15 Haziran 2012

, ,

Mısır’da Devrimin Yolu


Mısır’da birçok insan “askerî darbe” sonrası “devrimin ölümü” ardından yas tutarken, bazı noktaların açığa çıkartılması gerekiyor:

1- Haziran 2012’deki askerî darbeden bahsederken, Mübarek devrildiğinden beri Mısır’ın sivil bir hükümet tarafından yönetildiğini söylemek gerçekten absürt. Şu veya bu şekilde darbe, 11 Şubat 2011’den, yani devrimciler Mübarek’i devirmeyi başardığı ve iktidarın onun emrindeki generallerce teslim alındığı günden beri zaten iş başında.

2- Kontrol, “geçiş süreci”nin başından itibaren askerî cuntanın elinde ve cunta anayasal, hukukî ve politik her türden silâhı kullanarak süreci biçimlendirdi ve “yumuşak iktidar”ı başarısız olduğu noktada silâha davranmaktan çekinmedi.

3- Askerî cunta, tüm politik oyuncular arasında iktidarı sivil bir hükümete “teslim” etme konusunda en hevesli kesim. Bu yazının yazıldığı günlerde ve geçen hafta boyunca zırhlı personel taşıyıcılar ve cemseler sokaklarda dolaşıp bildiri dağıttı ve insanları seçimlerin ikinci turunda oy kullanmaya teşvik etti. Devlet güdümündeki TV’den sürekli daha açık ve dolaysız benzeri propaganda mesajları verildi. Cunta, koltuğu “bırakmak” ve mevcut konumunun, imtiyazlarının, ekonomi üzerindeki kontrolünün, karar alma kudretinin hukukî, politik ve anayasal düzeyde güvence altına alınıp dokunulmaz kılınması talebi ile kışlasına geri dönmek istiyordu. Özetle cunta esas olarak 1980 sonrası geçerli olan “Türk modeli”nin yürürlüğe girmesini talep ediyordu.

4- Hiçbir devrim, 18 gün ya da 18 ay içinde yerleşmez. Eğer yaşananın rejime karşı birkaç yıl sürecek bir savaş olduğu kabul ediliyorsa, o vakit herkes neden panikliyor ve her şeyin bittiğini söylüyor? Herkes, devrimin doğrusal bir dizi zaferden müteşekkil olmasını mı umuyordu yoksa? Biz, karşı devrimin saldırı hâlinde olduğu katastrofik bir dönemin içinden geçiyoruz ama gene de devrimin biteceğini de kimse beklemesin. Son bir buçuk yıldır “İşte bitti! Devrim yenildi” laflarını birçok kez duyup okumadık mı, her seferinde cunta, sokak gösterileri, işgaller ve grevlerle geri adım atmak zorunda kalmadı mı?

5- Bu devrim hâlâ lidersiz, bunun en basit nedeni de mevcut politik grupların hiçbirisinin tabanda yön verebileceği yeterli miktarda bir halk desteğine sahip olmaması. Dolayısıyla, Silâhlı Kuvvetler Yüksek Konseyi’nin herhangi bir politik güçle sokak gösterilerini ve grevleri bastırma amacıyla yaptığı her türden anlaşma, aslında beyhude.

6- Rejimi yıkma konusunda yegâne umut olan işçi grevleri de hiçbir biçimde doğrusal bir hattı takip ederek yoğunlaşmıyor. Sokak gösterileri gibi grevler de bir alçalıp bir yükseliyor. Ama gene de ortada şöylesi bir gerçek var: grev dalgası altıncı yılına girdi, sanayideki eylemlerin sona ermesi mümkün değil, zira grevlerin patlak vermesine ilişkin nesnel ve yapısal nedenler orada hâlâ mevcut. Ayrıca neoliberal rejim yerinde durduğu sürece bu sorunları ne bir cumhurbaşkanı adayı ne de bir peygamber çözebilir.

7- Birleşik bir liderliğe sahip olmasa da işçi grevleri ordu ve askerî cunta karşıtı bir hattı takip ediyor, ayrıca kendi bölgelerinde bu grevleri etkisizleştirmek için çabalayan ya da işçilere yardım etme konusunda kıllarını kıpırdatmayan Müslüman Kardeşler ya da Selefî milletvekilleri ile uğraşıyor.

8- İslamcı muhalefet, iç ayrışma ve çatışmalarla malul. Bu hareketin şimdilerde dağılmış olan meclisteki iç karartıcı performansı, geçen yıl içinde cunta ile işbirliğine gitmesi ve kısa süre önce feshedilmiş olan mecliste halk lehine somut hiçbir kazanım elde edememesi, İslamcı kesimdeki genç ve fakir insanlar arasında hayal kırıklığının giderek artacağı anlamına geliyor.

9- Önümüzdeki aylar gayet zor geçecek. Tam anlamıyla dağılmamış olan Millî Demokratik Parti aygıtı, seçimlerde tüm desteğini Ahmed Muhammed Şefik’e verdi ve parti üyeleri, bir yıl boyunca gözden ırakta durduktan sonra başlarını kuburdan nihayet çıkarttılar. Mübarek döneminin emniyet şefleri bir bir aklandı, her gün göstericilerin katledilmesi ile ilişkili olarak yargılanan polis memurları ve askerlerin beraat ettiğine dair haberlere tanık oluyoruz. Olağanüstü hâl yasalarının iki hafta önce kaldırılmasına karşın, adalet bakanı inzibata ve istihbarat subaylarına sivilleri gözaltına alma yetkisi verdi. Meclis ya da anayasa kaynaklı herhangi bir dayanak olmaksızın, cumhurbaşkanı seçilecek olan Şefik’in SKYK’nin tam desteğiyle demokrasi eylemcilerini, muhalif grupları ve devrimcileri ezmesi bekleniyor.

10- Bu baskı dalgası devrimi sona erdiremeyecek. Toz dumanın geçmesi gene birkaç yılı bulacak. Devrimci kamp, karşı koymak için gerekli temel araçlardan yoksun, başka bir ifadeyle, o, işçi ve gençlik hareketlerinin en gelişkin kesimlerini bir araya getirecek ulusal çapta bir örgüte, ayrıca başkentte ve diğer şehirlerde mücadele eden farklı devrimci grupları koordine edecek iç uyuma sahip birleşik bir cepheye sahip değil. Karşı devrimin son sürat yol aldığı bu türden zor zamanlarda böylesi bir örgüte dönük ihtiyaç giderek daha fazla aciliyet kazanıyor.

Hüsam Hamalavi

, ,

Faşizm ve Anti-Kapitalizm


Mistisizm asla kâfi gelmez ve o hiçbir mideyi doyurmaz. Faşist birlikleri teşkil eden bireyler, eş ölçüde birer bağnaz değildirler, en bağnaz kişi bile maddî çıkarlarını asla unutmaz. Maddî çıkarlarla ilgili kaygılar, bilinçaltında sürekli gezinip dururlar. Bu bireyleri kazanmak ve onların coşkusunu muhafaza etmek amacıyla faşizmin ayrıca söz konusu bireylerin çilesini çektikleri hastalık için bir çözüm sunması gerekir. Kapitalizmin hizmetinde ve emrinde olsa da faşizm, geleneksel burjuva partilerinden ayrı olarak, demagojik bir anti-kapitalizm temaşası sergilemeye mecburdur.

Ancak yakından incelendiğinde görülecektir ki bu anti-kapitalizm, sosyalist anti-kapitalizmden oldukça farklıdır. Bu anti-kapitalizm, özü itibarıyla küçük burjuvadır. Faşizm, bu gösterisinde tek taşla iki kuş vurur: bir yandan orta sınıfların en gerici arzularının sadık bir yorumcusu olarak bu sınıfları pohpohlar, bir yandan da emekçi kitleleri, özellikle sınıf bilincinden yoksun işçileri, onları gerçek sosyalizme sırtlarını döndürecek bir ütopyacı ve zararsız anti-kapitalizmle besler.

Ancak “bütün kapıları açan anahtar olma”ya dair bu demagoji, herkesi tatmin etmez. Faşizm, bu nedenle herhangi bir mahcubiyet duymaksızın, bilinçli işçilere ve toprağa susamış küçük köylülere radikal bir dille seslenmek zorunda kalır. Bu kendisine has “sosyalizm”i, lafzî manada çok ilerilere götürür. Peki bu yalana dayalı laf ebeliğini ifşa etmek için dil dökmeye değer mi?

Faşistlerin müritlerinin başlarını döndürmek için ortaya attıkları demagojik sloganları kavramak ve vaatlerle yapılanlar arasındaki uçuruma işaret etmek, önemlidir.

Faşizmin oynadığı oyun, kapitalizme yönelik ciddi bir saldırı gerçekleştirmemek üzerine kuruludur. O, ilkin kitlelerdeki anti-kapitalizmi milliyetçiliğe dönüştürmek için gayret eder. Gayet kolay bir iştir bu! Orta sınıfların büyük sermayeye dönük husumetine millet fikrine dönük kararlı bir bağlılık eşlik eder. Özellikle İtalya ve Almanya’da kitleler, düşmanın kendi kapitalizmlerinden ziyade yabancıların kapitalizmi olduğuna inanmaya meyillidirler. Dolayısıyla faşizm, kendisini mali açıdan destekleyenleri kitlelerdeki anti-kapitalizmin yüzünü “uluslararası plütokrasi”ye çevirmek suretiyle gizlemekte hiç güçlük çekmez.

İtalya’da savaştan çok önce, sonradan faşist olacak olan Sorel okulu mensubu sendikacılar, devrimci sendikalizmlerini bir tür milliyetçiliğe dönüştürdüler. Rossoni’nin tespitiyle, “İtalyan işçilerin kaderi İtalyan milletine” bağlıydı. Örneğin Labriola, İtalya’nın plütokratik Avrupa’ya karşı mücadele başlatma hakkını kullanmasını talep etti.[1] Sendikacılar ve milliyetçiler, hep bir ağızdan, İtalya’nın “büyük bir proleter”[2] olduğunu söylemeye başladılar. Mussolini’nin tek yaptığı, bunların yazılarını incelemekten ibaretti. 1915’ten 1918’e kadar o, sürekli şu lafı yineledi: “Savaşa toplumsal bir içerik kazandırılmalı.”[3] Sonrasında da şu tespiti yaptı: “Milletler Cemiyeti, proleter milletler karşısında başarılı devletler için elde tutulan bir tür sigorta poliçesinden başka bir şey değil.”[4] Fakir milletleri zengin milletlerin karşısına çıkartan Rocco ise şunları söylüyordu: “Servetin dağıtımı, sadece bir iç sorun değil, aynı zamanda bir dış sorun. İtalyan proletaryası, işverenlerinin açgözlülüğü ya da hasisliğinden çok rakip milletler karşısında İtalya’nın konum itibarıyla aşağıda olması yüzünden çile çekiyor.” Dolayısıyla, İtalya’da kitlelerin içinde bulundukları koşulların geliştirilebilmesi için “proleter millet”in uluslararası konumunun ilerletilmesi gerekiyordu.[5]

Almanya’da ta 1919’da Millî Sosyalist Partisi kurucusu Drexler, şunları söyledi: “Emekçi Almanya, açgözlü batılı güçlerin basit bir kurbanıdır.”[6] Moeller van den Bruck da proleter millet formülünü sahiplendi: “Sosyalizm, öncesinde milletler için belli bir adalet söz konusu değilse insanlara asla eşitlik bahşedemez. Alman işçiler, bugün olduğu gibi yabancı kapitalizm tarafından köleleştirildikleri kadar hiç köleleştirilmediklerini fark etmek zorundalar. […] Mazlum bir milletin en mazlum kesimi olarak proletaryanın yürüttüğü kurtuluş mücadelesi, artık kendimize değil, dünya burjuvazisine karşı yürütülen bir iç savaştır.”[7]

Bu sentezin parlak ve yorulmak nedir bilmez propagandacısı Gregor Strasser ise şunları söylüyordu:

“Uluslararası mali sermayenin elindeki Alman sanayisi ve ekonomisi toplumsal kurtuluşa ilişkin her türden olasılığın sonuna işaret ediyor; bu durum, sosyalist Almanya ile ilgili tüm hayallerin sonu demek. […] Savaş kuşağına mensup genç Almanlar, millî sosyalist devrimciler, gayretkeş sosyalistler olarak bizler, Versay Anlaşması’nda cisimleşen emperyalizme ve kapitalizme karşı bir mücadele yürütüyoruz. […] Biz nasyonal sosyalistler, Alman işçi sınıfının kurtuluşu ile millî kurtuluş arasında Tanrı’nın eliyle kurulmuş olan bir bağ olduğunu biliyoruz. Alman sosyalizmi, ancak Almanya özgürleştiği takdirde mümkün olacak ve payidar kalacaktır!”[8]

Goebbels, bu yaklaşımı şu türden çarpıcı bir formül dâhilinde özetlemekteydi:

“Alman sosyalistinin amacı nedir? O gelecekte Almanya’da hiç proletarya bulunmamasını istiyor. Alman milliyetçisinin amacı nedir? O gelecekte Almanya’nın proleter olmamasını istiyor. İşte nasyonal sosyalizm, bu iki anlayışın sentezidir.”[9]

Daniel Guerin

[Kaynak: Fascism and Big Business, Pathfinder, 1973, İlk Basım: 1939, s. 105-108.]

Dipnotlar:
[1] Aktaran: Rosenstock-Franck, L’Economie corporative fasciste, 1934.

[2] Terim, milliyetçi Corradini’ye ait.

[3] Volpe, Histoire du Mouvement fasciste, (Fransızca), Roma, 1935.

[4] Akt. Henri Massoul, La Lecon de Mussolini, 1934.

[5] Akt. La Reforme syndicale en Italie (Fransızca), Roma, 1926.

[6] Akt. Konrad Heiden, Histoire du national-socialisme (Fransızca çevirisi), 1934.

[7] Moeller van den Bruck, Le Troisieme Reich (Fransızca çevirisi), 1923.

[8] Gregor Strasser, Kampf um Deutschland.

[9] Goebbels, Revolution der Deutschen.

, ,

Suriye ve Libya


NATO/FİBD Ekseni Libya ve Suriye’de kontrolü kaybetti. Her ülkede kapsamlı bir dizi terörist saldırı gerçekleştirdi, ülke dışından getirdiği insanları silâhlandırdı ve muhalif unsurları döve döve öğüttü. Ana akım medya ise batı eliyle gerçekleşen Hula katliamı sonrası sessizliğe gömüldü.

Gerçek şu: Suriye ve Libya’da insanlık karşıtı suçlar FİBD, yani Fransa, İngiltere ve Birleşik Devletler ekseni tarafından ortalığa salınan teröristlerce işleniyor. Bu suçlara muhalif unsurların dağıtılması, önde gelen grupların çözülmesi ve paralı askerlerle El-Kaide’nin batı adına işe koşulması eşlik ediyor.

Libya’da görüldüğü üzere, bu tür unsurlar insanî yardım rezilliği için zemin oluşturmak ve yanıltma harekâtları (rakip istihbarat örgütü personelinin kendisini dost ülke veya örgüt kimliğinde gösterip gerçekleştirdiği eylemler) ile Esad hükümetini bir biçimde suçlamak amacıyla kullanılıyorlar. Ama bu girişimler pek işe yaramadı, zira Libya herkesin gözünü açtı ve alternatif medya bunların şeytanî planlarını ifşa etti.

Birkaç ay önce Libya’dan gelen ve Suriye’ye sokulmak üzere Türkiye sınırına getirilen kimyasal silâhların açığa çıkışı buna bir örnek. FİBD, Türkiye üzerinden Suriye’ye gemilerle silâh ve adam taşıyor ve bu girişimleri ifşa eden alternatif medya kanalları siber terörist saldırılara maruz kalıyor.

Bunlar neyi örtbas etmek istiyorlar?

En son olay geçen hafta sonu yaşandı. Suriye ordusu kaynaklarına göre Türk helikopterleri Suriye hava sahasında uçup saldırı sonrası kaçan Özgür Suriye Ordusu mensuplarını aradı. Bir dizi kaynağa göre bu ÖSO arasında on-on beş kadar Türk var. Türk (NATO) birliklerinin Suriye içlerine girdiğine ilişkin olarak aktarılan ilk rapor değil bu.

Suriye Ordusu (Libya’da da tanık olunan) bu şeytanî musibete karşı başkanları için kahramanca dövüşüyor, bu unsurların batılı destekçilerden yeni ekipman temin etmelerine mani oluyor, bu amaçla hem kuzey sınırını (Türkiye) hem de batı sınırını (Lübnan) başarıyla koruyor. Bu alanlar ele geçirilip temizlendikçe Suriyeli teröristler de bozguna uğruyor.

Mesele Sünni-Şiî meselesi değil. Asıl mesele, Çeçenya’da tanık olduğumuz üzere, Vehhabi unsurlar. Örneğin Hula katliamı hükümet güçlerine isnat ediliyor, batı medyası suçlu olarak onu gösteriyor, “insanî yardım” adı altında işgali meşrulaştırmak için yanıltma harekâtları tertipleniyor. (bu katliamı hükümet yapmışsa işgal meşrulaşacak, eğer o yapmamışsa devletin kontrolü kaybettiği, vatandaşlarını artık koruyamadığı iddia edilecek: işin başında ben kazanırım, sonunda da sen kaybedersin!).

Hula katliamını, Abdürrezzak Tlass liderliğindeki Özgür Suriye Ordusu’na bağlı Rastan ve Faruk tugayı gerçekleştirdi. Abdürrezzak Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin karşısına ne vakit çıkacak? İhanet içindeki Gelecek Hareketi’nin lideri terörist Said Hariri ve ona destek veren Vehhabiler ne vakit yargılanacak? Hula’da katledilenler hükümete yakın olan Alevîlerdi.

Olan biteni Ruslar biliyor da Clinton neden bilmiyor? İngiliz dışişleri bakanı William Hague niye habersiz? Ya da Fransa ve ABD? FİBD’in istihbaratı neden her şeyi yüzüne gözüne bulaştırdı?

FİBD ekseninin Suriye için tasarladığı plan, BM kararları dâhilinde ya da dışında ülkeye dönük müdahaleyi bir biçimde meşrulaştırmak.

Öte yandan medya Libya ile ilgili olarak da suskun. Burada El-Kaide ve NATO artık birbirine düşmüş durumda. Kaddafi’ye sadık Yeşil Direniş Ordusu ülkenin güneyini ele geçirdi ve kuzeye dönük başarılı saldırılar gerçekleştiriyor. Çatışmaya sahne olmayan bir tek kasaba ya da şehir bulmak artık çok güç Libya’da. Kaddafi’ye karşı terörist güçlere komuta eden dört general yakalandı, hepsinin de El-Kaide ile bağlantısı var ve dördü de CIA’den para aldıklarını kabul ediyor.

Tüm bu yaşananlarda şaşırtıcı hiçbir şey yok.

Timothy Bancroft-Hinchey

, ,

Hula Katliamı

BM özel temsilcisi Kofi Annan’ın ifadesiyle bu Suriye’deki çatışmada “bardağı taşıran son damla”: doksandan fazla insan, çoğu kadın ve çocuk, katledildi ve batı medyasının tamamı bu katliamın suçunu Esad rejiminin üzerine yıktı. Hula katliamını takip eden birkaç gün içinde ABD, Fransa, Büyük Britanya, Almanya ve bir dizi batılı ülke Suriye elçilerini protesto amacıyla ülkelerinden kovduklarını açıkladılar.

Ancak Almanya’nın önde gelen gazetelerinden Frankfurter Allgemeine Zeitung’da (FAZ) yayınlanan yeni bir rapora göre, Hula katliamı esasında Esad karşıtı Sünni militanlarca gerçekleştirildi ve katledilenlerin ekseriyeti Alevî ve Şiî azınlık mensupları. Rapor, silâhlı muhalif grupların saldırısından korktuklarından isimlerini vermek istemeyen Esad muhaliflerinin sözlerine yer veriyor.

Haberi hazırlayanların kaynaklarına göre katliam, Hula dışındaki ordu kontrolünde bulunan üç barikata isyancı güçlerin saldırısı ardından gerçekleşti. Bu barikatlar Alevî köylerini Sünni milislerden korumak için kurulmuştu. Asilerin saldırıları sonucu kuşatma altındaki askerî birimler takviye talebinde bulundular. Suriye ordusu ve isyancı güçler bir buçuk saat kadar çatıştılar, bu çatışmalar esnasında onlarca asker ve isyancı öldürüldü.

FAZ’ın raporundaki görgü şahitlerinin ifadeleri şu şekilde devam ediyor:

“Katliam bu esnada gerçekleşti. Öldürülenlerin önemli bir bölümü Hula’daki Alevî ve Şiîler. Hula’nın yüzde doksanından fazlası Sünni. Sünni iken Şiî olmuş olan onlarca aile katledildi. Katledilen aileler arasında Alevî Şumaliye ailesi ve işbirlikçi kabul edilen, Suriye meclisinin bir Sünni üyesinin ailesi de var. Katliamdan hemen sonra failler muhtemelen katledilenlerin görüntülerini filme alıp onları Sünni olarak takdim ederek bu görüntüleri internette yayınladılar.”

FAZ’ın raporu, Suriye Kara’daki Aziz James Manastırı’nda görevli kişilerin Hula bölgesinden gelen mültecilerden edindikleri değerlendirmeleri aktarıyor. Hollandalı Ortadoğu uzmanı Martin Janssen’in aktardığı manastırdaki kaynaklara göre, silâhlı isyancılar Hula bölgesindeki Taldo köyünde bulunan “tüm Alevî aileler”i katletti.

