’ya yardım etmeliyiz, Rusya’nın kazandığını görürsek Almanya’nın yardımına koşmalıyız. Hitler’in her koşulda zafere ulaşmasını istemesem de Almanya ile Sovyetler arasındaki savaşta kayıpların olabildiğince çok olmasına izin vermeliyiz.”

ABD’nin savaşa girmesinin ardından Allen Dulles gibi güçlü devlet adamları, sahne arkasından çalışma yürütüp Nazilerin tüm dikkatlerini SSCB’yi yok etmeye teksif etmelerini mümkün kılacak bir barış anlaşmasının imzalanmasını sağlamak için uğraştılar.

ABD’de ve başka yerlerde kabul edilen yaygın görüşe göre İkinci Dünya Savaşı’nda faşizmi liberalizm yendi. Liberalizm bu zafere esas olarak ABD’nin savaşa müdahil olması sayesinde ulaşmıştı. Oysa bu, alabildiğine temelsiz bir iddiadır.

Peter Kuznick, Max Blumenthal ve Ben Norton’ın son yaptıkları tartışmada anımsattıkları biçimiyle savaşta ölen Nazilerin yüzde sekseni, Almanların 200 tümen konuşlandırdığı Doğu Cephesi’nde öldürülmüştü. Buna karşılık, Almanların Batı Cephesi’nde sadece on tümeni vardı. Faşizmle mücadele sürecinde 27 milyon Sovyet vatandaşı öldü, savaşta ölen Amerikan askeri sayısı 400.000’di. (Bu rakam, Sovyetler’in toplam can kaybının yüzde 1,5’ine denk düşüyor.)

Her şeyden önce İkinci Dünya Savaşı’nda faşizmi yenen, Kızıl Ordu idi. Faşizme karşı son savunma duvarını ören, liberalizm değil komünizmdi. Tarihin sunduğu ders gayet açık: Bir insan antikapitalist değilse gerçek anlamda antifaşist olamaz.

Sahte Antagonizmaların İdeolojisi

Liberalizmde ve faşizmde ideolojik planda kurulan sahte antagonizmalar bir dizi amaca hizmet etmektedirler:

+ Mücadelenin asıl cephesinin kapitalist kamp içerisinde yer alan iki rakip konum arasındaki kavga üzerine kurulu olduğunu söyler.

+ Söz konusu yaklaşım, halkın enerjisini kapitalist düzeni yıkmak yerine onu en iyi hangi yöntemin yöneteceğine dair mücadeleye teksif eder.

+ Dünya genelinde hüküm süren sınıflar mücadelesinde gerçek ayrım çizgilerini siler.

+ Komünizm seçeneğini ortadan kaldırmaya çalışır (bu noktada komünizm seçeneğini mücadele sahasından tümüyle kopartmak veya onu büyük bir kurnazlıkla bir tür “totalitarizm” olarak takdim etmek için uğraşır.)

Günümüz dünyasında oldukça önemli birer ideolojik ritüel olarak spor faaliyetlerinde görüldüğü üzere, sahte antagonizmaların fiilî mantığı, gaza getirilmiş taraftarların nihayetinde aynı oyunu oynadıkları gerçeğini unuttukları, iki rakip takım arasındaki rekabeti ve özel farklılıkları abartır ve besler.

ABD’de solu liberal olarak tanımlama gayreti içerisindeki gerici politik kültür dâhilinde asıl önemli olan, liberal ideoloji ve liberal kurumlar aracılığıyla dayatılan ve sürdürülen kapitalizm ve zamana, mekâna ve nüfusun niteliğine göre farklılık arz eden faşist baskı ile sosyalizm arasında bir karşıtlık olduğunu görmektir.

Söz konusu karşıtlığı liberalizmle faşizm arasındaki karşıtlıkla ikame ettiğimizde, sahte antagonizmaların dayandığı ideoloji galebe çalar ve bu ideoloji, yüzyılın mücadelesini komünist devrimden ziyade kapitalist bir müsamerenin sergilenmesine indirger.

Gabriel Rockhill
14 Ekim 2020
Kaynak

0 Yorum: