Yunanistan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yunanistan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Mayıs 2025

,

Lenin’in “Doğu Politikası”, Türkiye ve Yunanistan’da Komünizm

Giriş

“Avrupa’nın hasta adamı” olarak anılan Osmanlı, Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesi ardından, Ekim 1918’de resmi olarak yıkıldı. Bu koşullarda yeni ve egemen bir Türk devletinin hayatta kalma ve yaşama ihtimalinden de pek söz edilemiyordu. Müttefik Kuvvetler’in lideri olarak Britanya İmparatorluğu ülkeye, Osmanlı toprağının önemli bir kısmını ondan kopartan, ulusal egemenliğini sınırlayan ve savaş öncesinde Batılı güçlere kimsenin dokunamadığı haklar bahşetmiş olan teslimiyetçi rejimi muhafaza eden bir barış anlaşması dayattı.

Bu dönem, Anadolu’daki Türk direniş hareketinin doğumuna ve hızla büyümesine tanıklık etti. Söz konusu hareket, genç Bolşevik devletinden, ardından, farklı gerekçelerle, Fransa ve İtalya’dan önemli bir uluslararası destek gördü. Türk milliyetçileri de Rus Bolşevikleri de Batılı emperyalist güçlerin ve onlara bağlı vekil güçlerin tehdidi altındaydı. Bu vekil güçlerden biri de Yunanistan’dı. Bu ülke, Doğu Akdeniz’de İngiliz politikasını koruyan bir kale olarak iş görüyordu.

Yeni doğan Türkiye ve Rusya’yı tehdit eden Batılı emperyalist güçlere karşı ortaklaşa verilen mücadele, Lenin liderliğinde hareket eden Bolşeviklerle Türk milliyetçi hareketinin lideri Mustafa Kemal arasında ortak avantajları öne çıkartan bir anlaşma zemininin oluşmasını sağladı. Bolşeviklerle antiemperyalist Müslümanlar arasındaki dostluk ikliminin ilk başta sunduğu vaatlere bağlı olarak bir dizi solcu Müslüman örgüt, yirmilerde Anadolu’da büyüme imkânı buldu. Bu örgütler içerisinde en önemlisi de Anadolu’da faal olan radikal halk hareketi olarak Yeşil Ordu Cemiyeti’ydi.

Cemiyet, “Asya’yı Avrupa emperyalizminin nüfuzundan ve işgalinden kurtarmak amacıyla”[1], 1920 baharında, Türk bağımsızlık savaşının ilk aşamalarında kuruldu. Yeşil Ordu Cemiyeti’nin politik kanadı Halk Zümresi adıyla, Türkiye Büyük Millet Meclisi vekillerinden oluşan bir grup meydana getirdi.[2] Bu dönemde Anadolu’da başka sosyalist ve komünist örgütler de ortaya çıktı. Bunların en önemlisi, 1914’te patlak veren Birinci Dünya Savaşı’nın başından beri Rusya’da olan Mustafa Suphi’nin örgütleyip önderlik ettiği Türkiye Komünist Partisi’ydi.

Güçlü bir milliyetçi direniş hareketine ev sahipliği yapan ve anlaşmaya taraf olan Osmanlı İmparatorluğu’nun karşısında duran Yunanistan, liberal-milliyetçi Elefteryos Venizelos’un liderliğinde büyümenin yollarını arıyordu. Balkan savaşlarıyla birlikte Selanik, Yunanistan’ın egemenliğine girdi. Böylelikle ülkenin sınırları Bulgaristan ve Trakya’ya ulaştı. Buna ek olarak, bugün Yunanistan’a ait olan Makedonya bölgesinin büyük bir kısmı ve Bulgaristan, Yunanistan’a karşı konum aldı.

Bu süreçte sanayi ve finans alanı genişledi, tarımsal üretim modernleşti. Venizelos, idari kurumlarda reform yaptı, anayasayı revize etti. Orduyu da modernize eden Venizelos, ülkeyi açıktan Batı, o dönemde İtilaf Kuvvetleri yanlısı yola soktu.

Bu ekonomik ve politik gelişmelerin neticesinde, Ekim 1918’de Yunanistan’da sendikaların öncüsü olan, 60.000’den fazla işçiyi temsil eden 200 kadar işçi sınıfı merkezi kuruldu. En etkili işçi örgütleri Selanik’teydi. “Balkanların Kudüs’ü” olarak anılan bu şehir, bu adı büyük bir Yahudi nüfusuna ev sahipliği yaptığı için almıştı. Abraham Benarogyas, aynı şehirde Sosyalist Federasyon isminde bir örgüt kurdu.[4]

Benarogyas’ın 1909’da kurduğu federasyon öyle güçlüydü ki Lenin’in de bizzat bulunduğu 7 Kasım 1909 tarihli İkinci Enternasyonal Kongresi, Benarogyas’ın hareketini “yeni Osmanlı Sosyalist Partisi” olarak ilân etti.[5] Oysa bu iddianın gerçeklikle bir alakası bulunmuyordu. O dönemde Balkanlarda canlanma kaydeden güç, farklı milletleri kucaklayan enternasyonalist sosyalizm değil, milliyetçilikti.

Venizelos, bu koşullarda birçok sosyalisti kendi safına kazanmasını sağlayan taktikler geliştirdi. Bu noktada sosyalistleri Yunan muhafazakârlarına ve ülkeyi büyük savaşta tarafsız olmasını isteyen, başka ülkelerin topraklarında hak iddiası bulunmayan krala karşı kışkırttı. Ancak Venizelos’un tüm çabalarına rağmen Yunan Komünist Partisi’nin habercisi olan Yunanistan Sosyalist İşçi Partisi (SEKE) merkezci güçlerin savaşı kaybettiği, Venizelos’un eski genelkurmay başkanı General Yoannis Metaksas’ın ilk tavsiyesine karşılık, Smirna (İzmir) ve Küçük Asya’yı (Anadolu’yu) almayı düşündüğü bir dönemde, Kasım 1918’de kuruldu.

Burada bizim amacımız, bu iki genç sosyalist-komünist hareketin Yunanistan ve Türkiye’de, Bolşeviklerin ana düşmanının Avrupa emperyalizmi, bilhassa İngiliz emperyalizminin olduğu koşullarda, Lenin’in doğu politikasını nasıl içselleştirdiğini incelemektir.[6] Burada biz, aynı zamanda Sovyetler’in Küçük Asya’da savaş hâlinde olan iki ülkenin, Yunanistan’ın ve Türkiye’nin elitlerine yönelik politikasını değerlendireceğiz.

Metin, şu şekilde ilerleyecek: önce Lenin’in doğu politikasını tanımlayan hususlara bakacağız. Ardından, Türkiye ve Yunanistan’da komünizmin attığı ilk adımları ve Yunan komünistlerinin ülkenin Küçük Asya’da yürüttüğü harekâtı ele alma tarzlarını değerlendireceğiz. Lenin’in doğu politikası, her ne kadar emperyalizm teorisinden türetilmişse de onun yeni kurulan Sovyet devletinin çıkarlarını öncelikli gördüğünü tespit eden yazıda sonuç bölümünden önce genç Sovyetler Birliği’nin Makedonya sorununu nasıl ele aldığı meselesini, bu sorunun Yunan komünizmi içerisinde nasıl karşılık bulduğunu aydınlatmaya çalışacağız.

Sovyetler’in Doğu Politikası, Türkiye ve Yunanistan

Doğu, tüm Batı Avrupa’ya devrimci meşaleyi taşıma becerisini haiz devrimci bir kazandır.”[7]

[Sultangaliyev]

Bolşevikler açısından yirmili yıllar, antiemperyalist devrimin en parlak dönemidir. Neredeyse tamamı Avrupa’daki emperyalist güçlerin sömürgeci veya yarı-sömürgeci baskıları altında ezilen, çoğunluğu Müslüman nüfusa sahip milletlerle ittifak, Müslüman dünyada Batı’nın iktidarını alaşağı etme ve Müslüman toplumunu dönüştürme çabası temelinde kurulabildi. Bu ittifakın kurulmasının mümkün olduğunu düşünenler, İslam’ın sosyal adalet yönüne vurgu yapmak suretiyle yorumlanabileceği tespitinde bulunuyorlardı.

7 Aralık 1917 günü, iktidar olduktan kısa bir süre sonra Bolşevikler, Doğulu Emekçi Müslümanlara Çağrı’yı yayınladılar. Bu çağrıda, Rusya Müslümanlarına “İnanç, örf ve âdetleriniz, millî ve kültürel kurumlarınız şuandan itibaren serbest ve dokunulmazdır” diyerek güvence veriyor, Doğulu Müslümanlara kendi ülkelerindeki emperyalist hırsızları ve halkı köleleştirenleri alaşağı etmeye çağırıyordu.[8]

Komintern’in 1920’de düzenlediği ikinci kongrede Lenin, Sovyet devletinin yeni doğu yönelimini aktardı. “Sovyetler’in Doğu Politikası” başlığını taşıyan bu açıklamada Lenin, daha da ileri giderek, “gelişmiş ülkelerin proletaryasının yardımıyla Asya’nın kapitalist aşamayı atlayıp Sovyet sistemine geçiş yapabileceğini, belirli gelişme aşamaları üzerinden komünizme ulaşabileceğini” söylüyordu.[9] Lenin, bir Japon gazeteciye o dönemde şöyle diyordu:

“Unutulmamalıdır ki Batı, Doğu’nun sırtından geçiniyor. Avrupa’daki emperyalist güçler, esasında Doğu’daki sömürgeleri sayesinde zenginleşiyor, ama bu güçler bir yandan da kendi sömürgelerini silahlandırıp onlara dövüşmeyi öğretiyor, bunu yaparak Batı, Doğu’da kendi mezarını kazıyor.”[10]

Komintern stratejisinin parçası olarak Sovyet yanlısı komünistler, Doğu’daki antiemperyalist milli kurtuluş hareketleriyle dayanışma ilişkisi geliştirdiler. Bolşeviklere göre Ekim Devrimi, “aydınlanmış” Batı ile “köleleştirilmiş” Doğu arasında bir köprü inşa etti. Sovyet liderlerinin Komintern’in desteğiyle Eylül 1920’de Azerbaycan’ın Bakû kentinde Doğu Halkları Kurultayı’nı toplamak için yaptıkları çağrının zeminini tam da bu kurulan köprü sağladı. Ardından Komintern, Bakû’de Doğu Halkları Propaganda ve Eylem Kurulu’nu oluşturdu. Sonuçta Bolşevikler, Doğulu Müslüman halklarla sayısız bağ kurdu. Açılan Doğulu Emekçilerin Komünist Üniversitesi’nde (KUTV) birçok Asyalı devrimci, eğitim gördü.[11]

Yirmili yılların başlarında kurulan uluslararası ilişkiler bağlamında Sovyet hükümeti, Türkiye’deki milliyetçi hükümetle müşterek çıkarlar üzerine kurulu bir zemin inşa etti. Mevcut koşullar, Sovyet Rusya ile Kemalist Türkiye’yi uzlaşmaya zorluyordu. Aynı dönemde Yunanistan da İngiltere ve Fransa ile ittifak kurdu. Venizelos’un Yunanistan’ı ayrıca İngiltere ve Fransa’nın Kasım 1918’de Rusya’da genç Bolşevik devlete karşı yürüttükleri Ukrayna harekâtına iştirak etti. Rusya ve Türkiye’yi asıl yakınlaştıran şey, Batılı güçlerin bölgede ve tüm Doğu sahnesinde yürüttükleri faaliyetler ve kurdukları planlar karşısında duydukları korkuydu. Tüm bu koşullara rağmen yakınlaşma süreci hiç de rahat ilerlemedi.

Belirli bir düzeyde bu durum eskinin güç politikası üzerinden izah edilebilir. Sovyet Rusya, neticede Rus İmparatorluğu’nun varisiydi ve ister Batılı olsun isterse Doğulu, Kafkasya’yı başka güçlere terk etme niyetinde değildi. Türk elçisi Bekir Sami, Temmuz 1920’de Moskova’yı ziyaret ettiğinde Dışişleri Bakanı Corci Çiçerin’in “Türkiye Van’ı, Bitlis’i ve Muş’u Ermenistan’a bıraksın, nüfus mübadelesini gerçekleştirerek bu bölgelere Ermeni nüfusunun yeniden yerleşmesini sağlasın” önerisiyle karşılaştı. Bekir Sami, “Türkiye tek bir karış toprağını teslim etmeyecektir” cevabını verdi.[12] İlginçtir, bu görüşme Lenin’in Bekir Sami’yi bizzat kabul etmesine, 24 Ağustos günü Dostluk Anlaşması taslağının imzalanmasına mani olmadı.[13]

Ardından 16 Mart 1921 günü Sovyetler-Türkiye Anlaşması imzalandı. Çiçerin’in arzuları hilafına imza edilen bu anlaşmanın giriş bölümünde her iki ülke “emperyalizme karşı mücadele” verecekleri taahhüdünde bulunuyordu. Neticede Moskova, İngiliz emperyalizmine karşı Türklerle kurulacak ittifakın Ermeni ve Gürcü komünistlerinin hassasiyetlerinden daha önemli olduğu düşüncesindeydi.[14] Böylelikle uzun bir dönem boyunca sürecek olan ve Aralık 1925 tarihli anlaşma ile teyit edilen Sovyetler’le Türkler arasındaki dostluk başlamış oldu. Türk hükümetinin kendi ülkesindeki komünistlerle kurduğu ilişkilerde yaşanacak iniş çıkışlar, bu dostluğu hiç etkilemedi.