Ta Nisan başında Aziz James Manastırı’nda görevli Rahibe Agnès-Mariam de la Croix, isyancıların rejimin saldırıları karşısında gerçekleştirdikleri saldırıların Arap ve batı medyasında farklı bir biçimde tezahür ettiği konusunda uyarıda bulunmuştu. Bu noktada Rahibe Agnès, Humus’un Halidiye mahallesindeki katliamı örnek veriyor. Manastırın web sitesinde Fransızca olarak aktarılan bir değerlendirmeye göre isyancılar Hristiyanları ve Alevîleri Halidiye’deki bir binada toplayıp binayı dinamitle havaya uçurdular. Sonrasında da bu katliamın suçunu Suriye rejiminin üzerine attılar. “Bu eylem Suriye ordusuna isnat edilse bile […] eldeki kanıtlar ve tanıklıklar reddedilemez. Bu saldırı, muhalefete bağlı silâhlı gruplarca gerçekleştirilmiş bir operasyondu.”

John Rosenthal
9 Haziran 2012
Kaynak

, ,

Madonna ve İsrail


Madonna, “MDNA” turnesine 1 Haziran’da kendisinden beklenecek türden bir gösteri ile başladı. Birinci sınıf koreografisi, çok sayıda kostüm değişikliği, hep birden Tel Aviv’in dışındaki Ramat Gan Stadyum’unda 30.000 kişilik bir kalabalığa sergilendi. (Popun Kraliçesi”nin bu türden bir konser vermesi elbette ki kimseyi şaşırtmadı.)

Bugünlerde Madonna konserinde sahnede izlettirilen klipte Fransız aşırı sağının lideri Marine Le Pen’in alnında bir gamalı haçla birlikte gösterilmesi karşısında çok sayıda kiralık kalem öfkeli yazılar döşeniyor. Bu klibe gelen tepkiler arasında kalın kafalı yazarlarca kaleme alınmış yazılar olduğu gibi Madonna’ya destek veren yazılar da var. Birinci kesim, “Yahudilerin ülkesinde nasıl olur da gamalı haç gösterir?” diyor, destekleyenlerse onun “Avrupa’da sağın yükselişine dikkat çekti”ğini söylüyor. Le Pen ise “aynı şeyi Fransa’da denemeye kalkarsa onu dava ederim” diyerek Madonna’yı tehdit ediyor.

Tüm bu yorumlar en aşikâr ve en gizli olanı gözden kaçırıyorlar: Madonna’nın öncelikle İsrail’de konser vermek için dünyanın en önemli meselesinin üzerinden atlaması, tabiri caizse en sağlam nöbetçi kulelerini geçmesi gerekiyordu.

Stadyumdaki sahnesinde Madonna “oldukça özel ve önemli bir nedenden ötürü dünya turneme İsrail’den başladım” diyor. “Bildiğiniz gibi, Ortadoğu’da ve burada yaşanan tüm çatışmalar binlerce yıldır var ve bu çatışmalar artık bir son bulmak zorunda. Dünyada barış istemiyorsanız siz benim hayranım da olamazsınız.”

Aynı gün iki Filistinli kardeş ellerinde Madonna’nın “barış” konserinin biletleri, şovu izlemek için ortaya koydukları çabayı filme çektiler.[1]

Bu çaba, İsrail’in Batı Şeria’da diktiği duvar yüzünden engellendi. Madonna bu iki kardeş ve benzer bir çaba ortaya koyan sayısız Filistinli için tek kelime etmedi. Dünya barışı ile ilgili onca boş lafa rağmen ağzından ayrımcılığa maruz kalan kitleler için bir söz çıkmadı.

Filistinlilerin Çilesi Karşısında Sessiz Kalmak

Madonna, Filistinli politik tutsaklar ya da devam eden açlık grevi ile ilgili de bir şey söylemedi. Afrikalı mültecilerin ülkeden kovulmalarını isteyen İsrail Meclisi (Knesset) üyelerinden de bahsetmedi. Esasında “binlerce yıldır” sürdüğünü söylediği çatışmalarla ilgili olarak papağan gibi yinelediği zırva da Batı’nın her gün beslendiği eski bir oryantalist laftan başka bir şey değil. Bu tespit, Madonna’nın Filistinlilerin her gün hangi koşullarda yaşadıklarına ilişkin hiçbir şey bilmediğini ortaya koyuyor.

Marine Le Pen görüntüsü meselenin önemli bir bölümünü gizlemekten başka bir işe yaramıyor. Bu meselenin bir ayağı da Avrupa seçimlerinde ciddi oy alması beklenen faşist tehdidin İsrail’de de yükselişte olması. Aşırı ortodoks çetelere Arapları sokak ortasında dövme izni veriliyor ve üstelik bu çeteler herhangi bir ceza da almıyorlar. Hayfa gibi şehirlerde Afrikalı mültecileri çalıştıran işyerlerine lisansları ellerinden alınacağı konusunda uyarılarda bulunuluyor. Sürekli Filistinlileri “transfer” etme vaadinde bulunan dışişleri bakanı Avigdor Lieberman, Hollanda Özgürlük Partisi’nin göçmen karşıtı lideri aşırı sağcı Geert Wilders’i büyük bir coşkuyla karşılıyor.

Marine Le Pen’in bir resmini göstermekle bu gerçek değişmiyor, ayrıca tahmin de edilebileceği gibi Madonna İsrail’deki faşistlerden de zerre bahsetmiyor. Popun Kraliçesi, Filistinlilerin İsrail’e karşı uygulanmasını istedikleri boykot, tecrit politikası ve yaptırımlara ise hiç bulaşmak istemiyor.

Özünde bu, İsrail işgalinin Filistin’e karşı muzaffer oluşunun özünü teşkil ediyor: ırkçılık ve ırk ayrımcılığı üzerine kurulu sömürgeci devletin sırtını yasladığı şiddete dayalı gerçekliğinde yaşanan çatışma, barış sevicilerin kültür ve medeniyet kalesine karşı yürütülen bir savaş olarak algılatılıyor.

Şüphesiz Madonna’nın İsrail konseri de bu tantanayı kuşatan bir renk hâlini alıyor. Amerikan futbolu şampiyonluk müsabakasında bu turnenin duyurusunu yaptığından beri konserin yaygarası da başlamış oldu. Muhtemelen bu yaygarayı en çok İsrailli politikacılar ve görevliler koparttı. Konserin yaklaştığı günlerde Londra’daki İsrail büyükelçiliği Filistinlilerin Boykot, Tecrit ve Yaptırım kampanyasını “İsrail karşıtı bir hareket” olarak yaftaladı. İngiliz Yahudi Vekilleri Kurulu, İsrail’in Güney Afrika ile kıyaslanmasını “başarısız boykot kampanyasının yanıltıcı ve umutsuz bir gayreti” olarak niteledi.”[2]

Halkla İlişkiler Yutturmacası

Madem kültürel boykot başarısız, neden onu kınamak için bu denli gürültü çıkartılıyor? Neden Knesset, boykot savunucularının yargılanabilmesi için yasalar çıkartıyor? Neden İsrail hükümeti “politik açıdan kışkırtılmış iptaller”in mali etkilerine karşı devreye girmek istiyor?

Boykot, Tecrit ve Yaptırım kampanyasından öyle korktular ki özellikle müzik endüstrisindeki Amerikalı ve İsrailli eğlence sektörü yöneticileri, İsrail’e karşı başlatılacak kültürel boykot hareketine karşı koymak amacıyla birlikte “Barış İçin Yaratıcı Topluluk” adında bir grup oluşturdular.

İsrail hükümetinin ve konser endüstrisinin gergin olmaları için bir dizi neden var elbette. MDNA turnesi İsrail’de başlatılmış olsa da Boykot-Tecrit-Yaptırım Kampanyası önemli bir ivme kazanmış durumda. Öyle ki Madonna’nın halkla ilişkiler ekibi sol eğilimli örgütlere 600 bilet ayrılacağını duyurmak zorunda kaldı.[3]

Ama bu hamle de boşa çıktı. Bazı gruplar Batı Şeria ve Gazze’dekilerin konsere gelemeyeceğini söyleyerek daveti reddettiler. Bunun devamında da kendilerine yönelik kamuoyu ilgisini BTY kampanyası için daha geniş bir platform tesis etmek amacıyla kullandılar.

Bu gruplardan biri Duvara Karşı Anarşistler, diğeri ise Şeyh Cerrah Dayanışma Hareketi. İkinci grup şu tespiti içeren bir de bildiri kaleme aldı: “Madonna İsrail işgalini, İsrail’in ayrımcı politikalarını ve imtiyazlar üzerine kurulu rejimini hiç eleştirmedi. Bu nedenle biz onun İsrailli barış eylemcilerini konserde görmek istemesinin Ortadoğu’da barışı teşvik eden sanatçı imajını pekiştirmek için yapılmış bir hamle olduğuna inanıyoruz. Biz Filistinliler hilafına Madonna için devreye sokulmuş bir halkla ilişkiler yutturmacası olmayı reddediyoruz. Bu bizim tarzımız değildir.”[4]

İsrail toplumundaki eşitsizlikler yanlışlıkla da olsa Madonna’nın tarafında da karşılık buluyor. Manşetlere Madonna’nın aslen Filistinli olan dansçısı Ali Ramazani’nin Aksa Camii ziyareti esnasında attığı “tweet” yansıyor: “Kudüs’te insanı kendisine hayran bırakan Aksa Camii’ndeyim ve ben camiin İsrail’de değil, tüm kudreti ve şerefiyle Filistin’de olduğunu söylemek istiyorum.” İsrail gazeteleri bu mesajın ihtilaflı olduğu üzerinde duruyor.[5]

Görünüşe göre İsrail konser endüstrisi oynadığı oyunda belli bir ivme kazanırken BTY hareketi de aynı ölçüde güçleniyor. Madonna’nın mega şovunu kuşatan kampanya, Gazze’ye Özgürlük Gemisi Katliamı’nın her türden performansın iptal edilmesine neden olduğu 2010’dan beri geçen süre zarfında en yüksek aşamasına ulaşmış bulunuyor.

O günden beri BTY kampanyası için çalışan eylemcilerin aralıksız girişimleri sonucu İsrail’de birçok konser iptal edildi (Tuba Skinny, Nataşa Atlas ve Cat Power). Yardbirds ve Zdob si Zdub gibi başka isimler de kampanyaya resmen dâhil olmasalar bile turne programlarından İsrail’i çıkarttılar. Başarısız olmak şöyle dursun kültürel boykot hareketi tam da yapmak istediği şeyi yapıyor: İsrail’in uyguladığı ırk ayrımcılığına ışık tutmak ve nöbetçi kulelerini geçenleri utandırmak.

Her iki tarafta da yumruklar sıkılmışsa sert eleştiri ve ağır tartışmaların önemi kesinlikle küçümsenemez. Madonna’nın dünya barışı ile ilgili bitmek tükenmek bilmeyen gevezelikleri boş ama gene de bu gevezelik sömürgecilerin elinde etkin bir silâh olarak kullanılabiliyor. Güney Afrika’da olduğu gibi İsrailliler yıllarca Arap-İsrail çatışmasını “iki eşit taraf”ın yürüttüğü bir iş olarak göstermeye çalıştılar. Genç Filistinlileri dünyanın en büyük askerî gücü tarafından temin edilen tanklara taş fırlatırken gösteren görüntüler son yirmi yıl boyunca yaratılmış “eşit taraflar” efsanesinde delikler açtı.

Çifte Standardı Örtbas Etmek

Gene de İsrail’in aşırı sağcısından liberaline tüm politik kesimi Filistinlilerin silâh bırakmasını istemeye devam ediyor, üstelik bu talebi Batı Şeria ve Gazze İsrail yerleşimleri ve namlularla kuşatılarak tüm dünyadan tecrit edildiği bir dönemde dillendiriyor. Çifte standart tüm yönleriyle gözler önüne seriliyor ama işgalcilerin elinde kültürün rolü bu gerçeği örtbas etmek oluyor.

Konsere katılan eylemcilerle ilgili olarak Madonna sahnede kalabalığa “hem Filistin’i hem de İsrail’i temsil eden oldukça cesur ve önemli STK’ler (sivil toplum kuruluşları) var burada.” diyor. İfade tarzına dikkat edin, altındaki anlama bir bakın, gene aynı şey: savaşın eşit iki tarafı var.

Nekbe’yi (1948’de Filistin’deki sistematik etnik temizlik) boşverin, onlarca yıl boyunca insanların yerlerinden yurtlarından edilmesini boşverin, toprakları gasp ederek sağa sola savulan yüz binlerce Filistinli mülteciyi ya da hapishanelere tıkılan binlerce insanı takmayın kafanıza. İsrail’in baştan ayağa batı tarafından silâhlandırılmış olmasını ve ulusal gelir dâhilinde en fazla askerî alana harcama yapmasını umursamayın. İfadedeki küçük bir müdahale ile tüm tarih ve gerçeklik kenara itiliyor ve sömürgecilerin rahatlaması ve sömürgeleştirilenin direnişi karşısında suçsuz bir konuma sahip olması sağlanıyor.

Burada doğası itibarıyla örtük bir suç işleniyor. Madonna ister bunun farkında olsun ister olmasın (ki farkında olma ihtimali mevcut), onun müziği ve sanatı cani devlet propagandasının hizmetine bilinçli olarak koşuluyor. Bu bir komplo teorisi değil. İsrailli politikacılar, ünlü sanatçıların İsrail’de sahneye çıkmaları karşısında pek bir mutlu oluyorlar. Benjamin Netanyahu, Justin Bieber’in Tel Aviv’de konser vermesini sevinçle karşılayacağını söylüyor ve onu bu konsere ikna etmek için genç pop yıldızı ile görüşme talep ediyor.[6]

Sahte pankçılar Simple Plan bahar başında İsrail’de verecekleri konseri İsrail Devleti’nin Twitter hesabından duyuruyor. İsrail dışişleri bakanlığında genel müdür yardımcısı olarak çalışan Nissim Ben-Şitrit, “biz kültürü en önemli hasbara (propaganda) aracı olarak görüyoruz. Ben hasbara ile kültürü birbirinden ayırmıyorum’ diyor.”[7]

Bu, elbette BTY karşıtı olanların itiraz edeceği bir tespit: onlara göre sanat politikanın “üzerinde” ve “insanları bir araya getirmekten başka bir rolü yok”. Sayısız kez çürütülmüş olmasına karşın bu türden bayat laflar hâlâ ediliyor. Tüm cafcaflı iddialarına karşın bu tarz laflar sanatın bir emek biçimi olduğunu inkâr ediyor özünde. Ayrıca herhangi bir sendika üyesinin de söyleyebileceği gibi emek kısıtlandığı takdirde tekere çomak sokmaya mecburdur.

Bu Madonna için geçerlidir. Bugün 25 yaşındayken döktüğü ter ve yaptığı fedakârlık düzeyinde işler ortaya koysa da gösterilerinde daha fazla sahne görevlisine, ses cihazına ve güvenliğine ihtiyaç duyacaktır.

İnkâr edilemeyecek bir gerçek şudur ki MDNA turnesinin İsrail’de başlamış olması ırk ayrımcısı devlet için bir zaferdir. İnkâr edilemeyecek diğer bir gerçek ise Boykot-Tecrit-Yaptırım hareketinin büyüdüğüdür. Madonna tarafında ateşin biraz daha körüklenmesi, iktidara karşı muhtemel kimi hakikatlerin şaşırtıcı biçimde dillendirilmesi ile sonuçlanacaktır. Bir örnek vermek gerekirse, Red Hot Chili Peppers’ın Tel Aviv konserinin iptal edilmesi için yürütülen kampanya önemli bir kazanımla sonuçlanmıştır.

Böylesi bir tecrübenin yeri kesinlikle doldurulamaz. İsrail’in işlediği suçlara ışık tutmak her şeyden daha önemlidir. Madonna’nın havalı ve ışıltılı gösterisi çok insanın gözlerini kör edip kafalarını karıştırmış olabilir ama eninde sonunda bu gösteri, doğru yöne ışık tutanların kolektif çabaları ile asla kıyaslanamaz bile.

Alexander Billet
12 Haziran 2012
Kaynak

Dipnotlar:
[1] “Duvara Karşı Anarşistler ve Şeyh Cerrah Hareketi Madonna’nın Irk Ayrımcısı ve İşgalci İsrail’i Aklayıcı Davetini Reddediyor”, İşgal Altındaki Filistin’den Canlı, 31 Mayıs 2012.

[2] “İsrail Yeni Güney Afrika’dır”, The Independent, 3 Haziran 2012.

[3] “Madonna İsrailli ve Filistinli eylemcileri Tel Aviv konserine davet ediyor”, Haaretz, 31 Mayıs 2012.

[4] “Madonna solcu grupları konsere davet etti, anarşistler reddetti”, +972 Magazine, 31 Mayıs 2012.

[5] “Popun Kabalacı Kraliçesini İzlerken”, Times of Israel, 29 Mayıs 2012.

[6] “Justin Bieber’in Benjamin Netanyahu ile Yapacağı Toplantı İptal Edildi”, The Daily Telegraph, 13 Nisan 2011.

[7] “Yüz Hakkında,” Haaretz, 20 Eylül 2005.

13 Haziran 2012

, ,

Yunanistan’da Küçük Burjuva Solun Krizi

Yunanistan’ı mahveden toplumsal tasarrufla ilgili başarısız politikalara yönelik olarak yükselen işçi sınıfı muhalefeti, Avrupa’daki küçük burjuva “anti-kapitalist sol”un iflasını ifşa ediyor. Kıtadaki borç krizi karşısında korkuya kapılan bu sol, “anti-kapitalist” laf ebeliği ile kapitalizm yanlısı politikayı nasıl uzlaştıracağı üzerinden giderek daha fazla ayrışıyor.

Bu ayrışmalar ilkin Fransa’daki Yeni Anti-kapitalist Parti ile Portekiz’deki Sol Blok gibi unsurları içeren Pablo Morenocu Dördüncü Enternasyonal Birleşik Sekreterliği içinde açığa çıktı. 1 Haziran’da sekreterliğe bağlı olup İrlanda’da Sosyalist Demokrasi ismi altında örgütlenen bir grup, Yunan seksiyonu OKDE’nin (Yunanistan Komünist Enternasyonalistler Örgütü) bir mektubunu yayınladı. Mektupta OKDE, sekreterliğin yürütme bürosunun Yunan partisi SYRIZA’ya (Radikal Sol Koalisyon) dönük desteğini eleştiriyordu.

17 Haziran seçimleri öncesinde SYRIZA yüzde 25-30’luk bir oy aldı ki bu oran onu muhtemelen iktidara taşıyacak. Profesyonellerden, devlet ve sendika çalışanlarından kurulu olan hareket, AB ile önceki Yunan hükümetleri arasında görüşülmüş kurtarma paketlerine karşı öfke duyan ve mevcut şartların yeniden görüşülmesini isteyen Yunan burjuvazisinin kimi unsurları adına konuşuyor. Tedbirlere dönük eleştirileri, AB’nin tasarruf politikalarına karşı muhalif bir ses çıkartmak isteyen geniş bir seçmen kitlesine cazip gelmiş gibi görünüyor.

DEBS yürütme bürosu SYRIZA’ya destek sunan bildirisinde bu partinin beş maddelik planı ile “Yunanistan’daki politik durum içinde merkezî bir konum” işgal ettiğini söylüyor. Sonra SYRIZA’nın beş maddelik planını aktarıyor: tasarruf tedbirlerinin “kaldırılması”, devlet fonu almış bankaların millîleştirilmesi, ülke borçlarını inceleme bir yandan da Yunanistan’ın borç ödemelerini durdurma, bakanların dokunulmazlık haklarını lağvetme ve ülkedeki seçim yasasını değiştirme. Son olarak yürütme bürosu, “Sol’un ideallerini savunan herkes”i SYRIZA’yı desteklemeye çağırıyor.

Esas olarak DEBS, bir yandan mali sermayenin ve Yunan burjuvazisinin basit çıkarları karşısında hiçbir şey yapmayacağı hususunda uluslararası yatırımcılara yeniden güvence verirken, bir yandan da tasarruf politikalarına sınırlı ölçüde muhalefet edeceği sinyali veren SYRIZA’nın gülünç politikasının arkasında duruyor.

Verdiği mülâkatlarda SYRIZA lideri Aleksis Çipras, kendisinin Yunanistan’ı avro bölgesinde tutmaya çalışacağını ve bankaların borçlarını ödeyeceğini söyledi. Bu hamle başarısız olur diye Çipras, Yunanistan avro bölgesinden çıkartılırsa para kaçışlarını ya da halktan gelen protestoları durdurarak Yunan devletinin verili nizamını garanti altına almak için Yunan ordusu ve finans görevlileri ile kayıt dışı görüşmeler gerçekleştiriyor.

SYRIZA’nın programı işçiler için tam bir çıkmaz sokak. Programın amacı, Yunan ve uluslararası işçi sınıfını kapitalizme karşı devrimci bir mücadele için seferber etmek değil. Program esas olarak yarım ağızla dile getirdiği vaatlerini gerçekleştirmek için elinde herhangi bir kaynak bulunmayan Yunan kapitalist hükümeti için hazırlanmış. Bu hükümet, Yunanistan’a kredi veren AB kurumlarının mali açıdan merhametine kalmış görünüyor. Vaatleri ise Avrupa toplumunu parçalayan nesnel sınıfsal çelişkiler tarafından geçersizleşiyor.

