31 Ekim 2014

,

Ferguson Mücadelesi

Ferguson Mücadelesi Ulusal Zulmün Simgesidir

Michael Brown’un 9 Ağustos tarihinde Ferguson polisi Darren Wilson tarafından vurulduğu, St. Louis’in dışındaki, nüfusunun çoğunluğu siyah olan Ferguson’daki gelişmeler üzerine kitaplar dolusu analiz kaleme almak mümkün.
Ortada bir cinayet ve 18 yaşındaki Michael Brown’un duygusuzca öldürülüp güneşin altında ölüme terk edilişi var. Yaşanan bu travma, insanlarda büyük bir yara açmış durumda, ayrıca siyahların hayatının değersiz olduğuna dair bir kanaat kaldı geride. Artık nasır tutmuş bu saygısızlık, insan hakları/siyahların kurtuluş mücadelesi öncesi gerçekleşen linç eylemlerini, bu eylemlerin siyahları terörize edip onlara mesaj vermek için kullanıldığı günleri anımsatıyor.
Bugünse daha kibar bir üslupla, soylulaştırma adı altında, St. Louis’deki mahallelerde etnik temizlik yapılıyor ve neoliberal bir model uygulamaya sokuluyor. Yirmi yıl önce nüfusun çoğunluğunu beyaz orta sınıfın teşkil ettiği Ferguson, bugün yüksek işsizlik oranına sahip olan ve fakir siyahların yaşadığı bir kasabaya dönüşmüş. Polis ordusu ve siyasetçilerin işbirliğiyle, halk, St. Louis mahallelerinden kovulmuş ve bu kasabaya gelmiş.
Tüm ülke genelinde benzer bir senaryo işliyor. Ülkede kaliteli hayat kuralları, sıfır tolerans politikaları, okul kapatmalar, sosyal hizmetlerin kesilmesi, kamu konutlarının yıkılması yüzünden ailelerin dağılması, onlarca yıl önce kentlerin iç kesimlerine kaçan beyaz orta sınıfın yıllarca yatırım yapılmayan bölgelere taşınmasına ve mülkün fakir siyahların elinden ucuza alınmasına neden oluyor.
Elbette Ferguson ve St. Louis Kasabası’ndaki halk arasında belirli bir öfke ve isyan hâli mevcuttu. Bu durum, polis baskısına karşı filizlenen hareket ve siyah kurtuluş hareketinin dirilişi ile destekleniyordu.
Ancak silâhsız ve teslim olmuş bir siyah gencin polis tarafından göz göre göre katledilmesi onun siyahlığına bağlandı ve bu, konuyla ilgili uygun bir analiz geliştirmeyi güçleştirdi.
Siyahlığın öne çıkartılması da ulusal zulmün başka bir semptomudur. Hâkim burjuva medyası, burjuva hükümet ve devlet, bu sayede siyahları suçlu ilân etme, onları kötüleme ve toplum dışına itme imkânı buldu.
Ferguson’dan “sızan” haberler, Michael Brown’un hatırasının bile bile zehirlenmeye çalışıldığı bir sürece işaret ediyorlar. Söz konusu haberler, büyük jüri kararını verdiğinde, St. Louis Kasabası’ndaki polis güçlerinden gelecek yeni bir ağır ve baskıcı cevabın meşrulaştırılması için gerekli zemini oluşturuyorlar. Genel beklentiye göre, karar, polis Darren Wilson’ın suçlanmaması yönünde olacak.
Michael Brown’u Lekeleme Gayretleri
Michael Brown’u lekelemek için yığınla çalışma yürütülüyor. İlki bir mahalle bakkalından alınan video kaydı. Bu kayıt, polis tarafından, Brown’u vuran polisin ifşa edilmesine dönük talebi etkisizleştirmek için ortaya çıkartıldı.
Sonra da otopsi raporları açık edildi. Bu raporlar, büyük jüriye delil olarak sunuldular. Burada da amaç, katledilen siyah genci lekelemek ve Darren Wilson’ı sadece işini yapan ve kendisini koruyan bir polis olarak resmetmek. Oysa polis, elleri havada olan, silâhı bulunmayan bir gence birkaç kez, öldürmek amaçlı ateş ediyor.
Otopsi sonuçlarının ortaya çıkartılmasının nedeni, olayı yanlış açıdan bakma ve iftira meselesine dayandırmak. Tabii burada insanın aklına şu soru geliyor: bir kişinin elinde kurşun yarası nasıl açılabilir? Elleri havadayken vurulan Brown’un otopsi sonuçları bu soruya cevap vermiyor. Bu konuyla ilgili bir açıklama, ancak siyahların hayatının önem arz ettiği, siyah gençlerin yaşama hakkına sahip bulunduğu, Trayvon Martin vakasında görüldüğü üzere, suçlu ilân edilmeme hakkına sahip olduğu bir toplumda mümkün.
Bu senaryo dâhilinde, sadece Darren Wilson’ın değerlendirmesi önemli, sayısız tanığın, Brown’un silâhsız oluşunun, sokakta yürüyen iki siyah genç gördüğü için olayı Wilson’ın başlatıp şiddetlendirmesinin bir önemi yok.
Öfkeyi katmerlendiren diğer bir husus da ABD toplumundaki beyazlara verilen imtiyazın mükemmel bir örneğinin gerçekleşmiş olması. Michael Brown ve göstericiler, ülke genelinde çeteler olarak etiketlendiler. Onlar, Keane’deki bir balkabağı festivaline saldıran beyaz kolejli gençlerden ve West Virginia’daki bir futbol maçında olayları çıkartan beyazlardan daha kötü bir yere kondular. O öfkeli beyaz gençlere alabildiğine yumuşak davranıldı. Onlar için, “kabadayılık yapan eğlence düşkünü gençler” ya da “bozguncu” denildi, o kadar. Kimse genç bir siyahın ırkçı niyetlerle öldürülmesine tepki veren Ferguson halkına yağdırılan ırkçı ve tahrik edici dili kullanmadı.
Larry Hales
30 Ekim 2014

27 Ekim 2014

, ,

“Ya Sosyalizm Ya Barbarlık” Sloganı


Rosa Luxemburg’un “Ya Sosyalizm Ya Barbarlık” Sloganı
Sanırım sosyalizm tarihindeki küçük bir sorunu çözdüm.
İklim ve Kapitalizm sitesinin reklâm sloganı olan “Ya Ekososyalizm ya barbarlık: Üçüncü yol yok”, Rosa Luxemburg’un “Ya sosyalizm ya barbarlık” sloganına dayanıyor. Luxemburg bu sloganı, I. Dünya Savaşı ve sonrasında, Alman devrimi için kullanmış. Slogan, o günden beri birçok sosyalist tarafından benimsenmiş.
Sorun şu: bu kavram nereden geliyor? Luxemburg’un değerlendirmesinin bir karşılığı yok, solcu akademisyenlerin onun izahatındaki kafa karışıklığına getirdikleri açıklamaların bir anlamı da.
Luxemburg, önce insanlığın sosyalizmin zaferi ile medeniyetin sonu arasında bir tercihle yüzleştiğine dair bir fikir atıyor ortaya. Bu fikrini, 1915’te hapishanede yazdığı güçlü savaş karşıtı broşürde dile getiriyor. Baskıdan kaçınmak için müstear isimle kaleme aldığı, Alman Sosyal Demokrasisinde Kriz ya da daha yaygın olarak bilinen hâliyle, Junius Broşürü, savaş yanlısı Alman Sosyal Demokrat Partisi liderlerine yönelik gelişen devrimci sol muhalefetin eğitilmesinde ve örgütlenmesinde önemli bir oynamış.
Luxemburg, broşürde söz konusu sloganı sosyalizmin kurucularından birine atfetmiş:
“Bir zamanlar Friedrich Engels’in dediği gibi: ‘Burjuva toplumu yol ayrımında, ya sosyalizme geçecek ya da barbarlığa ricat edecek.’ […] Bugüne dek bizler bu cümleyi üzerinde hiç düşünmeden okuyup tekrarladık, ifadedeki dehşete dair ciddiyetten hiç şüphelenmedik. […] Bugün tam da Friedrich Engels’in bir nesil önce öngördüğü gerçekle yüzleşiyoruz: ya emperyalizmin zaferi ve antik Roma’da görüldüğü üzere, tüm medeniyetin çöküşü, insansızlaşma, yıkım ve yozlaşma, büyük bir mezarlık ya da emperyalizm ve onun savaş yöntemine karşı uluslararası proletaryanın bilinçli faal mücadelesi demek olan sosyalizmin zaferi.”
İşte mesele de burada: Engels’in yayınlanmış ve yayınlanmamış çalışmalarına dönük birçok dikkatli araştırma yapılmış olmasına karşın, onun böyle bir söz sarf ettiğini kimse tespit edebilmiş değil. O zaman nedir olan biten?
Önce şunu tespit etmek gerek: İngilizce çevirisinde Luxemburg’un Engels’e atfen kullandığı cümlede tırnak işaretleri yanlış yere konmuş. Tırnak işaretlerine Luxemburg’un Almanca metninde rastlanmıyor. Orada Luxemburg doğrudan alıntı yapmıyor, dolayısıyla Engels’te bu ifadenin tam karşılığını bulmak mümkün değil. Mesele de burada: Luxemburg, broşürü sosyalist kitaplara erişiminin sınırlı olduğu, hapishanede yazıyor, bu yüzden hatırlama konusunda kimi hatalar yapıyor.
Bunu akılda tutarak, üç akademisyenden örnek verelim. Bu isimler, Luxemburg’un “Burjuva toplumu yol ayrımında, ya sosyalizme geçecek ya da barbarlığa ricat edecek.” cümlesini Engels’e atfetmesine ilişkin değerlendirmelerde bulunmuşlar.
Üç Açıklama
Rosa Luxemburg Okuması isimli çalışmanın editörleri Peter Hudis ve Kevin B. Anderson şunları yazıyor: “Luxemburg’un muhtemelen aklında Komünist Manifesto’daki bir pasaj var: Marx ve Engels, burada ‘ya en geniş anlamıyla toplumun devrimci bir biçimde kurulması ya da çatışma içerisindeki sınıfların ortak yıkımı’ ile sonuçlanacak sınıf mücadelelerinden bahsediyor.”
Her ne kadar bu pasaj bağlantılı bir fikri ifade ediyor olsa da, onun Luxemburg’un kullandığı kaynak olduğuna dair üç ayrı itirazda bulunmak mümkün: ilkin, Luxemburg’un kullandığı ifade Manifesto’dakinden farklı, ezberden alıntı yapmış olsa bile, yanlış alıntı yaptığını düşünmek güç. İkinci olarak, Marx ve Engels’in ortaklaşa yazdığı metni sadece Engels’e atfetmesi pek mümkün değil. Üçüncü olarak, Hudis ve Anderson’ın başvurduğu, benim de kullandığım standart İngilizce çeviri, özgün Almanca metinde kullanılan “Friedrich Engels’in bir nesil önce öngördüğü” [vor vierzig Jahren] ifadesini ihmal ediyor. 1915’te yazan ve “bir nesil, yaklaşık kırk yıl önce”sinden bahseden birinin, Manifesto’nun yazıldığı 1848 yılından bahsediyor olması mümkün değil.
Kırk yıl öncesi 1870’lerin ortasına denk geliyor. Bu da dikkatimizi Anti-Dühring’e yöneltiyor. Bu eseri Engels, dizi hâlinde 1877-78’de yayınlamış, kitap olarak 1879’da çıkmış. Hareketin kurucularından biri tarafından kaleme alınan, Marksist dünya görüşünün en kapsamlı ifadesi olması sebebiyle bu kitap, Luxemburg’un Engels’e atfettiği alıntıyı arayacağımız makul bir yer. İki akademisyen de böyle yapmış.
Rosa Luxemburg’un Mirası isimli çalışmasında Norman Geras, onun “muhtemelen” Engels’in Dühring’in ekonomik gelişme değil de gücün tarihteki hâkim faktör olduğuna dair tezine itiraz ettiği pasaja atıfta bulunduğunu söylüyor. Engels, gücü ekonomik ilerlemeyi sahneden kovmak için kullanılmasına dönük gayretlerin hep başarısızlığa uğradığını, bunun tek istisnasının, “münferit kimi fetih vakaları” olduğunu söylüyor. Bu vakalarda barbar fatihler, bir ülkenin halkını ya imha ediyorlar ya da kovuyorlar, nasıl kullanacaklarını bilmedikleri üretici güçleri tahrip ediyorlar veya çürümeye bırakıyorlar. Bu noktada Engels, İspanya’daki Müslüman idaresini devirdikten sonra gelişmiş sulama sistemlerini çürümeye terk eden Hristiyan işgalcilerden bahsediyor.
Bu pasaj, medeniyetle (Müslümanlar) barbarlar (Hristiyanlar) arasında yaşanan ve felâketlere yol açan çatışmayı ele alıyor. Bu çatışmadan Hristiyanlar galip çıkıyorlar. Ancak bu pasaj, kapitalizm ya da sosyalizm hakkında bir şey söylemediği gibi, Engels de Luxemburg’un ona atfettiği genel sonuca ilişkin tek laf etmiyor. Geras’ın denemesi güzel ama işe yaramıyor.
Kısa süre önce kaleme aldığı makalesinde Michael Löwy ise Luxemburg’un Anti-Dühring’deki şu pasaja atıfta bulunmuş olabileceğini söylüyor:
“Hem modern kapitalist üretim tarzının yarattığı üretici güçler hem de onun tesis ettiği emtia dağıtım sistemi üretim tarzı ile çelişkiye girer, belli bir düzeye kadar tüm modern toplum helak olmadan, üretim tarzı ve dağıtımda bir devrimin gerçekleşmesi gerekir.”
Bu da söz konusu sloganla ilişkili bir ifade ama Löwy’nin de işaret ettiği üzere, pasaj hem kullanılan kelimeler hem de anlam bakımından “oldukça farklı”. Löwy, bu noktada “Luxemburg’un sloganının kaynağına dair araştırma başarısız olmaya mahkûm” diyor, çünkü:
“Esasında bu sloganı icat eden Rosa Luxemburg’un kendisi. ‘Ya sosyalizm ya barbarlık’ ifadesi yirminci yüzyıl boyunca önemli bir etkiye sahip olmuş. Eğer Engels’e atıfta bulunmuşsa, belki de bunun nedeni, onun gerçekten heterodoks olan bu teze daha fazla meşruiyet sağlamak olabilir.”
Makul bir çıkarım ama bence yanlış. Zira Luxemburg’un 1915 tarihli bu ifadenin mucidi olduğu iddiası, onun “Bugüne dek bizler bu cümleyi üzerinde hiç düşünmeden okuyup tekrarladık” demesi ile çelişiyor. Açık ki o, okurların bu ifadeye aşina olduğunu düşünüyor. Burada yeni ve tuhaf bir şey yok. Demek ki ortada üçüncü bir kaynak mevcut.
Burada davul tuş yapsın lütfen…
Kaynak
Luxemburg’un ifadesini Engels’in çalışmalarında araştırılması başarısız kalmaya mahkûm, çünkü o sözü sarf eden Engels değil. Sorun yanlış alıntı değil, yanlış atıf sorunu.
İfadenin yazarı Engels değil, Marx ve Engels sonrası marksist teori alanında otorite olarak görülen Karl Kautsky.
Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD), Marksistlerle Ferdinand Lassalle’ın takipçilerinin 1875’te birleşmesi sonucu kurulur. Programı sosyalisttir ama Marksist değildir. 1891’de Karl Kautsky ve Eduard Bernstein Marksist bir program hazırlar. Kautsky tartışma sonrası programı yeniden yazar: program aynı yıl Erfurt’taki parti kongresinde benimsenir. Bilinen adıyla Erfurt Programı, I. Dünya Savaşı sonrasına kadar SPD’nin resmi programı olarak kalır ve başka ülkelerdeki sosyalist partilerce bir model olarak kullanılır: örneğin Lenin, Rus sosyalistleri için hazırladığı 1896 tarihli taslak programını Erfurt Programı üzerine kurar.
Program kasten kısa tutulmuştur. İngilizce çevirisi 1.300 kelime civarındadır. Programda çok az izahat veya tartışma mevcuttur. Bu nedenle Kautsky, sonrasında programı izah edip sosyalizm meselesini tartışan bir kitap kaleme alır. Das Erfurter Programm in seinm grundsätzlichen Teil erläutert (“Erfurt Programı: Esaslara İlişkin Tartışma”) 1892’de yayınlanır. Tarihçi Donald Sassoon’un yazdığı kadarıyla, program “Avrupa genelinde sosyalist eylemcilerin en fazla okuduğu metinlerden biri hâline gelir.” Kautsky’nin yorumu 1914 öncesi on altı dile çevrilir ve dünya genelinde kabul gören, Marksizmin popüler bir özeti olarak görülür.
1880’lerde Leh ve Alman sosyalist hareketleri içinde faal olmaya başlayan Rosa Luxemburg’un Kautsky’nin kitabını okuduğuna şüphe yoktur. Muhtemelen onun fikirlerine dair tartışmaları işitmiştir. 4. Bölüm bu pasajı içermektedir:
“Eğer sosyalist cumhuriyet imkânsızsa, o vakit insanlık tüm ekonomik gelişmeyle bağını koparacaktır. Böylesi bir durumda moder toplum, tıpkı iki bin yıl önce Roma İmparatorluğu’nda görüldüğü gibi, parçalanacak ve barbarlığa geri dönecektir.
Her şey böyle devam ettikçe kapitalist medeniyet devam edemez; biz ya sosyalizme doğru ileri bir adım atacağız ya da gerisin geri barbarlığa geçeceğiz.”
Bu pasajla Junius Broşürü’nde alıntılanan pasaj arasındaki benzerlikler aşikâr. Luxemburg’un Engels’ten alıntıladığı iddia edilen cümle ile Kautsky’nin son cümlesi birbirine çok benziyor:
Kautsky 1892: “Biz ya sosyalizme doğru ileri bir adım atacağız ya da gerisin geri barbarlığa geçeceğiz.” (es heißt entweder vorwärts zum Sozialismus oder rückwärts in die Barbarei)
Luxemburg 1915: “[Burjuva toplumu] ya sosyalizme geçecek ya da barbarlığa ricat edecek.” (entweder Übergang zum Sozialismus oder Rückfall in die Barbarei)
Luxemburg, fiillerin yerine isim kullanmış, tersini yapsa cümle birebir aynı.
Luxemburg’un cümleyi Kautsky’den aldığının diğer bir kanıtı da her ikisinin de Roma İmparatorluğu’na atıfta bulunması. Löwy bu hususu maalesef “konuyla alakası yok” diyerek ihmal ediyor.
O hâlde Rosa “ya sosyalizm ya barbarlık” ifadesini neden Kautksy değil de Engels’e atfediyor? Nedenini kesin olarak bilmek imkânsız ama görünüşe göre sosyalizmin popüler izahının yaygın biçimde kullanılması ardından, Kautsky’nin kitabındaki birçok kavram ve form sosyalist mahfillerde yaygınlık arz etmiş, kelimeler özgün kaynağından uzaklaşmış. Bu noktada akla Albert Einstein’a yanlışlıkla atfedilen birçok alıntı gelebilir. Luxemburg, 1915’te hapishanede ezberden alıntı yaparken, yanlış bir tahminde bulunuyor ve alıntının Anti-Dühring’de bulunabileceğini düşünüyor, bu nedenle “kırk yıl önce” ifadesini ekliyor. Broşürü sonrasında İsviçre’de yayınlanıyor, illegal yollardan Almanya’da dağıtılıyor, bu yüzden ayrıntılı bir kaynak taraması imkânı bulunamıyor.
Sanırım Kautsky’nin “ya sosyalizm ya barbarlık” sloganının mucidi oluşunun tespit edilememesinin nedeni, onun Bolşevik devrimini kınaması sonrası sosyalistler arasında okunmaması. Geçmişte yapılmış bir espriye atfen: Lenin’in polemiği sayesinde Kautsky’nin ön adının “Dönek” olduğu bile zannedilmiş zamanında. Onun birçok çalışmasının baskısı tükenmiş ya da sadece pahalı akademik baskıları mevcut. Bu durumun da gösterdiği üzere, sloganın kaynağının kim olduğunun anlaşılması gerçekten güç.
Eğer benim değerlendirmem doğru ise, o vakit Löwy’nin “Esasında bu sloganı icat eden Rosa Luxemburg’un kendisi.” tespiti yanlış. Oysa Luxemburg, “Bugüne dek bizler bu cümleyi üzerinde hiç düşünmeden okuyup tekrarladık” diyor. Kautsky’nin yaygın olarak okunan kitabı üzerinden, insanlığın ya sosyalizme doğru ileri bir adım atacağı ya da gerisin geri barbarlığa geçeceği düşüncesi, Almanya’daki sosyalistler arasında zaten gayet iyi bilinen bir düşünce.
Luxemburg’un büyük katkısı, “ya sosyalizm ya barbarlık” sloganına özgün yazarın kastettiğinden görece doğrudan ve daha derin bir devrimci anlam katması. Kelimeler Karl Kautsky’den geliyor ama onlara kanatlar takan Rosa Luxemburg.
Ian Angus
21 Ekim 2014

26 Ekim 2014

,

LKP


Lübnan Komünist Partisi: Daimi Başarısızlığın Sırrı
Lübnan Komünist Partisi (LKP), liberal rejimin gölgesi altında, insancı ve dirilişçi bir ruhla aşılanmış kültürel aydınlanma ortamında kurulmuş, köklerini orada bulan, Arap Levant’ındaki en etkili politik gruplardan birisidir. Geçen yüzyılda Lübnan’ın temel niteliği bu şekildedir. Ama LKP, bir yandan yürüttüğü kültürel ve entelektüel faaliyetiyle, diğer yandan da silâhlı direnişe katılmış olması ile Arap komünist partileri içinde özgül bir yere sahiptir. Bu, ona Lübnan ve Arap dünyasında şerefli bir imaj hediye etmiştir.
Tarihsel açıdan LKP, aralıksız devam eden iki muammayla yüzleşmiştir. Parti olarak sahip olduğu büyüklük, Lübnan’daki mezhepçiliğin izin verdiği alanı her daim aşan bir niteliğe sahiptir ve parti, Lübnan’daki katı sistemle her zaman çatışma içinde olmuştur. Bu, Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve Suriye’nin himayesinde Şii direnişi ile Sünni kompradorlar arasında tesis edilen belli bir mutabakatın üzerine inşa edilmiş olan Taif Anlaşması üzerinden, doksanlarda marjinalize edilmesi öncesinde de geçerli bir durumdur. Ancak partinin devrimci düşleri, varlığını Mehdi Amil’in Lübnan’da komünistlerin liderliğinde gerçekleşecek sosyalist devrimin entelektüel açıdan sağlam ama hayalî teorizasyonu üzerinden sürdürmüştür.
Ancak Lübnan’ın içyapısı ile jeopolitik konumu, komünistlerin gerçek manada ilerici mücadelelere girmesine ve kimi taleplerde bulunmanın ötesine geçmesine izin vermemiştir. Tarihsel politik açıdan belirli bir inisiyatife sahip olmak, Suriye ile organik ilişki içinde olanlar dışında hiçbir Lübnanlıya nasip olmamıştır. Ülkede yaşanan olumlu ve olumsuz tüm önemli politik olaylar, Suriye ile bağlantılıdır. Lübnan’a yönelik tüm bölgesel ve uluslararası dikkat, onun Suriye’yle arasındaki bağlarına dayanmaktadır. Üç olayda LKP, tarihsel bir kayıp yaşamış, bu da onu marjinalize etmiştir. İlk olay, partinin 1964’te Suriye Komünist Partisi’nden kopmasıdır, bu kopuş, onu dar Lübnan sahasına sıkıştırmıştır. Yetmişlerde parti Şam’a karşı Fetih’in yanında durmuştur. Ardından da 2011’e dek Suriye tarafından verilen vatansever savaşla asla ilişki kurmamıştır.
Şam’daki merkeze doğal bir biçimde, milliyetçi manada “bağımlı” olmak yerine, Lübnanlı komünistler, partinin varoluşuyla çatışan feodal Muhtara (Canpolat ailesinin tarihsel yuvası) ile bozuk bir bağımlılık ilişkisi kurmayı tercih etmiştir. Lübnanlı komünistler, Cumhurbaşkanı Hafız Esad’ın stratejik açıdan milliyetçi yönelimine bağlı kalmak yerine, Fetih’in ve Filistinli grupların safını tutmuştur. Onlarla birlikte Lübnan içinde mezhepçi ittifaklar kurmuş, kendisinin olmayan savaşlar içine girmiştir. Bu da Marunî burjuvazinin iktidardan uzaklaştırılması ve onun yerine neoliberal Sünni-Körfez kompradorlarının ikame edilmesine yol açmıştır. Sünniler Harirî’nin projesine katılmış, Şiilerse Suriye-İran Direniş projesi ile varlıklarını muhafaza etmişlerdir. Bu kesim, Emel Hareketi’ne ve Hizbullah’a giderken, Hristiyanlar bir köşeye çekilip tüm düzeylerde varlıksal açıdan rücû etmişlerdir. Böylece komünistler, geniş ölçekli bir seferberlik için hazır durumda olan, potansiyel sosyal demokratik rezervi bir biçimde yitirmişlerdir. Sonrasında bu kesimi Özgür Vatansever Hareket toplamış, ardından Lübnanlılığın Suriye’den tecrit edilemeyeceği açık biçimde anlaşılmıştır. Lübnan’da, bölgede veya dünyada bir konum elde etmek için ya birinden ya da diğerinden yana olmak zorunludur.
Suriye ulus-devletine yönelik düşmanlık, parti saflarında hâkim olan eski bir gelenektir. Bu geleneği muteber kılan, Fetih ile tesis edilen Ortak Güçler koalisyonudur. Bu koalisyon, nihayetinde, ülke içinde mezhepçi bir projenin, ülke dışında ise Suudi projesinin bir ifadesi hâline gelmiştir. Koalisyonun başını, o dönemde 1993 tarihli Oslo anlaşması çekmektedir. Lübnanlı komünistlerin o günlerde, Lübnan’a, karanlık bir mezhepçi savaştan ülkeyi kurtarmak ve Filistinli grupların Lübnan’ı İsrail denilen düşmanlarıyla yürüttükleri müzakere masasında bir rehine gibi kullanmasına mani olmak için giren Suriye Arap Ordusu’na silâh doğrultmasına tanık olmak, gerçekten acı vericidir. Sonrasında olaylar, Lübnan, Filistin ve Ulus için hangi politik konumun doğru olduğunu teyit etmiştir. Hasımları, ABD ve Körfez’in kucağına oturmayı ve tavizler verecekleri yola girmeyi tercih ettiklerinde, Suriye, direniş projesini seçmiş, İsrail’e karşı mücadelesine devam etmiş ve Batı’ya karşı durmuştur.
Benzer bir mezhepçi hattı miras almış bulunan Harirîcilik ya da Arafatçılık, Körfez ülkeleriyle ilişkiler kurup benzer bir proje yürütürken, devlet içinde devlet aşamasından çıkıp devleti ele geçirme aşamasına girmiştir. Ayrıca Harirîcilik, eski Ortak Güçler mensubu yüzlerce “solcu”yu saflarına katmış, onları eski düşmanları Falanjistler ve Lübnan Güçleri ile bir araya getirmiştir. Son bildirisinde LKP genel sekreteri Halid Hadadî, partisinin 2005’te 14 Mart hareketine yakın durduğunu ama hareketin 2006’da İsrail’in Lübnan’a yönelik saldırısıyla ilgili aldığı şüpheli tutum sonrası, ondan uzaklaştığını söylemektedir. Hadadî, 14 Mart Hareketi’nin İsrail’e düşman olmasını gerçekten umuyor mu? Burada nerede, Marksist politik analiz? Nerede, işe başlamak için gerekli akıl ve bilgi?
Devamında Hadadî, LKP’nin 2008’de 8 Mart Hareketi’yle yollarını nasıl ayırdığından bahsediyor, bunun nedeninin partinin hareketin sürdürdüğü savaşın parçası olmayı reddetmesi olduğunu söylüyor. Burada savaştan, içeride ve bölgede direnişe karşı devreye sokulan komplonun ta başında durdurulması için verilen savaş kastediliyor. Bugün Hadadî, her iki tarafa “eşit” mesafede duruyor, zira o her ikisini de “reformist” buluyor. Ama kendisi, sanki Direniş yerel, bölgesel ve küresel kurallara ve ittifaklara dayalı gerçekçi bir hareket değil de bir totemmiş gibi, onun safında olduğunu beyan ediyor.
Lübnan Komünist Partisi, örgütsel ya da finansal bir krizle yüzleşmiyor. Bu kriz, yetersizlik, mistifikasyon ve Lübnan’ın jeopolitikası ile içinde olduğu tarihsel aşamaya dair bir anlayış ve politik vizyon oluşturmada liberal bir eğilim içerisinde olmanın yol açtığı bir krizdir. Kendi varlığına sadık kalıp, yerel ve bölgesel bir güç olmayı hedeflemek istiyorsa, LKP’nin dinî faşizme ve ABD-Körfez Ülkeleri-Türkiye’nin yürüttüğü saldırıya karşı Suriye’de süren savaşa katılacak solcu bir cephenin oluşturması için çağrı yapması gerekiyor, bugün bu görevi Hizbullah ve Suriye Toplumsal Milliyetçi Partisi üstleniyor.
Nahid Hattar

İskoçya'nın Bağımsızlık Referandumu


19 Eylül’de Britanya yönetici sınıfı, bir gün önce İskoçya’nın bağımsızlığı ile ilgili referandumun sonuçları açıklandığında rahatladı ve derin bir nefes aldı. Evet kampanyasının kazanma ihtimali, günler öncesinden yaygın bir paniğe yol açtı. Ama katılımın %84,6 olduğu referandumda, bağımsızlık karşıtı kampanya oyların %55,3’ünü alırken, bağımsızlık lehine yürütülen kampanya ise %44,7 aldı. 1,6 milyon kişi “evet”, 2 milyon kişiyse “hayır” dedi. Kurucu iradenin merkezi olan ve hayır oylarını desteklemek için İskoçya’ya daha fazla yetki vermeyi öneren Westminster’a tabi üç parti liderinin sonuçların açıklanmasını müteakip birkaç saat içinde verdiği sözler, partiler arası küçük ağız dalaşları içinde kaybolup gitti. İskoçya Ulusal Partisi’nin (SNP) lideri ve İskoçya’nın ilk bakanı olan, ayrıca evet kampanyasına öncülük eden Alex Salmond, görevlerinden istifa etme niyetinde olduğunu duyurdu.
İrlanda’nın parçalanmasını dayatan 1922 Anlaşması’nın İrlanda tarafından kabul edilmesini anımsatan İrlandalı devrimci komünist Liam Mellows, o günlerde, Anlaşma’nın halkın iradesi değil, korkusu yüzünden kabul edildiğini söylemişti. Ta o vakitler Britanya emperyalizmi, İrlanda halkını “ani ve korkunç bir savaş”la tehdit etmişti. Aynı emperyalist Britanyalı yönetici sınıfı, İskoç halkını tehdit etmek için bu sefer görece daha sofistike araçlara başvurdu. Bunu yaparken de birçok insanı burjuva demokrasisinin sınırlarına mahkûm etti.
Referandumdan üç ay önce anketler, hayır oyunun yüzde 20’lerde olduğunu gösteriyordu. Ama o günden sonra aradaki makas kapandı. 6 Eylül’de YouGov isimli anket şirketi, bağımsızlığın %51, bağımsızlık karşıtlığının %49 olduğunu göstermişti. Panik yaşandı. Takip eden günlerde Britanya yönetici sınıfı, hayır kararını güvence altına almak için kolları sıvadı. Korku ve belirsizlik tohumları ekmek için medyayı devreye soktu ve medya, Evet’in zafer kazanması hâlinde doğabilecek sonuçlarla ilgili yığınla korku hikâyesi anlatmaya başladı. Banka müdürleri, bankaların İskoçya’yı terk edeceklerini, faiz oranların yükseleceğini iddia ettiler; İskoçya parasız kalacaktı; gıda fiyatları fırlayacaktı; emekli maaşları riske girecekti. Süpermarketler evet kampanyası yürüttüler. 14 eski ordu subayı, bağımsızlığın Britanya’nın güvenliğini tümüyle tehlikeye sokacağını söyledi; eski İngiltere Başbakanı Gordon Brown, İskoçya’da iki milyon işin riske gireceğini iddia etti.
Ulusal ve bölgesel 39 günlük gazetenin hepsi de hayır kampanyasını destekledi. 10 Eylül’de Başbakan’a Avam Kamarası’nda verilen gensoru, üç parti liderinin Birliği kurtarmak için İskoçya’ya gitmelerine imkân vermek için iptal edildi. Üç parti de ertesi gün 100 İşçi Partisi milletvekili ile bir araya geldi. Evet kampanyasının destekçileri, bu gelişmeyi sineye çekmediler: BBC yayınlarındaki acımasız önyargı, 14 Eylül’de kanalın Glasgow’daki merkezinin önünde 5.000 kişilik büyük bir gösteriye neden oldu.
Anket şirketlerinin analizi, iki kamp arasında açık bir sınıf ve yaş ayrımı olduğunu gösteriyordu. “Evet” diyenler ağırlıklı olarak gençti ve işçi sınıfına mensuptu, bağımsızlığa karşı olanlarsa yaşlı, orta sınıf ya da daha varlıklı kişilerdi:
• 16-17 yaşında olanların %71’i evet, %29’u hayır oyu verdi. 65 yaşında olanlar için durum terse döndü: bu kesimin sadece %27’si bağımsızlığı desteklerken, %73’ü “hayır” dedi.
• Fakirlerin yaşadıkları bölgelerde bağımsızlığa verilen destek oldukça yüksekti: en fakir bölgelerde yaşayanların %64’ü, görece daha az yoksul olanların %58’i, orta kesimlerin %45’i, daha zengin olanların %42’si ve en zengin olan bölgelerinse %35’i evet oyu verdi.
• Glasgow (53.5%), Dundee City (57.4%) ve North Lanarkshire (51.1%) gibi, ülkenin fakir kent merkezlerinde bağımsızlık oyları çoğunluktaydı.
• Karar verme noktasında sterlinin korunmasına bakıp “hayır” diyenler %57, “evet” diyenlerse %7 oranındaydı. Westminster politikasına dönük hoşnutsuzluk %74’lük evet oyunda kritik bir faktördü, bu kesimin sadece %4’ü “hayır” dedi. Kararlarında Ulusal Sağlık Hizmetleri’nin korunması meselesi önemli olanların %54’ü evet, %36’sı hayır verdi.
İskoçyalıların referandumun sonuçlarını ne denli önemli addettiği, halkın ilgisi, iştiraki ve yoğun katılım oranına yansıdı. Glasgow’da bile katılım oranı %75’ti; oysa 2010 genel seçiminde şehirdeki yedi seçim bölgesinde katılım oranı %49 ila %61,6 arasında değişiyordu.
İskoçya’daki İşçi Partisi, hayır kampanyasının belkemiğiydi. İskoçya’nın bağımsızlığı, Westminster’da 40 İşçi Partisi koltuğunun kaybedilmesi anlamına gelecekti ki bu da genel seçimde eldeki çoğunluğun muhafaza edilme şansını riske atacaktı. Parti, kendi geleceği için dövüşüyor ama buna karşın üyelerinin %37’si bağımsızlığı desteklemekteydi. İskoç İşçi Partisi lideri Johann Lamount’un seçim bölgesi olan Glasgow, Pollok’ta “evet” diyenlerin sayısı 26,807 iken, hayır verenlerin sayısı 22,956 idi. Benzer bir sonuç, İşçi Partisi lideri ve eski Britanya hükümeti bakanı olan Tom Harris’in Cathcart seçim bölgesinde elde edildi. Unite sendikası istisna, tüm sendikalar hayır kampanyası yürüttüler; Birleşik Mağaza ve Distribütör İşçileri Sendikası’ndan 6.000 üye, sendikanın hayır verme talimatını protesto etmek için sendikadan istifa etti. İşçi Partisi, İskoç işçi sınıfının geniş kesimlerinde itibarsızlaştı; “Birlikte Daha İyiyiz” kampanyası, kampanya süresince tek bir açık miting bile düzenlemedi.
Evet kampanyası, toplumsal açıdan daha adil ve daha iyi bir İskoçya’nın mümkün olduğunu tartışarak, fakir işçi sınıfı içinde binlerce aktivistiyle kampanya yürütseydi, önemli kazanımlar elde edebilirdi. Irkçılıkla Savaş! Emperyalizmle Savaş! Grubu’nu destekleyenler evet oyu verdiler, bunu Britanya emperyalizmine karşı çıktıkları için yaptılar ve işçi sınıfının çıkarlarının İskoçya siyasetinde önde tutulması gerektiğini söylediler. Yoğun bir propaganda dalgasına karşı İskoç halkının önemli bir kısmı kararlı bir biçimde bağımsızlıktan yana oy kullandı.
Westminster’da İşçi Partisi liderleri, bugün İngiltere’yle ilgili meselelerde İskoç milletvekillerinin oy kullanmamasına ilişkin Başbakan Cameron’un oportünist çağrılarıyla yüzleşiyor. Bu, Muhafazakârlara onları rahat hissettirecek bir çoğunluğu elde etme imkânı sunuyor. İskoçya Ulusal Partisi, İşçi Partisi’nin dehşet verici performansını kavradı ve bugün İskoçya’nın 2015 genel seçiminde Serbest İşçi Bölgesi olması yönünde çağrıda bulunuyor. Ancak bundan daha oportünist olanı da var: birkaç hafta içinde İUP elindeki İskoç hükümeti, 2 milyar sterlinlik kesintileri içeren bir bütçe sunmak zorunda. Bu, halkın birçok kesimi üzerinde, belediyelerle İskoç hükümetine bağlı kuruluşlarda istihdam edilmiş daha iyi durumdaki işçiler aleyhine, yıkıcı kimi etkilere yol açabilecek bir saldırı.
Tommy Sheridan gibi siyasetçilerin, her bir adayın tüm kesintilere ve tasarruf tedbirlerine karşı çıkmaya söz vermesi karşılığında, gelecek yıl İUP’ye oy vereceğini söylemesi, söz konusu oportünizmin ne denli derinlere işlediğini gösteriyor. 
Toplumsal sorunların anayasal bir çözümü olamaz; savaş politik iktidarla ve temel demokrasiyle ilgilidir. Ümitsizliğe kapılacak vakit yok; yönetici sınıf, Britanya’daki tüm işçi sınıfına karşı yürüttüğü saldırıya devam etmek için yeni bir yetki elde etmiştir. Tüm ilerici güçlerin onlara karşı örgütlenmeleri zorunludur. Kampanyaya çok sayıda işçinin ve gencin dâhil olması, yeni imkânların var olduğunu göstermektedir.
Paul Mallon
Michael Macgregor
,

Avrupalı İşçiler Tasarruf Tedbirlerini Reddetti


Avrupa genelinde, Almanya tarafından emredilen ve dayatılan tasarruf tedbirlerine ilişkin şikâyetler, İtalya’nın Milano şehrinde Batı Avrupalı politik liderlerin bu hafta yaptığı toplantıda sesli olarak dillendirildi.
Almanya dışında, birçok büyük ülke, 2008 finans krizinden beri elde ettikleri oldukça düşük iyileşme imkânlarını ortadan kaldırabilecek bir deflasyon tuzağına düşmekten, büyüme eğrisinin eksiye geçmesinden ve işsizlik oranlarının çift haneli rakamlara sahip olmasından endişeleniyor.
Batı Avrupa’daki büyük ülkelerin politik liderleri, görece daha geniş kapsamlı bir ekonomi politikası talep ediyorlar, öte yandan işçilerin ücretlerini sıkı kontrol altında tutmaktan da mesutlar.
Avro bölgesinde olmayan İngiltere ile Almanya’daki işçiler, tüm kararlılıklarıyla, geçen hafta ekonomik adalet, yani hakları olan artışları almak için greve gittiler.
İngiltere
30 yıldır ilk kez 400.000 Ulusal Sağlık Hizmetleri işçisi, 13 Ekim’de dört saatlik bir yürüyüş gerçekleştirdi. Ardından işçiler, hafta boyunca işi yavaşlatma eylemi yaptılar.
Ulusal Sağlık Hizmetleri, İngiltere, Galler, İskoçya ve Kuzey İrlanda’dan oluşan Büyük Britanya Birleşik Krallığı’nda halka tıbbî bakım ve hastane hizmetleri sunuyor. Acil tıbbi müdahaleye ihtiyaç duyanların grev hattını geçmesine izin verildi.
İngiltere’de grev çağrısını yapan dokuz sendikadan biri olan UNISON, yürüyüşe sebep olan öfkeyi web sitelerinde şu şekilde izah ediyor: “Bağımsız bir ücret değerlendirme kurumunun tarihinde ilk kez hükümet, tüm Ulusal Sağlık Hizmetleri çalışanlarına sunduğu yüzde birlik artış teklifini gözardı etmeyi seçti.” (unison.org.uk)
Tüm USH işçilerinin üçte biri, ailelerini yeterince geçindiremiyor, aldıkları ücret son beş yıldır enflasyon sebebiyle eriyor.
İskoçya’da işçiler, ücret değerlendirme kurulunun önerisine karşı çıktılar ve ücret skalasının en altında olanlar, yaşayacak kadar ücret alabildiler. Sonuçta İskoçya’da grev yapılmadı.
Birleşik Krallık’ın geri kalan kısmında, hükümet, eğer verili konumunu muhafaza ederse, yeni eylemlerin yapılması planlanıyor.
Almanya
Hem 1 Eylül’de hem de 7 Ekim’de, Deutsche Bahn isimli devlet mülkiyetindeki şirketin idare ettiği Alman demiryollarında büyük grevler yapıldı. Grev çağrıları, yüzde beşlik artış almak ve makinistlerin haftalık çalışma saatlerinin 39’dan 37’ye düşürülmesi amacıyla, Alman makinistler sendikası (GDL) tarafından yapıldı.
Diğer bir grev de 14-15 Ekim’de gerçekleşti. Şirketin birçok kısmı kapandı. Raporlara göre, uzun mesafeli trenlerin sadece üçte biri çalıştı, neredeyse tüm bölge trenleri devre dışı kaldı. (The Local, 15 Ekim)
En son grev, hükümetin ve Deutsche Bahn’ın makinistler sendikasını “demiryolu operatörlerinin kendi kurumsal sendikası olan EVG (Demiryolu ve Taşımacılık Sendikası) ile bir anlaşmaya “zorlaması” yüzünden yaşandı. GDL’nin beyanına göre, bu, GDL’nin (makinistler sendikasının) Deutsche Bahn ve EVG karşısında elinde bulundurduğu bağımsızlığı kaybetmesine neden olacaktı. (thelocal.de, 15 Ekim)
EVG, 250.000 üyesi olduğunu iddia eden bir sendika. Son grevlerle ilgili eleştirilere o da katıldı. GDL ise 20.000 üyeye sahip ve Deutsche Bahn’da müşteri hizmetleri ile operasyonel olmayan diğer alanlardaki 17.000 DB işçisini temsil etmeye çalışıyor.
Lufthansa’nın düşük maliyetli iştiraki Germanwings’de çalışan pilotlar da, erken emeklilik planlarına yönelik saldırılara karşı, 14 Ekim’de 12 saatliğine greve çıktılar.
G. Dunkel

24 Ekim 2014

, ,

EKP ve İslam Birliği

Endonezya Komünist Partisi ve İslam Birliği

Komünistler, İslam Birliği’nden (Sarekat İslam) kovulduktan sonra hangi adımların atılacağına karar vermek için, 4 Mart 1923’te özel bir “Endonezya Komünist Partisi ve Kızıl İslam Birliği Kongresi” topladılar. Toplantı Bandung’da gerçekleşti, bir oturumu da iki gün sonra Sukabumi’de yapıldı; iki bin ila üç bin civarında insanın katıldığı kongredeki delegeler, EKP’nin on beş ayrı şubesinden, yereldeki on üç Kızıl İB komitesinden ve on üç sendikadan geliyordu. EKP yürütme kurulunun temsiliyeti düşüktü: sadece Semaun, Subakat ve Sukarsono vardı, zira partinin mevcut yönetim kurulu üyeleri, Tan Malaka, Bergsma, Harry Dekker, Gondojuwono ve Dengah ya hapishanede ya da sürgündeydiler. Ama bu isimlerin ruhları salonda temsil ediliyorlardı; kongre salonunun kızıl çiçeklerle süslenmiş duvarlarında, Malaka, Bergsma, Sneevliet ve Baars’ın resimleri yan yana asılıydı, bunların yanında, ülkeye yeni dönmüş olan Darsono ile EKP’nin uluslararası kahramanları Marx, Lenin ve Gandhi’nin resimleri bulunuyordu.
Kongredeki hava gergindi, herkeste “Beyaz” İslam Birliği’ne yönelik yoğun bir öfke vardı. Söz konusu öfke, Semaun’un kongrede yaptığı ve Ömer Said Tjokroaminoto ile Merkezî İslam Birliği’yle ilgili ağır sözlerinde de yansıyordu. Bunun üzerine seyirciler arasında bazı kişiler, çok ileri gittiklerini düşündüler. Tabanda bu eleştirilere yönelik kimi şikâyetler yükseldi. Bu tavra tek itiraz eden isim, Bandunglu bir öğrenciydi. O, ileride Endonezya cumhurbaşkanı olacak olan Sukarno’ydu (Ahmed Şükrani). Kongre’de Sukarno, Tjokroaminoto’ya saldırdığı için Hacı Misbah’ı eleştirdi. Bu tavrı onun seyircilerce alkışlanmasına ve Müslüman komünist Hacı Misbah’ın özür dilemesine neden oldu.
Semaun ve Sukendar ise İslam Birliği’nin artık halkın çıkarlarını temsil etmediğini söyledi. Halkın çıkarlarını ancak EKP savunabilir, yabancı kapitalist idaresinden kurtulmak için verilen mücadeleye ve fukara halka ancak o önderlik edebilirdi. Misbah ve Sugono ise, Marksist ve Kur’anî öğretilerin benzerliğine vurgu yaptı. Bu isimlere göre EKP, dinin özgürlüğü için gayret ediyor, Müslüman halkın dini özgürce uygulaması gerektiği fikrini savunuyordu. Darsono ise, EKP’nin Endonezya’nın eski cennet günlerine geri dönmesi için mücadele etmekte olduğunu söyledi. Ona göre, ülkeye yabancı sermaye gelmezden önce halk, refah ve sosyal adaletin hüküm sürdüğü bir hayat yaşıyordu. Partinin geri dönmeyi arzuladığı hâl de buydu.
Kongrede İslam Birliği ile halk nezdinde girilecek mücadelenin zeminini teşkil eden EKP, İslam Birliği’nin kongresinde gündemine aldığı temel meselelere odaklandı. Burada amaç, kitle desteğini kazanmak ve İslam Birliği’ne kıyasla daha güçlü mevziler elde etmekti: parti, bu aşamada devletin son aldığı vergi tedbirlerine ve sözleşmeli hamal sistemine ilişkin kararlar çıkarttı. Devamında ise köylülerin çıkarlarını savunacağını beyan ederek, diğer Endonezyalı politik gruplarla işbirliğine gideceğini açıkladı. Son olarak parti, her ne kadar sovyet temelli bir sosyalist sistemi benimsemiş bir ülke tahayyül etse de, sömürge olan bir ülkede bu hedefe ancak tedricen, parlamento faaliyeti üzerinden ulaşılabileceğini tespit etti. Bu nedenle EKP, politik ajitasyon faaliyetini gerçek bir parlamento oluşturulmasına dönük bir kampanyaya yoğunlaştırdı, bu amaçla, söz konusu reformda çıkarı olan samimi unsurlarla işbirliğine açık olduğunu beyan etti. Kongredeki ifadeyle, İslam Birliği samimi değildi.
Merkezî İslam Birliği, argümanını esas olarak komünistlerin özellikle dinle ilgili yaklaşımına dönük itirazı üzerine temellendirdiğinden, EKP, bu kongre aracılığıyla, İslam’a yönelik desteğini ilân etmeyi, politik tavrı ile dinle ilgili görüşlerini ayırmayı amaçladı. Bu noktada parti, sömürge hükümetinin Hristiyanlığı teşvik eden yaklaşımlarına ve Müslümanların din işlerini düzenleme gayretlerine saldırdı:
“Müslümanlar! Cemaat-i Müslimin! EKP, İslam inancının çıkarlarını temsil edebilir mi? ELBETTE! İşte kanıtı:
OKUYUN!
VI. Karar
EKP kongresi ve Sukabumi İslam Birliği, 6 Mart Salı günü sabah saatlerinde Sukabumi’de bir araya geldi ve şu tespitleri yaptı:
Hint Adaları’nda din eğitimi, Müslümanların dini öğrenmeleri hükümet düzenlemeleri aracılığıyla sınırlanmakta, din öğretmenleri, devletin verdiği dersleri öğretmeye mecbur edilmektedir.
EKP, devletin din işlerine müdahalesini asla kabul etmemekte, bu doğrultuda, EKP yönetimine söz konusu düzenlemenin yürürlükten kaldırılması ve dinin devletten özgürleştirilmesi için gerekli adımları atması yönünde çağrıda bulunulması ile ilgili bir karar almaktadır.”
Kongrede alınan en önemli kararların amacı, hareketin kitle tabanının örgütlenmesidir. Kongre aracılığıyla parti, komünist olmayan İslam Birliği üyelerini kazanmayı kararlaştırdı. Bu amaçla, söz konusu kongre öncesi kongre toplamış olan İslam Birliği’nin muhaliflerine karşı kullandığı üsluba başvurulacak, Beyaz İslam Birliği’nin nerede şubesi varsa, oranın karşısına rakip bir birim açılacaktı. Yereldeki rakiplerinden kendilerini ayırmak için bu faaliyet içerisindeki EKP’liler, kendilerini Sarekat Rakjat (Halkın Birliği) olarak adlandıracaklardı. Öngörüye göre, bu ismin Kızıl İslam Birliği tarafından üstlenileceği umuluyordu. Aynı zamanda parti, Ekim 1921 ayrışması sonrası verdiği kararda belirttiği gibi, niyetinin Merkezî İslam Birliği’ne rakip bir örgüt kurmak olmadığını, kitle birimlerini açıktan ve doğrudan partiye bağlamak olduğunu söyledi.
Ruth T. McVey
[Kaynak: The Rise of Indonesian Communism, Equinox Publishing, 2006, s. 155-157]

22 Ekim 2014

,

Berlin Duvarı


Berlin Duvarı: Bir Soğuk Savaş Efsanesi
9 Kasım, Berlin Duvarı’nın yıkılışının 25. yıldönümü. O ölçüsüz tantana, Berlin’de aylar önceden başladı. ABD’de bizlerin genel beklentisi, Komünist İstibdada Karşı Özgür Dünya’ya dair tüm Soğuk Savaş klişelerinin teşhir edilmesi ve “duvar nasıl bir daha inşa edilebilir” isimli yavan masalın anlaşılması yönünde: 1961’de Doğu Berlinli komünistler, zulüm altındaki vatandaşlarını Batı Berlin’e ve özgürlüğe kaçmalarına mani olmak için bir duvar inşa etmişlerdi. Peki ama neden? Çünkü komünistler, özgür insanlardan ve “hakikat”in öğrenilmesinden hoşlanmazlar. Duvarın inşa edilmesinin başka sebepleri olabilir mi?
Öncelikle şunu belirtmek gerek: 1961 öncesinde binlerce Doğu Alman, iş için Batı’ya seyahat edebiliyor, ardından da akşamları Doğu’ya geri dönüyordu; birçokları da karşı tarafa alışveriş ve başka nedenle geçiyorlardı. Demek ki bu insanlar, Doğu’da iradeleri hilafına tutulmuyorlardı. Peki o zaman vakit duvar niye inşa edildi? Bunun iki temel sebebi var:
1) Batı, komünist hükümetin masraflarını karşıladığı eğitimi almış Doğu Alman uzmanları ve vasıflı işçileri işe almak için güçlü bir kampanya yürütmek suretiyle, Doğu’yu yıpratmak istiyordu. Bu, neticede Doğu’da ciddi bir emek ve üretim krizine yol açtı. Bunun önemli göstergelerinden biri, New York Times’ın 1963 tarihli şu haberinde gizli:
“Batı Berlin, ekonomik açıdan duvardan mustarip, zira Batı Berlin’deki işyerlerine Doğu Berlin’deki evlerinden her gün gelen yaklaşık 60.000 vasıflı işçiyi kaybetmiş bulunuyor.”
Burada USA Today’in 1999 tarihli şu haberi de not edilmeli:
“Berlin Duvarı yıkıldığında [1989] Doğu Almanlar, tüketim maddelerinin bol olduğu, güçlüklerin yok olup gittiği, özgürlüklerle dolu bir hayat hayal ettiler. On yıl sonra ise %51’i komünizm döneminde daha mutlu olduğunu söylüyor.”
Daha öncesinde yapılan anketler, bu rakamın %51’den yüksek olduğunu söylüyorlar, çünkü on yıl içinde Doğu Almanya’yı muhabbetle ananların önemli bir kısmı öte dünyaya göçtü; henüz on yıl geçmiş olmasına rağmen, 2009’da Washington Post şunu söylüyor:
“[Berlin’deki] Batılılar, Doğulu muadillerindeki komünist döneme yönelik nostaljiden bıkıp usandıklarını söylüyorlar.”
Birleşme sonrası dönemde yeni bir Rus ve Doğu Avrupa atasözü çıktı ortaya:
“Komünistlerin komünizmle ilgili söyledikleri her şey yalandır ama kapitalizmle ilgili söylediklerinin de hakikat olduğu ortaya çıktı.”
Burada şu ek notu da düşmek gerekli: 1949’da Almanya’nın iki devlet olarak bölünmesi, sonrasında kırk yıllık Soğuk Savaş husumeti için gerekli sahnenin kurgulanması Sovyetler’in değil, Amerika’nın bir kararı.
2) Elliler boyunca Amerika’nın Batı Almanya’daki “soğuk savaşçılar”ı, ülkenin ekonomik ve idari mekanizmasını bozmak için tasarlanan, Doğu Almanya’ya yönelik yavan bir çökertme ve sabotaj kampanyası başlattılar. CIA ve diğer ABD’li istihbarat ve askerî servisleri, çocuk suçlarından terörizme dek uzanan geniş bir spektrumda tertiplenmiş eylemleri uygulamak için, hem Batı’da hem de Doğu’da kimi Alman aktivist gruplarını ve bireyleri topladı, donattı, eğitti ve finanse ettiler; Doğu Alman halkı için hayatı güçleştirmek ve onun hükümete yönelik desteğini zayıflatmak amacıyla ellerinden geleni yaptılar; komünistlerin kötü görünmeleri için uğraşıp durdular.
Bu, olağandışı bir teşebbüstü. ABD ve onun ajanları, patlayıcılar, kundakçılık, kısa devre yapma ve diğer yöntemleri kullanarak, elektrik santrallerine, tersanelere, kanallara, rıhtımlara, kamu binalarına, benzin istasyonlarına, kamu taşıma araçlarına, köprülere vb. zarar verdiler; yük trenlerini raydan çıkarttılar, işçilerin ciddi biçimde yaralanmalarına sebep oldular; bir yük treninin 12 vagonunu ateşe verdiler, diğerlerinin de hava basıncı hortumlarını kestiler; önemli fabrika makinelerine zarar vermek için asit kullandılar; bir fabrikanın türbininin içine kum koyup durdurdular; bir tuğla fabrikasını yaktılar; fabrikalarda iş yavaşlatma eylemlerini teşvik ettiler; zehirlemek suretiyle, bir kooperatif mandırasındaki 7.000 ineği öldürdüler; Doğu Alman okullarına gidecek olan süt tozuna sabun kattılar; tutuklandıkları vakit, ellerinde bol miktarda kantaridin denilen zehir bulundu, bu zehirle, önde gelen Doğu Almanları öldürmek için zehirli sigara üretmeyi planlıyorlardı; Politik mitingleri dağıtmak için koku bombaları attılar; Doğu Berlin’deki Dünya Gençlik Festivali’ni düzmece davetiyeler göndermek, ücretsiz yatak ve iaşe içeren sahte vaatler sunmak, yanlış iptal duyuruları yapmak vb. suretiyle aksatmak için gayret ettiler; katılımcılara patlayıcılarla, yangın bombalarıyla ve tekerlek delen ekipmanla saldırılar düzenlediler; bol miktarda sahte gıda karneleri dağıtarak, kafa karışıklığına, darlığa ve öfkeye sebebiyet vermek istediler; sahte vergi bildirimleri yaptılar, endüstri ve sendikalarda örgütsüzlüğü ve verimsizliği büyütmek için hükümet adına direktifler ve belgeler gönderdiler… Hepsi tabii bu kadar da değil.
Soğuk Savaş’ın muhafazakârlarından olan, Washington’daki Uluslararası Woodrow Wilson Akademisyenler Merkezi’nin Uluslararası Soğuk Savaş Tarihi Projesi Ön Raporu’nda (sayı: 58, s. 9) şu söyleniyor:
“Berlin’de sınırın açılması, Demokratik Alman Cumhuriyeti’ni büyük çapta casusluk ve yıkıcılık faaliyetlerine maruz bıraktı, ayrıca ek bölümde sunulan iki belgenin de gösterdiği üzere, sınırın kapanması, komünist devlete daha fazla güvenlik imkânı sağladı.”
Ellili yıllar boyunca Doğu Almanlar ve Sovyetler Birliği, Sovyetler’in Batı’daki eski müttefiklerine ve Birleşmiş Milletler’e özel kimi sabotaj ve casusluk faaliyetleri ile ilgili olarak tekrar tekrar şikâyette bulundu ve bu olaylardan sorumlu tuttukları Batı Almanya’da bulunan ve isimlerle adresler temin eden ofislerin kapatılmasını istedi. Bu şikâyetler sağır kulaklara çarpıp tuz buz oldu. Kaçınılmaz olarak Doğu Almanlar, Batı’dan kendi ülkelerine girişleri sıkılaştırmaya başladılar ki bu süreç de adı kötüye çıkmış olan o duvarın nihayetinde inşa edilmesine yol açtı. Ancak duvar inşa edildikten sonra bile, doğudan batıya kanunî göç, her zamanki gibi ama görece daha sınırlı bir biçimde sürdü. Örneğin 1984’te Doğu Almanya, ülkeden 40.000 insanın çıkışına izin verdi. 1985’te Doğu Alman gazeteleri, Batı’ya yerleşmiş olan 20.000’den fazla eski vatandaşın kapitalist sisteme ilişkin hayallerinin boşa düşmesi ardından yurda geri dönmek istediğini yazdılar. Batı Alman hükümeti ise on yıl içerisinde geri dönen Doğu Almanların sayısının 14.300 civarında olduğunu söylüyordu.
Ayrıca bir de, Doğu Almanya’nın Nazilerden tümüyle arındırıldığını ama Batı Almanya’da savaşı müteakip on yıldan fazla bir süre boyunca, yasama, yürütme ve yargıdaki birçok mevkiinin eski ve “sabık” Nazilerce işgal edildiğini unutmamak gerekli.
Son olarak şu hatırdan çıkartılmamalı: Doğu Avrupa, Hitler yüzünden, Batı’nın da onayıyla komünist oldu; o, Batı için Sovyetler Birliği’ne ulaşmak ve Bolşevikleri yok etmek için bir yoldan ibaretti. Ruslar, birinci ve ikinci dünya savaşlarında yaklaşık 40 milyon insanını kaybettiler, çünkü Batı, bu yolu Rusya’yı işgal etmek amacıyla kullanmak istemişti. II. Dünya Savaşı sonrası Sovyetler Birliği’nin bu yolu kapatma kararlılığını göstermesi pek şaşırtıcı olmamalı.
Berlin Duvarı’nın yıkılışının yıldönümüne ilişkin ek ve oldukça ilginç bir bakış açısı için Victor Grossman’ın “Tombalak ve Berlin Duvarı’nın Yıkılışı” isimli makalesine bakılabilir. Grossman (asıl ismi: Steve Wechsler) Almanya’da iken McCarthy döneminin tehditlerinin yol açtığı baskıdan dolayı ABD ordusundan kaçmış, Doğu Almanya’da geçirdiği yıllarda gazeteci ve yazar olarak geçimini sağlamış. Hâlâ Berlin’de yaşıyor ve Berlin Bülteni isimli dergisini internet üzerinden okurlarına eposta yoluyla ulaştırıyor. Bülten, düzenli olarak, Almanya’daki gelişmelere dair bilgiler sunuyor. Eposta listesine şu adresten kaydolmak mümkün. wechsler_grossman@yahoo.de. Nehri Geçmek: Amerikan Solu, Soğuk Savaş ve Doğu Almanya’da Hayatın Hatıratı isimli otobiyografisi, Massachusetts Üniversitesi Yayınları tarafından basıldı. O, hem Harvard Üniversitesi’nden hem de Leipzig’deki Karl Marx Üniversitesi’den diploma almış dünyadaki tek kişi olduğunu iddia ediyor.
William Blum
22 Ekim 2014

21 Ekim 2014

, ,

Sosyalizmi Neden Savunuyorum?


Öncelikle, kıyaslamalar yapabilecek kadar uzun bir süre kapitalist bir rejimde yaşadığımı belirtmem gerek. Gene de genel bir tespit yapmak yeterli olacaktır: İspanyol hâkimiyetinden kurtulup devrimin zafere ulaşmasına dek Küba altmış yılı devirmiştir ama ülke çok az ilerleme kaydetmiştir, hatta pek ilerleme kaydetmediğini ifade etmek de mümkündür.
Aynı tespit, birçok Latin Amerika ülkesi için de yapılabilir. Bağımsızlığın elde edilmesinden iki yüz yıl sonra, ulusötesi şirketler eliyle doğal kaynakların yağmalanması ve en verimli toprakların sömürülmesi süreci hâlâ devam etmektedir. Bu şirketlerse, geriye kirlenmiş su ve toprak, kırsalda yaşayan çoğunluk için daha fazla sefalet bırakmıştır.
Latin Amerika’nın geri kalanında olduğu gibi Küba’da da en geniş halk kesimleri için ilerlemeyi sadece sosyalizm gerçekleştirmiştir.
Toplumu alttan alta çürüten okuma-yazma bilmezlik, Küba’da sökülüp atılan bir ayrık otu gibidir. Bilimler, gelişmiş ülkelerdeki düzeye ulaşmıştır. Aynı tespiti, eğitim için de yapmak mümkündür: New York Times’ta yayınlanan bir habere göre, Küba, yarımkürede en yüksek eğitim düzeyine sahip ülkedir. Aynı durum, kamu sağlığı için de geçerlidir: Dünya Sağlık Örgütü (WHO), bir kez daha, Küba’nın dünya genelinde tüm diğer ülkeler için bir örnek olarak alınması gerektiğini beyan etmiştir. Ne New York Times ne de WHO sosyalist örgütlerdir. Ancak devrimi küçük düşürmeye çalışanlar aksini ispatlamak için çırpınıp dursalar da, eldeki sonuç gayet açıktır.
Spor ve kültürdeki gelişmeler, eğitimdeki gelişmelerle el ele gitmektedir, zira sosyalizm koşullarında, bilim, spor ve kültür alanında herhangi bir yeteneğin harcanmasına izin vermek kabul edilemez bir durumdur.
Sosyalizmin Latin Amerika’da ilerlemeye yol açtığının en anlamlı örneği, Bolivya’dır. Bu ülke, 200 yıl süreyle yaşadığı yağma ve sömürünün ardından, Haiti’nin gerisinde, kıtanın ikinci en fakir ülkesi iken, bu duruma gelmiştir. Oysa Bolivya, zengin doğal kaynaklar rezervine sahip bir ülkedir. Evo Morales başkanlığında yürürlüğe konulan sosyalizm, halkın hizmetinde hareket ederek sefalet ve açlığı söküp atan işler yaratmış, sağlık ve eğitim gibi başlıklar altında zenginliği yeniden dağıtmıştır. Tüm bunlar, Evo Morales’in oyların yüzde 60’ından fazlasını alıp üçüncü kez neden başkan seçildiğini de izah etmektedir.
Bolivya, ayrıca okuma-yazma bilmezliği de ortadan kaldırmış, Küba’nın yardımları ile tüm halka ücretsiz tıbbî destek sunmuştur.
200 yıl boyunca kapitalist ulusötesi şirketlerce yağmalanan, halkı açlık, sağlıksızlık ve cehalet içinde kıvrandığı diğer bir ülke de Venezuela’dır. Bu ülke de dünyanın en büyük petrol rezervlerinden birine sahiptir. Bu kaynakların sömürüsü için karşılığında komik rakamlar alan Venezuela, uzun süre ulusal oligarşi ve yozlaşmış siyasetçilerin banka hesaplarını şişirmekten başka bir şey yapamamıştır.
Geçen sene vefat eden Hugo Chavez’in iktidara gelip petrol endüstrisini millileştirmesinden beri hükümet cehaleti, tıbbî yetersizliği, işsizliği, evsizliği ortadan kaldırmak ve sporla kültür gibi diğer sektörleri geliştirmek için bir dizi kampanya yürütmüştür. Eğitim, spor ve kültür alanında Venezuela, bizim küçük, azgelişmiş ülkemize sırtını yaslamaktadır. Oysa Küba, birçok doğal kaynaktan mahrum olan, elli yıldır dünyanın en büyük askerî gücünün ablukası altında tutulan ve sosyalist hükümeti sayesinde tüm güçlükleri aşıp hayatta kalmasını bilen bir ülkedir.
Bu küçük ülke, BM’nin Batı Afrika’daki Ebola salgınıyla mücadele çağrısına ilk cevap veren ülkedir. Kapitalist ülkeler, asker ve az miktarda para göndermekle yetinirlerken, Küba sağlık personeli, bu korkunç hastalığa karşı verilen mücadelenin ön cephesinde yerini almıştır. Bu, da Küba’da sosyalist bir sistemin işliyor olmasıyla ilgilidir.
Bu sınırlı makalenin sınırları dâhilinde yer verilemeyecek bu ve benzeri konular üzerinden ben sosyalizmi savunuyorum, sadece fikirlerle değil, son nefesime kadar onu savunmaya devam edeceğim.
Elio Delgado Legon

