21 Haziran 2021

Savaş Sahası Olarak Benlik


Michel Foucault, yetmişlerin sonunda şunu söylüyordu: “Muhtemeldir ki bugün biz, siyasetin sonuna tanıklık ediyoruz.” Ütopyaların ve kapitalizme karşı sunulan radikal alternatiflerin tükenmesi karşısında Foucault, asıl meselenin kendimizle, özbenliğimizle yeni ilişki türleri ve tarzları geliştirmek olduğunu söylüyordu. Onun tespitine göre politik ilerlemeyi artık partiler, sendikalar, bürokrasi ve siyaset sağlayamıyordu. Foucault, politikanın giderek bireysel, ahlakî bir mesele hâline geldiği iddiasındaydı.

“Her şey politiktir, kişisel olan politiktir” diyen bu yeni politika tanımında benliğin, nefsin günümüz siyasetinin savaş sahası hâline geldiği üzerinde duruluyor. Foucault gibi birçok aydın, bu tanımın yapıldığı dönemde “devrim çağının sona erdiğini”, benliğin, kişinin kendi varlığının toplumsal değişime dair en popüler kavram hâline geldiği yeni bir dönemin başladığını iddia etti. Bu aydınlara göre kolektif “büyük anlatılar”ın çöküşüyle birlikte artık hep beraber içe dönüp bakmamız gerekiyordu. Altmışların sonundan itibaren politik değişim, nefsle mücadele, “içteki düşmanımıza” karşı mücadele olarak tanımlandı. Neticede herkes, “kendi içindeki faşist”le yüzleşmek zorundaydı.

Bu değişimle birlikte benlik, fethedilecek yeni bir pazar hâline geldi. Bugünse bu değişimin bir sonucu olarak, kişisel gelişim kanepeleri, yeni çağın guruları, enerji şifacıları, gıda danışmanları, alternatif terapistler ve yaşam tarzı markaları, içe dönmeciliğin ekmeğini yemeye çalışıyorlar.

Christopher Lasch’in tespitiyle politika, “toplumsal değişim mücadelesi yerine kendini gerçekleştirme mücadelesine dönüşüp yozlaşıyor.” Fakat Lasch’in düşüncesinin aksine yıldızı yeni yeni parlayan “sağlıklı oluşa karşı gelişen hassasiyet”, “makul açıklama” ve “bilimsel iyileştirme yöntemleri”ni temel alan yaklaşım, din karşıtı bir olgu hâline gelmek yerine, zamanla kendisine ait günah çıkartma tekniklerine başvuran, toplumsal meseleleri sürekli kişisel meselelermiş gibi takdim eden bir anlayış hâlini aldı.

Tıpkı ruha odaklanan Hristiyanlık gibi bu benliği esas alan yeni politika da kendisine has bir günah çıkartma kültürü üretti. Bu kültürde içeride yaşanan muharebeler ve mücadeleler, dışarıdakilerle tartışılması, itiraf edilmesi ve paylaşılması gereken olgular olarak ele alınıyorlar. “Bilinçlenme”, “kendini inceleme” veya “kendini güçlendirme” en önemli teknikler hâline geldi. Bu eğilim, kişisel gelişim literatürü ve danışmanları eliyle iyice güçlendi. Bu kişisel gelişimciler ve danışmanlar, günah çıkartma ve itiraf üzerine kurulu kültürün günümüz politik pratiğinde öne çıkmasına katkıda bulundular.

Bugün, yukarıda bahsini ettiğimiz değişimi, en açık biçimde, ırkçılık karşıtlığının farklı formlarında başvurulan günah çıkartma üzerine kurulu dilde görebiliyoruz.

“Beyazlardaki kırılganlık”la ilgili eğitim seminerlerinde Amerika’daki ırkçılığı tartışan, çeşitlilik danışmanı Robin DiAngelo dinleyicilerine, hayatının her anında ırkçılıkla bir şekilde oynaştığını itiraf ediyor: “Irkçılıkla boğuşuyorum, bunun için kafamı duvarlara vuruyorum, ama ondan bir türlü kurtulamıyorum.”

Kitapları çok satan ırkçılık karşıtı eğitmen İbrahim X Kendi de “ırkçılık karşıtlığının kesintisiz sürmesi gereken bir eylem olduğunu” söylüyor. Ona göre ırkçılık karşıtlığı, daimi bir özbilince, kesintisiz özeleştiriye ve sürekli kendimizi incelememize ihtiyaç duyuyor. Bu durumda ırkçılıkla mücadele, kişinin kendi nefsiyle, benliğiyle ilgili bitimsiz bir pratik hâline geliyor, bu pratik de sokakta, işyerlerinde ve üniversitelerde kendimizi sürekli inceleme altında tutmamızı gerekli kılıyor.

Bu tarz politikanın neye benzediğini görmek isteyenler, George Floyd’un polis tarafından katledilmesi ve ardından Polis Faaliyetlerinde Adalet isimli kanun tasarısı sonrası boyunlarına sardıkları Gana usulü ipek atkılarıyla (kente) yere diz çöken Nancy Pelosi ve Chuck Schumer gibi önde gelen Demokrat Partili liderlerin fotoğraflarına bakabilirler. Profesyonel spor takımları, ünlüler veya zenginler de benzer pozlar verdiler. Örneğin JP Morgan’ın icra kurulu başkanı Jamie Dimon, kendi şirketine ait olan Chase bankasının kasa dairesinin önünde diz çöküp poz vermişti.