Bankalar fakir Yunan halkından yüz milyarlarca avro talep ediyor, Yunan burjuvazisi de denizaşırı hesaplarına zulaladıkları paraları korumak istiyor. Öte yandan AB’nin önerdiği kesintileri yapmamak Yunan işçilerin ücretlerinin yüzde 40 artışı, sağlık ve eğitim harcamalarının muazzam ölçüde yükselmesini ifade ediyor. Ülkede hem mali sermayenin hem de işçi sınıfının taleplerini karşılayacak yeterlikte bir para bulunmuyor. Sınıflar arasındaki uzlaşmaz çelişki hızla uç veriyor.

Mali durumun çökmesini bekleyen SYRIZA bir yandan en kötüye hazırlanırken, bir yandan da halka sahte umutlar veriyor ve AB’nin yaptığı kesintilerin ülkede çökerttiği ekonomiyi kötü gidişten mucizevî bir şekilde kurtaracağını ve herkesi uzlaştıracağını iddia ediyor.

SYRIZA’yı desteklemek suretiyle DEBS, o sahte “anti-kapitalist” etiketine rağmen, kendisinin bir burjuva örgütü olduğunu ve kapitalizme, hatta tasarruf politikalarına bile karşı çıkmadığını ifşa ediyor. OKDE (Yunan Seksiyonu) bu şekilde ifşa olunmaktan korkuyor ve DEBS’in SYRIZA’ya dönük desteğinin sahip olduğu düzmece “anti-kapitalist” politikasının güvenirliğini mahvetmesine mani olmak için DEBS’in ayak izlerini daha iyi nasıl örtbas edebileceğini tartışıyor.

DEBS’in SYRIZA’ya dönük destek sunmasından önce kendilerine danışılmamasına kızan OKDE şu uyarıyı yapıyor: “SYRIZA’nın politik hedeflerinin kesin olarak kapitalizm ve burjuva demokrasisi çerçevesi içinde olduğu açıktır.”

OKDE, DEBS’in kendisine ait internet sitesi, International Viewpoint’te aktarılan maddelerin sonunda kendisini “ilkelerini ve programını benimseyip uygulayan militanlardan ve seksiyonlardan oluşan (ve) sosyalist devrim için mücadele eden uluslararası bir örgüt” olarak tanımladığını söylüyor. Ancak dürüst olmak gerekirse şu soruyu yöneltmenin vaktidir artık: hangi ilkeden ve hangi programdan söz ediliyor?

Elbette DEBS için politik dürüstlük sahibi olmak kesinlikle önemli bir değişiklik olacağından, OKDE de böylesi bir dürüstlük sergileyemiyor ya da yaşadığı iflasın ve kafa karışıklığının tutarlı herhangi bir izahatını veremiyor. OKDE’nin kaleme aldığı mektup kahredici bir içerikle somutlanıyor, dolayısıyla “sosyalist devrim için mücadele eden örgüt” tespiti de boşa düşmüş oluyor.

DEBS’in Yunanistan’daki ulusal seksiyonu olan OKDE, DEBS yürütme bürosunun Yunanistan politikasını kendisine danışmadan kararlaştırmasına kızıyor. DEBS’in eylemi, “ulusal taktiklerle ilgili olarak seksiyonları kamuoyu önünde eleştirme”nin onun uluslararası organlarının oynayacağı bir rol olamayacağına ilişkin genel bakışı ile çelişiyor.

OKDE bu noktada açığa çıkan aslî meseleye eğilmiyor: DEBS, uluslararası işçi sınıfının çıkarları temelinde bir dünya politikası uygulayan bir ulusal seksiyonlar örgütü değil, ulusal taktikler uygulayan ve tekil olarak işleyen bir burjuva partiler toplamıdır. Son on yıl içinde DEBS’in gerici eylemlerine ait ayrıntılı bir liste sunmak mümkün bu noktada. OKDE ise bu listeyi diğer ulusal seksiyonların iç işlerine karışmama yaklaşımı üzerinden SYRIZA ile kurulan ittifak noktasında yaşanan hızlı kaymaya karşı çıkmak için kullanıyor.

OKDE kendisi söylüyor: “Bu yaklaşım üzerinden yoldaşlarımız, Meksika’da Demokratik Devrim Partisi adayı olan Cuauhtémoc Cárdenas’ın cumhurbaşkanlığı adaylığını destekledi; Brezilya’da (DEBS yanlısı) Sosyalist Demokrasi, Lula’nın cumhurbaşkanı seçilmesi sonrası birkaç ay içinde onun neoliberal hükümetini politik açıdan desteklemeyi tercih etti; İtalya’da Senato’daki bir yoldaş Afganistan’a yönelik savaşa destek verilmesi yönünde oy kullanırken, bunu Komünist Yeniden Kuruluş Partisi’nin disiplinine uyma gerekliliği üzerinden meşrulaştırdı; Danimarka’da (DEBS’in Danimarka seksiyonu) Sosyalist İşçi Partisi Kızıl-Yeşil ittifakını destekledi ve sol reformist burjuva hükümetinin bütçesine ‘evet’ oyu verdi; Portekiz’de meclisteki Sol Blok üyesi yoldaşlar, AB’nin Yunanistan için hazırladığı oldukça acımasız olan kurtarma paketi lehine oy verdi.”

OKDE bu listeyi kendi “yoldaşlar”ına sitem etmek için kullanırken, esasında mevcut liste DEBS’in “anti-kapitalist” iddialarının sahte niteliğine dönük bir suçlamaya dönüşüyor. Her şeyden önce DEBS, AB’nin Yunanistan’a yönelik hazırladığı kurtarma paketinin dayattığı tasarruf politikalarına tutarlı bir biçimde karşı çıkmıyor; Portekiz seksiyonu mecliste bu paket lehine oy kullanıyor. Hem sosyal politika hem de dış politika alanında üye partiler Afganistan savaşının desteklenmesi yönünde oy veriyorlar ve Libya ile Suriye’deki emperyalistlerce arkalanan gerilla güçlerini destekliyorlar. Özetle DEBS seksiyonları toplumsal gericiliğin birer partisi olarak iş görüyorlar.

DEBS seksiyonları kapitalizme karşı devrimci sosyalist muhalefet bakış açısı üzerinden burjuva meclislerine ve hükümetlerine katılmıyorlar, ayrıca kapitalist sınıfın gerici politikalarını ifşa edip işçi sınıfını politik açıdan devrimci mücadeleye hazırlamaya çalışmıyorlar. Devletin yüksek kademesine yerleşir yerleşmez bir ânda mali sermayenin temel ihtiyaçları uyarınca oy kullanmaya başlıyorlar.

Bu, DEBS’in bilinçsizce yaptığı hataların değil, temsil ettiği iddiasında bulunduğu ilkelere dönük bilinçli kayıtsızlığı ve düşmanlığının bir sonucu. Esasında DEBS bile kendisinin bu ilkelere geçmişte ihanet ettiğini açıktan söylüyor. Ama görünüyor ki bugün de onlara gene ihanet etmeye hazırlanıyor.

Kısa süre önce DEBS seksiyonlarınca yayımlanan “Solun Yeni Partileri” isimli kendi tarihleri ile ilgili kitapta Avrupa deneyimlerini aktaran Danimarkalı Morenocu Bertil Videt şunları yazıyor:

“Elbette politik partiler hedeflerini değiştirirler, dolayısıyla bu hedefleri kavramak ve kategorize etmek gayet güçleşir. Kategorizasyon yönünde ortaya konulan her gayret hızla eskir, bir anti-kapitalist partinin iktidarın cazibesine kapılmaması ve ana ilkelerini terk etmemesinin herhangi bir garantisi de yoktur. İtalya’nın Afganistan’a yönelik askerî müdahaleye katılmasını ve ülkedeki ABD üslerini destekleyen Komünist Yeniden Kuruluş Partisi bunun açık bir örneğidir.” (s. 21)

Esasında DEBS’in kendisini kategorize etmek istememesinin ve politik partileri anlaşılması güç bir “kayan hedefler” lafı üzerinden ele almasının temel nedeni, onun politik partilerin temsil ettikleri çıkarların sınıfsal analizine düşman olmasıdır. Her şeyin ötesinde o kendisi ile ilgili olarak böylesi bir analizin açığa çıkartacağı gerçeklerden korkmaktadır.

SYRIZA ile aynı toplumsal katmanlardan ve Avrupa’nın ana burjuva partilerine ait personelin içinden devşirilen, onlarca yıldır tasarruf tedbirlerine yönelik proleter muhalefeti sendika bürokrasisinin hâkimiyeti altındaki yaptırım gücü olmayan protestolara bağlamak suretiyle kendisini güçlendirme imkânı bulan DEBS işçi sınıfı partilerinin teşkil ettiği bir örgütlenme değildir. DEBS üyesi partiler esasta işçi sınıfına nesnel olarak düşman politikalar güden ve burjuva idaresine organik açıdan bağlı zengin orta sınıfların belirli katmanlarından devşirilmiş yapılardır.

Bu, en iyi, gelecekte yapılacak eylemlerle ilgili perspektifler ve endişelerini özetlediği OKDE imzalı mektupta yankısını bulmaktadır.

OKDE şu cümlelerle “kutuplaşma”ya dönük korkusunu ifade eder: “SYRIZA’nın yükselişi, hem ulusal hem de uluslararası sistemin ‘normal’ yöntemlere (burada troykaya, yani özellikle Alman hükümetine ama ayrıca Almanya’daki ‘kamuoyu’na işaret ediliyor.) yakın bir dizi yöntemle verili durumdan kurtulma noktasında son şanstır. Ama muhtelif nedenlerden ötürü bu çıkışın ya da kaçışın işe yarayıp yaramayacağı kesin değildir. Bundan sonra ne olacak? SYRIZA başarısız olursa (ya da daha açık bir ifadeyle, SYRIZA başarısızlık süreci içine girdiği süre dâhilinde) ne olacak?”

OKDE’nin öne çıkarttığı olasılık, “normal”, yani işçi sınıfı karşıtı politikalarla yönetmeye çalışan SYRIZA hükümeti dışında bir işçi sınıfı muhalefetinin gelişmesi ile ilgilidir. OKDE, esasta kendisi DEBS politikaları üzerinden politik açıdan SYRIZA’ya bağlandığından, işçi sınıfı DEBS ve OKDE’nin solunda konumlandığı takdirde yaşanacaklardan korkmaktadır. O “vakit işçi sınıfı mücadelelerini kim kontrol edecek konumda olacak?” sorusu gündeme gelecektir.

OKDE kendisinin SYRIZA ile uzlaşmaz bir karşıtlık içerisine girmeyeceğini, aksine onu politik açıdan destekleyeceğini söylemektedir. Örgütün amacı basit anlamda SYRIZA’nın sol bir kılıfı olarak hareket etmektir. O tıpkı 2009’da AB emriyle yapılan kesintileri uygulamaya koyduğunda sosyal demokrat parti PASOK için SYRIZA’nın oynadığı role benzer bir rol üstlenecektir.

OKDE, “gelecekte her şey anti-kapitalist devrimci güçlerin […] SYRIZA’ya (ikincil olarak da Stalinist olan Yunan Komünist Partisi’ne) dönük taktik yaklaşımlarına dayanacaktır.” demektedir ve açık bir dille şunu eklemektedir: “Öte yandan ‘SYRIZA demek reformizm demektir, öyleyse kurtulalım ondan’ yaklaşımı yetersizdir. […] SYRIZA’nın ölümü ile ilgili öngörülerde bulunmak kesinlikle iyi bir tavır değildir.”

İşçi sınıfına derinlemesine düşman olan kariyeristler ve orta sınıf memurlarının politik açıdan ikiyüzlü katmanının kendi argümanlarını kanıtlamakla ilgili gülünç tarzı işte budur. SYRIZA’nın politikaları da OKDE’nin ortaya koyduğu biçimiyle, DEBS’in politikaları da reform politikaları değil, emperyalist gericiliğin politikalarıdır. İşçi sınıfının ve onun politik öncüsünün görevi, onlarla doğru bir taktisel ittifak kurmak değil, sahip oldukları politik yetkeyi parçalayıp onların sınıf düşmanının ajanları oldukları gerçeğini açığa çıkarmaktır.

Alex Lantier
12 Haziran 2012
Kaynak

,

Slavoj Žižek ve SYRIZA


Burada olmaktan onur duyuyorum ama sizin dilinizi konuşamadığım için de utanıyorum. Gene de başlayalım söze: hayatının son döneminde psikoanalizin babası Sigmund Freud şu ünlü soruyu sorar: “Bir kadın ne ister?” Freud, kadın cinselliğine ilişkin muamma ile yüzleştiği noktada bu konuyla ilgili kafa karışıklığını da kabul eder. Bugün de benzer bir kafa karışıklığı ortaya çıkmaktadır: “Avrupa ne ister?”

Siz Yunan halkının Avrupa’ya yönelttiğiniz soru işte budur. Zira siz ne istediğinizi biliyorsunuz, siz (yanında oturan SYRIZA lideri Aleksis Çipras’ı göstererek) bu adamın başbakanınız olmasını istiyorsunuz.

Avrupa ise ne istediğini bilmiyor. Bence Avrupa devletlerinin ve medyanın bugün Yunanistan’da olup bitenlerle kurduğu ilişki biçimi, onların ne tür bir Avrupa istediklerine ait en önemli göstergedir. Avrupa neoliberal mi olacak yoksa tecritçi devletlerden mi oluşacak ya da başka bir şey mi olacak?

Eleştiriler, SYRIZA’nın avro için bir tehdit olduğu yönünde, oysa aksine, SYRIZA Avrupa için yegâne şans. Tehdit olmanın çok ötesinde bir şey. Siz, Avrupa’nın yeni bir yol bulabilmesi için sahip olduğu ataleti kırması yönünde ona bir şans veriyorsunuz.

Kendi kültür tanımına ilişkin yazdığı notlarında büyük muhafazakâr şair T. S. Eliot, yegâne tercihin zındıklık ve kâfirlik arasında olduğu momentlere dikkat çeker. Yani inancı ve dini canlı tutmanın yegâne yolunun ana güzergâhtan mezhepsel bir ayrışmayı gerçekleştirmek olduğunu söyler.

Bugün Avrupa’da olan da budur; ancak şu ân itibarıyla SYRIZA tarafından temsil olunan yeni zındıklık, Avrupa mirasında kurtarılmaya değer olanı, demokrasi, halka güvenmeyi ve eşitlikçi dayanışmayı kurtaracak olandır. SYRIZA üstün gelirse kazanacak olan Avrupa’dır ve bu Avrupa, Asyalı değerlere sahip bir Avrupa olacaktır, elbette bu Asyalı değerlerin Asya’yla değil, demokrasiyi askıya alacak olan günümüz kapitalizminin mevcut eğilimi ile bir ilişkisi olacaktır.

SYRIZA’nın yönetmek için yeterince deneyime sahip olmadığı söyleniyor. Evet, ben de katılıyorum bu fikre, parti, dalavere ve hırsızlık yoluyla bir ülkeyi iflasa sürükleme konusunda yeterince deneyime sahip değil. Sizde bu deneyim yok. Bu ise bizim yüzümüze Avrupa’daki müesses nizamın politikasına ait saçmalığı vuruyor. Onlar, vergileri ödeme konusunda vaazlar veriyorlar, Yunanistan’daki kayırmacılığa karşı çıkıyorlar ve tüm umutlarını ülkeyi söz konusu kayırmacılığa teslim eden iki partinin oluşturacağı bir koalisyona bağlıyorlar.

Christine Lagarde (IMF Başkanı) kısa süre önce Nijerli fakir halka Yunanlılardan daha çok sempati beslediğini söylemişti ve hatta Yunanlılara vergilerini ödeyerek kendilerine yardım etmelerini öğütlemişti ama birkaç gün önce öğrendiğim kadarıyla o, bu işi yapmaya ihtiyaç bile duymuyormuş. Tüm liberal yardımseverler gibi Lagarde da bizi yardım etmeye zorlayan ve bizde sempati uyandıran birer kurban olarak güçsüz fakirleri seviyor.

Ama siz Yunanlıların sorunu, evet acı çekmeniz ama aynı zamanda pasif bir kurban olmamanız, direnmeniz, dövüşmeniz, sempati ya da yardım dilememeniz ve aktif bir dayanışma talep etmeniz. Siz, kendi kavganız için bir seferberlik ve destek talep ediyorsunuz.

SYRIZA, solcu bir dizi kurguyu desteklemekle suçlanıyor, oysa Brüksel’in dayattığı tasarruf planının kendisi tam anlamıyla bir kurgu çalışması. Herkes biliyor ki bu plan bir kurmacadır ve Yunan devleti bu yolla borçlarını yeniden ödeyemez. Bugün herkes, kolektif bir hayalin tuhaf bir ifadesi dâhilinde Avrupa menşeli planların dayandığı mali projeksiyonun açık saçmalığını inkâr ediyor.

Öyleyse Brüksel bu tedbirleri size neden dayattı? Söz konusu tedbirlerin gerçek amacı elbette ki Yunanistan’ı değil, Avrupa bankalarını kurtarmaktı.

Bu tedbirler, politik tercihler üzerinde temellenen birer karar değil, tarafsız iktisadî mantığın dayattığı birer gereklilik olarak takdim ediliyorlar. Aynı şekilde, eğer ekonomimizi istikrarlı kılmak istersek bizim basit anlamda acı ilâcı da yutmamız gerekir. Ya da meşhur totolojik laflar türünden, ürettiğinizden daha fazlasını harcayamazsınız. Evet ama Amerikan bankaları ve Birleşik Devletler onlarca yıldır üretilenden daha fazlasının harcanabildiğinin birer kanıtı olarak karşımızda duruyorlar.

Tasarruf tedbirlerine ait hatayı göstermek amacıyla Paul Krugman sıklıkla bu tedbirleri ortaçağa özgü kan alma pratiği ile kıyaslar. Kanaatimce daha da radikalleştirilmesi gereken bir mecazdır bu. Avrupalı finans doktorları, bu tıbbın nasıl işlediğini bilmemekle birlikte, sizi deney tavşanı olarak kullanıyor ve kendi ülkelerinin değil sizin kanınızı akıtıyor. Alman ve Fransız bankaları tek damla kan dökmüyor. Aksine onlara bol miktarda kan nakli yapılıyor.

O hâlde SYRIZA, gerçekte bir grup tehlikeli müfridin işidir denilebilir mi? Hayır, SYRIZA bugün pragmatik bir sağduyu üretmek için var. Onun amacı, başkalarının ürettiği kiri pası temizlemek. Partinin tehlikeli bir hayalperest olduğunu söyleyenler, işte o tasarruf tedbirlerini dayatanlar. Gerçek hayalperestler, birkaç yüzeysel değişiklikle yola devam edebileceklerini düşünenler esasında. Siz hayalperest değil, giderek kâbusa dönüşen bir düşten uyananlarsınız.

Siz, hiçbir şeyi yok etmiyorsunuz; siz, sistemin kendisini tedricen yok etme yoluna karşı tepki koyuyorsunuz. Tom ve Jerry türünden çizgi filmlerdeki o klasik sahneyi hepimiz biliriz: kedi uçurumun kenarına gelir, ayaklarının altında toprağın olmadığı gerçeğini görmezden gelerek yürümeye devam eder, ancak sonra aşağı bakıp hiçbir şeyin olmadığını fark ettiğinde düşmeye başlar. Sizin de tek yaptığınız şey bu. İktidardakilere “hey aşağıya bakın!” diyorsunuz ve onlar da aşağı düşüyorlar.

Yunanistan’ın politik haritası açık ve bir emsal niteliğinde; umarım siz de farkındasınızdır, merkezinde iki hizipli tek bir parti duruyor: sol hizbi PASOK, sağ hizbi Yeni Demokrasi olan tek bir parti. Bildiğiniz gibi bu durum, birbirinden farksız iki tercih olarak Coca Cola ile Pepsi’ye benziyor. Bu partinin gerçek ismi, Demokrasiye Karşı Yeni Elen Hareketi esasında.

Tabiî bu büyük parti demokrasi yanlısı olduğunu iddia edecektir ama benim iddiama göre bu iki parti kafeinsiz bir demokrasiden yanadır. Bildiğiniz üzere, kafeinsiz kahve, alkolsüz bira, şekersiz dondurma gibi bir şey. Onlar demokrasi istiyorlar ama bu demokrasi tercihte bulunulabilen bir demokrasi değil, akil uzmanların yap dediğini yapan insanlar talep eden bir demokrasi. Demokratik bir diyalog mu talep ediyorlar? Evet ama bu sizin de bildiğiniz Platon diyalogları gibi bir şey: bu diyaloglarda her zaman bir adam konuşur ve diğeri de sadece on dakikada bir “Zeus sayesinde böyle oldu!” der.

Ama bu sürecin bir istisnası var. SYRIZA olarak siz gerçek bir mucize yarattınız, radikal sol bir hareket olarak marjinal direnişin rahat konumunu terk ettiniz ve cesaretle iktidarı almaya hazır olduğunuzun işaretini verdiniz. İşte tam da bu nedenle cezalandırılmanız gerek.

Kısa süre önce Forbes dergisinde Bill Freyja imzası ile “Yunanistan’a hak ettiği şeyi, komünizmi verin” başlıklı bir makalenin çıkmasının nedeni de bu. Bu yazıdan kısa bir alıntı yapalım şimdi:

“Unutmayalım ki dünyanın temel ihtiyacı, günümüzde komünizmin aktif olarak örneklenmesidir. Yunanistan için en iyi talep başka ne olabilir ki? Ülkeyi Avrupa Birliği’nden atın, karşılıksız avro akışını kesin ve ellerine o eski drahmilerini geri verin. Sonra bir nesil bekleyip izleyin.” Başka bir deyişle, Yunanistan krize dönük radikal ve solcu bir çözümle ilgili cazibenin ilk ve son kez cezalandırılacağı bir emsal teşkil etmeli.

SYRIZA’nın önüne koyduğu görevin neredeyse imkânsız olduğunu biliyorum. SYRIZA aşırı sol bir delilik değil, o, piyasa ideolojisinin deliliğine karşı çıkan pragmatik aklın sesi. SYRIZA ilkelere dayalı politika, demokrasi vaadine ilişkin köksüz pragmatizm ve gerektiği noktada hızlı ve gaddarca adımlar atmaya hazır oluş arasındaki güç bir bileşime ihtiyaç duyacak. Eğer SYRIZA’ya şans verilirse ki başarma şansı çok az, Avrupa genelinde bir dayanışmaya da muhtaç olacak.

Ben bu nedenle burada, Yunanistan’da sizin ucuz milliyetçilikten, Almanya’nın sizi yeniden işgal etmek istediği, yok edeceği vb. gibi laflardan kaçınmanız gerektiğini düşünüyorum. Sizin birinci göreviniz, bu ülkede olan biteni değiştirmek. SYRIZA, başka adamların beceremediği işleri yapmak zorunda. Bu iş daha iyi, modern ve etkin bir devlet inşa etmek, devlet aygıtını kayırmacılıktan temizlemektir. Bu, zor bir iştir, heyecanlı bir tarafı yoktur, gayet yavaş, güç ve can sıkıcı bir iştir bu.

Size yöneltilen sahte radikal eleştiriler, gerçek bir toplumsal değişim için henüz durumun uygun olmadığını söylüyor. İktidarı alınca sistemin daha etkin olması noktasında ona katkı yapmak dışında bir şey yapamayacağınızı iddia ediyor. Eğer doğru anladıysam, YKP’nin, esas olarak ölmeyi unuttuğu için hâlâ hayatta olan halk partisinin, size yönelik söylediği şey, tam da bu sanırım.

Politik seçkinlerinizin yönetme beceriksizliği sergiledikleri doğru ama durumun değişim için tam anlamıyla uygun olacağı bir momentin hiç yaşanmayacak olması da aynı ölçüde doğru. Eğer doğru ânı beklerseniz, o doğru ân hiçbir zaman gelmeyecektir. Müdahale ettiğiniz ân her daim hamdır. O vakit tercih yapmak zorunda kalırsınız: ya diğer sol partilerin yaptığı gibi huzur içinde bekleyip toplumunuzun nasıl parçalandığını seyredeceksiniz ya da kahramanca bir eda ile müdahale edip durumun ne denli zor olduğunu tam olarak idrak edeceksiniz. Bence bu noktada SYRIZA, tercihini doğru yönde yapmıştır.

Kanaatime göre sizi eleştirenler sizden nefret ediyorlar, çünkü gizliden gizliye biliyorlar ki siz özgür olma ve özgür insanlar olarak eyleme geçme cesaretine sahipsiniz. Sizi gözleyip duranların en azından bir ânlığına görüş alanına girdiğinizde, onlar sizin özgürlükten başka bir şey önermediğinizi anlayacaklar. Siz, ayrıca onların hep düşlediği bir şeyi yapmaya cüret ediyorsunuz. Bir ânlığına onları özgür kabul ediyor, sizinle tek bütün olarak sizinle birlikte olduğunuzu düşünüyorsunuz. Onlar bir bütün olarak sizlerle. Ama bu, sadece belirli bir moment dâhilinde geçerli. Korku geri gelecek ve onlar sizden gene nefret edecekler, çünkü onlar, kendi özgürlüklerinden korkacaklar.

O vakit 17 Haziran günü siz Yunan halkının yüzleşeceği tercih ne olacak? Demokratik toplumlarda özgür oy kullanma pratiğini var kılan mevcut paradoksu aklınızdan çıkarmamanız gerek: siz, doğru tercihi yapma şartıyla seçme özgürlüğüne sahipsiniz. Avrupa anayasası aleyhine oy kullanan İrlanda örneğinde olduğu gibi yanlış tercih bir hata olarak kabul edilir ve bildiğiniz üzere, onlar insanları doğru seçimi yapma konusunda aydınlatmak amacıyla seçimi yenilemek bile isterler. Avrupa’daki müesses nizamın paniklemesinin nedeni budur. Muhtemelen siz, yanlış tercih yapmak gibi bir tehlike söz konusu olduğundan, özgürlüğü hak etmiyorsunuz.

Ernst Lubitsch’in çektiği klasik komedi filmi “Ninotchka”da harika bir espriye yer verilir: filmin kahramanı bir kafeye gider ve garsondan kremasız kahve ister. Garson cevaben “affedersiniz ama kremamız kalmadı, sadece süt var, ben size sütsüz kahve getireyim mi?” diye sorar. Her iki durumda da sade kahve alırsınız ama bence buradaki espride kastedilen şey doğrudur. Kremasız kahve ile sütsüz kahve aynı şey değildir. Bugün de aynı açmaz geçerlidir; durum gerçekten güçtür. Bir miktar tasarruf tedbiri uygulamak zorunda kalacaksınız ama esas soru şudur: bu tasarruf denilen kahveyi kremasız mı sütsüz mü içeceksiniz? Avrupa’daki müesses nizamın sizi aldattığı nokta burasıdır. Bu nizam, siz bu kahveyi kremasız içecekmişsiniz gibi davranıyor. Yani çekilecek cefa, sadece Avrupa bankalarına kâr getirmekle kalmayacak, bu bankalar, size sütsüz kahve teklif edecek ama bu fedakârlıktan ve cefadan bir tek siz istifade etmeyeceksiniz.

Güney Peloponez’de, Mani civarında cenazelerde ağlamaları için tutulan kadınlar vardır, bilirsiniz. Bu kadınlar, ölenin akrabaları için gerekli manzarayı teşkil ederler. Bugün böylesi bir eylemin ilkel bir tarafı kalmamıştır. Gelişmiş ülkelerde yaşayan insanlar olarak biz de bugün tam olarak aynı şeyi yapıyoruz. Kanaatimce Amerika’nın dünya kültürüne yaptığı en büyük katkı olan gülme efektini bir düşünelim. Bildiğiniz gibi, gülmek TV’deki sesin bir parçasıdır. Eve yorgun argın gelirsiniz, TV’deki Cheers ya da Friends gibi aptal dizilerin karşısına geçersiniz ve TV sizin yerinize güler. Maalesef bu, gayet işe yarayan bir şeydir.

İşte Avrupa’daki müesses nizamın sadece siz Yunan halkı değil, hepimizle ilgili olarak görmek istedikleri hâl budur: sadece ekrana bakın ve başkalarının nasıl düş kurduklarını, nasıl ağladıklarını ve nasıl güldüklerini izlemekle yetinin. Birinci Dünya Savaşı’nın ortasında Alman ve Avusturyalı ordu karargâhlarının kendi aralarında nasıl telgraf çektiklerine ilişkin, doğruluğu şüpheli ama mükemmel bir anekdot vardır: Almanlar Avusturyalılara, “burada, cephenin bize ait olan kısmında durum ciddi ama feci değil” yazılı bir mesaj gönderirler. Avusturyalılar da şu cevabı verirler: “Burada durum feci ama ciddi değil.”

İşte SYRIZA ile diğer partiler arasındaki fark da budur: diğerleri için durum fecidir ama ciddi değildir ve her şey olağan biçimiyle devam edebilirken, SYRIZA için durum ciddidir ama feci değildir, zira korkunun yerini cesaret ve umut almıştır. Dolayısıyla, önündeki süreci en iyi anlatan ifade Beatles’ın eski bir şarkısında bulunabilir: “Uzun ve dolambaçlı bir yol”. Eğer yaşınız müsaitse hatırlayacaksınız, onlarca yıl önce Soğuk Savaş’ın sıcak bir savaşa dönüşme riski taşıdığı günlerde, John Lennon “Hepimiz diyoruz ki barışa bir şans verin” diye bir şarkı yazmıştı. Bugün tüm Avrupa’da yeni bir şarkının söylendiğini duymak istiyorum ben: “Hepimiz diyoruz ki Yunanistan’a bir şans verin.”

Konuşmamı, belki de klasik trajedilerin en büyüğü olan Antigone’den bir alıntı yaparak bitirmeme izin verin: sizin olmayan savaşlar yapmayın. Benim Antigone oyunu ile kanaatime göre elimizde bir Antigone ve bir de Kreon vardır. Bunlar, hâkim sınıfın iki hizbidir. Hizbin biri PASOK diğeri Yeni Demokrasi’dir. Benim Antigone versiyonumda kraliyet ailelerinin iki mensubu birbirleriyle dövüşüp devleti mahvetmek üzereyken ben o koroyu, bu akıllı yorumlarda bulunmaya ilişkin aptalca rolden çıkıp iktidarı alan, halkın iktidarı için bir halk komitesi teşkil eden, Kreon ve Antigone’yi tutuklayan ve bir halk iktidarı kuran o halkın sesini duymak istiyorum.

Kişisel bir tespitle konuşmamı bitireyim. Ben, çok uzak bir yerlerde gerçekleşen devrim gibi devrimden hoşlanan geleneksel, entelektüel soldan nefret ediyorum. Ben gençken böyle düşünmek iyiydi; Vietnam, Küba hatta bugün Venezuela’da devrimi düşlemek güzeldi. Ama siz buradasınız ve bende hayranlık uyandıran da işte bu. Siz, böylesi umutsuz koşullarla uğraşmaktan korkmuyorsunuz ve üstelik olasılıkların sizin aleyhinize olduğunu da biliyorsunuz. Bu hâlinize hayranım. Sizin de bildiğiniz gibi, bir de ilkelere dayanmakla ilgili bir oportünizm var, yani ilkeler oportünizmi. Durumun yitik olduğunu ve ilkelere ihanet edemeyeceğinizden verili hâlde hiçbir şey yapamayacağınızı söylediğinizde, bu ilkeli bir konum almakmış gibi görünebilir ama gerçekte oportünizmin daniskasıdır. SYRIZA, olağan hâliyle, suçluların insan haklarını ihlâl etmelerinden çok cüretleriyle bir şeyler yapmak için tüm cesaretleriyle alanlarda toplaşan binleri daha fazla önemseyen özgül bir olaydır. Dolayısıyla, şimdi konuşmamı bitiriyorum ve sözü büyük bir onurla sizin gelecekteki başbakanınıza veriyorum.

Slavoj Žižek

04 Haziran 2012

,

Beşikten Mezara Sömürü


Son dönem alevlenen kürtaj ve sezaryen tartışmalarının eğitim ve sağlıkla doğrudan ilişkileri mevcuttur. Kürtaj tartışması, en nihayetinde “eksi bir yaş” noktasına gelmiş, bu da “beş yaşında okula çocuk gönderilir mi?” tartışmalarına bir biçimde eklemlenmiştir.

“4+4+4” esas olarak imam-hatip değil, ucuz işgücü ve çocuk işçiliği ile ilgili ise kürtaj tartışmasının da sömürünün alanını anne karnına kadar genişletmek gibi aslî bir boyutu vardır. Ama bu süreçte, doğal bir paslaşma sonucu, “bu beden benim” ya da “siz önce kreş hizmeti verin” diyen liberalizm palazlanacaktır. AKP’nin de hesabı bu yöndedir. O, liberalizmin “gulyabani”sidir.

Sezaryen ise temelde öğretmenlerin ve tiyatrocuların da eklendiği itibarsızlaştırma kampanyasının bir parçasıdır. Sağlık sistemi dâhilinde doktorlar daha fazla “işçileşecek”, işçileşmek istemeyen doktor, yan gelir kapıları aramaya zorlanacak, bu amaçla hiç de gerekli olmadığı hâlde, sezaryeni annelere dayatacak ve bu sayede para kazanacaktır.

“Para muslukları bende” diyen AKP için bu kesimler, birer avdan ibarettirler. Aynı şekilde, batıdaki ilâç tekellerine ortak olan Tayyib ailesi, ilâç mümessilliğini de yakında gündeme getirecektir.

Aynı aile, dağlara, ormanlara uyguladığı sezaryenden ve kürtajdan bahsetmemekte, Kaz Dağları’ndan Toroslar’a kadar uzanan bölgede açtığı yağma kapılarına hiç değinmemektedir. Zira bu aile de, devlet dolayımıyla, maden sahibidir ve son dönem yarattığı zenginlerin önemli bölümü enerji sektörüne mensup şirketlerdir.

Temelde eğitim ve sağlık alanına dönük edilen laflar, bir yanıyla, AKP diktatörlüğünün attığı neoliberal siyasî ve ekonomik adımlar sonucu orta sınıfları kendisine kul etme teşebbüsü ile ilgilidir.

CHP, Halkevleri, ÖDP ve TKP hattında bu orta sınıfların direnci ses veriyor ise eğer, söz konusu kul etme operasyonunun sol ideoloji düşmanlığı, doğal olarak din ve millet zemininde geliştirilen ideolojik saldırıları tetiklemesi zorunludur. Bu dört siyasî yapıya meselenin kabuğunu yemek düşmüş, “din düşmanlığı” ile kentli orta sınıf içinde kendilerine alan açmalarına izin verilmiştir. Oysa ne AKP dinî bir partidir ne de yaşananların dinle ilişkisi vardır.

İtibarsızlaştırma, velilerinden dayak yiyen öğretmenlerde ve hasta yakınları tarafından bıçaklanan doktorlarda karşılığını bulmaktadır. Esas olarak itibarsızlaştırma, kan-ter içinde boğulan emekçilerin sofrasına bu kesimlerin kuzu misali fırlatılıp atılmasıdır. Emekçilere, “siz köpek gibi çalışırken bunlar yan gelip yatıyorlar” denilmekte, böylelikle işten atılma tehlikesi ile yaşamaya mecbur emekçi, ölümü ensesinde hisseden işçi, bu kuzuyu parçalamak için sabırsızlanmakta, kendisinin maruz kaldığı sömürü ve zulmü ise unutmaktadır. AKP, bu kesimleri, genel anlamda birer SA olarak örgütlemek ve seferber etmek derdindedir.

Daha doğrusu AKP, en alttakinin, mazlumun en sıradan ve en ortalama aklına seslenerek her şeyi düzleyeceğini bildiğinden, emekçi halk katmanlarının öfkesini kendi mühimmatına dâhil etmek istemektedir. Doğa, toplum ve tarih üzerindeki hâkimiyet, sağlık, eğitim ve sanatın elinden alınmakta, diktatörlüğün eline teslim edilmektedir. Bu kesimler, esas olarak özelleştirmelere ve burjuvaziye “hayır” demeyecek bir konuma itilmektedirler. Böylelikle faşizm, halkı halka kırdırarak kendi yolunu bulmaktadır. Eğitim ve sağlık alanı özelleştirilmekte, eğitimci ve sağlıkçı, emekçideki ve yoksuldaki orta sınıf düşmanlığı ile karşı karşı bırakılmakta, o burjuva siyasetin ceremesini ne sermaye ne de devlet çekmektedir.

2002’deki tespitimizle, o dönemki ve hâlâ yayınlanmakta ısrar edilen “Çocuklar Duymasın” dizisine atfen, “light faşizm”, aslî faşist geleneğin tüm ekonomik, coğrafî ve biyolojik birikimini içselleştirmiş görünmektedir. Bu birikim, “Amerikanize” edildikten sonra Ortadoğu’ya pazarlanmıştır. Bu amerikanizasyon dâhilinde kabileler, çeteler, birlikler ve cemaatler, para babası Körfez şeyhlerinin ve Mossad-CIA ajanlarının paralı askerlerine dönüştürülecektir.

Bölgedeki güç yoğunlaşması üzerinden, tekellerin kuklası Mussolini gibi “üç çocuk yapın” diyen bir başbakan, çıkıp yatak odasına da ana rahmine de karışmayı kendisine hak görecektir. Ama öte yandan da “light”lığın gereği, yani neoliberalizmin dayatması sonucu, bu başbakan, İstanbul’u Dubai’leştirmeyi de öngörecektir.

Son günlerde gündeme gelen Yenişehir’in planları ABD menşelidir ve esas olarak Fatih’in İstanbul’unun Bizans’a teslim edilmesidir. Sezaryen “makas” sözcüğünden geliyor ise İstanbul’a vurulan bu makas darbesi, başkalarının icraatı olmalıdır.

Demek ki AKP nereye vuruyorsa, ideolojik manada örttüğü yeri açığa çıkarmak gerekecektir. Üretim ideolojisi üzerinden, “çocuk yapın, bina dikin, yol yapın, niceliği artırın” diyorsa, bu, Tayyib’in tüm ülkeyi kendi bedeni gibi gördüğünün delilidir. Faşist bir bireyin hayatta kalma dürtüsü ile kendi bedenine odaklanması türünden, Tayyib de ülke denilen bedeni güçlü göstermek niyetindedir. Ama bu güç gösterisinin ardında üretim değil, tüketim durmaktadır. Yani AKP, üretimle ilgili onca laf salatası üretirken, üretim dışı her şeyi “meşum” ilân ederken, bir yandan da üretimi gereksiz ve geçersiz hâle getiren, uluslararası sermayenin uşağı hâline gelmekle sonuçlanacak olan bir Dubai modeli öngörebilmektedir. Özetle, Tayyib, bir şeyleri gizlemek için ekranlarda ter dökmektedir.

Bu türden ekonomik gelişmelerin sonucunda sömürü ve zulüm, halkı daha fazla kontrol altına almak zorundadır. Belirsizlik, onlar için ölüm işareti gibidir. Dolayısıyla, kürtaj tartışmalarının bir ucu emeklilik yaşına bir biçimde uzanacaktır. Beşiğe ve mezara düşmeden tüm insanlar sömürünün konusu olmak durumundadırlar. Egemenlerin elinde ekonomi, sayısal değerlere, coğrafya birkaç metrelik Amerikan bezine, biyoloji ise sömürülecek bir kas yığınına dönüşmektedir.

Öz itibarıyla bu süreçte ekonomi, coğrafya ve biyoloji iç içe geçmektedir. Faşizmde bunlar, tek bir bedende toplaşmaya mecburdurlar. Beden, bunların üçünün ortak imgesi olarak iş görmektedir.

Bu açıdan Tayyib’in “her kürtaj bir Uludere’dir” sözü yerindedir, zira gerçek bedenin içinde kalıp, doğal seyri itibarıyla büyümesi gerektiği düşünülen bebekle, ülke içinde kalması gereken ekonomik bir faaliyet yan yana düşmektedir. Yani bu yönüyle “her sezaryen Kürd hareketi” olmakta, “ikili devlet oluşumuna izin vermeyiz” denmektedir.

“Kürtaj Uludere” ise jinekolog Tayyib’dir. Bu zamana dek “izin” verilen kaçakçılık faaliyeti üzerinden Kürd halkına devlet sopa sallamış, “siz benim kulumsunuz” mesajı verilmiştir. Bunda son seçim sürecinde bazı korucu ailelerinin saf değiştirmesinin de katkısı vardır.

AKP, CHP ve ordu üzerinden kendisine verilen görevi lâyıkıyla yerine getirmektedir. Hitler’in 1933’te iktidara geldiğinde parti kongresinde sarf ettiği, “bu parti, kanın, toprağın ve terin partisidir” sözünü 2003’te birebir yineleyen Tayyib, artık kemalizmin döktüğü kanın, işgal ettiği toprağın ve sömürdüğü terin muhafızıdır. Bu muhafızlık görevi, doğal olarak ancak kansız, tersiz ve topraksız olana bahşedilebilmektedir.

Kürtaj meselesi, esasında neslin üremesi ve resmî evlilikle ilgilidir. Eşcinsellerden nefret edilmesinin de nedeni budur. Bir biçimde insanlar, ciddi ve derin bir yarın korkusuna boğulmakta ve bu yarın korkusu, evlenme ve çocuk sahibi olma derdine düşme ile yankısını bulmaktadır. Dolayısıyla, böylesi bir yarın korkusuna boğulan kişinin o yarını endekslediği olguları bir biçimde tehdit eden unsurları düşman bellemesi kaçınılmazdır. AKP, esas olarak bu ilkel ve temel korkular üzerinden siyaset yürütmekte olduğuna göre, korkuya kul etmenin onun ana programatik hattını teşkil ettiğini söylemek mümkündür.

Bu korkuyla asgari ücretle çalışan işçi, işini kaybetmek istemeyecek, üç kuruşa talim etmeyi ilahi bir pratik olarak görmeye başlayacaktır. Bu korkuyla kocasından dayak yiyen kadın, çektiği çileyi tevekkülle karşılamayı öğrenecek ve onu namazının yanına koyacaktır. Bu korkuyla işsiz, takla atacak, kralın soytarısı olma onursuzluğuna mecbur kalacak ve bu onursuzlukta manevi bir derinlik bulacaktır.

Bu korkuyla hak aramak, “olmayan” bir Allah’a havale edilecek ve yeryüzünden silinecektir. Zira Allah, ancak hak arama mücadelesinde vardır ve olmak, O’nun yüzü suyu hürmetine olmaktır.

Eren Balkır
4 Haziran 2012