İslam Devleti ve Yahudi Devleti


Avrupa Antisemitizminin ve 
Aşağılanmanın Sonuçlarını Miras Almak
İsrail’in son Koruyucu Sınır Operasyonu’nda yankılanan, Filistin halkına yönelik zulüm ve sömürgeleştirme faaliyeti ile devam eden işgali, ayrıca Suriye ve Irak’la bağlantılı olarak, IŞİD’in yükselişi, bugünün Ortadoğu’sunda yaşanan iki en önemli kargaşadır. Gerçi Filistinlilerle ilgili olarak dünyanın şartlandırıldığı, ıstırap ve adaletsizliğin normalleştirilmesi meselesi ile Netanyahu’nun IŞİD’i Hamas’la sapkın bir tarzda kıyaslaması[1] göz önünde bulundurulduğunda ve Hamas’la IŞİD, bölgedeki önemleri ve yol açtıkları sonuçlar bakımından kıyaslandığı takdirde, iki yapı arasında benzerlikler bulunması ironiktir ama şaşırtıcı değildir. Bu, hâlihazırda, İsrail Devleti’ne atıfla, Yahudi İsrail-Şam Devleti[2] terimini üreten Filistin yanlısı eylemcilerde ve İslam Devleti’nin bayrağına benzer bayraklar sallayan, İsrail’e iltica etmek isteyen ve sığınma hakkı talep eden Afrikalılara karşı gösteriler düzenleyen insanlarda[3] karşılığını bulan bir gerçekliktir. Ayrıca her ikisinin de Hizbullah, Hamas ve İran gibi ortak düşmanları vardır.[4] Bu olgu, Netanyahu’nun İran’ın IŞİD’den daha büyük bir tehdit olduğuna dair ifadesi ile pekişmektedir[5] ki bu da bizi şu soruyla karşı karşıya bırakmaktadır: IŞİD kimlerin çıkarlarına hizmet ediyor?
İsrail Devleti, “vaat edilmiş topraklar” denilen tarihsel bir nostaljinin ve/veya ilâhi bir kuruluş ya da varlık üzerinden yapılan dinî bir meşrulaştırma girişimi ile motive edilmiş, Yahudilere karşı Avrupa’da yüzlerce yıl tatbik edilen antisemitizmin sonucunda oluşturulmuş bir fikirdir. İsrail Devleti, gelişkin para kaynaklarına ve eğitime sahip İrgun ve Hagana Stern isimli çetelerin isyanları üzerinden kurulmuştur. Bu çeteler, 1948’de, Filistin’de, Deyr Yassin gibi katliamları ve kitlesel tecavüzleri içeren, bir etnik temizlik gerçekleştirmişlerdir.[6] Savaş suçları ve insanlığa karşı işlenmiş suçlar, İsrail Devleti’nin kuruluşunun temelini teşkil etmiş, herhangi bir cezaya çarptırılmaksızın, Koruyucu Sınır Operasyonu’na dek varlığını sürdürmüştür. İrgun ve Hagana, tüm Avrupa’dan gelen ve bir kısmı, II. Dünya Savaşı boyunca Nazilere karşı savaşta askerî deneyim ve iyi eğitim sahibi olan Yahudi savaşçılardan oluşmaktadır. İsrail Devleti fikri, Avrupa’da Yahudilerin yüzleştikleri antisemitizm sorununa yönelik bir çözüm olarak, Filistin toprağının sömürgeleştirilmesi üzerinden bir Yahudi Devleti kurulması gerektiğine inanan politik Siyonizm ideolojisinden türemiştir.[7] Bu, ırkçılık ve Araplara karşı geliştirilen yeni bir antisemitizm üzerinden, yayılmacılık ve sömürgeleştirmeye dair arzu ve hedeflerine ulaşmak için terörizme başvurmak anlamına gelmektedir; Burada Araplardan kasıt, bilhassa Filistinliler ve Bedevîler gibi, kimi azınlıklardır.
Irak-Şam İslam Devleti ise, Araplara ve Müslümanlara yönelik, I. Dünya Savaşı sonrası yinelenen 12. yüzyıl haçlı seferlerinden, Sykes-Picot Anlaşması’nın imzalanmasına, oradan 2003’te Irak’ın ABD ve Britanya tarafından işgal edilmesine ve söz konusu sahada sonrasında meydana gelen olaylara dek yüzlerce yıl süren Avrupa menşeli ırkçılık ve antisemitizmin sonucunda oluşmuş bir fikirdir. IŞİD de “Ümmet” ve “Hilâfet” denilen tarihsel bir nostalji, bunun yanında, ilâhi bir kuruluş ya da varlık üzerinden yapılan dinî bir meşrulaştırma girişimi ile motive edilmiştir. IŞİD, başarılı para kaynaklarına sahip olduğunu her seferinde ortaya koyan, dünyadaki en zengin isyan grubudur. Aynı şekilde, İrgun ve Hagana’nın da eğitimini ve parasını, sonrasında bu grupların saldırılarına hedef olan, Britanya gibi Avrupalı güçler temin etmişlerdir. IŞİD de eski dostları, şimdinin düşmanlarından gerekli eğitimi ve parayı almıştır: ABD ve Kasırga Operasyonu üzerinden ABD Kongresi’nin Demokrat Partili üyesi Charlie Wilson’ın gözetiminde yapılan gizli anlaşmayla, İsrail ve Pakistan. Grup ayrıca tüm dünyadan, özellikle kenara itilmekten ve ırkçılıkla yeni antisemitizme maruz kalmaktan bıkmış Arap ve Müslüman savaşçılardan oluşmaktadır. Bu savaşçılar, yayılmacılık, sömürgeleştirme ve zulüm üzerinden, dünya genelinde Araplar ve Müslümanlar için bir devlet kurmaya çalışmaktadırlar. Örgüt, Irak ve Şam’da (Levant) çözümün kendi elinde olduğuna inanmakta, Filistin toprağında güvenli bir sığınak niyetine bir devlet kurmaya karar veren Yahudilerin yolunu izlemektedir. Ayrıca İslam Devleti, bu devleti Ezidî ve Türkmenler gibi azınlıklarla, esas olarak Şii Müslümanlara karşı ırkçılık ve antisemitizm uygulayarak kurmaya çalışmaktadır.
İsrail ile IŞİD’in eylemlerindeki felsefî temelin, doğası gereği, Avrupamerkezci olduğu iddiasını bir kenara koysak bile[8], her ikisinin de savaş suçu işlediği, Avrupalıların yüzlerce yıldır bölgeye yönelik gerçekleştirdikleri saldırılara direnmeye ve şerefini yeniden kazanmak için devreye sokulan tarihsel nostalji ve bölge adına, tüm halklara zulmettiği açıktır. Her şeyden önemlisi de bu örgütün, mevcut siyaset ve hukuk üzerinden, Kuzey Amerika ve Avrupa’da aşırı ırkçılığa ve aşağılanmaya maruz kalması sonrası yaşanan, insanı çileden çıkartan bir kırılma noktasına ulaşmış insanlardan oluşuyor olmasıdır. [9] Aralıksız bugüne dek devam eden ve yüzlerce yıl süren ırkçılık ve aşağılanma sonrası, aşağılananlar aşağılayanlar hâline gelmişlerdir; Efendi’nin özelliklerinin miras alındığı, farklı insanların aynı muameleye maruz kaldığı, bir yandan da nefret ve ırkçılık döngüsünün devam ettiği koşullarda, üniversiteler ve “vicdan” kurumları hâlâ papağan gibi “barış”tan bahsetmektedirler.
Irkçılık karşıtlığına dair bir eğitim olmaksızın savaş hüküm sürmeye, barışsa neyse o şekilde var olmaya devam edecektir; barış, dünya halklarının dikkatini sahada yaşanan gerçeklikten çekip alan bir yalandır. Uluslararası hukukta geçen tüm suçluların işlediği cürüm, soykırım, savaş suçları ve insanlığa karşı işlenmiş suçlar gibi, “üstün hukuk” mevzularının işlediği cürümlerdir. Bu cürümlerin temeli, sadece ırkçılık ve nefrettir. Bu nedenle uluslararası hukukun, “üstün hukuk” cürümlerine mani olmak için uluslararası barışın ve güvenliğin ihya ve muhafaza edilmesinde güç kullanımına bel bağlaması, esas olarak, ırkçılığın suç kabul edilmesi dâhil, zorunlu ırkçılık karşıtı eğitime odaklanmaksızın sürdürülmesi mümkün değildir. Aksi takdirde, bizler, ister uluslararası hukuk tarafından tanınsın ister tanınmasın, yeni terörist devletlerin doğuşuna tanık olmaya devam edeceğiz. Tarihin de kanıtladığı üzere, Efendi’nin ırkçılık ve nefret üzerine kurulu olan evini gene onun ırkçılık ve nefret araçlarını kullanarak değiştiremezsiniz.
Ahmed Musa
Dipnotlar
[1] “ISIL a Distant Threat for Israel”, Greg Carlstrom, Jazeera.
[2] “Activists Come  Up with New ISIS-InspiredName for Israel”, Baz Ratner, RT.
[3] “Israeli Activists Wave ISIL-like Flags in Protests of Immigrant Detention Policy”, Al-Jazeera.
[4] “Why Islamic State has no Sympathy for Hamas”, Al Mamouri, Monitor.
[5] “Netanyahu: Iran Greater Threat than ISIL”, Jazeera.
[6] “Ethnic Cleansing of Palestion”, Ilan Pappe, Scribd.
[7] “First Sionist Congress”, Herzl.
[8] “ISIS Cihadis aren’t Mediaval –They are Shaped by Modern Western Philosophy”, Kevin McDonald, Guardian.
[9] “Tunusian Leader: West’s Injustice Fuels Terror Recruits”, Bilal Kenasari, İlgin Karlıdağ, MEE.