Yereldeki bir hükümetle veya “burjuva” milliyetçi bir hareketle emperyalistlere karşı kurulan bir ittifak veya onlara sunulan her türden yardım, bir şekilde komünist olmayan tarafın kendi ülkesindeki komünistlere saldırması gibi bir tehlikeyle maluldü. Türk komünistleriyle ilişkilerde tam da bu yaşandı. Bu açmazdan kurtulmanın bir yolu yoktu. Her yönden Moskova’nın politik ve mali desteğine tabi olan Türkiye Komünist Partisi, reelpolitik açıdan yüzleşilen açmazda, daha doğum anında kaybetmişti. Bu açmaz, Sovyetler Birliği’nin ve TKP’nin ömrünün sonuna dek Moskova ile Türk komünistleri arasındaki ilişkilere de zarar verdi.

Gelgelelim, Bolşevikler, Yunan milliyetçiliği konusunda bu tür açmazlarla yüzleşmediler. Yunanistan, İngiltere’nin Doğu Akdeniz’deki vekil gücü olarak hareket ettiği için Bolşevikler Yunan milliyetçiliğine her daim karşı çıktılar. İleride göreceğimiz üzere, Bolşevikler, Yunan komünizmi karşısında, bilhassa Makedonya sorunu konusunda, Balkanlar’da başka komünist hareketleri desteklediler. Bu açıdan Sovyet komünizmine sadakatle bağlı olma hâli, Yunanistan’da komünist hareketin gelişimine zarar verdi, çünkü halkın geniş kesimleri, bu sadakatin ülkenin milli çıkarlarına, esasında kendi çıkarlarına zararlı olduğunu düşündüler.

TKP, YKP ve Yunanistan’ın Küçük Asya Harekâtı

Türkiye’ye Marksist fikirler, on dokuzuncu yüzyıl sonunda girmeye başladı. Birinci Dünya Savaşı süresince Almanya’da birçok Türk sosyalisti, Spartaküs Birliği’ne yakın duruyordu. Rusya’da da bir Türk sosyalisti grubu vardı. Bunlar da Rus Devrimi’ne tanıklık ettiler.

Türkiye’deki en eski politik partilerden ve Ortadoğu’daki en eski komünist partilerden biri olan TKP, Eylül 1920’de Bakû’de kuruldu. Rus Devrimi’ne yakınlık sayesinde Türkiye, birçok ülkeden önce Leninist bir örgüte kavuştu. Türk komünistleri, Komintern çalışmalarında aktif rol aldılar. Partinin liderlerinden olan Şefik Hüsnü, 1936’ya dek Komintern İcra Komitesi’nin üyesiydi.

Eylül 1920’de, Yunanistan’ın Küçük Asya’da savaş yürüttüğü koşullarda TKP, kuruluşundan kısa bir süre sonra faaliyetlerini Türkiye’ye kaydırmaya karar verdi. Bu karar, Bolşeviklerin Batı emperyalizmine karşı verilen mücadelede Türkiye’deki milliyetçi harekete sağladığı önemli maddi ve diplomatik desteğin belirlediği ortamda alınmıştı.

TKP kurucuları, genç Sovyet devletine yönelik olarak Türkiye’de gelişen dostane havanın örgütün lehine olduğunu düşündü ve emperyalist güçlere karşı verilen bağımsızlık mücadelesine iştirak etmek için Anadolu’da olmak istediler.

1920 yılının sonarında Mustafa Suphi ve partinin diğer önde gelen üyeleri Bakû’den ayrılıp Anadolu’ya doğru yola koyuldular. Adımlarını hiç gizlemeden atan komünistler, ülkeye yaptıkları yolculuklarında tek bir tedbir almayı bile düşünmediler. Ama zamanlamalarının çok kötü olduğu görüldü!

TKP grubu, Trabzon’dan ötesine geçemedi. 28 Ocak 1921 günü Mustafa Suphi ve on beş komünist, bir takaya bindirilip Batum’a gönderildi. Sahilden ayrılmalarının üzerinden çok geçmeden başka bir taka gelip Suphilerin takasına yanaştı. Herkesin bildiği üzere, o ilk takadaki insanların hepsi de katledildi. Bu, Osmanlı’da klasikleşmiş olan imha etme yöntemiydi.[15]

Eldeki tüm kaynaklar, Mustafa Kemal idaresinde olan Ankara hükümetinin bu olayda somut bir rolü olduğunu söylüyor. Milliyetçi ordunun önde gelen komutanlarından Kazım Karabekir’in ve Ankara hükümetinin yereldeki en önemli temsilcisi Hamit Bey’in planı birlikte hazırladıkları açık. Ayrıca belgelerden, Mustafa Kemal’in bu kişilerden komünistlerden oluşan grubu durdurmalarını istediğini ve Trabzon’da hazırlanan plana onay verdiğini görüyoruz. Ancak gene de “plan”ın “cinayet”i içerip içermediği, katliamın orada doğaçlama olarak gerçekleştirilip gerçekleştirilmediği sorularının cevabı hâlen daha gizemini koruyor.[16]

Haber Moskova’ya ulaşınca, Sovyet politbürosu, Sovyet komünist partisinin üyelerini bilgilendirmek için resmi bir açıklama yaptı. Bu açıklamanın üzerinde durduğu ana husus, “solcu ve maceracı girişimlerin yol açacağı tehlikeler”di. Görünüşe göre Moskova, Türk komünistlerinin iyimserliğini ve aldığı kararı paylaşmıyordu.[17]

Suphilerin katli, Türk-Sovyet ilişkilerini pek etkilemedi. İki taraf da meseleyi birer iş sözleşmesinin tarafı olarak dile getirip rafa kaldırdı. Oysa ortada önemli ve zengin dersler içeren bir deneyim vardı. 1921 yılının başlarında Türk komünistlerinin önde gelen isimlerinin katli, esasında Sovyetler’in Doğu’da yüzleştiği özel açmazda yapılan hatanın ilk örneğini ifade ediyordu. Bu açmazsa, aynı anda hem milli kurtuluş hareketinin liderlerine destek verip hem de ülkenin milliyetçi liderlerine karşı oradaki komünistleri destekleyip örgütlemekle alakalıydı. Kemalist kadroların tüm komünist faaliyetlerinin kökünü kazımaya başladığı dönemde, dünya komünistlerinin düzenlediği toplantılarda protestolar gerçekleştirilse de bu durum Moskova ile Ankara arasındaki iyi diplomatik ve ekonomik ilişkilere mani olmadı. Sovyet hükümeti, Moskova’ya sadakatle bağlı Türk komünistlerinin kaderine aldırış etmeksizin, Ankara ile işbirliği kurma politikasını tercih etti.

Yunanistan’da bu mesele farklı bir boyut kazandı. İngiltere’nin vekil gücü olarak hareket eden Yunanistan, Anadolu içlerine doğru ilerliyordu. Harekâtın zirvesine ulaştığı noktada Yunan ordusu, Ankara’nın elli kilometre kadar yakınına gelmişti.

Yunanistan Sosyalist İşçi Partisi (SEKE), ülkenin o güne kadarki en büyük sendikası olan Yunan İşçileri Genel Konfederasyonu’nun kuruluşundan birkaç gün sonra 10 Kasım 1918’de, Pire’de kuruldu. Kuruluş kongresine ülke genelinden binden fazla delege katıldı. Selânik’te faal olan, Benarogyas’ın başkanlık ettiği federasyon da kongrede yer aldı.[18] Sağcıların belirgin bir nüfuza sahip olduğu koşullarda, Angelos Peçnas ve Dimitris Ligdopulos isimli tütün işçileri partinin dümenini sola kırdı. Kongrede Angelos Peçnas, Almanya’da yaşanan Spartaküs isyanının kürsüden anılıp onurlandırılmasını sağlarken, Dimitris Ligdopulos, parti gazetesi İşçi Mücadelesi’nin kontrolünü ele geçirmeyi bildi.

Parti, asli hedefini kapitalizmin yıkılması ve işçi sınıfının iktidarı ele geçirmesi olarak belirledi. Mayıs 1919’da Yunan askerlerinin İzmir’e (Smirna’ya) çıktığı günlerde parti, enternasyonalden ayrılıp Lenin’in Üçüncü Enternasyonal kurma çabalarına katılma kararı aldı.

Şubat 1922’de, Sakarya nehri yakınlarında kurulmuş olan Yunan cephesinin çökmesinden altı ay kadar önce, parti kendisini “Komünist Parti” olarak adlandırmayı kararlaştırdı. 5 Kasım 1922’de Lenin’in belirlediği 21 koşulu benimseyen parti, iki yıl sonra ismini Yunan Komünist Partisi olarak değiştirdi.

Partinin ilk sekreteri, Pantelis Pulyopulos isimli, birden fazla dil bilen, Trotskiy’nin düşüncelerinden belli ölçüde etkilenmiş olan 24 yaşındaki bir hukuk öğrencisiydi.

Antik İyonya’nın kalbi olan Smirna, Venizelos için bir takıntı hâlini almıştı. Lord Curzon ve İngiliz diplomat Harold Nicolson, bu noktada Venizelos’u Versay’da düzenlenen Barış Konferansı’nda Doğu Trakya ile etnik açıdan Rumların yoğun olduğu İstanbul’u ilhak etme hedefine odaklanmaya ve Smirna rüyasından vazgeçmeye ikna etmeye çalıştı ama bir sonuç alamadı.[19] İngilizlere göre, Doğu Trakya ve Konstantinopol’ün ilhakı daha makul bir hedefti, zira o dönemde Sovyetler, İstanbul ve Çanakkale üzerindeki hak iddialarından vazgeçmişti. Oysa Smirna, Rumların yoğun olarak yaşadığı bir yer olsa da Müslümanların çoğunluğu teşkil ettiği, Rumlara epey düşman olan bir bölgede bulunuyordu.[20] Venizelos, Curzon ve Nicolson’ın fikirlerinin üzerinde düşünmeyi bile kabul etmedi. Aslında bu fikir, 1915’te bizzat Venizelos’a yönelik olarak kaleme aldığı, birbiri ardına yayınlanan iki bildiride bizzat kral yanlısı genelkurmay başkanı Metaksas tarafından dillendirilmişti.

Metaksas, Berlin’deki askeri akademide eğitim görmüş, parlak bir kurmay subaydı. Kral yanlısı olan Metaksas, Venizelos’un İtilaf Kuvvetleri’nin savaşa kendi saflarında girdiği diye ödül olarak sunduğu vaatler üzerinden sahada attığı birçok adıma karşı çıkıyor, bu adımların anlamsız ve gerçek dışı olduklarını söylüyordu. 1915’teki Gelibolu harekâtının yürütülmesinin imkânsız olduğunu söyleyen Metaksas, İtilaf Kuvvetleri ile İngiltere’nin yanlış hesaplamalarının sonucu olarak gördüğü bu harekâta karşı çıkmış, Yunanistan’ın bu güçlerin yanında savaşa girmesi fikrine itiraz etmiş bir isimdi. Daha da önemlisi Metaksas, Venizelos’un Yunan ordusunu Smirna’ya ve Küçük Asya’ya götürme planına da karşı çıktı, bunun yerine yaralarına merhem olacak başka bir çözümü önerdi ve Trakya ile Konstantinopol’ün alınması üzerinde durdu. 1915’te Venizelos’a yazdığı iki bildiri, belirli gerekçelere vurgu yapıyordu. Önerilen adımların doğru ve titizlikle ele alınmamış olduğunu söyleyen bildirilerinde Metaksas, Anadolu’nun alınması için yapılacak savaşın farklı mesleklere ve ticaret sahasında farklı mertebelere mensup Rumların yaşadığı Batı Anadolu’daki etnik azınlıkça desteklenemeyeceğini söylüyordu. Metaksas’ın argümanına göre, Türklerden, Çerkeslerden, Yörüklerden ve Kürdlerden oluşan Müslümanların sayısı 7 milyonu aşıyordu ve bunların neredeyse hepsi köylüydü ve savaşçıydı. Askerî açıdan Smirna civarındaki ve içindeki Yunan askeri gücünün Türk ordusunu iç kesimlere kadar takip etmesi, mesafenin uzunluğu ve yereldeki halkın Rumlara olan düşmanlığı sebebiyle, mümkün değildi. Metaksas, buradan Yunan güçlerinin 1812 yılında Rusya’yı birkaç kez işgal eden Napolyon’un kaderiyle yüzleşeceği öngörüsünde bulunuyordu.[21] Oysa Metaksas’a göre Yunanistan, ancak Müttefik Kuvvetler savaşa girip tüm Anadolu bu ülkeler arasında taksim edilirse veya Türk devleti Smirna civarındaki Rumları ve mülklerini tehdit edemeyecek ölçüde küçük bir bölgeye mahkûm edilirse başarılı olabilirdi.

Tüm bu risklerden ve belirsizliklerden kaçınmanın derdinde olan Metaksas, Venizelos’a Yunanistan’ın İtilaf Kuvvetleri’nin karşısına tek bir taleple, Trakya ile Konstantinopol’ün Yunanistan’ın egemenliğine girmesi talebiyle çıkması gerektiğini öneriyordu. Dönemin milliyetçi askerî zihniyetini kuşanmış bir isim olarak Metaksas, Yunanistan’ın topraklar üzerindeki varlığının sürekliliğini ve bu toprak üzerindeki etnik yapının muhafazasını modern Yunan devletinin yaşamsallığı için en önemli husus olarak görüyordu. Buna karşılık, Lloyd George’un iğvasına kapılmış biri olarak, Smirna üzerinden Bizans’ı yeniden kurma hayali kuran Venizelos, Metaksas’ın önerilerini reddetti. Ayrıca muhtemelen Venizelos, İstanbul’u zaten cepte kabul ediyor, onun gelecekte Yunanistan’ın kontrolüne kolayca gireceğini düşünüyor, öncelikle Smirna’nın alınmasını tercih ediyordu. Venizelos, verilecek destek karşılığında Lloyd George’a Yunan ordusunun Kemalistleri yok edeceği vaadinde bulunuyordu. Pratikte her iki isim de Metaksas’ın tavsiyelerine kulak tıkıyordu.[22]

Tüm bunlara ek olarak, işgale başından beri soğuk yaklaşan Fransızlar, 1918-1920 arası dönemde güneydeki Klikya eyaletinde yürütülecek sınırlı operasyonlarda Yunanistan’ın desteğine ihtiyaç duyuyordu. Fransızlar, 1918’in sonunda Klikya’yı işgal ettiler. İngilizlerle anlaşan Fransızlar, harekât sahasını Anadolu’nun güneydoğusundaki Antep, Urfa ve Maraş’a doğru genişlettiler. Türk milliyetçi güçlerinin ve yereldeki halkın sert direnişiyle yüzleşen Fransızlar, Mustafa Kemal tarafından Anadolu’daki baş tehdit olarak görülmüyordu. Asıl tehdit, Yunan’ın işgal harekâtıydı.

22 günlük çatışmaların ardından Kemal’e bağlı milliyetçi güçler, Şubat 1920’de Fransızları mağlup ettiler. Kimi tanıklıklara göre, Fransızlar silahlarını ve cephanesini Kemalistlere verdiler. Bunlar, sonrasında yereldeki Ermeni nüfusuna karşı kullanıldı. Bu anlaşma üzerine Fransızlara Klikya’dan güvenli çıkış imkânı sunuldu.[23]

9 Mart 1920’de Kemal, Fransa ile barış anlaşması imzaladı. Fransa’nın desteğinin ortadan kalkmasıyla birlikte Venizelos’un Kasım 1920 seçiminde aldığı yenilgi sonrası kralcı elitlerin yönettiği, bizzat Venizelos tarafından oynanan kumarın nasıl sonuçlanacağını kimse bilmiyordu.

1912’den beri elinde bulundurduğu On İki Ada’nın karşısındaki, Smirna’nın güneyinde bulunan bölgeyi işgal etmiş olan İtalyanlar, Yunanlıların Smirna’yı işgaline ta başından beri karşılardı. Burada İtalyanların asli amacı, Güney İtalya ve Sicilya’dan fazla nüfusu taşıyıp bölgeyi “İtalyanlaştırmak”tı. Aslında İngiltere ve Fransa’nın Venizelos’un Yunan askerlerinin Smirna’ya çıkmasına izin vermesinin sebebi, bu ülkelerin İtalya’nın Anadolu’daki sömürgeci planlarını kontrol altına almak istemeleriydi. İtalya da bu koşullarda Yunanistan’da Doğu Akdeniz’de, bilhassa Arnavutluk ve Küçük Asya’da rakip olarak görülüyordu.

Rusya’daki Bolşevik hükümeti, daha önce ifade ettiğimiz biçimiyle, Kemal’in milli direniş hareketiyle işbirliği içerisindeydi. Ancak yukarıda dile getirilen, Yunanistan’ın Anadolu’yu işgal harekâtına neden karşı çıktığını izah eden sebeplerden ayrı olarak Bolşevik politikası, temelde Lenin’in emperyalizm analizini ve onun kapitalizmin periferisindeki, emperyalizme tabi ülkelere dair çıkarımlarını esas alan ideolojik konumun ürünüydü. Bu analize göre, gelişmiş Batı’da devrim yapılamamasının nedeni, Batı emperyalizminin periferideki sömürge ülkelerden aldığı kaynaklardı. Bu sebeple, çevredeki tüm kurtuluş hareketleri, komünist ya da sosyalist olmasa bile, desteklenmeliydi, zira bu ülkeler, Batı’da devrimin yapılmasına katkıda bulunma, emperyalist sistemin altının oyma imkânına sahiplerdi. Lenin ve Bolşevikler, 1919 sonrası Anadolu’da belirledikleri politika uyarınca hareket ettiler.

Yunanistan’ın Smirna’ya çıkartma yapması önerisine İngiliz savaş kabinesindeki kimi üyeler de karşı çıkıyorlardı. Dolayısıyla, bu proje aslında Lloyd George ile Yunan ordusunu Smirna’ya süren, Türk milliyetçi güçlerinin yenileceğini uman Venizelos’a aitti. Lloyd George’un stratejik amacı, Doğu Akdeniz’de kurulacak büyük Yunanistan ile Filistin’deki emperyalist projeyi birbirine bağlamak, buradan da bu iki İngiliz yanlısı (ona tabi) Hristiyan devletiyle Hindistan ve Güney Asya’da İngilizlere ait topraklar arasında bağ kurmaktı. Bu stratejik amaç, Venizelos’un Küçük Asya ve Doğu Akdeniz’deki dini-etnik toplulukları Elenleştirip bölgeye hâkim yeni bir Yunan devleti inşa etmek suretiyle Bizans İmparatorluğu’nu mevcut koşullarda yeniden kurmayı amaçlayan yayılmacılık hayalleriyle örtüşüyordu. Avrupa ve Balkanlar’daki güçleri, özelde Almanya ve Bulgaristan’ı kendi pozisyonunu revize etmeye zorlayan barış anlaşmaları ile birlikte bu rüyanın gerçek dışı olduğu görüldü. Mustafa Kemal, bu barış anlaşmalarını ilk revize eden isimdi. Silah gücü ve dikkatle yürütülen diplomasiyle birlikte Kemal, kendi barış anlaşmasını dayattı.

SEKE, Küçük Asya Harekâtı ve Makedonya Meselesi

SEKE, Küçük Asya harekâtına Komintern’in Mart 1920’de dile getirdiği talimatlarda belirtilen ilkeler üzerinden karşı çıktı. Öncesinde halkların kendi kaderini tayin hakkına destek sunan, Yunan-Türk çatışmasının müzakere yoluyla, ilhak pratiğine başvurulmadan çözüme kavuşturulmasından yana olan örgüt, artık Küçük Asya’da Rum, Ermeni ve Yahudi gibi azınlıkların haklarına dair dili tümüyle devre dışı bırakıyordu. Bunun yerine örgüt, Yakındoğu ve Akdeniz’de Fransız ve İngiliz emperyalizminin çıkarlarını sert bir dille eleştiren yeni bir politikayı benimsedi. Artık SEKE, kitleleri ve Yunan askerini Türk halkına değil, emperyalist sömürüye karşı mücadelenin bayrağı altında dövüşmeye çağırıyor, savaş karşıtı mücadelenin taşınması gereken gerçek bayrak olduğunu söylüyordu.

Venizelosçu gazeteler, 30 Temmuz 1920 günü ülkede “beş deniz ve iki kıtaya yayılmış Yunanistan” hayalinin temel zemini olan Sevr Anlaşması’nı öven makaleler yayımlarken, SEKE’nin yayın organı Rizospastis [“Radikal”] yayın yönetmeni Yianis Petsopulos’un şu cümleleri içeren yazısına yer veriyordu:

“Türkiye ile imzalanan barış anlaşması çanlar çalarak, havaya kurşun sıkarak duyuruldu. Bu anlaşma, Versay’daki anlaşma sürecini sonlandırdı, muzaffer ülkelere her şeyi teslim etti, mağluplara ise hiçbir şey vermedi. Burjuva Avrupa ve onunla birlikte hareket eden Yunan burjuvaları, bu anlaşmayı kutlamakta haklılar. Balkan halkları, herkesten daha fazla çile çekti. Sekiz yılı aşkın bir süredir yoksul Yunan işçisi ve köylüsü, küçük esnafı ve memuru durup dinlenmeden mücadele ediyor. Bir cepheden diğerine sürükleniyor. Yurtlarına döndüklerinde ise ekmek ve yağ mücadelesine yeniden atılmak üzere, perişan hayatlarından geriye kalan enkazı toplamak zorunda kalıyor. İşçilerin arzuladıkları barış bu değil.”[24]

Bu yazının yayınlandığı gün iki subay emeklisi, Fransa’nın Lyon kentindeki bir tren istasyonunda Venizelos’u öldürmeye çalıştı. Bir yandan da Rizospastis gazetesinin büroları ve matbaası ateşe verildi. Yunanistan’ın içeriden derin çatlaklarla bölünmüş kendi yakın tarihinde en zor savaşı verdiği açıktı.

SEKE’nin savaş karşıtı kampanyası öylesine güçlüydü ki yaktığı ateşin alevleri Küçük Asya’daki orduya kadar ulaştı. 1 Ocak 1921 günü Küçük Asya’daki Komünist Askerler Merkez Komitesi aşağıdaki ifadelere yer veren bir bildiri yayınladı:

“Bu yılın ilk günü cephede mücadele verip aramızdan haksız yere ayrılanların yasını tutarak değil, hayatta olan kahramanların sinelerinden ve ‘Yaşasın devrim!’ diye bağıran yoldaşlarımızın ölü bedenlerinden yükselen o büyük çığlığı dinleyerek geçti.”[25]

1922 yılının bahar aylarında 200 kilometrelik bir hattı tutmayı başaran Yunan ordusunun saldırısı kontrollü ilerlemekteydi. Aynı dönemde Rizospastis, cepheye binlerce gazete ulaştırıyordu. Birçok asker, milliyetçilik karşıtı olan şu sloganı benimsemişti: “Türk halkı kardeşimizdir, haydi ailelerimize geri dönelim.”

Bu savaş karşıtı kampanyayı bizzat birkaç yıl sonra içinden parti genel sekreteri Pantelis Pulyopulos’u çıkartacak olan, Troçkist eğilimleri bulunan, parti içerisinde faal olan “Komünist Birlik” isimli hizip örgütlemişti.

Lenin ve Bolşevikler, Türk-Yunan savaşını yeni Sovyet devletinin çıkarlarına en iyi katkıyı sunacak çözüme ulaşma hedefi üzerinden ele alıyordu. Bu değerlendirme ışığında Lenin ve Bolşevikler, Batı emperyalizmiyle mücadele eden Türkiye gibi periferideki milliyetçi hareketlere destek sunuyorlardı.

1922 baharında, başında Karl Radek’in bulunduğu Sovyet heyeti, ülkenin önde gelen komünist tarihçilerinden olan, SEKE üyesi Yianis Kordatos’un aracılığıyla Yunan hükümetiyle bir araya gelmek amacıyla, Atina’yı ziyaret etti. Sovyetler, bu toplantıda Mustafa Kemal’le görüşmelere aracılık yapmayı ve Rum halkının Küçük Asya’da Yunan devletinin egemenliğinde değil de özerk bir rejim altında kalmasını sağlayacak bir çözüm yolunu kendisiyle müzakere etmeyi önerdi. Ancak artık çok geçti. Ağustos 1922’de Sakarya nehri boyunca konuşlanmış olan, zaten bitap durumda bulunan Yunan ordusu, Kemalist güçler ve halk karşısında ağır ve askeri gücü harap eden bir mağlubiyet aldı. Ordu, bozguna uğramıştı.

Makedonya gibi bir baş ağrıtıcı meselede ise Yunan komünistleri, Bolşeviklerin Bulgar komünistlerini kendilerine tercih ettikleri gerçeğiyle yüzleştiler.

Makedonya meselesi, Balkan siyasetine uzun süre zarar verdi, hatta bu zararı bugün bile belli ölçüde vermeyi sürdürüyor. Bu cephede Lenin ve Bolşevikler, Bulgaristan’daki komünist hareketin Balkanlardaki en gelişmiş hareket olduğunu düşündüklerinden, Bulgar komünistlerinin Makedonya üzerindeki hak iddialarına destek sunmayı tercih ettiler.

Lenin’in talimatıyla 1920 yılında Balkan Komünist Federasyonu kuruldu. Türkiye Komünist Partisi dâhil Balkan coğrafyasındaki tüm ülkelerin komünist partileri bu federasyonun parçası oldular. Tek istisna, federasyona katılma konusunda hiçbir zaman tam olarak hevesli olmamış olan Rumen komünistleriydi.[26]

Federasyonun Bulgaristan’ın Sofya kentinde Mayıs ve Temmuz 1921’de düzenlediği iki toplantıda Bulgar Komünist Partisi’nin önde gelen üyelerinden Hristo Kabakçıyev, Balkanlardaki etnik azınlıkların kendi milletlerinin burjuvalarından kopup sosyalist devrimin zeminini hazırlayacak olan bağımsızlık mücadelesine iştirak etmeleri önerisinde bulundu. Sovyet delegesi Aleksandıroviç Milyutin, Kabakçıyev’i desteklediğini dile getirdi. Her iki toplantıda başkanlığını Petsopulos’un yaptığı Yunan komünistleri heyeti, Sovyetler’in Bulgarlarla birlikte tayin ettikleri çizgiye uyum gösterme konusunda isteksiz olduklarını ortaya koydu, bunun yerine, Yugoslavların mevcut sınırlara saygı gösterilmesini öngören konumundan yana durdu.

Komintern’in Temmuz 1924’te düzenlediği 5. Kongre, Yunan komünistleri için çok daha önemli bir gelişmeydi. Yunan komünistleri, bu kongrede “Sovyetler’in Doğu politikası” denilen gerçeklikle ilk kez mücadele etmek zorunda kaldılar.

Başkanlığını Serafim Maksimos ile Pantelis Pulyopulos’un yaptığı Yunan heyeti, en nihayetinde Makedonya ve Trakya’nın bağımsızlığı yanında Romanya ile Bulgaristan arasında ihtilafa yol açmış olan Dobruca bölgesinin bağımsızlığını savunan politikayı destekleyen, Dimitri Manuilski’nin millet meselesi yaklaşımını benimsedi. Manuilski’nin düşüncesine göre, Bulgaristan’da sosyalist devrim her an zafere ulaşabilirdi.

Ne var ki Yunan komünistleri heyeti Yunanistan’a döndüğünde güçlü bir muhalefetle yüzleşti. Parti merkez komitesinde Yianis Kordatos ve Tomas Apostolidis’in etkisi altında bulunan çoğunluk, bu politikanın benimsenmesi fikrine karşı çıktı. Bu kesim, Yunanistan-Türkiye arasında zorunlu bir nüfus mübadelesi yapılması, Küçük Asya’dan yüz binlerce Rum mültecinin ülkeye getirilip yerleştirilmesi sonrası Yunanistan’ın elindeki Trakya bölgesinde ve Makedonya’daki etnik açıdan Yunanistan’la bağı kalmamış olan Yunan azınlıktan da Slav azınlıktan da söz edilemeyeceği görüşünü savunuyordu. Ayrıca Kordatos, Bulgaristan’da sosyalist ayaklanmanın gerçekleşmek üzere olduğu görüşünün bir efsaneden ibaret olduğu düşüncesindeydi. Sonuç olarak, bu kesime göre, “Bağımsız Makedonya, Bağımsız Trakya” sloganı etnik bir temelden yoksundu, ayrıca yeni gelişen ağır hayat koşullarına kendilerini adapte etmek için mücadele veren yoksul Rum mültecilerinin ülkeye yabancılaşmalarına, sebep olabilirdi.

Sonuç

1920’li yıllar boyunca komünistler ve sosyalistler, zayıftı ve yeni Türkiye’de rol almalarına izin verilmemişti. Mustafa Kemal’in kurduğu hükümet, ülke komünistleriyle kedinin fareyle oynadığı gibi oynadı. Bazen onları hoşgörüyle karşıladı, bazen de ezdi.

Komünistler, ülkede genelde baskı gördüler. Mustafa Kemal, 1925’te TKP’yi yasakladı. Ömrünün önemli bir kısmında illegalde faaliyet yürütmek zorunda kalan parti, kitlesel gözaltılara ve tutuklamalara maruz kaldı.

Yunanistan’da ise Venizelos komünistlere karşı belli ölçüde hoşgörü gösterdi, çünkü o, komünistleri kendi liberal partisinin reform yanlısı sosyal liberal kanadı olarak örgütlemek, ardından da onları İngiltere ve Fransa yanında ülkeyi savaşa sokmak istemeyen, bu anlamda ülkenin Anadolu’ya doğru genişlemesi fikrine karşı çıkan krala bağlı gerici güçlerin karşısına çıkartmak istiyordu.

İlk dönem komünistlerinin ortaya koydukları faaliyetlerin devrim hedefiyle bir alakası yoktu. Moskova’daki liderler, devrime dair bir vehimle hareket etmiyorlardı.[27]

Sovyet hiyerarşisinin tepesinde bulunan Müslüman komünistlerden Sultangaliyev, 1920 yılında şu hususu açıktan dile getiriyordu: “Türk komünistleri, yeraltında faaliyet yürüten bir grup işçiden ve Rusya’da bulunan, savaşta esir alınmış Türklerden oluşuyor. Bu grup fazla büyük değil ama çok yoğun çalışıyor.” Önde gelen Bolşeviklerden, Sovyetler’in Türkiye uzmanı Pavloviç’se 1921’de şu tespiti yapıyordu: “Belirli tarihsel sebepler üzerinden dinle kurduğu bağ sebebiyle Türk halkı, şu an komünist programı benimseyemez.”[28]

Komintern’in 1921’de gerçekleşen 3. Kongre’sinde Süleyman Nuri, Karadeniz’de yaşanan ve Türk komünizminin en iyi isimlerinin katledildiği olayı ağır bir dille eleştirse de Mustafa Kemal emperyalizmle mücadele ettiği sürece onun desteklenmesi gerektiğini düşündüğünü söylüyordu.[29]

Genel anlamda Sovyetler’in Doğu politikasında ana amaç, Sovyetler’in Batılı güçler ve vekilleri karşısında Türkiye’de nüfuzunu artırmak, bir yandan da Bulgar komünistleri gibi Balkanlar’daki güçlü komünist hareketleri desteklemekti. Bu amaç doğrultusunda Sovyetler, bir tercih yapmak zorunda kaldı: ya bu ülkelerde milliyetçilerden ya da komünistlerden yana saf tutacaktı.

Yunan komünistleri de Sovyetler’in Doğu politikasınca yönlendirildiler. Anadolu’daki etnik azınlıklar meselesine dair görüşlerini değiştirdiler. Küçük Asya cephesinde çarpışan askerlerin morallerini zayıflatmak için uğraştılar. Ancak birçok sağcı yazarın iddiasının aksine, Yunanlıların Ağustos 1922’de yaşadığı yenilgide komünistler önemli bir paya sahip değillerdi.

Yunanistan’da Sovyetler, yürüttükleri Doğu politikası dâhilinde Yunan komünistlerini Komintern çizgisine uygun çalışmaya ikna etme konusunda epey güçlük çekti. En fazla zorluğun yaşandığı konu ise Makedonya meselesiydi. Komintern, Makedonya ve Trakya’nın bağımsızlığını savunuyordu ama bu görüş, Yunan komünist hareketinin liderlerinin önemli bir kısmında karşılık bulmuyordu. Zira komünistler, Yunanistan’ın elindeki Makedonya ve Trakya topraklarında bulunan Yunan nüfusunu yetersiz buluyor, Yunanistan ile Türkiye arasında yaşanacak nüfus mübadelesi sonucu sorunların yaşanacağını düşünüyorlardı.

İşin tuhaf yanı, Sovyetler Birliği bu bağımsızlık talebinden hiçbir zaman vazgeçmedi. Bu talep, 1946-1949 arası dönemde Yunanistan’da yaşanan iç savaş süresince ve iki büyük savaş arasında birçok kez gündeme geldi. Böylelikle Yunan milletinin çıkarlarına karşı olan görüşlerden yana durmak suretiyle Sovyet komünizmi, Yunanistan’da komünizmin layığınca gelişeceği zemini zayıflattı. Aynı etkiye, Türkiye’deki komünist hareketin kesintiye uğramış gelişim süreci dâhilinde de yol açtı.

Vasilis K. Fuskas
Bülent Gökay
Kaynak

[Kaynak: Journal of Balkan and Near Eastern Studies, 2020, Cilt 22, s. 210-221.]

İngiltere’deki Doğu Londra Üniversitesi’nde uluslararası ilişkiler profesörü olarak çalışan Vasilis K. Fuskas, aynı zamanda Devletler, Piyasalar ve Halklar Çalışması Merkezi’nin (STAMP) direktörü ve Balkan and Near Eastern Studies’in [“Balkan ve Yakındoğu Çalışmaları Dergisi”] kurucu yayın yönetmenidir.

İngiltere’deki Keele Üniversitesi’nde uluslararası ilişkiler profesörü olarak çalışan Bülent Gökay, Journal of Global Faultlines’ın [“Küresel Fay Hatları Dergisi”] kurucu yayın yönetmenidir. Vasilis ile birlikte ABD’deki ekonomik çöküşü ele alan üç kitaptan oluşan çalışmayı Vasilis ile birlikte tamamlamıştır. Çalışmanın son kitabı, The Disintegration of Euro-Atlanticism and New Authoritarianism – Global Power-Shift (“Avro-Atlantikçiliğin Dağılması ve Yeni Otoriterizm: Dünyadaki Güç Değişimi -Palgrave, 2019) ismini taşımaktadır.

Dipnotlar:
[1] Y. Nadi, Çerkez Ethem Kuvvetleri’nin İhaneti, Cumhuriyet Kitaplığı, İstanbul, 1955, s. 11.

[2] B. Gokay, A Clash of Empires: Turkey Between Russian Bolshevism and British Imperialism, 1918–1923, I. B. Tauris, Londra, 1997, s. 104–106.

[3] A.g.e.

[4] Bkz.: Abraham Benarogia, The First Milestone of the Greek Proletariat (Yunanca), Commune, Atina, 1986; ve Mark Mazower, Salonica—City of Ghosts, HarperCollins, Londra, 2005.

[5] Bkz.: Takis Mastrogianopoulos, “The Greek labour movement up to the foundation of SEKE” (Yunanca), Marxist Thought, 14, Temmuz-Eylül 2014, s. 7–29.

[6] Sovyet dış siyasetinde Doğu yönelimi, Komintern’in 1920 tarihli ikinci kongresinde açığa çıktı.

[7] Aktaran: B. Lazitch ve M. M. Drachkovich, Lenin and the Comintern, Cilt I, Hoover Institution Press, Stanford, 1972., s. 379.

[8] Yayına Hz.: John Riddell, To See the Dawn. Baku, 1920. First Congress of the Peoples of the East, Pathfinder Press, Londra, 1993, Ek 2, s. 259. Çağrının Türkçesi: İştiraki.

[9] V. I. Lenin, ‘Report of the Commission on the National and Colonial Question’, Selected Works içinde, Cilt. 3, Progress Publishers, Moskova, 1967, s. 459.

[10] V.I. Lenin, Collected Works, Cilt. 42, s. 196 (4 Haziran 1920 tarihli söyleşi). Şurası açık ki Lenin, burada Çarlık rejimine karşı sergiledikleri fedakârlıklarına ve militanlıklarına hayran olduğu halkçıların (Narodniklerin) görüşünü aktarıyor. Lenin’in stratejisiyle Narodnikler arasındaki sürekliliği ortaya koyan, Rus halkçılığıyla ilgili uzak ara en iyi çalışma, Franco Venturi’nin ilkin Einaudi tarafından 1972’de Torino’da yayımlanan Il Populismo Russo [“Rus Halkçılığı”] isimli kitaptır.

[11] Stephen White, ‘Communism and the East: The Baku Congress, 1920’, Slavic Review, XXXIII (3), 1974, s. 492–514. Türkçesi: İştiraki.

[12] ‘Bekir Sami to Chicherin’, AVP, Fond: Ref about Turkey, Moskova, 4 Temmuz 1920, a.g.e., s. 3, D. 3, Pap. 2.

[13] ‘Statement from the Central Committee of Russian Communist Party’, AVP, Fond: Near East, Moskova, Temmuz 1920, a.g.e., s. 3, Por. 1, Pap. 2.

[14] A. F. Cebesoy, Moskova Hatıraları, Vatan Neşriyat, İstanbul, 1955, s. 61–2, 141–151.

[15] Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar, Elvan Yayınları, Ankara, 1967, s. 231–3.

[16] B. Gokay, “The Turkish Communist Party: The Fate of the Founders”, Middle Eastern Studies, 29(2), 1993, s. 220–235.

[17] Internal Party Report, RCP(B), TsPA, Fond, Moskova, 20 Şubat 1921, s. 5, a.g.e., 2, D. 2. (Pravda, Suphilerin öldürülmesi konusunda Türkiye’ye açıktan ancak 31 Ocak 1951’de saldırabildi. Yazıda Suphi, “Türk halkının sadık evladı” olarak tarif ediliyordu.) Türkçesi: İştiraki.

[18] Bkz.: Dimitris Asteriou, ‘From SEKE to KKE (in Greek)’, Marxist Thought, Sayı. 14, Temmuz-Eylül 2014, s. 30–43.

[19] Venizelos’un Küçük Asya politikası ile ilgili en iyi değerlendirmelerden biri de Michael Llewellyn-Smith’in Ionian Vision: Greece in Asia Minor 1919–1922 [“İyonya Vizyonu: 1919-1922 Arası Dönemde Yunanistan’ın Küçük Asya’daki Faaliyetleri”] isimli çalışmasıdır (Londra: Hurst, 1998). Doktora çalışmasını içeren kitabın yazarı, 1996-1999 arası dönemde İngiltere’nin Yunanistan büyükelçiliğini yapmıştır. Duygusal açıdan Yunanistan yanlısı bir konum alıyor olsa da yazar, olguları doğru aktarmaktadır. Ancak Venizelos gibi zeki birinin Yunanistan’ın İyonya macerasının yol açacağı, birçoklarının yaptıkları uyarılarda dillendirdikleri riskleri neden göremediği sorusunu yazar da cevaplayamamaktadır. Yunan tarihçileri, geçmişte Venizelos yanlıları/karşıtları olarak ikiye ayrışmış durumdaydı. Bu, ne yazık ki günümüzde de geçerli bir sorun. Grigoris Dafnis, Yunanca olarak kaleme aldığı Greece between the Wars [“İki Savaş Arasında Yunanistan” -Kaktos, Atina, 1997, ilk baskısı 1954 tarihli] isimli kitabında Venizelos’un Yunan politikasına yaptığı olumlu katkının Balkan savaşlarında elde edilen başarılarla son bulduğunu söylüyor. Bu savaşların ardından Venizelos’un oynadığı rolün sorunlu bir rol olarak görülmesi gerekiyor. Venizelos yanlısı bir tarihçi olan Dafnis, siyasete İkinci Dünya Savaşı sonrası kökleri Venizelosçu liberallere uzanan Merkez Birlik Partisi üyesi olarak, George Papandreu yanında giren Dafnis, Venizelos’un Küçük Asya politikası konusunda ölçülü bir değerlendirmede bulunuyor.

[20] Özellikle Toynbee’nin döneme ilişkin değerlendirmesine bakılabilir: Arnold J. Toynbee, The Western Question in Greece and Turkey: A Study in the Contact of Civilisations, Constable, Londra, 1922. O uzun raporunu hazırlamadan önce Batı Anadolu’nun önemli bir kısmını gezen Toynbee, Midilli (Lesbos) adasının karşısında bulunan Kidoniyai’nin (Ayvalık) Müslümana rastlamadığı tek kasaba olduğunu söylüyor. Çalışmasında Toynbee, Venizelos’un iddialarının ve Lozan’da sunduğu etnografik delillere karşın, Yunanlıların Batı Anadolu’da azınlık olduğu, ama Yahudiler ve Ermenilerle birlikte ticarete kafası çalışan aktif bir millet olarak yaşadıkları iddiasında bulunuyor. Toynbee’nin bu değerlendirmesi Türkiye yanlısı bulundu. Bunun sonucunda Londra’daki King’s College üniversitesinde kendisine verilen, Yunanlı düşünür Yoannis Korais’in adını taşıyan kürsüyü kaybetti. Kürsü, 1918 yılında Venizelos kabinesinin desteğiyle kurulmuştu.

[21] Burada şu çalışmada aktarılan değerlendirmeden istifade ediyoruz: Alexandros A. Pallis, Greece’s Anatolian Venture—and After: A Survey of the Diplomatic and Political Aspects of the Greek Expedition to Asia Minor (1915–1922), Methuen, Londra, 1937, s. 22–5.

[22] Metaksas, Yunanistan’ın Küçük Asya’daki varlığıyla ilgili fikrini hiçbir zaman değiştirmedi. Küçük Asya harekâtının yürütüldüğü sürecin tam ortasında, Kasım 1920’de Venizelos seçimi kral yanlısı muhafazakâr güçlere kaybedince kral, İtalya’da sürgünde olan Metaksas’ı ülkeye davet etti ve kampanyasının liderliğini üstlenmesini istedi. Metaksas, o dönem Yunan ordusu Anadolu’nun iç kesimlerinde Kemalistler karşısında kimi önemli mevziler elde etse de bu teklifi lafı hiç dolandırmadan reddetti.

[23] Özellikle bkz.: Sarkis Torossian, From Dardanelles to Palestine: A True Story of Five Battle Fronts of Turkey and her Allies and a Harem Romance (Hatırat), Meador, Boston, 1947, s. 180 ve sonrası. Türk resmi tarihyazımı, yazarın değerlendirmesine karşı çıkıyor. Bu noktada Torosyan’ın Gelibolu savaşında yüzbaşı rütbesiyle Osmanlı ordusunda savaştığını, liderlik etme becerileriyle öne çıktığını anımsamak gerekiyor. Ailesinden birçok ismi kaybeden Torosyan, 1915’te Ermenilerin kitleler hâlinde sınır dışı edildiği süreçte Osmanlı ordusundan ayrılıyor.

[24] Rizospastis, “Editorial” (Yunanca), 20 Temmuz 1920, s. 1.

[25] KKE—Official Texts (Yunanca), Cilt. I, Synchroni Epochi, Atina, 1974, s. 176–78.

[26]. Burada şu çalışmanın görüşünü takip ediyoruz: Alexander Dagas ve George Leondiadis, Comintern and the Macedonian Issue (Yunanca), Trochalia, Atina, 1997, s. 59 ve sonrası.

[27]. “From Zinoviev to Lenin, Trotsky, Radek and Bukharin”, 14 Kasım 1902; Moskova, TsPA, Fond:5, op. cit., 3, D. 141.

[28]. Report on the communist movement in Turkey, from Pavlowitch to Lenin, for the year 1921, Moskova, TsPA, Fond:5, a.g.e., 3, D. 213. Ayrıca bkz.: Pavlowitch, “Greek-Turkish communists”, Kommunisticheski Internatsional, (17), s. 4427–8.

[29]. Protokoll des dritten Kongresses der Kommunistischen Internationale (Moskova 22 Haziran-12 Temmuz 1921), Hamburg, 1921, s. 998–9.

30 Mart 2025

,

Karanfilli Adam

Yunanlı komünist ve direniş lideri Nikos Beloyannis 1915’te doğdu. Otuzlarda iktidarda olan Ioannis Metaxas’ın milliyetçi rejimi tarafından tutuklandı ve Akronauplia Hapishanesi’nde (Nauplion) kaldı. 1941’de ülkeyi işgal eden Nazilere teslim edildi. 1943’te hapisten kaçıp Peleponez’de Yunan Halk Kurtuluş Ordusu’na (Ethnikos Laikos Apeleftherotikos Stratos -ELAS) katıldı. ELAS’ın büyük komutanı Aris Velouchiotis ile birlikte savaştı. Yunan İç Savaşı süresince Yunanistan Demokratik Ordusu’nun ideolojik ve politik çalışmalarından sorumlu yöneticisi olarak faaliyet yürüten Beloyannis, hareketin 1949’da yenilmesinden sonra ülkeyi terk etti.

1950 Haziran’ında illegale geçmiş olan Yunan Komünist Partisi’nin Atina örgütünü yeniden kurmak için ülkeye geri döndü. 20 Aralık 1950’de tutuklandı ve partiyi yasadışı kılan yasayı çiğnemek suçuyla askerî mahkemeye çıkartıldı ve SSCB’ye istihbarat sağladığı gerekçesiyle ihanet suçuyla yargılandı.

Beloyannis davası 19 Ekim 1951’de Atina’da başladı. Toplamda 94 kişi çeşitli suçlara çarptırıldı. Hâkimlerden biri 1967-74 arasında ülkeyi askerî diktatörlükle yöneten Georgios Papadopoulos’tu.

Beloyannis tüm suçlamaları reddetti ve Nazi karşıtı direniş (1941-1944), İngiliz İşgali (1944-1946) ve Yunan İç Savaşı (1946-1949) süresince ortaya koyduğu vatansever mücadeleye vurgu yaptı. Tüm dünyada “Karanfilli Adam” olarak bilinen Beloyannis adına ünlü ressam Pablo Picasso bir eskiz çalışması yaptı.

Özel af için ulusal ve uluslararası planda yapılan çağrılara rağmen mahkeme Beloyannis’i ve üç yoldaşını ölüme mahkûm etti. Tutsaklar, 30 Mart 1952 Pazar günü sabahı Kallithea Hapishanesi’nden alınıp Goudi Kampı’nda idam edildiler.

Beloyannis, Yunan solunun büyük kahramanlarından biri hâline geldi. İsmi İç Savaş’tan (1949) Papadopoulos cuntasının yıkılışına ve Yunanistan’da demokrasi yeniden tesis edilene dek (1974) geçen süre zarfında (1974) politik mültecilerin yaşadığı Macaristan’daki köye verildi (Beloiannisz Köyü).

● ● ●

Karanfilli Adam

Seher karanlığında,
Projektörlerin ışığında,
Kurşuna dizilen beyaz karanfilli adamın
Fotoğrafı
Duruyor üstünde masamın.
Sağ eli
Tutuyor karanfili
Bir ışık parçası gibi Yunan denizinden.
Karanfilli adam
Ağır kara kaşlarının altından
Bakıyor cesur çocuk gözleriyle,
Hilesiz bakıyor.
Türküler ancak böylesine hilesizdir
Ve ancak komünistler
And içer böylesine hilesiz.
Dişleri bembeyaz:
Gülüyor Beloyannis.
Ve elindeki karanfil,
Bu yiğit,
Bu rezil
Günlerde
Söylediği sözlerden biri gibi insanlara...

Nâzım Hikmet

“Karanfilli Adam” filminden bir sahne:


Nikos Beloyannis: Beyler, bu mahkeme ilkinin yeni bir versiyonundan, daha da geliştirilmiş, muhtemelen daha iyi organize edilmiş hâlinden başka bir şey değil. Ama birçokları için hâlen daha hayal kırıklığından başka bir anlamı yok. İlk mahkemede olduğu gibi bu mahkemede de hakikatten başka bir şey dökülmez dilimizden. Üzerini örtmeye yemin ettiğiniz o korkunç gerçekleri bugüne dek kimse bilmiyordu.

İhanet ve casuslukla suçluyorsunuz bizi. Komiksiniz.

Genç bir yoldaşımız da savunmasında hepimiz adına konuşabilirdi. Çünkü hepimizin anlatacağı hikâye aynı. Biz, kendimizi İtalyanlarla, Almanlarla, Bulgarlarla ve onlarla işbirliği yapanlarla savaşmaya adayanlarız. Şimdi bize “casus ve hain” diyorsunuz öyle mi!

Hâkim: Açıklamalarınızı sadece suçlamalarla sınırlı tutun.

Biz yurtseveriz. Öyleymiş gibi yapıyor değiliz. Bizi yargılayanlardan çok daha fazla seviyoruz ülkemizi.

Savcı: Subaylar Heyetine hakaret ediyor.

Ben kimseye hakaret etmedim. Komünist partiye hain denildi. Oysa onun adı yurtseverlikle birlikte anılmalı. Ondaki yurtseverlikten bahsedilmeli. Parti, ne kazandıysa kanıyla ve silahla kazandı.

Hâkim: Esas olarak da silahla…

Esas olarak kanıyla kazandı. Caisariani’de idam edilen 200 insanı, Kokkinia’daki 400 insanı, Kurnovo’daki 110 insanı anımsayın. Elektra’nın çilesini, kendisini Alman tanklarının önüne atan Statopulo’nun kahramanlığını unutmayın. İşte biz ülkemizi böyle seviyoruz, fedakârlıkla ve kanımız pahasına.

Yabancıların çıkarlarına hizmet eden hangi ajan, canını böylesine bencillikten uzak bir biçimde feda edebilir?

Bizim fedakârlıklarımız, ancak ilk dönem Hristiyanların fedakârlıklarıyla kıyaslanabilir. Gelgelelim, Hristiyanlar cennete gitmeyi umut ediyorlar. Komünistlerse canlarını keyfini çıkartamayacakları bir gelecek için feda ediyorlar. Yabancıların çıkarlarına hizmet eden hangi ajan böyle bir şey yapar?

Sürekli bizim hain ve casus olduğumuzu söyleyip duruyorsunuz. Hayır, biz, uyku ve dinlenmek nedir bilmeden güzel bir geleceğin şafağı söksün diye, yeni bir çağ kurulsun diye gayret eden Yunanlılarız.

Savcı: Savcı rolüne büründü bu. Bizim savcı, kendisinin davalı olduğunu unuttu.

Bu gerçeği hiçbir zaman unutmadım. Siz ne yaptığınızdan emin değilsiniz.

Savcı: Bu yaptığının bedelini ödeyeceksin. Bu da benim sözüm olsun.

Hâkim: Buraya kadar kendine yakıştırdığın şeylerden bahsedip durdun ama o işlediğin korkunç suçlara hiç değinmedin. Yunan kralına bağlı olan insanları öldürüp bir kuyuya atmışsın.

Burada iç savaşa da değineceğim. Ama önce bir bardak su istiyorum. Boğazım kurudu.

Hâkim: Burası kahve değil. Devam et!

İç savaş büyük bir felâket. Belki de bir milletin başına gelebilecek en büyük felâket. İki taraftan birine katılmak zorunda olan insanlar, hiç övünmeyecekleri şeyler yapmak durumunda kaldılar. Yanlışlar yaptığımızı inkâr edecek değilim. Bazı yanlışlar yaptık. Fakat bizi yargılayan rejim de masum olduğunu iddia etmesin. İç savaş, bizzat onun uyguladığı politikaların bir sonucuydu.