Aynı şekilde, sosyal medyada bir dizi Hollywood yıldızı da ırkçılıktan tövbe ettiklerine dair ifadelerinde de benzer bir politika anlayışı dil buluyor. Günah çıkartmayı, itirafı esas alan bu dil ile birlikte söz konusu kişiler, “kontrolleri dışındaki her anın”, “dillerine doladıkları her klişenin”, ırkçılık karşısında sessiz kaldıkları her durumun ve her tür ırkçılığa karşı körleştikleri hâlin sorumluluğunu aldıklarını söylüyorlar. Fakat içe bakmanın, içe dönmenin de ötesinde bu günah çıkartma siyaseti, kamusal alanda karşılık buluyor. Özel günah çıkartma kabininden veya oy sandığının sahip olduğu o kutsallıktan farklı olarak bugün herkes sokakta, sanat galerilerinde, işyerlerinde ve sosyal medya hesaplarında günah çıkartıyorlar.

Foucault günah çıkartma pratiğinin zayıflayacağını umut ediyordu, oysa zamanla bu pratik daha da yoğunlaştı ve kamusal alana yayılarak çoğaldı. Bugünün laik günah çıkartma pratiği, giderek, ilk Hristiyan cemaatlerinin açık alanda yüksek sesle gerçekleştirdikleri tövbe ayinlerine benziyor. Bu arınmak için iştirak edilen aşağılanma ayinlerinde herkes, kilise kurucularından Tertullian’ın ifadesiyle, “kendilerini faş etmek” zorunda.

Bu tür bir günah çıkartma politikası, bugün sosyal medyadaki postlar ve meydan okumalar, Twitter etiketleri, internet fenomenleri, personelini daha az beyaz olma yönünde eğiten, “suçluluk, utanma ve savunmacı yaklaşım üzerinden çalışanlarını yönlendiren” büyük şirketler veya “içselleştirilmiş patriarkaya karşı çıkan casuslar aranıyor” diye ilân veren CIA üzerinden somut bir biçim kazanıyor.

Burada günah, rahiplere has o “sessizlik yemini” koşullarında değil, “kamusal alanın gözü önünde çıkartılıyor. DiAngelo’nun da ifadesiyle günah çıkartma pratiği, yaşam boyu sürecek bir iş olarak ele alınıyor. Bu çalışma dâhilinde içteki kötülükle mücadele ediliyor ve başka tövbekârlarla bir araya geliniyor. Toplumsal ve ekonomik sömürüye karşı mücadelenin terk edildiği bu dünyada politika, kendisinin tayin ettiği selamet ve kurtuluş yolunun haklı ve doğru olduğunu herkese söyleyip duran itiraf grupları arasındaki yarış hâline geliyor.

Bu politik olgu, ruhumuzun derinliklerine nüfuz eden ve bizi işyerlerinde “farkındalık teknikleri”ni uygulama konusunda yüreklendiren şirketlerde ve kişisel gelişim sektöründe karşılık buluyor, bunlar eliyle perçinleniyor. Söz konusu görüş, şirket yöneticilerine akıl veren Peter Drucker’ın “kendini yönet” çağrısında, milyar dolarlar kazanan kişisel gelişim sektörünün çıkarttığı, çok satan kitaplarda ve Kanadalı psikolog Jordan Peterson’ın “hayat için kurallar”ında yankılanıyor.

Varlık alanı giderek genişleyen bu siyasetin kusurları da zamanla daha fazla görünür hâle geliyor. Afrikalı-Amerikalı çalışmaları profesörü Cedric Johnson’ın dile getirdiği biçimiyle, “beyazlardaki suçluluk ve siyahlardaki öfke, politikanın geçerliliğini belirli ölçüde sınırladı, zira bu suçluluk ve öfke, anlamlı bir yoldan iktidara fiiliyatta kafa tutmak için gerekli halk kitlesinin ve yasama noktasında gerekli çoğunluğun inşası için ihtiyaç duyulan ve sürdürülebilir bir nitelik arz eden temel hâline bir türlü gelemedi.”

Johnson, ayrıca bu yaklaşımın ırkçı liberalizmin militan bir ifadesi olduğunu söylüyor ve onun pratikte sürekli gözetlenen, taciz edilen, saldırıya uğrayan, yargılanan, mahkûm edilen, birer hata olarak görülüp hapse tıkılan herkese pratikte katkıda bulunabilecek kamu yararıyla ilgili hususları ötelemeye devam ettiği üzerinde duruyor.

Politikanın sunduğu menfaatler giderek artıyor. Bu koşullarda liberaller, içteki mücadelemizi bağıra çağıra haykırdığımız o gürültülü ayinlerimizle meşgul olmamızı istiyorlar, bizi bu şekilde görmeyi tercih ediyorlar. Bu hâliyle, kırk yıl önce benliği, nefsi merkez alan mücadelelerin dünyamızda sömürüye ve eşitsizliklere karşı mücadeleye kıyasla giderek daha önemli hâle geldiğini söyleyen Foucault’nun yanıldığı görülüyor.

Mitchell Dean
Daniel Zamora
15 Haziran 2021
Kaynak

0 Yorum: