31 Mart 2018

, ,

Hukukçuların Sosyalizmi


Ortaçağ’da hâkim dünya görüşü, esasen teolojikti. İçeriden bakıldığında, aslında mevcut olmayan Avrupa dünyasındaki birlik, hariçten, temelde Hristiyanlık eliyle, ortak düşman olan Müslümanlara karşı kurulmuştu.

Batı Avrupa dünyasının birliği, sürekli münasebet içerisinde gelişme kaydeden bir grup milletten müteşekkildi ve bu milletler Katoliklikle lehimlenmişlerdi. Söz konusu teolojik lehimleme, sadece fikirler düzleminde değil, gerçeklikte de varolan, sadece Papa ve onun monarşist merkezi değil, ayrıca her şeyin ötesinde, feodal içeriğe sahip, hiyerarşik olarak örgütlenmiş kilise bünyesinde de geçerli olan bir olguydu. Kilise, her ülkede toprağın üçte birine sahipti ve o, feodal örgütlenme dâhilinde muazzam bir gücü elinde bulunduruyordu. Feodaliteye has toprak sahipliği ile kilise, farklı ülkeler arasındaki gerçek bağı teşkil ediyordu. Kilisenin başını çektiği feodal teşkilât, seküler feodal devlet sistemini dinî mânâda takdis etme işlevi görüyordu. Bunun yanında, ruhban sınıfı yegâne eğitimli sınıftı, bu nedenle kilisenin dillendirdiği dogmalar, tüm düşüncelerin çıkış noktasını ve temelini teşkil ediyorlardı. Hukuk bilimi, doğa bilimleri, felsefe, özetle her şey, sahip olduğu muhteva, kilise öğretilerine uygun olup olmadığına göre ele alınıyordu.

Ne var ki feodalizm, kendi rahminde burjuvazinin iktidarını da büyütmekteydi. Büyük toprak sahiplerine karşı olan yeni bir sınıf ortaya çıkıyordu. Kentliler, ilk kez mal üretiyor ve bu malların ticaretiyle meşgul oluyorlardı, öte yandan da feodal üretim tarzı, ürünlerin sınırlı bir çevre dâhilinde, kısmen üreticilerce kısmen de feodal lord eliyle tüketilmesi üzerine kuruluydu. Feodalizmin kalıbına göre biçimlenmiş olan Katolik dünya görüşü, artık bu yeni sınıf ve onun tayin ettiği üretim ve mübadele koşullarına uygun değildi. Buna karşın söz konusu yeni sınıf, ulvi kabul edilen teolojinin zincirlerinden uzun süre kurtulamadı. On üçüncü yüzyıldan on sekizinci yüzyıla dek dinî sloganlarla yürütülen tüm mücadeleler ve yapılan tüm reformlar, teorik açıdan eski teolojik dünya görüşünü yeni sınıfın değişen ekonomik koşullarına ve hayat şartlarına uyarlamak adına, isyancı birer güç hâline gelen köylülerle kentlerdeki pleblerin ve burgerlerin tekrar tekrar ortaya koydukları çabalardan başka bir şey değildi. Gelgelelim bu uyarlama girişimi sonuçsuz kaldı. Din bayrağı, son kez on yedinci yüzyılda, İngiltere’de dalgalandırıldı ve ancak elli yıl sonra burjuvazinin klasik görüşü olan hukukî dünya görüşü, Fransa’da arz-ı endam etti.

Bu yeni dünya görüşü, teolojik görüşün sekülerleşmiş hâliydi. İnsan hakları, dogmanın ve ilahi hukukun; devlet de kilisenin yerini aldı. Eskiden kilise onay veriyor diye dogmanın ve kilisenin eliyle yaratılmış olarak kabul edilen ekonomik ve toplumsal koşullar, artık hukuk üzerine kurulmuş, devlet eliyle yaratılmış şeyler olarak görülüyorlardı. Emtianın toplum genelinde mübadele edilmesi ve bu mübadelenin eksiksiz gelişimi, bilhassa avans ve kredi sayesinde, karmaşık bir nitelik arz eden, karşılıklı sözleşmeye dayanan ilişkiler doğurduğundan, dolayısıyla, genel düzlemde sadece toplum tarafından belirlenebilen, uygulanabilir kurallar talep ettiğinden, yani hukukun ölçütleri devlet eliyle belirlendiğinden, bu hukukî ölçütlere kaynaklık edenin ekonomik olgular değil, devlet eliyle teşkil edilmiş resmî nizam olduğu düşünüldü. Özgür emtia üreticilerinin temel ticaret biçimi olan rekabetin en büyük eşitleyici olduğu düşüncesiyle burjuvazi, ana şiar olarak “hukuk önünde eşitlik” şiarını benimsedi. Bu yıldızı yeni yeni parlayan sınıfın feodal lordlara ve o dönemde kendisini koruyan mutlakiyetçi krallara karşı verdiği mücadele, her türden sınıf mücadelesi gibi, bir politik mücadele, devlete sahip olmak için verilecek bir mücadele olmak zorundaydı ve o, hukukî görüşün güçlendirilmesine katkı sunan hukukî talepler adına verilmeliydi.

Fakat burjuvazi, kendisine karşı olan eşini, bununla birlikte, politik iktidarı tümüyle ele geçirmeden önce patlak vermiş olan yeni sınıf mücadelesini üretti. Nasıl ki kendi döneminde burjuvazi, asillere karşı mücadelesinde bir süre teolojik görüşü geleneğin dayatması sonucu peşinden sürüklemişse, proletarya da ilk başta hasmının hukukî görüşünü sahiplendi ve burjuvaziye karşı kullanacağı silâhları o görüş üzerinden üreteceğini düşündü. Proleter partinin ilk unsurları ve teorik temsilcileri, tümüyle hukukçuların belirledikleri “hukuk zemini”nde hareket ettiler, aradaki tek fark ise bunların burjuvazinin “hukuk zemini”nden farklı bir zemin teşkil etmiş olmalarıydı. Bir yandan eşitlik talebinin kapsamı genişletildi, öyle ki haklarla ilgili eşitlik, ancak toplumsal eşitlik üzerinden tamama erdirilebilirdi. Bir yandan da Adam Smith’in emeğin tüm zenginliğin kaynağı olduğu, ama emeğin ürettiği ürünün toprak sahibi ve kapitalistle paylaşılması gerektiği önermesi üzerinden, bu paylaşımın ya ortadan kaldırılmak ya da işçi lehine değiştirilmek zorunda olduğu sonucuna ulaşıldı. Fakat bu soruyu sadece hukukçuların belirlediği “hukuk zemini”nde ele almak, burjuva kapitalist üretim tarzının, yani geniş ölçekli endüstriye dayalı üretim tarzının ortaya çıkarttığı kötü şartların ortadan kaldırılmasını asla mümkün kılmadığına dair hissiyat, o dönemde ilk sosyalistler Saint-Simon, Fourier ve Owen gibi büyük ve akıllı isimleri hukukî-politik sahayı tümden terk edip politik mücadelenin bütünüyle nafile olduğunu söylemeye itti.

Ekonomik şartların ortaya çıkarttığı, işçi sınıfına ait kurtuluş arzusunu tümüyle benimsemek ve güçlü bir dille ortaya koymak konusunda yukarıda aktarılan iki görüş de aynı ölçüde kifayetsizdi. Emeğin ürettiği tüm ürünlerin talep edilmesi ve aynı şekilde eşitlik talebi, ayrıntılı bir biçimde hukuk düzleminde formüle edildiği sürece, çözüme kavuşturulması mümkün olmayan çelişkiler içerisinde kaybolup gitmeye neden oluyordu. Oysa burada asıl mesele, üretim tarzının dönüştürülmesi idi. Büyük ütopyacılar, politik mücadeleyi redde tabi tuttuklarında, aslında aynı zamanda sınıf mücadelesini, yani o ütopyacıların temsil ettikleri çıkarların sahibi olan sınıfın yegâne faaliyet biçimini de redde tabi tutuyorlardı. Her iki görüş de varlıklarını borçlu oldukları tarihsel arka plana yabancılaşıyorlar, sadece hislere sesleniyorlardı: bazı ütopyacıların meselesi adalet hissine, bazılarınınki de insanlık hissine seslenmekti. İki görüşün sahipleri de taleplerini, neden bin yıl önce veya bin yıl sonra değil de o içinde bulunulan ânda gerçekleşmesi gerektiğini kimsenin izah edemeyeceği, dindarlara has arzular biçimine sokup dillendiriyorlardı.

Feodal üretim tarzının kapitalist tarza evrilmesiyle üretim araçlarına sahip olma imkânından mahrum kalan ve kapitalist üretim tarzının meydana getirdiği mekanizma üzerinden nesilden nesle aktarılan mülksüzlük hâli dâhilinde durmadan yeniden yaratılan işçi sınıfının, burjuvazinin sebep olduğu hukuk temelli yanılsamada hayat koşullarını tüm teferruatıyla dile getiren bir ifadeye kavuşması imkânsızdı. İşçi sınıfı, hayat koşullarını, kendi bütünlüğü içerisinde, ancak gerçekliğe hukuk boyasına daldırılmış gözlük camları olmadan baktığında bilebilecekti. İşte Marx, tüm insanların hukukî, politik, felsefî, dinî ve diğer türden fikirlerinin, son tahlilde hayatın dayandığı ekonomik koşullardan, üretim tarzından ve ürün mübadelesinden türediğine dair kanıtı sunan materyalist tarih anlayışı ile işçi sınıfına katkı sundu. Böylelikle Marx, hayat koşullarına ve proletaryanın verdiği mücadeleye uygun düşen dünya görüşünü temin etti; Mülksüz olan işçilere yakışan, onların kafalarında tek bir yanılsamanın bile olmamasıydı. İşte bugün bu proleter dünya görüşü tüm dünyaya yayılıyor.

Friedrich Engels
1887
Kaynak

29 Mart 2018

Hayat Bir İmtihan


“Hayat bir imtihan” denilir hep. Bu söz, en fazla, son on beş yıldır Türkiyeli Müslümanlar için geçerli. AKP’den daha ağır bir imtihan mı olur?

AKP’nin iktidara geldiği ilk gün, Müslümanların kolu kanadı kırıldı. Politik iddialar geri çekilmek zorundaydı. Nimetin musibet olduğu görülmedi. Bugünse her gün kafasına vuruluyor, her gün aşağılanıyor ve Müslüman, gıkı çıkmayacak hâlde. Çıkan ses de AKP’ye bağlı, ipotekli, mahpus.

Bir haberde[1] Afrika’dan bir diyalog aktarılıyor: Bir gence “Müslüman mısın?” diye soruluyor, genç de “ne Müslüman’ı, ben fakir miyim?” diye cevap veriyor. Yazıyı kaleme alan Müslümansa, İslam’ın fakirin dini olmasından rahatsız ve bu imajı değiştirmek için kolları sıvamak gerektiğinden, Afrikalılara su kuyuları yapmaktan söz ediyor. İyi huylu misyonerlik, salih amel olarak emperyalizm öneriyor neticede.

İşte AKP döneminde sola işmar eden Müslüman siyaset örneklerinin arkasında da benzer bir fikir ve ruh hâli var. Sola meyil, lüks caddelere, kültür merkezlerine, burjuva dünyasına yönelmenin bir tezahürü aslında. Dertleri, asla fakir fukara değil. Sinema, edebiyat, şiir üzerine kurulu sohbetler ve yazılar, bu yönelimin birer ürünü. Sınıf atlamak veya atladıklarını göstermek istiyorlar, hepsi bu. Dünyalarına Afrika bu şekilde dâhil olabiliyor ancak.

İslam, dili peltek olan köle Bilâl’in dini olamaz zira! AKP, işte bunu gösterme imkânı verdi, ne mutlu! Otuzlarda soyut bir Türk kurgusu ile İslam, Arap uydurması, aşağılık bir kavmin zırvası olarak görüldü, gösterildi.

Kimi dinî yönelimlerdeki milliyetçi ton biraz kazındığında, ardında bu var. “Biz daha iyi Müslümanız” gösterişi, biraz da bu ırkçılığın bir tezahürü. “Daha iyi Müslüman” gösterişçiliğinin yaldızı kazındığında İslamsızlık ışıl ışıl parıldıyor. Tasavvufî lafızlar, “İslam asıl Türk’ün fıtratına uygundur” sözleri, bu ırkçılıktan neşet ediyor aslında. Namık Kemal Zeybek, Yaşar Nuri gibi isimlerle yan yana düşmek, bu yüzden tesadüf değil. İslam’ı Arap olduğu için aşağılayanlar, önce ne idüğü belirsiz bir fikrî âlem kuruyorlar.

Dolayısıyla, bugün tabii ki İhsan Hoca’ya[2] omuzdaş olmak gerek ama eleştiriyi de eksik etmemek şart. “Baskı görüyor” denilerek baskı şahsiymiş gibi davranılamaz.

Onda devlet içre bir tür liberalizm var. Siyasetle fukara zaviyesinden ve seviyesinden ilişki kurmak, zûl kabul ediliyor. “Fukaranın dini İslam” algısından rahatsız olunup sola dümen kırılıyor. Ayrıca sola yerleşip onu da fukaradan uzaklaştırmaya dönük adımlar da atılma imkânı bulunuyor. Bu tebliğ çalışmasında, bilhassa AKP döneminde solcularla Müslümanlar arasında kurulan irtibatta, hep bu gerekçe gündemde: irtibat, ya fukaradan uzaklaşıldığı ya da fukaradan uzaklaşmak için sağlanıyor.

İhsan Hoca, fukaraya seslenmiyor ve özünde hep “iyi-kötü” gibi ahlâkî, yüzeysel bir ayrım üzerinden düşünerek, “ben iyi hocayım” diyor birilerine. Ama sonuçta o da dinî söz, dine dair yazı pratiği üzerinden geçimini sağlıyor. Ve bu onun sorunu da değil. Seküler düzenin dayattığı şizofreniyi ve çift dilli-çift dinli hayatı o da yaşamak zorunda. Suya sabuna dokunmayan bir din kurgusunu daha iyi kim satıyor, yarış bununla ilgili.

Hoca, fukaraya seslenmediği gibi, fukaradan da konuşmuyor. Siyaset ve teori ile ilişkisini CHP tabanında görülen türden, bir tür haset ve kibir üzerine inşa ediyor. Bir adım geri çekilip neler yaşandığına bakmıyor. Kendisinden çıkan sözlerin nereye gittiğini, menzilini hiç düşünmüyor. Eleştirilerini bireysel düzeyde kaleme alıyor, o konuların toplumsallığını-tarihselliğini hiç ciddiye almıyor. Bu mânâda dönüşüme kapalı, dönüşümü kapatmak için var. Hep bir Twitter mesajı ile ve onun kadar düşünme hâli mevzubahis hocada. Bu hâl de ancak küçük burjuvaya has hasede ve kibre tabi. Dönüşümü kilitleyen de bu haset ve kibir siyaseti.

Sekülerlik, dini kişiye, özel alana hapsediyor, dinin toplumsal-tarihsel iddiaları bir bir budanıyor, iğdiş ediliyor. İlk açıklamalarında “İslam, seyirlik bir müsamereye, kültürel bir renge dönüşüyor, ben bu duruma son vermek için geldim” diyen İhsan Hoca, bu dönüşüme katkı sunmakla meşgul bugünlerde. Hem İslam’ın her şeyden ve herkesten el etek çekmesini istiyor hem de sıfırdan inşa edeceği dinin hayata müdahale etme imkânlarını ortadan kaldırıyor. Elde var sıfır… Liberalizm, kendi bindiği dalı kesiyor, üstelik bunu bilerek yapıyor. O, fukaranın kudret mücadelesine son vermek için var zira.

İhsan Hoca, biraz Prudoncu laflar ettiğinde baş tacı ediliyor, ama hep küçük burjuva sularda geziniyor neticede. Ona haset edilip kızılmasının bazen de onun göklere çıkartılmasının sebebi burada. Devlete küsüp, bugün devlet katında oturanlara haset ederek bir yere varılmıyor.

Hoca’nın dediğinin aksine, Emevi ve Abbasi dönemlerinde devlet karşıtı, muktedirleri rahatsız eden, kimi zaman onlara kök söktürmüş İslamî bir dinamik var zaten. Onu sıfırdan kuracağını, peygamber, mehdi veya imam olabileceğini düşünen İhsan Hoca, her küçük burjuva gibi aidiyetle değil mülkiyetle düşünüyor. O tarihin adsız bir parçası, ilmeği olmayı kendisine yakıştıramıyor. Bu nedenle tarihi basit bir hikâyeye indirgiyor, toplumu bireyi aşan bir fazlalık olarak görüyor.

Siyaset, bugün askerî bir teknik olarak sis perdesi üzerinden ilerliyor. Çeşitli momentlerde içeride veya dışarıda bir hamle yapılacaksa, o hamle gizlensin, fazla göze batmasın, tartışılmasın diye ortalık yere sis bombaları atılıyor. Bazen Fethullah kaynaklı olan bu bombalar sayesinde hamleler, manevralar, yönelimler, makas değişiklikleri gözden kayboluyor.

Kitlelerin siyasete dâhil edilmesinin tehlikelerinin farkında olan burjuvazi, her zaman olduğu gibi, siyaseti özel bir uğraş derekesine indirgiyor. Aslında İslam’ın özel alana hapsinde de temel dert bu: kitleleri eylem ve dönüşüm alanından uzak tutmak, denizi yaracak asayı daha baştan kırmak, buruna kaçacak sineği önceden öldürmek.

Yani İhsan Hoca, dini Kerbela’dan başlayarak güncellese ne olur güncellemese ne olur, kamudan, genelden, toplumdan, hayattan soyutlandıktan, bireysel ve özel bir şeye kapatıldıktan sonra. Bu laf ancak, Kerbela’ya bağlılığı, Ali yolunda olmayı, yolu, erkânı çöpe atmış Avrupalı mülteci eski Alevi, yeni solcu kişilere sıcak gelebilir. Onun dışında bir anlamı yok.

Sola demişler ki “her seferinde dinle ilgili bir başlık açacağız, bir şeyi gündeme getireceğiz, siz de oradan yürüyün işte, bu dönemi böyle idare edin”. Onlar da buna göre varoluyorlar, o taktiklerin, hamlelerin, manevraların, makas değişikliklerinin gizlenmesine katkı sunuyorlar. Örümcek bağlamış kitap raflarından bir yaprak indiriliyor, bir yerde bir âlimin dediği söz piyasaya çıkartılıyor, yaygara kopuyor, hem devletin hem de laiklerin gönlü hoş tutuluyor. Maalesef İhsan Hoca, bu oyunun parçası.

Çirkin olduğu düşünülen bir Suudi âlim de bölge düzeyinde bu şekilde kullanılıyor. Aynı âlimin “aç kalınca kadınınızı yiyebilirsiniz” fetvası verdiğini duyabiliyorsunuz, ama aynı zamanda İsrail’i sahiplenen bir açıklamasını da okuyabiliyorsunuz. Nasıl oluyorsa bu âlimin “kadın eti yiyin” fetvasını “ifşa eden” de İsrail siteleri! Yerli ve milli düzeyde benzer hikâyelere, özellikle son yıllarda sıklıkla rastlıyoruz.

Bu tür hamlelerin dünyasında İhsan Hoca, teorisi ve pratiğiyle, hem fukara Müslüman mahalleye girilmesine izin vermiyor hem de o mahalleye sınıf atlama imgesini ve imkânını satıyor. “Biz fakir değiliz ki Müslüman olalım” diyen “Afrikalı” gençler yetiştiriliyor. İslam, fukaranın mücadelesinden, mücadele İslam’dan, fukara mücadeleden çalınıyor.

İnsanın başına bir sıkıntı geldiği zaman bize yalvarır. Sonra katımızdan ona bir nimet verdiğimiz zaman: “Bu bana bilgimden dolayı verilmiştir” der. Hayır, bir imtihandır; fakat çokları bilmezler.” [Zümer:49]

İmtihan, “güç, direnme, dayanışma gerektiren, sonucunda tecrübe kazandıran zor bir durum” anlamına gelen bir kelime. Güce, direnmeye ve dayanışmaya karşı olanlar, “her türlü üstünlüğüm bilgimden ötürü” demeye mecburlar. Bilgisini sermaye etmiş olanlara sekülerlik ve ateizm satmak çok kolay ama bu, asla çıkış yolu değil.

Başka hayat mücadelesi de o güce, direnişe ve dayanışmaya muhtaç. Devlete küsüp sıfırdan din kuran liberallerin anlayabileceği bir şey değil bu. O liberallerin baskı karşısında parlayan yıldızlarına da aldanmamak gerek.

Eren Balkır
29 Mart 2019

Dipnotlar:
[1] Haşim Akın, “200 Nüfuslu Köyde 6 Kiliseye Karşı Bir Mescid”, 08 Mart 2018, Dünya Bizim.

[2] Remzi Budancır, “İslam’ın Güncellenmesine Kerbela’dan Başlanmalı”, 17 Mart 2018, Artı Gerçek.

,

İsrail’in Irk Ayrımcılığı Haftası


İsrail’in Irk Ayrımcılığı Haftası (IAW) 2018’de altı kıtada 33 ülkede 150’nin üzerinde etkinlik gerçekleştiriliyor. Bu yılın temasının merkezinde 1948 tarihli Nekbe’nin 70. yıldönümü duruyor. Nekbe, 750.000’den fazla Filistinliyi planlı bir şekilde sürgün edip Filistin’de sadece Yahudi çoğunluğa ait bir devlet kurma girişimini ve ona karşı halkın tüm yaratıcılığıyla gösterdiği direnişi ifade ediyor. Bu yılki İsrail’in Irk Ayrımcılığı Haftası’na nasıl iştirak edip ona nasıl destek sunabileceğini öğrenebilirsiniz.
Bu yıl, 19 Şubat- 17 Nisan arasındaki dönemde bir dizi etkinlik düzenleniyor.
New York’tan Ramallah’a, Yeni Zelanda’dan Güney Afrika’ya, Paris’ten Tayland’a halk, öğrenciler, aktivistler, sendikalar, dayanışma grupları etkinlikler örgütlüyor. Bu etkinliklerde halkı İsrail’in ırk ayrımcısı bir devlet olduğu konusunda bilgilendiren çalışmalara yer veriliyor. Hayatın birçok noktasında Filistinlilere ayrımcılık uygulayan devlete karşı düzenlenen bu etkinliklere katılanlar, Filistinlilerin hakları için tüm dünya genelinde faal olan ve giderek büyüyen BDS hareketinin parçası olarak canlı ve etkin kampanyalar yürütüyorlar.
Boykot, Tecrit, Yaptırımlar (BDS) kampanyaları, Güney Afrika’da ırk ayrımcılığının ifşa ve mağlup edilmesinde önemli bir rol oynamışlardı. Bu tür kampanyalar, İsrail’in ırk ayrımcılığına ve askerî işgaline son verme noktasında da ciddi bir katkı sunacaklar.
Peki siz ne yapabilirsiniz:
IAW internet sitesine bakıp yakınınızda gerçekleştirilen bir etkinliği tespit edebilir ve ona katılabilirsiniz.
Bize kayıt yaptırın ve bizimle olun! Planladığınız bir etkinlik varsa kayıt olarak bizi bilgilendirin, biz de etkinliğinizin duyurusunu yapma konusunda size yardım edelim.
Bir etkinliğe katılıyor veya bir etkinlik organize ediyorsanız, Twitter’da #IsraeliApartheidWeek etiketini kullanın. Dolaşımda olan diğer bir etiket de #70yearsResistingNakba [Nekbe’ye Yetmiş Yıldır Direniliyor]. Hafta boyunca tanık olunacak yaratıcılığın ve ortaya konulacak gücün paylaşılmasına katkı sunun.
Twitter’da IAW etkinliklerini şu adresten takip edin: @apartheidweek.
Haftaya yönelik etkinliklerin belgelenmesi, duyurulması ve öne çıkartılması amacıyla yüksek kaliteli fotoğraflarınızı bize gönderin. Etkinliğe ait bir açıklama notu ile birlikte fotoğraflarınızı şu eposta adresine de gönderebilirsiniz: iawinfo@apartheidweek.org.
Etkinliklere katılın ve BDS hareketinin inşasına birlikte devam edelim!
Filistin Ulusal BDS Komitesi
1 Mart 2018
, ,

İran’a Savaş


İran’a Savaş Açılmasına Nasıl Mani Olunur?
Trump’ın Açacağı Savaşı Boşa Düşürme Noktasında
İranlıların Yapabilecekleri On Şey
Kendi vatanlarını hedef alan o küstah savaş çığırtkanlığı karşısında ulusların elleri kolları tümüyle bağlı mı? Sıradan insanlar, kendilerini yöneten devletten bağımsız olarak, bugün aklî dengesi bulunmayan bir genelkurmay tarafından komuta edilen ABD militarizminin kendilerini bombalamaya başlamasından önce onu şeytanileştirmek suretiyle savaşa mani olmak, en azından onu güçleştirmek için bir şeyler yapabilirler mi?
2001’de Afganistan’ın, ardından 2003’te Irak’ın ABD öncülüğünde işgal edilmesi, yıkıma uğratılması ve istilası ile alakalı olarak yürütülen hazırlık aşamasını hatırlayanlar, tüm ulusların savaşı kötülemenin, bir ülkenin bombalanmasından önce atılacak ilk adım olduğunu biliyorlar.
O tarih, bugün acilen adım atılması gerektiğini söylüyor bizlere. Trump’ın bir savaşa ihtiyacı var ve tüm göstergelerin ortaya koyduğu biçimiyle, asıl ve en kolay hedef İran. Trump Çin’le, Rusya’yla hatta Kuzey Kore’yle bile savaşamaz. Tüm o zorbalar gibi Trump da kolay kazanacağı bir hedef seçiyor kendisine.
İran’la savaş, Trump’ın getirdiği “Müslüman yasağı”nı meşrulaştıracak, yabancı düşmanı kitlesini besleyecek, ülke içerisinde uyguladığı zulmün görülmez olmasını sağlayacak ve her türlü direnişin, eleştirel düşüncenin ve sivil muhalefetin hoşgörüsüzlükle karşılandığı, ihanetle eşitlendiği bir olağanüstü hâlin oluşmasını mümkün kılacak, Müslümanların fişlenmesi hatta enterne edilmesini kimse yanlış bile görmeyecek.
Aşağıda, halk olarak İranlıların ülkelerine yönelik olası bir savaşı boşa düşürmek için yapabilecekleri on şeyi sıralıyorum. Burada her ne kadar sadece Trump’ın savaş çığırtkanlığının en açık hedefi olduğunu düşündüğüm İran’a odaklansam da aynı fikirler, Trump’tan önce varolan ve ondan sonra da hükmünü sürdürecek olan Amerikan militarizminin hedefi olabilecek başka ülkeleri kapsayacak şekilde de dillendirilebilirler.
Ulus Kavramını Tekrar Sahiplenin
Her şeyden önce ulusu yöneten “devlet”ten uzakta, “İran” terimini tekrar sahiplenin.
Hâlihazırda diplomasi ve gazetecilik sahasında başvurulan dil dâhilinde “İran, hem ulusu hem de onun üzerinde hak iddia eden devleti” ifade ediyor. Bence bu yanlış bir eşleştirme girişimi.
Bir gösteren olarak “İran” terimi, İran halkına aittir. Şu anda varolan veya değil, devlet ise ona yapılan bir ilavedir.
Civarındaki tüm devletler gibi “İslam Cumhuriyeti” de bugün diğer her bir ülkede aktif olan tüm o yumuşak ve sert gücüyle bölgenin jeopolitiğinin ayrılmaz bir parçasıdır.
Türkiye’den İran’a, oradan on bir Arap devletinin içinde yer aldığı koalisyonun başını çeken Suudi Arabistan’a kadar birçok devlet, kendi sınırları dışında askerî faaliyet içerisindedir.
Türk, İran ve Arap ulusları, kendi devletlerinin kurdukları tuzağa düşmüşlerdir ve diplomatik, askerî operasyonlar konusunda hiçbir kontrole sahip değillerdir.
Devletler, husumetlerini sürdürmeye çalışırlar ama uluslar, liderlerinin aldıkları kararların bedelini öderler. Ülkenin adına yeniden sahip çıkmak ve o adın askerî saldırıya yönelik ilk adım olarak suiistimal edilmesine izin vermemek gerekmektedir.
İkinci olarak: İran’da “rejim değişikliği” talep eden, Şah’ın oğlu Rıza Pehlevi ve Halkın Mücahitleri’nin başını çektiği sürgündeki muhalefet içerisinde bulunan hainleri mahkûm edin.
Bu isimler, İran içinde zerre meşruiyete sahip değillerdir. İslam Cumhuriyeti’ne körü körüne nefret etmekte olan bu güçler, için bir halk olarak İranlıların başına ne geleceğinin bir önemi yoktur. O nefret, kategorik olarak İran’la alakalı her türden meşru eleştiriden farklı bir meseledir.
Ülke dışında yaşayan ve kesinlikle her türlü itibardan mahrum olan bu isimler, İran halkını asla temsil etmemektedirler.
Üçüncü olarak: dış müdahaleye ve ülke içerisindeki zulme birlikte, aynı anda karşı çıkan ve ülke içerisinde faal olan meşru muhaliflere kulak verin.
Bu güçler, savaşı mahkûm etmek ve özgürlükler konusunda talepler dile getirmek için harekete geçmelidirler. Onların ABD’nin İran’a açacağı olası savaşa karşı aktif olarak yürütecekleri muhalefet, ülke içerisinde, bölgede ve tüm dünyada ciddi bir makes bulacaktır.
Dördüncü olarak: bir ülke ne kadar demokratikse, ABD ve müttefiklerinin askerî işgale girişme ihtimali de o ölçüde azalacaktır.
Afganistan’daki ve Irak’taki rejimler, demokratik bir meşruiyete sahip olsalardı, o kadar kolay şeytanileştirilemeyecek, istila edilip yok edilemeyeceklerdi.
İranlılar, demokratik bir ülkede yaşamıyorlar. Hameney’in baskılarına ve Trump’ın savaş çığırtkanlığına birlikte eleştiri yönelten tek bir gösteri bile düzenleyemiyorlar.
Gene de İran halkının demokratik iradesini iktidardaki mollaların belirlediği dar sınırlar dâhilinde ortaya koyma noktasında önemli bir güce dönüştüğü, dönem dönem yapılan cumhurbaşkanlığı ve meclis seçimlerine katılmayı bir alışkanlık hâline getirdiğini unutmayalım.
Meclis seçimleri, hem savaş karşıtlığının hem de demokrasi talebinin ortaya konulduğu bir sahneye dönüştürülmek zorunda. Seçimlere katılmanın veya onu boykot etmenin bir önemi yok burada. Seçimler, dünyaya ABD ve Avrupa’nın gerçekleştirmek istediği “rejim değişikliği”ne karşı olunduğunun ortaya konulduğu bir sahne hâline gelebilmeli.
Beşinci olarak: dünyaca ünlü İranlı yönetmen Asgar Ferhadi ve aktris Terane Alidusti, Trump’ın Müslüman yasağını kınadı ve Oscar adayı Satıcı isimli film için törene katılmayacaklarını söyledi.
Cesur ve akıllıca bir hamleyle Londra’nın Müslüman belediye başkanı Sadık Han da ödüllerin verileceği gece, 26 Şubat’ta Ferhadi’nin filmini Trafalgar Meydanı’nda göstereceğini açıkladı. Gösterime on bin civarında insanın katılması bekleniyor, hatta gösterim öncesi İngiliz yönetmen Mike Leigh konuşma yapacak.
Bu ve benzeri beynelmilel ortamlarda İranlı sanatçılar, aydınlar ve İranlı olmayan meslektaşları, İran’a yönelik savaşı mahkûm edebilirler.
Sınır Tanımayan İran
Yapılacak altıncı şey şu: sürgündeki aydınlar, ekonomik tedbirleri ve savaş ihtimalini şiddetle eleştirmelidirler.
Onlar, Irak işgali için yolu açma noktasında ABD’nin elindeki propaganda mekanizmasının sürgündeki Iraklı aydınları nasıl kullandığını ve onları nasıl suiistimal ettiğini asla unutmamalıdırlar.
İktidardaki rejim konusunda kaygılar taşıyor olsalar da ve bu kaygıların sayısı çok olsa da asıl önemli olan vatanın toprak bütünlüğüdür ve halkın fizikî esenliğidir.
Yedinci olarak: ABD’de farklı sektörlerde çalışan, öne çıkmış İranlılar, sosyal sermayelerini devreye sokup senatörlere ve temsilcilere seslenmeli, tedbirlere karşı çıkmalı, İran’a yönelik savaş çığırtkanlığının karşısına dikilmelidirler.
Bu noktada ABD’deki İranlıların Trump’ın başkan olmasından günlerce önce Temsilciler Meclisi Üyesi Alcee Hastings’in gündeme getirdiği, “İran’a Karşı Güç Kullanımı Yetkisi ile İlgili Karar”ın içeriğini öğrenmeleri gerekiyor.
Ayrıca aynı kişinin İran’a yönelik askerî harekâtın yolunu açmak için neler yaptığını ve bu sürece nasıl karşı konulacağını bilmek zorundalar.
Sekizinci olarak: ülke dışındaki İranlılar, tüm dünyada gerçekleştirilen savaş karşıtı eylem ve gösterilere iştirak etmeli ve savaş karşıtlarının seslerine ses katmalılar. Alışkanlık hâlini almış memleketçilikten kurtulmalı, dünya genelinde mevcut olan savaş karşıtı kültürü edinmelidirler.
Dokuzuncu olarak: ABD’deki İran toplumunun oynaması gereken, nispeten daha önemli bir rolden söz etmek gerekiyor. ABD’deki İranlılar Trump’ın iç ve dış siyasetini hedef alan gösterilere katılmalılar. Eğer İran’a savaş açılması ihtimali konusunda endişelere sahiplerse aynı şekilde Trump’ın çevreye karşı açtığı savaşa, Kızılderililerin toprak haklarına saldırmasına, seçmenlere yönelik baskılarına, göçmenlere uyguladığı zulme, Wall Street’i kuralsızlaştırmasına, kamusal eğitim ve sağlık hizmetlerine yönelik saldırılarına da aynı ölçüde karşı çıkmalıdırlar.
Onuncu husussa şu: bu adımların hiçbirisi pratikte savaşa mani olamasa da Amerikan militarizmini her türden meşruiyet iddiasından mahrum kılacağını bilmek gerekmektedir.
Görevimiz, İran veya ABD’deki iki hâkim rejimden birinden yana olmak değil, iki ülkede de tüm şiddet eylemlerine ve savaş çığırtkanlığına karşı İranlıları, Amerikalıları ve diğer ulusları birleştirmektir.
Hamid Dabaşi
20 Şubat 2017
,

Uluslararası Af Örgütü ve Suriye


Uluslararası Af Örgütü Bir Kez Daha Savaş Yaygarası Kopartıyor
İnsan, Uluslararası Af Örgütü’nün son basın açıklamasının ilk iki paragrafını okuduğunda epey şaşırıyor:
Uluslararası toplum, Suriye halkını korumak için somut bir adım atmayarak, Suriye hükümetinin çoğunlukla dış güçlerin, bilhassa Rusya’nın yardımıyla, hiçbir ceza almaksızın, insanlığa karşı suçlar ve savaş suçları işlemesine izin vermekle, felâkete yol açacak büyük bir hataya imza atıyor. Her yıl çatışmanın taraflarının sivillere daha fazla çile çektirmemesinin mümkün olduğunu düşünüyoruz ama çatışmanın tarafları, bizim her seferinde yanlış düşündüğümüzü ortaya koyuyor.
Bugün Doğu Guta’da altı yıldır hükümetin yasadışı kuşatması altında yaşayan 400.000 kadın, erkek ve çocuk, açlıktan ölüyor ve Rusya’nın desteğiyle Suriye hükümetinin ayrım yapmadan gerçekleştirdiği bombardımana maruz kalıyor. […] Uluslararası toplum, hükümet, benzerî yasadışı taktiklere başvurmak suretiyle, Doğu Halep’i harap ettikten sonra “bir daha asla” demişti oysa. Ama gene aynı durumla karşı karşıyayız. Silâhlı muhalif gruplar, 2014’ten beri kuşatma altında tuttukları, İdlib’deki iki köyü ayrım gözetmeksizin bombalayarak misillemede bulundular.[1]
Burada ne dediğini bilen birinin net bir çağrısı söz konusu ve bu çağrı, temelde savaşı meşrulaştıran bir dile dayanıyor. Anlaşıldığı kadarıyla Uluslararası Af Örgütü, 2011’de Libya’da yaşandığı üzere, NATO’nun Suriye’yi bombalamasını istiyor. Ona göre, bu bombardıman asla suç değil ve sonuçta “insanî yardım amaçlı”. Yeni bir ABD/NATO savaşına gerekli tezahüratı yapan örgütün savaşlar öncesinde yürütülen propaganda faaliyetlerine nasıl katkı sunduğuna bir bakmak gerekiyor. Bu noktada ayrıca örgütün Suriye raporu da incelenmeli ve raporun bölgedeki diğer ülkelerle Suriye’yi nasıl kıyasladığı dikkate alınmalı.
Berbat Bir Sicil
Örgüt, savaşa yol açan propaganda faaliyetine ilk kez katkı sunmuyor. Birkaç örnek vermek gerekirse:
Kuveyt’teki Iraklıları kovma amaçlı ABD işgali öncesi Başkan Bush TV’ye çıktı ve elinde tuttuğu, Iraklı askerlerin yeni doğan bebekleri kuvözlerden alıp attığını iddia eden Uluslararası Af Örgütü raporunu gösterdi. Örgüt, bu tezgâha bile isteye iştirak etti ve söz konusu tezgâh, esasen ABD’deki önemli bir PR şirketinin elinden çıkmıştı.
ABD-NATO’nun Sırbistan’a saldırmasından birkaç ay önce ABD’deki Af Örgütü şubesi, iki Hırvat kadını on ayrı şehri kapsayan bir tura çıkarttı. Kadınlar yaptıkları konuşmalarda “tecavüz kampı” işkencesinden bahsettiler. Gerçekte ise bu kadınlardan biri, Hırvatistan’ın üst düzey propaganda görevlilerindendi, aynı zamanda oyunculuk becerileri ile bilinen, Cumhurbaşkanı Tudjman'a danışmanlık yapan bir isimdi.[2]
UAÖ’nün İsrail’in işlediği suçları ele alış biçimi ve ele almayışı da analizi hak ediyor.[3] Bu hususta örgüt, Filistinlilerin maruz kaldıkları hak ihlalleri, kesintisiz işgal hâli gibi meselelerden kaynaklanan sefaleti hiç ele almıyor, savaşların ardından İsrail’e yönelik eleştirilerin seviyesini düşürüyor ve ona hiç toz kondurmuyor. Örgütün İsrail şubesi, “insan hakları” raporlarının İsrail’in çıkarlarına uygun hâle getirilmesi için çalışan bir propaganda birimi olarak iş görüyor.[4] Londra’daki merkez, İsrail şubesinin bu türden manipülasyonlarına ve müdahalelerine dair tek bir yorumda bulunmuyor.
2012’de Örgüt, NATO’nun Afganistan’daki harekâtlarını alkışlayan afişler astı ABD’de. Üzerinde “İlerleme Sürecinin Akmasını Sağla” yazan afişi [bkz. yandaki resim] asanlara göre, NATO, kadın hakları için bir şeyler yapıyordu esasında. Özünde bu afiş, NATO müdahalelerini savunan ahmak propaganda faaliyetinin bir parçasıydı.[5]
Örgütün Fransa şubesi ise 2011’de gerçekleşen NATO bombardımanı öncesi Libya karşıtı propagandanın yürütülmesinde önemli bir araç olarak kullanıldı.[6]
Ne yazık ki örgütün berbat sicili, şu birkaç örnekten çok daha fazlasını içeriyor.
Savaş Karşıtı Değil
Bir insan hakları örgütünün doğal olarak savaşa karşı olması beklenir ama UAÖ, “insanî müdahaleyi” hatta “insanî yardım amaçlı bombardıman”ı alkışlayan bir örgüt.[7] Geçmişte kendisine savaşla ilgili net olmayan, yavan açıklamaları konusunda bir soru yöneltildiğinde, bir örgüt yetkilisi şunu söylemişti: “Uluslararası Af Örgütü savaş karşıtı değil.” Böylesi bir eğilime sahip olmasına karşın örgüte Nobel Barış Ödülü bile verildi ki zaten pratikte sadece savaşlara aktif olarak karşı çıkanlara verilmesi gereken bir ödülü ondan başka birinin hak ettiğini söylemek insafsızlık olurdu. Suriye konusunda örgüt, “savaşa karşı değilim” önermesi üzerine kurulu şarlatanlığına uygun olarak, bir kez daha savaşı destekledi. İşlenen suçlara seyirci kalma konusunda ise bugün “bir daha asla” türünden muğlâk laflara başvuruyor sadece. Gerçekte ise yaşanan savaşa destek verildiğini ortaya koyan, soykırım çağrısını örtük olarak yapan mecazî bir dil kullanılıyor.
Bugün Suriye…
Aslında bugün Suriye hükümeti, Şam’ın dibindeki bir bölgeye yerleşme imkânı bulmuş cihadî unsurları püskürtüyor. Hiçbir devlet, başkentinin belirli bir kısmının cihadcıların kontrolünde olmasını asla tolere etmez ki bu bölgeden kentin diğer bölümlerine havan mermileri atılıyor, ayrıca burası, kentin su şebekesinin kontrolü konusunda da oldukça önemli bir yer. Diyelim ki Arlington’ı cihadcılar aldı ve buradan Washington’ı bombalıyor, ne olurdu? Cevap herkes için net sanırım. Gelgelelim Uluslararası Af Örgütü, bu kendini savunma hakkını Suriye hükümetine bahşetmiyor, onun yerine “Guta’nın altı yıldır hükümetin yasadışı kuşatması altında” olduğundan bahsediyor. Gerçekten komik.
Örgütün son basın açıklamalarının veya hazırladığı raporların hiçbir yerinde Suriye’de savaşan silâhlı örgütlerin niteliğine dair tek bir tartışmaya bile rastlanmıyor oluşu gerçekten garip. Washington’ın “ılımlı” dedikleri bile ipliği pazara çıkmış bir avuç çeteden ibaret. Büyük bir kısmı yabancı cihadcı. Önemli bir bölümü Suudi. (Not: Suudiler, Suriye’de savaşma şartıyla hapishanelerden politik suçluları ve adi suçluları bu ülkeye gönderdiler.) Bu cihadcıları ABD, İngiltere, Suudiler, Emirlikler, Türkiye ve Katar silâhlandırdı, eğitti, finanse etti. Ceplerine en az 12 milyar dolar akıtıldı. ABD’nin eski Suriye büyükelçisinin dediğine göre, ABD’nin katkısı en az 12 milyar dolar.[8] Bu rakama Suudilerin ve bölgedeki diğer rejimlerin harcadıkları dâhil değil. Gareth Porter’ın aktardığı kadarıyla, cihatçılara temin edilen silâhların sayısı bir orduyu donatmaya yetecek miktarda.[9] Buna karşın söz konusu çetelerden Uluslararası Af Örgütü’nün Suriye’deki durumu değerlendiren raporunda hiç bahsedilmiyor. Guta’da cihadcılar (yeni bir isme kavuşturulan) Nusra Cephesi’ne mensup. El-Kaide’nin türevi olan örgütün adı, UAÖ’nün raporunda hiç geçmiyor.
Uluslararası Af Örgütü, Suriye hükümetini kendi halkıyla savaşan bir güç olarak takdim ediyor ve onun Guta, Halep gibi kuşatma altındaki yerlerde insanların çıkmasına izin vermediğini söylüyor. Örgüt, aynı şekilde Halep’in kurtarılmasını da eleştiriyor ama kentteki insanlarla konuşmayı aklına bile getirmiyor. Tek bir kişiyle röportaj yapıyor ve o da hükümete yönelik korkulardan dem vuruyor. Tüm hatalarına rağmen halk desteğine sahip olan hükümet, Suriye’yi bölme ve etnik temizlik temelli projeye mani oluyor.
Çifte Standart
Ama konu İsrail’in işlediği suçlar olunca Af Örgütü temkinli bir dile başvuruyor ve kendince tavsiyelerde bulunuyor. Savaş suçlarından ağız ucuyla bahsediyor, “insanlığa karşı işlenen suçlar”ı mahcup bir eda ile diline doluyor ve genelde “sözde” olarak niteleyip suçu işleyeni aklıyor. İsrail’e karşı suçlamalara nadiren de olsa değinen örgüt, aynı suçlamaları Filistinlilere de yöneltiyor ve her iki tarafın suçlu olduğunu söylüyor. İsrail’in saldırılarını sadece “orantısız” oldukları için eleştiriyor. Seyirci kalmaması gereken, “bir daha asla” demek zorunda olan o “uluslararası toplum”a hiç seslenmiyor. Bu noktada insan, örgütün Gazze kuşatması konusunda ne dediğini merak ediyor. Gazze’de 1,8 milyon insan, berbat koşullarda yaşamaya mahkûm ediliyor. Ama Af Örgütü, Gazze hakkında tek bir rapor hazırlamıyor, “uluslararası toplum”a harekete geçsin diye çağrıda bulunmuyor, İsrail’in “insanlığa karşı suç” işlediğinden hiç söz etmiyor. Af Örgütü, burada başka bir senaryoya göre hareket ediyor.
Son basın açıklamasında Af Örgütü, net bir dille, Suriye ve Rusya’nın savaş suçu ve insanlığa karşı suç işlediğini söylüyor. Buradan da başka devletlerin harekete geçip Suriye’ye müdahale etmesinin bir yükümlülük olduğundan dem vuruyor. Af Örgütü’nün talep ettiği şey, soruşturma başlatılması değil, ülkeye müdahale edilmesi.
Mevzu İsrail olunca her iki tarafın suç işlediğini söyleyen Af Örgütü, nedense Suriye konusunda sadece hükümeti kabahatli gösteriyor. Bölgede yaşayanları zırh olarak kullanan silâhlı cihadcıların sökülüp atılması esasen güç bir iş. Cihadcılar, hastanelerin ve okulların içine veya civarına yerleşiyorlar[10], onlara karşı bir adım atıldığında Af Örgütçüler çıngar çıkartıyorlar.
Son açıklamasında Af Örgütü şunu söylüyor:
“Uluslararası Ceza Mahkemesi savcısına durumu bildirmek suretiyle, Suriye hükümetinin savaş suçları ve insanlığa karşı işlenmiş suçlar konusunda sorumlu tutulacağını bildiren güçlü bir mesaj göndermek gerekiyor.”
Gayet adilane bir tutum doğrusu. 2002’de Af Örgütü adına Ortadoğu üzerine araştırma yapan Donatella Rovera’ya örgütünün İsrail’in Uluslararası Adalet Mahkemesi’nde ve Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde hesap vermesini neden talep etmediği sorulduğunda örgütünün bu türden talepler dile getirmediğini söylemişti.[11] Bir çifte standartçılık örneği daha.
Kaynaklarla İlgili Mesele
Af Örgütü, Guta’da ikamet edenlerin açıklamalarına yer veriyor raporunda. Hepsi de sahadaki koşulların yürek paralayıcı yönlerinden bahsediyor. Fakat nedense konuşanların hepsi de mevcut durum konusunda devleti suçluyor. “Birçok Suriyeli gibi insanî yardım sahasında çalışanlar hükümete güvenmiyorlar” veya “uzlaşma konusunda dedikodular çalınıyor kulağımıza ama bu tür bir uzlaşma hiçbir zaman gerçekleşmiyor. Hükümet bizden nefret ediyor” türünden lakırdılara tanık olunuyor. Bunlara doğru olup olmadığı belirsiz açıklamalar ekleniyor. Peki ama bunları kim aktarıyor? Af Örgütü’nün Suriye’deki sivil savunma örgütü Beyaz Miğferler’le doğrudan temas hâlinde mi? Örgütün yapması gereken tek şey, Halep’in kurtuluşu öncesi yapılan açıklamalarla bugün orada yaşayanların görüşlerini kıyaslamak aslında. Eğer o insanlar, etraflarında cihadcılar olmadan, mevcut koşullarda yaşamaktan memnunlarsa, o vakit bugün Guta’da ismi bilinmeyen kaynaklardan gelen şüpheli ifadeleri sorgulamak için yeterli sebebimiz var demektir.
Diğer Örnekler
Af Örgütü, Suriye hükümetine saygı duymanızı istemiyor. Suriye ile alakalı basın açıklamalarına baktığımızda, hepsinin tek taraflı olduğunu görebiliyoruz. Cihadcılar pek eleştirilmiyor. Örneğin Saydnaya Hapishanesi’ndeki hak ihlâllerinin takdim biçimi, gerçeklerin nasıl çarpıtılabileceğinin güzel bir örneği. Bu raporunda Af Örgütü’nün kullandığı yöntem, tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriliyor: örgüt, dedikoduları ve rivayetleri kabul ediyor, aşırı duygusal biçimde şişiriyor, buradan kendince anlamlar çıkartıyor ve bu dedikoduları abartıyor.[12] Burada insan hakları ile ilgili bir rapor hazırlama çabası değil, ahmakça yürütülen bir propaganda söz konusu. Rapor adı verilen bu çalışmaların zamanlaması da sorunlu ve şüpheli. Önemli uzlaşma görüşmeleri veya müzakereleri arifesinde Af Örgütü, hemen Suriye hükümetini hariçte tutan bir rapor hazırlıyor. Zaten böylesi bir tarafla kim müzakere yürütmek ister ki? Diğer raporları da zamansal açıdan çatışmanın müzakereler aracılığıyla çözüme kavuşturulmasına dönük adımlara denk düşüyor. Son basın açıklaması, Suriye hükümetinin Guta’da gerçekleştirdiği büyük saldırıya rast geldi ve tabiatıyla hükümeti suçlu olarak takdim etti.
İnsan Hakları Bitaraf Değil
Af Örgütü’nün ABD şubesini kuran, Harvey Weinstein isimli bir sapık. Bu adam, örgütün kurulması için ciddi para akıttı.[13] Weinstein, örgütün güzel araştırmacılarını beğendiği için para vermeyi sürdürdü. Weinstein’ın örgüte katkılarını izah eden diğer bir önemli husus da onun ateşli bir İsrail savunucusu olması. Af Örgütü, bir yandan da bu tür örgütleri destekleyenlerce talep edilen propagandanın yürütüldüğü bir kanal. Alabildiğine esnek bir niteliğe sahip olan “insan hakları” manipülasyona gayet açık.
Suriye İnsan Hakları Gözlemevi’nin (SİHG) başında, İngiltere Coventry’de yaşayan Suriyeli bir mobilyacı var. (SOHR). Evinde, oturduğu yerden zulümler, kimyasal saldırılar ve Suriye hükümetinin façasını bozacak her türden detayla alakalı raporlar kaleme alıyor. Adam, gizemli kaynaklarına tek telefonla ulaşıyor ve bu isimlerin hepsi de nedense Suriye hükümeti düşmanı. Bu tek kişilik gösterinin ürettiklerini BBC, CNN, The Independent, The Wall Street Journal gibi önemli yayın kuruluşları kullanıyor. Bu tür kuruluşların sahada muhabir bulundurması pahalı bir iş ve ayrıca tehlikeli. Bu nedenle en hayırlısı, “insan hakları” raporlarını ücretsiz temin etmek! Bu noktada sormak gerekiyor: Uluslararası Af Örgütü de SİHG’den besleniyor mu? En azından örgütün raporlarında SİHG’den yararlandığını dipnotlarda belirtmesi gerekiyor.
Ana Taktik Tahtası
ABD ve şürekâsı, onlarca yıldır Ortadoğu’da, Doğu Avrupa’da ve Latin Amerika’da rejim değişikliği için çırpınıp duruyor. Bu rejim değişikliği için genelde başvurulan formülse gazeteciler birliği, avukat ve hukukçu odaları, sendikalar ve insan hakları örgütleri kurmak. Sonra bu insanlar, meclislere hâkim olmanın birer yolu olarak, kitlesel eylemler düzenlemek, medyayı maniple etmek, dedikodu çıkarmak, hükümetin çalışmalarına mani olmak gibi yollardan politik güç temini için eğitiliyorlar. Bunlara “renkli devrimler” adı veriliyor. Emperyalistler bu adımı Suriye’de de attılar, bu amaçla cihadcıları silâhlandırıp örgütlediler. Propaganda mekanizması ile bu cihatçılara destek verildi. ABD, Suriye aleyhine en kapsamlı dezenformasyon/propaganda kampanyasına imza attı.[14] Kampanya, özü itibarıyla hükümetin uluslararası meşruiyetini ve desteğini yok etmek adına sahip olduğu imajı zedelemeyi amaçlıyordu. Bu kampanyanın merkezinde insan hakları raporları duruyor. Af Örgütü’nün raporları incelendiğinde, örgütün bu kampanyanın parçası olduğu görülüyor. Örgüt, insan haklarını bir silâh gibi kullanıyor.
Bugün Akdeniz ABD savaş gemileriyle kaplı. Rus generaller, Suriye’nin güdümlü füzelerin hedefi olmasından korkuyor.[15] Büyük olasılıkla böylesi bir saldırıda Rus kuvvetleri de hedef olacak. ABD ve İngiltere’de yürütülen Rusya karşıtı kara propaganda ile birlikte düşünüldüğünde, büyük savaşın eli kulağında olduğunu söyleyebiliriz. Af Örgütü’nün hep savaşların arifesinde propaganda faaliyeti yürüttüğü dikkate alındığında, son raporunun bu türden bir savaşa dair önemli bir gösterge olduğunu iddia edebiliriz. Af Örgütü, propaganda faaliyetinin bir parçası. İnsanî yardım amaçlı bombalar düştüğünde onun elindeki beyaz ve mavi ponponları sallayarak tezahürat yapıp sevinç naraları atacağı kesin.
Paul de Rooij
28 Mart 2018
Dipnotlar
[1] AI, “Syria: Seven years of catastrophic failure by the international community”, 15 Mart 2018.
[2] Bu oyunun arkasında da önemli Amerikan PR şirketi vardı. Diana Johnstone, Fools Crusade, 20 Eylül 2002. Johnstone, Jadranka Cijel vakasını aktarıyor. Not: Af Örgütü’ne iki kadının değerlendirmelerinin sorunlu olduğu konusunda ikazda bulunuluyor. Ama turne gene de devam ediyor.
[3] Counterpunch için Af Örgütü ile ilgili birkaç makale kaleme almıştır. En son makale şuydu: “Amnesty International: Whitewashing Another Massacre”, CounterPunch, 8 Mayıs 2015.
[4] Uri Blau, Af Örgütü’nün İsrail şubesinin yetmişlerde dışişleri bakanlığı için nasıl çalıştığını ortaya koyuyor: Haaretz, 18 Mart 2017. Neve Gordon, Nicola Perugini, “Israel’s human rights spies: Manipulating the discourse”, Al-Jazeera Online, 22 Mart 2017.
[5] Ann Wright ve Coleen Rowley, “Amnesty’s Shilling for US Wars”, ConsortiumNews, 18 Haziran 2012.
[6] Ayrıca bkz: Tim Anderson, “The Dirty War on Syria”, Global Research, 2016.
[7] Alexander Cockburn’ün aktardığı biçimiyle, “insanî yardım amaçlı bombardıman”ı meşrulaştırma amaçlı bir dışişleri brifinginde Af Örgütü de yer aldı. “How the US State Dept. Recruited Human Rights Groups to Cheer On the Bombing Raids: Those Incubator Babies, Once More?”, CounterPunch, Nisan 1999.
[8] Ben Norton, “US Ambassador Confirms Billions Spent On Regime Change in Syria, Debunking ‘Obama Did Nothing’ Myth”, RealNews.com, 9 Şubat 2018.
[9] Gareth Porter, “How America Armed Terrorists in Syria”, The American Conservative, 22 Haziran 2017.
[10] Robert Fisk bu konuyla alakalı bir dizi makale kaleme aldı. The Independent’ın 5 Haziran 2015 tarihli nüshasında çıkan “Bir Katliama Evrilen Suriye Hastanesi Kuşatması” isimli makalesinde Fisk hastanenin altında açılmış tünellerden bahsediyor. Bir başka makalede ise bir okuldaki tünellere işaret ediyor.
[11] İsrail Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin üyesi değil. Bu nedenle mahkeme İsrail aleyhine olacak bir adım atamıyor. Ceza mahkemesinin tek işi, Afrika’daki ciğeri beş para etmez diktatörlere rahatsızlık vermekten ibaret.
[12] John Wight, “The Problems With the Amnesty International Report”, Sputnik News, 15 Şubat 2017. Burada İngiltere’nin eski Suriye büyükelçisi Peter Ford’la önemli bir tartışma yürütülüyor. Ayrıca Tony Cartalucci, 9 Şubat 2017’de Sign of the Times’da çıkan yazısında Af Örgütü’nün “Suriye’deki işkence hapishanesi” ile ilgili raporunun masa başında imal edildiğini kabul ettiğini söylüyor. Bir de şu yazıya bakılabilir: Rick Sterling, “Amnesty International Stokes Syrian War”, Consortium News, 11 Şubat 2017.
[13] Thomas Frank, “Hypocrite at the good cause parties”, Le Monde Diplomatique, Şubat 2018.
[14] Tim Anderson, “The Dirty War on Syria”, Global Research, 2016.
[15] TASS, “US preparing strikes on Syria, carrier strike groups set up in Mediterranean”, 17 Mart 2018.

28 Mart 2018

,

Bhagat Singh ve Gandhi


Sivil itaatsizliğe ve şiddet dışı siyasete bağlılığı hayatının ana ilkesi yapmış biri olarak Gandhi, üst düzey bir İngiliz polis memurunu öldürmekle suçlanıp hapsi atılan Bhagat Singh [28 Eylül 1907-23 Mart 1931] ve yoldaşlarına verilen idam cezasının iptali için Hindistan Genel Valisi Lord Irwin’e baskı uygulamış bir isimdi. Gandhi, Singh ve yoldaşlarının eylemine onay vermiyordu ama ceza indirimi için valiyle çeşitli görüşmeler yaptı. Vali, Gandhi ile samimi bir ilişki kurdu ve karakterinden ötürü onu el üstünde tuttu. Gandhi de açık yürekliliği ve iyi niyetinden ötürü Irwin’e saygı gösterdi. Bhagat Singh ile ilgili tarih çalışmalarında sıklıkla tanık olduğumuz, Gandhi ve Irwin’in ölüm cezasını iptal etme konusunda ellerinden geleni yapmadıklarını söyleyen yaygın anlayışın aksine, şu tespiti yapmak gerekiyor: Singh ve yoldaşlarının meselesi, Irwin ve Gandhi’nin boyunu aşan bir meseleydi, zira bu iki isim, dilediklerini yapacak ölçüde özgür ve bağımsız kişiler değillerdi. Gandhi ve Irwin, ülkelerinde faal olan, Britanya İmparatorluğu’nun tesis ettiği sistem dâhilinde hareket etmek zorundaydı.
Gandhi, şiddet eylemlerini eleştiren bir isimdi. Bu tür eylemlere tümden karşıydı. Bir birey veya politik parti şiddet araçlarını benimsediğinde, hemen onun karşısına dikiliyordu. Tam da bu sebeple Bhagat Singh ve yoldaşlarını “yanlış yola sapmış gençler” olarak görüyor ve onların Hindistan’ın bağımsızlık mücadelesine ve davaya büyük bir zarar verdiğini düşünüyordu. Ahlâkî ve pragmatik düzlemde Gandhi, Bhagat ve yoldaşlarını eleştiriyordu. Gandhi’yi eleştirenlerse, onun Singh ve yoldaşlarının ölüm cezasının iptalini Irwin’le yapılacak anlaşmanın imzalanması için bir şart olarak öne sürebileceğini söylediler. Lâkin Gandhi’nin bunu yapması mümkün değildi, zira ahlâkına aykırıydı, aynı zamanda Hindistan Ulusal Kongre Partisi’nin siyaseti ile çelişecek bir girişim olurdu. Genel Vali ile imzalanan ateşkese son vermesi ve idam cezasının iptali için hükümete baskı uygulaması pek mümkün değildi. Tabii öte yandan Gandhi, idam cezasının ilkesel olarak kaldırılması için halk desteği toplamak adına bir yürüyüş de tertipleyebilirdi.
İdam cezası, bugün ABD, Çin, Britanya ve Hindistan’da hâlen daha yürürlükte. Fakat Singh’in eylemini bu kategoriye sokmak pek mümkün değil. Gandhi, neden idam cezasının kaldırılması yönünde talepte bulunmadı? Örneğin bu vakada Singh ve yoldaşlarına müebbet hapis verilebilir, bu insanlar, Hindistan’ın bağımsızlığına kavuşacağı 15 Ağustos 1947’de gününde özgür olabilirlerdi.
Bazı tarihçiler ve yazarlar, Bhagat Singh’in sadık bir Marksist olduğunu söylüyorlar. Onunla yakın ilişki içerisinde olan Sohan Singh Josh, Bhagat Singh’in Marksist ideallere bağlı, kendini yetiştirmiş bir komünist olduğunu söylüyor. “Bhagat Singh: Bir Devrimcinin Biyografisi ve Mirası” isimli makalesinde K. N. Panikkar, Bhagat Singh’i “Marksizmden beslenmiş bir devrimci harekete öncülük eden ilk Marksist-Leninistlerden biri” olarak takdim ediyor.[1] Yayına D. N. Gupta tarafından hazırlanan Bhagat Singh: Seçme Konuşmalar ve Yazılar isimli kitabın önsüzünü kaleme alan Bipan Chandra ise Bhagat Singh’in Marksist olma sürecine girmiş bir devrimci olduğunu söylüyor ve “onun pek Marksist olmadığını ama süreç içerisinde Marksist olmayı bildiğini” iddia ediyor.[2] Komünist Parti genel sekreterliği yapmış bir isim olan Ajoy Ghosh, ömrünün son aşamasında Bhagat Singh'in sosyalizme ilgisinin daha da arttığını ama onun bir Marksist olduğunu iddia etmenin abartılı olacağını, öte yandan onun Hindistan’da faal olan Britanya hükümetine karşı tekil ve kolektif olarak silâhlı eyleme girişmenin zaruri olduğunu düşünmeye başladığını söylüyor.
Solcu tarihçilerin yazılarında Bhagat Singh, Marksçı gömleği giymiş biri olarak takdim ediliyor. Bana kalırsa, hassas ve zeki bir genç olarak Bhagat Singh, Marksizmle daha çok direniş hareketinin askıya alınması sonrası ilgileniyor ki bu da ömrünün son aşamasına denk düşüyor. Fakat o dönemden önce ona birçok şey etki etti. 1913’te kurulup 1919’da dağılan Sih partisi Ghadar Partisi’nden, Hindu reform hareketi Arya Samaj [Asil Toplum] hareketinden ve Sih hareketi Babbar Akali hareketinden etkilendi. Politik görüşünü birçok önemli isim şekillendirdi ve eylemleri noktasında onu teşvik etti. Arya Samaj hareketine mensup devrimci bir aileden gelen Bhagat Singh Marksizme meyilli bir Ghadarcı ekibin içinde yaşadı. Onun dini hürriyet, şiarı “Yaşasın Devrim” [İnkilab Zindabad], hedefi sosyalizmdi.
V. N. Datta
[Kaynak: Gandhi and Bhagat Singh, Rupa. Co., 2008.]
Dipnotlar
[1] K. N. Panikkar, Frontline, Cilt. 24, Sayı. 21, s. 6-7, 12, 2 Kasım 2007, Yeni Delhi.
[2] D.N. Gupta, Bhagat Singh: Selected Speeches and Writings, Yeni Delhi, 2007, s. vii-viii.
Ek Okuma
, ,

Ateizm Üzerine


[…] Bizim Blankistler, Bakuninistler gibi, her daim en kapsamlı ve en uç yönelimi temsil etmeyi arzulayıp duruyorlar. Onların çoğunlukla Bakuninistlerle aynı araçları benimseyip görüş noktasında tam zıt amaçlara sahip olmalarının sebebi burada. Dolayısıyla onlar, ateizm konusunda da herkesten daha fazla radikal olma ihtiyacı duyuyorlar. Şükür ki bugünlerde ateist olmak artık öyle büyük bir meziyet de değil. Ateist olmak, Avrupa’daki işçi sınıfı partileri açısından artık sadece basit bir süreç meselesi. Buna rağmen İspanya’da bir Bakuninist, Tanrı’ya inanmanın her türlü sosyalizme karşı olduğunu söylüyor ama bir yandan da Bakire Meryem’i farklı bir yere koyuyor, zira her makul sosyalistin tabiatları gereği Bakire Meryem’e inanmak zorunda olduğunu iddia ediyor. Hatta Almanya’da ateizmin sosyal demokrat işçiler nezdinde ömrünü doldurduğunu söylemek bile mümkün. Bu menfi kelimenin artık onlarla bir ilişkisi yok, çünkü işçiler Tanrı’ya inanma meselesine teorik değilse bile pratik bir karşıtlık içerisindeler: işçiler, Tanrı’yla ilişkilerini kesmişler ve gerçekliğin dünyasında düşünüp yaşıyorlar, dolayısıyla materyalistler. Görünüşe göre Fransa’da da benzer şeylere tanık olunuyor. Öyle olmasa, Fransa’da son yüzyıl dâhilinde kaleme alınmış o muazzam materyalizm yazını, işçiler arasında yaygın bir şekilde yayılma imkânına kavuşamazdı. Fransız düşüncesi, hem içerik hem biçim bakımından en büyük başarılarına işte o yazın dâhilinde ulaştı. O dönem bilimin ulaştığı düzey dikkate alındığında ve bugünkü içerik düşünüldüğünde o yazın, hâlen daha en yücede ve hâlen daha biçim bakımından bir eşine daha rastlanmadı. Fakat bu durum bile Blankistlerin hiç hoşuna gitmiyor. Herkesten daha fazla radikal olduklarını ispatlamak adına, 1793’te olduğu gibi, Tanrı’yı bir kararname ile yürürlükten kaldırabileceklerini düşünüyorlar:
“Komün, insanlığı geçmişin sefaletine ait o hayaletten (Tanrı’dan), bugünkü sefaletin ‘sebebinden’ (hiç varolmayan Tanrı nasıl oluyorsa sebep olabiliyor!) kurtarsın. Komün’de rahiplere yer yok; Dine dair her gösteri, her türden dinî teşkilât yasaklanmalı.”
Tüm insanların bir müftünün tek bir fetvasıyla [par ordre du mufti] ateist yapılmasına dönük bu talebi, Komün’ün iki üyesi imzaladı. Oysa bu iki üye gerçekte, ilk olarak, pratikte uygulama gereği duymaksızın, bir yığın şeyin kâğıt üzerinde emredilebileceğini ama ikinci olarak da istenmeyen kanaatlerin yayılması için gerekli en iyi aracın zulüm olduğunu görecek fırsata sahipti! Ama onların zihninde şurası kesindi: Tanrı’nın bugün sunacağı yegâne hizmet, ateizmi imanın mecburi olarak uyulması gereken bir şartı hâline getirmesi ve dini tümden yasaklamak suretiyle, Bismarck’ın Kilise’ye karşı açtığı savaşı ve çıkarttığı kanunları [Kirchenkulturkampf] bile geride bırakacak adımlar atılması idi.
Friedrich Engels
1874