Partimiz, kurtuluş savaşı sonrası iktidarı alabilirdi, çünkü halkın büyük bir çoğunluğu bizim safımızdaydı. Biz, işgalin geride bıraktığı enkazı kaldırıp ülkemizi yeniden inşa etmek için demokratik usullere uymayı tercih ettik. Oligarşi, sağcılar ve dış güçlerse milleti bölmeyi, kan dökmeyi ve Yunanistan’ı harabeye çevirmeyi tercih etti. İç savaş, sağcıların işlediği büyük bir suçtu. İç savaşı tasarlayan, yöneten, parasını ödeyense sağcıların “müttefikler”iydi. Hep birlikte emperyalistlerin yoluna taş koyacak direniş hareketini ezmek istediler.

Yabancı dostlarınız sayesinde kazanan siz oldunuz. O elde ettiğiniz zaferle ne yaptınız? Kan döktünüz, insanları sürgün ettiniz, casusluk davalarıyla boğmaya çalıştınız. Tüm bunlar bizi nereye götürecek? Tabii ki o kaçınılmaz olan yeni bir felâkete.

Partimizin altıncı ve yedinci kongrelerinde asıl üzerinde durulan konu, halkımızın barışa, hürriyete ve ekmeğe olan ihtiyacıydı. Buraya da Yunanistan’a bu mesajı iletmek için geldim. Tüm onurlu Yunanlıları, tüm özgür insanları güçlerini bizimle birleştirmeye çağırıyorum. Dün Almanlara, bugünse Amerika’ya uşaklık eden kişilerin zafer kazanmasına izin vermemeliyiz. Ülkemizin işgaline mani olmalıyız. Yoldaşlarım ve ben bunun için dövüşüyoruz, bunun için öleceğiz.

Hürriyete ve barışa ölümcül bir darbe indiriyorsunuz.

Sizden merhamet dilenecek değilim. İdam mangasının karşısında tüm sakinliğimle dikileceğim. Beyler, başka söyleyecek bir şeyim yok.

Kaynak

18 Ekim 2024

, ,

Yunan İşçi Sınıfı İsrail’e Karşı



Yunan halkının duygularını yankılayan Pire limanı işçileri, Filistin halkından yana durduklarını açıkladılar. Yaptıkları eylemde, katil İsrail devletine gönderilen, içi mermi dolu konteynırın gemiye yüklenmesine mani olan işçiler, açıklamalarında şunu söylediler:

“Her gün kendimiz ve çocuklarımız için daha iyi yaşama ve çalışma koşullarına sahip olmak adına mücadele yürüttüğümüz bu limanda halkların katillerine yer yok.”

Hayfa limanına gidecek olan gemiye yüklenecek konteynır, ülkeye Kuzey Makedonya’dan giriş yapmıştı.

İşçilerin bağlı olduğu ENEDEP sendikası ve Pire İşçi Merkezi başkanı Markos Bekris Pire işçilerine, gençlerine, sendikalara ve kurumlara limanın girişinde toplanma çağrısı yaptığı konuşmasında, “liman yönetiminin, hükümetin veya elini kana bulamak isteyen herkesin işçileri kendilerine suç ortağı yapamayacak” dedi.

Eyleme katılan Attica Metal Sendikası, Yunanistan Tersane İşçileri Sendikası ve Pire İşçi Merkezi de benzer açıklamalar yaptı.

İşçi sınıfı, tüm kudretiyle, İsrail’in müttefiklerinin desteğiyle katlettiği Filistin halkının ve başka halkların yanında olduğunu ortaya koydu.

Dok işçileri, Filistin, Lübnan gibi İsrail’in katliamlar gerçekleştirdiği yerlerde çocukları ve kadınları öldürecek askeri malzemeyi yüklemeyeceklerini pratikte gösterdiler. O cesaretleri ve kararlı duruşlarıyla işçiler, ülkelerinin Filistin halkına yönelik soykırımın parçası olmasını, başka halklara saldırmasını istemeyen Yunan halkının duygularına tercüman oldular.

ENEDEP isimli sendikanın pankartında şu yazılıydı: “Özgür Filistin! Katil NATO!”

COSCO taşımacılık şirketinde örgütlü olan ENEDEP sendikası ise açıklamasında şunları söyledi:

“Şuan Pire limanındaki bir gemiye askeri malzeme yükleniyor. Bu yüklemeyi yapanların amacı, AB ve NATO’nun desteğiyle katliamlar gerçekleştiren katil İsrail devletine Filistin ve Lübnan halklarının kanını dökmesi için gerekli teçhizatı temin etmek.”

Sendika, liman işçilerine, Pire halkına, sendikalara, Ulusal Eğitim Merkezi’ne ve gençlere “silâhların ve askeri malzemenin nakledilmesi işlemini durdurmak için yapılan eyleme katılma çağrısı” yaptı. Çağrıda, Pire limanı işçileri ve sendikanın, halkları katledenlerin planlarına hizmet edecek bu geminin yüklenmesi sürecine taş koydukları dile getirildi.


“Pire limanının savaş üssü hâline gelmesine izin vermeyeceğimizi gür bir sesle haykırmanın vaktidir. Biz, ülkemizin savaşların parçası olmasına artık bir son verilmesini talep ediyoruz. Emperyalist planların ve çatışmaların parçası olmak, ülkemizi ve Pire limanını misilleme saldırılarının hedefi hâline getirecektir.

Biz, bu limanda her gün sendikamızla birlikte gerekli sağlık ve güvenlik tedbirleri alınsın diye mücadele ediyoruz. Burada savaş çığırtkanlarının planlarına yer yok. Bizim her gün kendimiz ve çocuklarımız için daha iyi yaşama ve çalışma koşullarına sahip olmak adına mücadele yürüttüğümüz bu limanda halkların katillerine yer yok.

Ülkemizin NATO ve AB’nin kurtlar ittifakına katılımı ve gösterdiği müsamaha sebebiyle, tüm hükümetlerin ellerinde binlerce insanın kanı var, fakat biz, o elleri temiz tutup muhtaç olan herkese uzatmayı bilenleriz.

Halklar kardeşçe yaşayabilsinler diye yumruklarımız havada, barış için mücadele ediyoruz. Yunanistan bu savaşın parçası olmasın!”

902
17 Ekim 2024
Kaynak

13 Ağustos 2024

,

Yoksulları Öldürmek: Antonis Karyotis’in Ölümü Üzerine

5 Eylül 2023 günü Yunanistan’ın Pire Limanı’nda yaşanan acı olay Yunan halkında öfkeye yol açtı. 36 yaşındaki Antonis Karyotis, bilet alıp[1] Blue Horizon isimli gemiye bindi, fakat kısa bir süre sonra gemiden indirildi. Yeniden binmeye çalışınca gemi mürettebatından biri onu durdurdu ve gemiden aşağı düşmesine neden oldu. Kimsenin yardım etmediği Antonis, boğularak öldü. Pire yakınlarındaki Nikaia Hastanesi ölümünü doğruladı.

On nüfuslu yoksul bir Giritli ailenin üyesi olan Karyotis, psikiyatrik bakım gören, belirli bir çalışma düzeni olmayan biriydi. Psikiyatristi, Karyotis’in yolda olmanın kendisine huzur verdiğini düşündüğü için sık sık Girit’ten Atina’ya gittiğini söylüyordu.

Bu korkunç olayı bazı yolcular kayıt altına aldılar.[2] Epey ilgi gören video, kamuoyunda infiale yol açtı. Videolarda da görüldüğü üzere, bazı yolcular vapurun durdurulmasını istedi ama mürettebat bu istekleri sürekli geri çevirdi.[3]

Akşam saat 9:13’te Pire sahil güvenlik komutanlığı, geminin kaptanına gemiden bir adamın düştüğünü söyledi ama buna mürettebattan birinin sebep olduğundan hiç bahsetmedi.[4]

11 Eylül Pazartesi günü Denizcilik ve Adalar Bakanı Miltiadis Varvitsiotis, yaşanan trajedi sonrası yaptığı yorumun yol açtığı öfke sebebiyle istifa etti. Open isimli TV kanalına çıkan bakan[5], orada göz altına alınan mürettebat üyelerine atıfla, “kurban için yas tutanlar yanında bir de cinayetle suçlanan, düzgün bir hayatı olan, ücret karşılığı çalışan insanlar için yas tutanlar da var” demişti.

Sonrasında bu olay üzerinden Blue Horizon şirketine bağlı limanlarda eylemler yapıldı. Eylemcilerin birinin elinde taşıdığı dövizlerden birinde “Ölümlere alışmayalım” yazıyordu.[6]

İşte bence bugün asıl tartışılması gereken de Yunanistan’daki toplumsal ve politik altyapı dâhilinde ölümün normalleşmesi. Yaşanan olayın politik ve toplumsal etkisini anlamak için onu Yunan devletinin politik ve toplumsal düzeyde aldığı şekli meydana getiren dört temel yapısal faktör bağlamında analiz etmek gerekiyor. Daha da özelde şunu söylemek mümkün: Yunan devleti, işçileri zararlı ve ağır koşullara mecbur ederek, tam da Friedrich Engels’in bahsini ettiği “toplumsal cinayet”i işliyor.[7] İnkâr edilen şiddet görünmez oluyor, böylelikle şiddet, kurumların başvurduğu bir taktik olarak normalleşiyor.

2008 Sonrası Yaşanan Krizde Şiddetin Irksallaşması

Son on beş yıl içerisinde Yunanistan’da ırkçı şiddet daha da yoğunlaştı. Bu gelişme, temelde politik ve ekonomik değişimlerle yakından bağlantılı.[8] 2008’de dünya genelinde yaşanan resesyon sonucu Yunanistan, hem süresi hem de yol açtığı yıkımın ölçeği bakımından eşi benzeri görülmemiş bir ekonomik krizle yüzleşti. Avrupa Birliği ülkeleri içerisinde kriz en ağır darbesini Yunanistan’a indirdi. Ülke, en uzun ve en ağır krizle boğuşmak zorunda kaldı.[9]

Ardından, ülkede kamu harcamalarında kesintiye gidildi, kamudaki istihdam oranı düşürüldü, katma değer vergisi oranları artırıldı, sosyal yardımların miktarı azaltıldı, bunun sonucunda kitleler yoksullaştı, toplumsal huzursuzluk arttı, hükümet, muhalefet partileri ve sendikalar arasındaki politik gerilimler arttı, bunun sonucunda da politik ortam iyice istikrarsızlaştı. Bu bağlam dâhilinde göçmenlere yönelik olumsuz algı arttı. Yunan toplumunun büyük bir kısmı göçmenleri istilacılar, iş imkânları konusunda yarışan rakipler olarak görmeye ve onların Yunanlıların iş bulmasını zorlaştırdığını düşünmeye başladı. Bu görüş, halk nezdinde iyi yaygınlaştı.[10]

Altın Şafak, göçmenlere yönelik şiddetteki artışla birlikte büyüdü. Bu şiddet, fiziki saldırı, mülke saldırı, sözlü saldırı biçimleri aldı. Genelde Asya, Ortadoğu ve Afrika’dan Müslümanlara ve beyaz olmayan göçmenlere yöneltildi.[11] Ülkedeki politik yapılar ve kurumlar, şiddet kullanımını sürekli uyguladıkları üç söylemsel strateji üzerinden meşrulaştırdılar:

1. Göçmen karşıtı şiddetin sistemle alakalı niteliğini sürekli inkâr etme;

2. Olayları münferitleştirme;

3. Kötü muamele iddialarını şüpheli kılma.[12]

Ayrıca bu kurumlar, göçmenlere yönelik şiddetle ırkçılık arasındaki bağı koparttılar ve bu şiddeti göçün yol açtığı tehditlere yönelik bir cevap olarak gösterip meşrulaştırdılar. Göçmenin yol açtığı tehdit karşısında duyulan güvensizliğe ve korkuya tepki olarak takdim edilen şiddet olaylarına hoşgörüyle yaklaşıldı. Aynı zamanda bilhassa kriz dönemlerinde neoliberal hükümetlerin başvurdukları stratejiler devreye sokuldu ve göçmenler gibi marjinal kabul edilen gruplar hedefe konularak, bunların kendi içlerinde kaynaşıp örgütlenmelerine mani olundu.[13]

Yunanistan’da göçmenlerin sayısı arttıkça hükümetin mültecilere yönelik tepkileri ve göçmen eleştirileri de yaygınlaştı. 2019 seçimleri ardından iktidara gelen Yeni Demokrasi Partisi, göçü merkeze koyan, güvenlik meselesini temel alan dili yeniden devreye soktu, ayrıca eleştirileri savuşturma konusunda AB’nin katkı sunmadığı koşullarda, hükümet bu zafiyetten istifade etti.[14] Dahası hükümet, Türkiye’yle rekabet edecek kadar güçlü olduğu algısını muhafaza etmek ve suçu Türkiye’nin üzerine atmak için Türk karşıtı duygulara oynadı.

Son yıllarda Yunan ekonomisi büyüme işaretleri veriyor olsa da enflasyona ayarlanmış olan ücretlerin yerinde saydığını söyleyebiliriz.[15] Esasında ücretler, genelde fiyat artışları baz alındığında epey düştü. Emek piyasasında bu eğilim iyice güçlendi. İşverenler, yetersiz ücret ödendiği için çalıştıracak insan bulamadıklarını söylüyorlar. Yunan ekonomisinde, yiyecek hizmetleri, turizm ve inşaat gibi önemli sektörlerde birçok iş için insan bulunamıyor. Öte yandan, tüketiciler, fiyat artışlarıyla baş edebilmek için temel ürünleri daha az almak zorunda kalıyorlar.

Yunanistan, bugünlerde hukuki sorunlar da yaşıyor.[16] Örneğin hapishanelerde ve göçmen toplama merkezlerinde yabancılar, insanlık dışı muamelelerle ve zulümle yüzleşiyorlar. Ayrıca başka ülkelerden gelen insanlar, ırkçı polislerin saldırılarına uğruyorlar. Hükümet yetkilileri, göçmenlere ve mültecilere yönelik şiddet[17] olaylarını rapor ediyorlar.[18] STK’lar ve uluslararası örgütler, hükümetin polis saldırılarını[19] soruşturma konusunda yetersiz kaldığını, mültecileri zorla geri gönderdiğini, sorumlulardan hesap sormadığını söylüyorlar.[20]

Bu sürece paralel olarak, mevcut hükümet, polis sayısını epey arttırdı, bu artış üzerinden ülke, vatandaş başına düşen polis sayısı bakımından AB ülkeleri içerisinde dördüncü sıraya yükseldi.[21] Bu gelişme, hapishane nüfusunun yaklaşık yüzde 60’ının yabancılardan oluştuğu bir dönemde gerçekleşti.[22] Bu da bize ülkede hukuk düzeninin yerini ceza devletinin aldığını gösteriyor. Bu devlet, polisin gücünü kullanarak, marjinal ve dezavantajlı kişileri cezalandırıyor, kontrol altında tutuyor, böylelikle, “yabancı düşman”a karşı kamuoyunu rahatlatıyor.

Antonis’in öldürülmesinden birkaç gün sonra gemi mürettebatı arasında hâkim olan ırkçı yaklaşımları açığa vuran telsiz konuşmaları basına sızdı.[23] Bir yerde geminin kaptanı, sonradan Yunan olduğu anlaşılan söz konusu yolcuyu yabancı sandığını söylüyor: “Bileti olmadığını, esmer bir Pakistanlı olduğunu sandım. […] Dışarıda öylece oturuyor, sonra ikide bir yanıma geliyordu, ama bilet milet göstermiyordu. Bana sadece ‘seyahat edeceğim’ dedi.”

Ölüm ve İnkârı

Marx ve Engels, sermayenin sürekli büyümesinin doğası gereği öldürücü olduğunu, zira sermayedeki büyümenin işçi sınıfının daha da yoksullaşmasını gerekli kıldığını, bu sefaletin karşılığında kapitalist sınıfın kendisine servet biriktirdiğini görmüştü.[24]

Serveti büyütme arayışı, sermayenin daimi hareketini tayin eden şey. Bu hareket, mali döngüden daha fazlasını ifade ediyor. Kesintisiz çalışan bir toplumsal mekanizma olarak serveti büyütme çabası, işçilerin ölümünün dışsal sebebi değil. O, işlemekte olan bir öldürme süreci olarak anlaşılmalı.”[25]

Yunan toplumu, ölümlerin sıklıkla yaşandığı bir yer. Artık hapishanelerde insanlar daha çok ölüyorlar. Her bir ölümün ana sebepleri asla sorgulanmıyor. Mahkûmlar kendi canlarına kıysa bile kimse, bu tür olaylarla ilgilenmiyor.[26] Bu da ileride yaşanacak ölümleri önleyecek tedbirlerin alınmasına ve bu olaylardan ders çıkartılmasına mani oluyor.

Göçmenlerin kapatıldıkları gözaltı merkezlerinde durum farklı değil. 2021’de Macky Diabate isimli 44 yaşındaki Gineli adam, Kos adasında gözaltı merkezindeyken, birkaç gün tedavi talebinde bulunmasına rağmen gerekli cevabı alamadığı için, karınzarı iltihabı denilen, tedavisi mümkün olan bir hastalık yüzünden hayatını kaybetti. Bu tür durumlara ek olarak, bu gözaltı merkezlerinde tutulan göçmenlerin telefonları kurcalanıyor veya bozuluyor ki mevcut durumlarını belgeleyip kimseyle paylaşmasınlar. Bu da göçmenlerin avukatlarına gerekli hukuki belgeleri paylaşmalarına ve onların avukatlarından bilgi almalarına mani oluyor.[27]

Bir de tabii batan tekneler var. 14 Haziran 2023 günü Adriana isimli balıkçı teknesi, Pilos sahili açıklarında battı. Sonuçta 600’den fazla insan hayatını kaybetti. Hayatta kalanlar ve muhabirler, teknenin Yunan sahil koruma botuna bağlanarak çekildiğini söylüyorlar. Devlet, bu iddiayı yalanladı. Gerekli belgeler olmamasına rağmen, hayatta kalan insanların telefonlarına el konuldu.[28]

Hayatta kalanlarla yirmiden fazla söyleşi gerçekleştirildi. Mahkeme belgeleri ve sahil koruma müdürlüğündeki kaynakların sözleri incelendi. Böylelikle teknenin kurtarılma ihtimali varken böylesi bir çaba içine girilmediği, teknedekilere yardım edilmediği görüldü. Hayatta kalanların tanıklıklarının da ortaya koyduğu biçimiyle, Yunan sahil koruma memurları, tekneyi sahile çekerken onun batmasına sebep olmuşlardı.

28 Şubat 2023 günü bir de Yunan tarihinde görülmüş, en fazla ölümün yaşandığı tren kazasına tanık olundu. Kazada 57 kişi hayatını kaybetti. Soruşturmalar neticesinde yolcu treninin yanlış hatta geçmesine izin verilmiş, aynı hat üzerinde yük treni bulunduğuna dair işaretlere dikkat edilmemiş. İlkin çarpışmayı “trajik bir insani hata” olarak niteleyen başbakan, sonrasında çarpışma konusunda yaşadığı pişmanlığı dile getirdi ve uygun güvenlik tedbirleri uygulansaydı, kazanın yaşanmayabileceğini kabul etti.[29]

Yunan devleti, ayrıca göçmenlerle ilgili, onların canlarına kasteden bir dizi eyleme imza attı. Geri gönderme hamlesi, bunlardan biri. Devlet, bu hamle dâhilinde birçok göçmenin hayatını kaybetmesine neden oldu.

Bunun bir örneği, Ocak 2014’te Farmakonisi’de yaşandı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi konuyla ilgili önemli bir karara imza atarak, Yunan yetkililerini gerekli kurtarma operasyonlarını gerçekleştirmediği ve yaşanan üzücü olay sonrası soruşturmayı başlatmadığı, özellikle kurbanların ifadelerini almadığı sebebiyle mahkûm etti.[30] Önceki hükümet de bugünkü hükümet de geri gönderme uygulamalarına ısrarla başvuruyor ama bunu sonrasında inkâr ediyor. Bu inkâr, sistematik bir hâl almış olan inkâr kültürünün somut bir simgesi hâline gelmiş durumda.[31]

İhmal sonucu yaşanan fiziki ölümlerle yüzleşenler, daha çok işçi sınıfına mensup kişiler. Göçmenlerin tıkıldığı gözaltı merkezlerinde gerekli tedaviyi görmediği için ölenler de aynı ihmalin kurbanı. Hapishanelerde ve göçmen gözaltı merkezlerinde görülen intihar teşebbüsleri de aynı zincirin halkası.

Tren kazaları ve gemi kazalarında görüldüğü üzere devletin ihmali ölümlere sebep olabiliyor. Ayrıca devlet, geri gönderme eylemleri üzerinden ölümlere yol açıyor. Ayrıca devlete çalışan kişiler veya toplumsal kontrolü sağlamakla görevli kişiler uyguladıkları şiddetle ölümlere sebep olabiliyorlar. Antonis’in ölümü, bunun somut bir örneği. Yunan devletinin yarattığı, cinayetle sonuçlanan durumlar, bir yandan, olaylar arasında bağlantı noktası olarak iş gören inkâr halkasını bir biçimde içeriyor.

Bir Yunan kanalında verilen haberde, gemideki mürettebatın bir üyesinin yaşadıkları şeyi kimseye anlatmamalarını tavsiye ettiğine dair lafları işitiliyor: “Şunu aklınızdan hiç çıkartmayın: Duyduklarımızı, gördüklerimizi kimseye demeyeceğiz” diyor.[32]

Bu kaba şiddeti görünmez kılma stratejisi, gemi mürettebatının üyesinin yakalanma korkusuyla başvurduğu, tesadüfi veya tek seferlik bir şey değil. Bu strateji, toplumun kıyısında yaşayanları yönetme sürecinde Yunan devletinin başvurduğu, şiddeti sistematik bir biçimde inkâr etme tarzına işlemiş bir şey. Gemiye binmeye çalışan yolcunun yabancı (turist olması muhtemel bir tüketici değil de bir “toplumsal atık”, siyahî bir Pakistanlı) olduğundan şüphe edildiğinde dahi dizginsiz şiddet önce uygulanıyor, ardından inkâr ediliyor.

Yoksulları Öldürmenin Biyopolitikası

2015’te yaşanmış bir olayı anmak gerekiyor: aynı şirkete ait bir gemi, TV spikeri ve ünlüsü Eleni Menegaki’yi kırk dakika bekledi.[33] 7:50’de kalkması gereken gemi 8:30’da kalktı. Bu olay önemli bir meseleye işaret ediyor: devlet ve aygıtları, başkalarının hayatlarının heba olmasına izin veriyor veya bu insanları ihmal edebiliyor ama bazılarının hayatlarını de öncelikli görüyor.

Foucault, biyopolitika zemininde şunu söylüyor:

“Eskiden beri var olan birinin canını alma veya bir başkasının yaşamasına izin verme hakkının yerini başkasının hayatını gözetme veya ölümüne göz yumma yetkisi aldı.”[34]

Elitlerin çıkarlarını koruma ve bu çıkarların mevzi elde etmesini sağlama çabası, çoğunlukla istenmeyen ve/veya tehdit unsuru olarak görülen işçilerin ölüme terk edilmesini veya dışlanmasını içerir.[35] Foucault’nun tespitiyle, “öldürme eylemi, dolaylı cinayetin her türden biçimini, birini ölümle burun buruna getirmeyi, bazı insanların ölüm riskini artırmayı, politik ölümü, sınır dışı etmeyi, geri çevirmeyi vs. içerir. Başka bir ifadeyle, korumaya değer görülen insanlar, ancak istenmeyen veya tehdit olarak görülenlerin geri çevrilmesi veya ölüme terk edilmesi üzerinden savunulur.” Foucault devam eder:

“Öldürme eylemi veya öldürme zorunluluğu, ancak politik hasımlar karşısında elde edilen bir zaferle sonuçlandığında değil de türün veya ırkın gelişimine yol açması, biyolojik tehdidin yok edilmesini sağlaması durumunda kabul edilir bir şeydir.”[36]

Foucault’nun “öldürme” ile ilgili anlayışı, belirli canların dışlanması ve ölüme terk edilmesi üzerine kuruludur. Burada amaç, korumaya değer görülen canların korunmasıdır. Foucault’nun bu anlayışı, mevcut Yunan devletinin, birbiriyle bağlantılı biyopolitik mekanizmalarıyla birlikte, genelde işçi sınıfı, özelde mahkûmlar, göçmenler, cinsel[37] ve toplumsal cinsiyet azınlıkları gibi korunmaya değer görülmeyen bireyleri nasıl yok ettiğini anlamamız konusunda oldukça kıymetli bir zemin sunmaktadır.

Yoksulları Öldürmek

Yunan turizmi, ülke ekonomisinde önemli bir rol oynuyor. Turizm, gayrisafi yurtiçi hâsılasının yüzde 20’sini oluşturuyor.[38] Cennet gibi bir yer olarak takdim edilen Yunanistan’ın mevcut imajının aksine, özellikle son yıllarda ülkede sömürü giderek yoğunlaştı. Sömürünün yoğun olarak gerçekleştiği iş pratikleri ülkeye hâkim hâle geldi.[39] Bu sömürü düzeyi hukuk üzerinden meşrulaştırıldı.

Eylül 2023’te meclis iş kanunu çıkartarak, tam zamanlı çalışanların ikinci bir yarı zamanlı işe girmelerine ve belirli koşullarda günde 13 saat çalışmalarına izin verdi.[40] Bu kanun, aynı zamanda işverenlere gerektiğinde işçilerini haftada altı gün çalışma imkânı sunuyor. Buna ek olarak, işteki ilk yılı içerisinde çalışan, aksi kabul edilmemişse, tazminatsız veya uyarısız işten çıkartılabiliyor. Ayrıca kanun, deneme süresini altı aya çıkartıyor ve işverenlere çalışma şartlarını detaylı olarak aktarma zorunluluğu getiriyor. Bunun dışında kanun, grevler esnasında iş yerlerini işgal eylemlerini suç ilân ediyor. Grev esnasında başkalarının çalışmasına mani olanlara asgari altı ay hapis cezası ve 5.000 avro para cezası verilmesini öngören kanun, özünde grev hakkının zeminini zayıflatıyor.

İşçiler için avantajlıymış gibi takdim edilen[41] bu tür kanunlar, çalışma hayatı ile ilgili kazanılmış hakları gerçekte yüz yılı aşkın bir süre önce Marx’ın tasvir ettiği dönemdeki düzeye çekiyorlar. Yüz yıldır kapitalistleri “uzun soluklu sınıf mücadelesi”nin[42] sonucunda elde edilmiş, çalışma saatlerindeki kısıtlamaları ortadan kaldıracak yöntemler arayıp duruyorlar. Bu noktada kapitalistler şu tür bir yönteme başvuruyorlar: işçilerin günde toplam on saat çalışmasını ama bu çalışma sürecinin on beş saate yayılmasını zorunlu hâle getiriyorlar, böylelikle işçiler daha fazla zaman çalışmış oluyorlar, kanun da ihlal edilmemiş oluyor.[43]

Mevcut kapitalist yapılar dâhilinde belirli bireyler, temel insani ihtiyaçlarını karşılayamıyorlar. Simon Clarke’ın[44] da dile getirdiği biçimiyle, kapitalizm, “eşyanın üretiminin artı-değer üretimine, temellüküne ve birikimine tabi olduğu üretim sistemi olarak işliyor.” Böylesi bir düzende eşyanın imal edildiği süreç, o ürünlere fiiliyatta ihtiyaç duyulup duyulmadığından bağımsız bir biçimde işliyor. Sonuçta insanın esenliği ve refahı, en iyi hâliyle, kapitalizmde tali bir mesele hâline geliyor.

Bu gerçeğin en yalın hâlini Yunan turizminde çalışan işçilerin sefil ve sömürü üzerine kurulu çalışma koşullarında ve tabii ki Antonis’in ölümünde görebiliyoruz. Ekonomik zorluklar, turizmde çalışan mevsimlik işçilerin berbat koşulları kabul etmesine neden oluyor. Rodos adasındaki garsonlar bunun bir örneği. Adada garsonlar, müşterilerine bellerine kadar suyun içerisinde hizmet etmek zorunda kalıyorlar.[45]

Kötü çalışma koşulları, kötü barınma koşulları, gece vardiyaları, peş peşe iki vardiyada çalışma zorunluluğu, iki ya da üç işi birlikte yapma zorunluluğu, kayıt dışı çalışma, Yunan turizminde çalışma koşullarının temel özellikleri.[46]

Engels’in 1845’te İngiliz işçi sınıfı ile ilgili söyledikleri, bugün Yunanistan için de geçerli. Yunan devleti, işçileri ağır çalışma koşullarına mahkûm ediyor, işçileri kanunun gücünü kullanarak, kaçınılmaz son olarak ölümün eşikte beklediği berbat koşullarda çalışmaya zorluyor.

Mevcut iş imkânlarına kıyasla eldeki işgücü fazlasını ifade eden nispi artık nüfusla ilgili Marksist anlayış, Antonis’in ölümü ile Yunanistan’daki turizm sektöründe çalışan emekçilerin yüzleştikleri sömürü arasında bağ kurulabileceğini söylüyor.

Kapitalist sistemde artı-değer elde etme çabası topluma hâkim olan ana unsur. Bu çaba, toplumda merhametsizliği ve duyarsızlığı besliyor. Neticede zaman içerisinde bu hâl kanıksanıyor, yerleşikleşiyor, artı-değer biriktirme dürtüsü, kişilerin başkalarını araçsallaştırma eğilimlerini besliyor, sonuçta da araçsallaştırmayı temel alan yepyeni örgütlenme tarzları ortaya çıkıyor. Bu araçsallaştırma süreci, kapitalistlerin işçileri sömürmesini kapsayarak ilerliyor. İnsanlar, hedeflerine ulaşmak için başkalarını salt birer araç olarak görme ve o hâle getirme çabası içine giriyorlar.[47]

Beatrice Adler-Bolton’ın tespitiyle, “kapitalizm koşullarında çalışırsınız, bir ücret alırsınız, sonra da bir şeyler satın alabilesiniz diye size hayatta kalma hakkı verilir.”[48] Antonis, Yunan devletine ve kapitalist sınıfa kâr getirmediği için, bu hayatta kalma hakkını satın alamadı. Antonis’in denize itildiği an, simgelerle yüklü bir resim sunuyor. Antonis, finansal birikime mani olduğu için denize atılıyor, geminin yola çıkmasını, Yunan ekonomisinin işlemesini engellediği için öldürülüyor.

Bu koşullarda ihtiyaç duyulan bireyler, devletin ekonomiyi hızla büyütme potansiyeline yönelik birer tehdit olarak görülüyorlar.

Dead Kennedys grubunun 43 yıl önce söylediği şarkı bu tehdit algısıyla ilgili aslında. Alaycı ifadelerle yüklü şarkıda grup, dünyanın en zenginlerinden, ülkenin ilerlemesi önündeki tek engel olarak gördükleri yoksulları nötron bombasıyla öldürmelerini istiyor.[49]

Tasarruf tedbirleri sebebiyle gündelik hayat içerisinde neoliberalizmin dilinin hâkim hâle gelmesiyle birlikte, “sıradan yurttaşlar”, ihtiyaç sahibi kişileri kıymetli zamanlarını tüketen unsurlar olarak algılayabiliyorlar.[50] Fakirler, her şeyi ziyan eden kişiler olarak görülüyor ve bu kişilerin karşısına bireylere ve çevreye zarar veren sömürü koşullarından kâr elde edenler çıkartılıyor.[51] İnsan hayatı ve doğa karşısında kârı yücelten anlayışı benimseyenlerde her türden dışlayıcı tavır, başarı için gerekli olan hâkim görüşe uygun hareket edemeyenleri umursamama hâlinin tezahürü olarak iş görüyor.

Antonis, başarı için gerekli olan hâkim görüşe uygun hareket edemeyen insanlardan biriydi. Ölümü, kıyıya köşeye atılmış, yoksul insanlara yönelik genel yaklaşımın her yana yayılmış olmasının değil, son on beş yıl içerisinde Yunan politik ekonomisinde yaşanan, toplumsal cinayetin zeminini teşkil eden tasarruf tedbirleriyle, ırkçı şiddetle, çalışma hayatına yönelik reformlarla, hukuk düzenine yönelik büyük ihlallerle bağlantılı olarak yaşanan yapısal değişikliklerin bir sonucuydu.

Sonrası

“Arzuladığımız ülkeyi temsil etmeyen utanç verici bir olay bu” diyen başbakan Mitsotakis, Antonis’i denize atanların hak ettikleri cezayı alacaklarını söyledi.[52]

Oysa aslında bahsi edilen olay, bugünün Yunanistan’ındaki değerlerle ve önceliklerle gayet uyumlu bir olay. Muhtemelen suçu asıl işleyen kişi ceza alacak ve bir süre hapis yatacak. Böylelikle, başbakanının ceza talebi yerine getirilmiş olacak. Ancak böyle olsa bile adalet yerini bulmayacak. Çünkü yoksulları öldüren bir devlet, adil bir devlet olamaz.

Filippos Kurakis
8 Aralık 2023
Kaynak

[Filippos Kurakis, Yunanistan’ın Nafplion şehrinde Asliye Hukuk Mahkemesi’nde Ceza Hukuku ve Medeni Hukuk Hâkimi Muavini aynı zamanda Atina’daki Panteion Üniversitesi’nde Krimonoloji Bölümü doktora öğrencisidir.]

Dipnotlar:
[1] Ahmet Gençtürk, “Autistic man's drowning death after crew pushed him off Greek ferry shocks public, politicians”, 7 Ağustos 2023, AA.

[2] “Greek ferry passenger 'pushed to his death by crew”, 11 Eylül 2023, Youtube.

[3] “Blue Horizon”, 7 Eylül 2023, Youtube.

[4] Marina Rafenberg, “Greece shocked by death of ferry passenger pushed by crew member”, 22 Eylül 2023, Monde.

[5] “Greek minister resigns over death of ferry passenger allegedly pushed into sea”, 11 Eylül 2023, Guardian.

[6] Monde.

[7] Friedrich Engels, [1845] 2009. The Condition of the Working Class in England. Oxford: Oxford University Press.

[8] Anastasia Asimina Papageorgiou, Racist violence in Greece: mistakes of the past and challenges for the future, Essays in Honour of Nestor Courakis, Ant. N. Sakkoulas Publications, 2017.

[9] Örneğin bkz.: Matsaganis M (2018) “Making sense of the Greek crisis, 2010–2016”. Yayına Hz.: Castells M, Bouin O, Caraça J, Cardoso G, Thompson JB ve Wieviorka M, Europe’s Crises içinde. Cambridge: Polity, s. 49–69.

[10] Anna Bailey-Morley ve Christina Lowe, Public narratives and attitudes towards refugees and other migrants, Greece country profile, 2023.

[11] Human Rights Watch (2012) Hate on the Streets: Xenophobic Violence in Greece. New York: Human Rights Watch.

[12] Lena Karamanidou, “Violence against migrants in Greece: beyond the Golden Dawn”. Ethnic and Racial Studies, 39(11), 2016, s. 1-20.

[13] Leonidas Cheliotis, “Behind the veil of philoxenia: The politics of immigration detention in Greece”. European Journal of Criminology, 10(6), 2013, s. 739 – 740.

[14] Bailey-Morley ve Lowe, 2023, s. 20.

[15] Symela Touchtidou, “Cost of living soars in Greece despite economic recovery”, 15 Mayıs 2023, Euronews.

[16] ABD Dışişleri Bakanlığı, “2022 Country Reports on Human Rights Practices: Greece” State.

[17] “Pushbacks, detention and violence towards migrants on Lesbos”, 25 Mayıs 2023, MSF.

[18] Melissa Pawson, “‘It was hell’: asylum seekers and NGOs allege abuse in Greek detention”, 23 Şubat 2023, OD.

[19] ABD Dışişleri Bakanlığı, State.

[20] “Unwelcome Guests”, 12 Haziran 2013, HRW.

[21] “Police Officers in Europe”, 14 Aralık 2022, Landgeist.

[22] “Percentage of prisoners with foreign citizenship in the reporting country, 2020-2021”, Europa.

[23] Helena Smith, “Crew radio leak increases outrage over Greek ferry passenger pushed into sea”, 13 Eylül 2023, Guardian.

[24] Marx [1867] 1990, s. 799, aktaran: Nate Holdren, Social Murder: Capitalism’s Systematic and State-Organised Killing, in Marxism and the Capitalist State, 2023.

[25] A.g.e.

[26] Council of Europe, “Report to the Greek Government on the ad hoc visit to Greece carried out by the European Committee for the Prevention of Torture and Inhuman or Degrading Treatment or Punishment (CPT)”, 2 Eylül 2022, RM.

[27] Elisa Perrigueur, Vera Deleja-Hotko, Franziska Grillmeier, Katy Fallon, “Prisons in paradise: Refugees detentions in Greece raise alarm”, 22 Ekim 2021, Jazeera.

[28] “Disparities in Accounts of Pylos Shipwreck Underscore the Need for Human Rights Compliant Inquiry”, 3 Ağustos 2023, HRW.

[29] Helena Smith, “‘Greece has derailed’: tens of thousands of protesters ‘rage’ over train disaster”, 8 Mart 2023, Guardian.

[30] Human Rights Watch, 2022, “European Court Slams Greece Over Deadly Migrant Pushback”, HRW.

[31] Stavros Malichudis, “Pushbacks: Eternal Denial of the Greek Government”, 8 Haziran 2020, Solomon.

[32] Helena Smith, “Crew Radio”, Guardian.

[33] “Blue Horizon”, 6 Eylül 2023, Toc.

[34] Michel Foucault, The History of Sexuality, Cilt 1. (Penguin, 1998), s. 138.

[35] Michel Foucault, Society Must Be Defended (Çeviri: D. Macey) (Penguin, 2004), s. 256.

[36] A.g.e., s. 257.

[37] Zack Kostopulo’nun ölümü konusunda bkz.: Helena Smith, “Greek court acquits four police officers over death of LGBT activist”, 3 Mayıs 2022, Guardian.

[38] “Greek Tourism at a crossroad”, Haziran 2023, CEE.

[39] “Severe forms of Labour Exploitation”, 2014, FRA.

[40] “New labor bill voted in Parliament”, 22 Eylül 2023, Ekathimerini.

[41] A.g.e.

[42] Karl Marx, Capital: A Critique of Political Economy. Çev.: Ben Fowkes. Cilt I. Londra: Penguin Books, [1867] 1990, s. 395.

[43] A.g.e., s. 403.

[44] Simon Clarke, Marx’s Theory of Crisis. Londra: Macmillan, 1993, s. 281.

[45] “Waiter wading above waist into the sea”, 3 Temmuz 2023, Greece.

[46] “Tourism work being shunned”, 24 Mart 2023, Ekathimerini.

[47] Holdren, 2023, s. 2.

[48] Beatrice Adler Bolton, “Deaths Pulled From the Future”, 3 Ocak 2022, Substack.

[49] Dead Kennedys, “Kill the poor”, Youtube.

[50] Leandros Kyriakopoulos, “An ambience for indifference: On the ethics of exclusion and the Greek debt crisis. Proceedings of 3rd International Congress on Ambiances”. Eylül 2016, Volos, Greece, Cilt. 2, s. 655.

[51] “Greece Country Briefing”, 18 Şubat 2015, EEA.

[52] Ahmet Gençtürk, “Autistic man's drowning death after crew pushed him off Greek ferry shocks public, politicians”, 7 Ağustos 2023, AA.