Michel
Foucault, yetmişlerin sonunda şunu söylüyordu: “Muhtemeldir ki bugün biz,
siyasetin sonuna tanıklık ediyoruz.” Ütopyaların ve kapitalizme karşı sunulan
radikal alternatiflerin tükenmesi karşısında Foucault, asıl meselenin
kendimizle, özbenliğimizle yeni ilişki türleri ve tarzları geliştirmek olduğunu
söylüyordu. Onun tespitine göre politik ilerlemeyi artık partiler, sendikalar,
bürokrasi ve siyaset sağlayamıyordu. Foucault, politikanın giderek bireysel,
ahlakî bir mesele hâline geldiği iddiasındaydı.
“Her
şey politiktir, kişisel olan politiktir” diyen bu yeni politika tanımında
benliğin, nefsin günümüz siyasetinin savaş sahası hâline geldiği üzerinde
duruluyor. Foucault gibi birçok aydın, bu tanımın yapıldığı dönemde “devrim
çağının sona erdiğini”, benliğin, kişinin kendi varlığının toplumsal değişime
dair en popüler kavram hâline geldiği yeni bir dönemin başladığını iddia etti.
Bu aydınlara göre kolektif “büyük anlatılar”ın çöküşüyle birlikte artık hep
beraber içe dönüp bakmamız gerekiyordu. Altmışların sonundan itibaren politik
değişim, nefsle mücadele, “içteki düşmanımıza” karşı mücadele olarak
tanımlandı. Neticede herkes, “kendi içindeki faşist”le yüzleşmek zorundaydı.
Bu
değişimle birlikte benlik, fethedilecek yeni bir pazar hâline geldi. Bugünse bu
değişimin bir sonucu olarak, kişisel gelişim kanepeleri, yeni çağın guruları,
enerji şifacıları, gıda danışmanları, alternatif terapistler ve yaşam tarzı
markaları, içe dönmeciliğin ekmeğini yemeye çalışıyorlar.
Christopher
Lasch’in tespitiyle politika, “toplumsal değişim mücadelesi yerine kendini
gerçekleştirme mücadelesine dönüşüp yozlaşıyor.” Fakat Lasch’in düşüncesinin
aksine yıldızı yeni yeni parlayan “sağlıklı oluşa karşı gelişen hassasiyet”,
“makul açıklama” ve “bilimsel iyileştirme yöntemleri”ni temel alan yaklaşım,
din karşıtı bir olgu hâline gelmek yerine, zamanla kendisine ait günah çıkartma
tekniklerine başvuran, toplumsal meseleleri sürekli kişisel meselelermiş gibi
takdim eden bir anlayış hâlini aldı.
Tıpkı
ruha odaklanan Hristiyanlık gibi bu benliği esas alan yeni politika da
kendisine has bir günah çıkartma kültürü üretti. Bu kültürde içeride yaşanan
muharebeler ve mücadeleler, dışarıdakilerle tartışılması, itiraf edilmesi ve
paylaşılması gereken olgular olarak ele alınıyorlar. “Bilinçlenme”, “kendini
inceleme” veya “kendini güçlendirme” en önemli teknikler hâline geldi. Bu
eğilim, kişisel gelişim literatürü ve danışmanları eliyle iyice güçlendi. Bu
kişisel gelişimciler ve danışmanlar, günah çıkartma ve itiraf üzerine kurulu
kültürün günümüz politik pratiğinde öne çıkmasına katkıda bulundular.
Bugün,
yukarıda bahsini ettiğimiz değişimi, en açık biçimde, ırkçılık karşıtlığının
farklı formlarında başvurulan günah çıkartma üzerine kurulu dilde
görebiliyoruz.
“Beyazlardaki
kırılganlık”la ilgili eğitim seminerlerinde Amerika’daki ırkçılığı tartışan,
çeşitlilik danışmanı Robin DiAngelo dinleyicilerine, hayatının her anında
ırkçılıkla bir şekilde oynaştığını itiraf ediyor: “Irkçılıkla boğuşuyorum,
bunun için kafamı duvarlara vuruyorum, ama ondan bir türlü kurtulamıyorum.”
Kitapları
çok satan ırkçılık karşıtı eğitmen İbrahim X Kendi de “ırkçılık karşıtlığının
kesintisiz sürmesi gereken bir eylem olduğunu” söylüyor. Ona göre ırkçılık
karşıtlığı, daimi bir özbilince, kesintisiz özeleştiriye ve sürekli kendimizi
incelememize ihtiyaç duyuyor. Bu durumda ırkçılıkla mücadele, kişinin kendi
nefsiyle, benliğiyle ilgili bitimsiz bir pratik hâline geliyor, bu pratik de
sokakta, işyerlerinde ve üniversitelerde kendimizi sürekli inceleme altında
tutmamızı gerekli kılıyor.
Bu
tarz politikanın neye benzediğini görmek isteyenler, George Floyd’un polis
tarafından katledilmesi ve ardından Polis Faaliyetlerinde Adalet isimli kanun
tasarısı sonrası boyunlarına sardıkları Gana usulü ipek atkılarıyla (kente)
yere diz çöken Nancy Pelosi ve Chuck Schumer gibi önde gelen Demokrat Partili
liderlerin fotoğraflarına bakabilirler. Profesyonel spor takımları, ünlüler
veya zenginler de benzer pozlar verdiler. Örneğin JP Morgan’ın icra kurulu
başkanı Jamie Dimon, kendi şirketine ait olan Chase bankasının kasa dairesinin
önünde diz çöküp poz vermişti.
Aynı
şekilde, sosyal medyada bir dizi Hollywood yıldızı da ırkçılıktan tövbe
ettiklerine dair ifadelerinde de benzer bir politika anlayışı dil buluyor.
Günah çıkartmayı, itirafı esas alan bu dil ile birlikte söz konusu kişiler,
“kontrolleri dışındaki her anın”, “dillerine doladıkları her klişenin”,
ırkçılık karşısında sessiz kaldıkları her durumun ve her tür ırkçılığa karşı
körleştikleri hâlin sorumluluğunu aldıklarını söylüyorlar. Fakat içe bakmanın,
içe dönmenin de ötesinde bu günah çıkartma siyaseti, kamusal alanda karşılık
buluyor. Özel günah çıkartma kabininden veya oy sandığının sahip olduğu o
kutsallıktan farklı olarak bugün herkes sokakta, sanat galerilerinde,
işyerlerinde ve sosyal medya hesaplarında günah çıkartıyorlar.
Foucault
günah çıkartma pratiğinin zayıflayacağını umut ediyordu, oysa zamanla bu pratik
daha da yoğunlaştı ve kamusal alana yayılarak çoğaldı. Bugünün laik günah
çıkartma pratiği, giderek, ilk Hristiyan cemaatlerinin açık alanda yüksek sesle
gerçekleştirdikleri tövbe ayinlerine benziyor. Bu arınmak için iştirak edilen
aşağılanma ayinlerinde herkes, kilise kurucularından Tertullian’ın ifadesiyle,
“kendilerini faş etmek” zorunda.
Bu
tür bir günah çıkartma politikası, bugün sosyal medyadaki postlar ve meydan
okumalar, Twitter etiketleri, internet fenomenleri, personelini daha az beyaz
olma yönünde eğiten, “suçluluk, utanma ve savunmacı yaklaşım üzerinden
çalışanlarını yönlendiren” büyük şirketler veya “içselleştirilmiş patriarkaya
karşı çıkan casuslar aranıyor” diye ilân veren CIA üzerinden somut bir biçim
kazanıyor.
Burada
günah, rahiplere has o “sessizlik yemini” koşullarında değil, “kamusal alanın
gözü önünde çıkartılıyor. DiAngelo’nun da ifadesiyle günah çıkartma pratiği,
yaşam boyu sürecek bir iş olarak ele alınıyor. Bu çalışma dâhilinde içteki
kötülükle mücadele ediliyor ve başka tövbekârlarla bir araya geliniyor.
Toplumsal ve ekonomik sömürüye karşı mücadelenin terk edildiği bu dünyada
politika, kendisinin tayin ettiği selamet ve kurtuluş yolunun haklı ve doğru
olduğunu herkese söyleyip duran itiraf grupları arasındaki yarış hâline
geliyor.
Bu
politik olgu, ruhumuzun derinliklerine nüfuz eden ve bizi işyerlerinde
“farkındalık teknikleri”ni uygulama konusunda yüreklendiren şirketlerde ve
kişisel gelişim sektöründe karşılık buluyor, bunlar eliyle perçinleniyor. Söz
konusu görüş, şirket yöneticilerine akıl veren Peter Drucker’ın “kendini yönet”
çağrısında, milyar dolarlar kazanan kişisel gelişim sektörünün çıkarttığı, çok
satan kitaplarda ve Kanadalı psikolog Jordan Peterson’ın “hayat için
kurallar”ında yankılanıyor.
Varlık
alanı giderek genişleyen bu siyasetin kusurları da zamanla daha fazla görünür
hâle geliyor. Afrikalı-Amerikalı çalışmaları profesörü Cedric Johnson’ın dile
getirdiği biçimiyle, “beyazlardaki suçluluk ve siyahlardaki öfke, politikanın
geçerliliğini belirli ölçüde sınırladı, zira bu suçluluk ve öfke, anlamlı bir
yoldan iktidara fiiliyatta kafa tutmak için gerekli halk kitlesinin ve yasama
noktasında gerekli çoğunluğun inşası için ihtiyaç duyulan ve sürdürülebilir bir
nitelik arz eden temel hâline bir türlü gelemedi.”
Johnson,
ayrıca bu yaklaşımın ırkçı liberalizmin militan bir ifadesi olduğunu söylüyor
ve onun pratikte sürekli gözetlenen, taciz edilen, saldırıya uğrayan,
yargılanan, mahkûm edilen, birer hata olarak görülüp hapse tıkılan herkese
pratikte katkıda bulunabilecek kamu yararıyla ilgili hususları ötelemeye devam
ettiği üzerinde duruyor.
Politikanın
sunduğu menfaatler giderek artıyor. Bu koşullarda liberaller, içteki
mücadelemizi bağıra çağıra haykırdığımız o gürültülü ayinlerimizle meşgul
olmamızı istiyorlar, bizi bu şekilde görmeyi tercih ediyorlar. Bu hâliyle, kırk
yıl önce benliği, nefsi merkez alan mücadelelerin dünyamızda sömürüye ve
eşitsizliklere karşı mücadeleye kıyasla giderek daha önemli hâle geldiğini
söyleyen Foucault’nun yanıldığı görülüyor.
Mitchell Dean
Daniel Zamora
15
Haziran 2021
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder