İşverenler, hükümetler ve Dünya Bankası ile IMF
gibi uluslararası finans kuruluşları, günümüzde feminizmin sahip olduğu ana
ilkelerden birini benimsemiş durumdalar: buradaki amaç da SÜB’lerde kadınların
en berbat, çoğunlukla tehlikeli işlerde istihdam edilmesinin belirli bir kılıfa
büründürülmesi.
İmalatın küreselleşmesi, giysi, spor ayakkabı,
elektronik eşya ve diğer sanayi kollarında fabrika faaliyetlerinin Küresel
Güney’deki düşük ücretlerin ödendiği ülkelere kaydırılmasına neden oldu. Bu
üretimin büyük bir kısmı, serbest üretim bölgelerinde gerçekleşiyor. Bu
bölgeler, işverenleri ücret, vergi, sağlık-güvenlik mevzuatı ve gümrük
vergileri gibi yüklerden kurtaran, bir tür serbest bölge. Bu bölgeler,
yatırımcıya büyük kısmı kadın olan, uysal işçileri garanti eden, emek karşıtı
yapılar üzerinden işverenlerin ekmeğine yağ sürüyorlar.
Zengin Batı ülkelerinde kadınların işgücü
piyasasına girişinin meşrulaşması, Çin, Vietnam ve Malezya gibi ülkelerde
fabrika sahiplerinin aslolarak kadın emeğini kullanmalarını sağladı. Patronlar,
bu durumu “ücretli iş özgürleştirir” şeklinde özetlenebilecek hâkim feminist
görüşle uyumlu bir şeymiş gibi takdim ediyorlar. Nicholas Kristof gibi New York Times yazarlarının bu
fabrikaları kadınlara fırsatlar sunan yerler olarak savunmalarında şaşılacak
bir yan yok. Hatta bu zevatın okurlarına o fabrikalarda çalışan kadınların
çöpleri eşeleyip bulduklarını yiyen veya satan kadınlardan daha iyi durumda
olup olmadıklarını sormaları bile mümkün.
İhracat sahasında ucuz kadın emeğinin kullanılması
yeni bir şey değil. Bu konuda öncülüğü, tanık olduğu o ekonomik mucize
esnasında Güney Kore yaptı. Bahsi geçen dönemde kadınlar, köylerden alınıp
fabrikalara tıkıldılar. Politik ekonomist Alice Amsden’in 1989’da dile
getirdiği biçimiyle, Güney Kore’deki sanayileşmenin ulaştığı başarıda kilit
unsurlardan biri, kadın ve erkek arasındaki ücret farklılığıydı.
Fairchild gibi ABD şirketleri, ücretler arası
uçurum sayesinde devasa kârlar elde ettiler. Güney Kore, bu yöntemi elektronik
sanayiinde kullandı. Aynı üslup başka yerlerde de taklit edildi.
1958-59’da silikon çipin icadından kısa bir süre
sonra Fairchild, ilk açık deniz yarı iletken tesisini Hong Kong’da açtı,
1966’da ise Güney Kore’ye geçiş yaptı. General Instruments isimli şirket,
1964’te mikroelektronik üretimini Tayvan’a kaydırdı, 1965’te ise birçok ileri
teknoloji şirketi, üretim alanlarını ABD-Meksika sınırına konuşlandırdı, bu da
ilk serbest ticaret bölgelerinin [maquiladora]
oluşmasını sağladı. Takip eden on yıl içerisinde Singapur, Malezya ve
Filipinler de aynı yola girdi. Yetmişlerin sonunda bu üç ülkeye Karayipler ve
Güney Amerika’daki ülkeler eklendi.
Devletlerin kadın işçilerin “hünerli elleri”
konusunda yürüttüğü kampanyalardan etkilenen çokuluslu şirketler, üretim
alanlarını ülke dışına kaydırdılar. Böylelikle düşük ücretler alan kadın
işçilerin ürettikleri emtianın miktarı ve çeşitliliği de hızla arttı.
Yüksek kârların elde edildiği yeni serbest üretim
bölgelerinde çalışma koşulları, doğal olarak acınacak durumdaydı. Bu
fabrikalarda kadınların maruz kaldıkları insanlık dışı koşullara dair bilgilere
herkes vakıf olunca, doksanlarda dünya genelinde insanî koşulların sağlanmasını
talep eden çalışmalar yürütüldü, bu yönde eylemler yapıldı. Naomi Klein’ın
tespitiyle, küresel adalet hareketi, esas olarak Nike gibi çokuluslu
şirketlerin iyi bilinen markası üzerinden işçilere dayatılan koşullara yönelik
öfkeden neşet etmişti.
SÜB’lerin avantajları ve dezavantajları konusunda
yoğun bir tartışma söz konusu. Patricia Fernandez-Kelly gibi bazı feministler,
bu tür ihracat sahalarında kadın işçilerin aşırı sömürüye maruz kalmasını
eleştiriyorlar. Fakat Linda Lim ve Naila Kabeer gibi isimlerse SÜB’leri aile
temelli patriarkadan kaçıp kurtulma yolu veya ülke içindeki sanayi kollarında
alınabilecek ücretlerden daha fazla ücret alma yolu olarak görüp savunuyorlar.
Malezya’da faaliyet yürüten Japon elektronik
şirketlerine dair çalışmasında Aihwa Ong, köylü kızların görme yeteneği
kaybolana dek sömürüldüklerini, sonra da kapı önüne konduklarını ama aynı
zamanda bu kızların fabrikada çalışmak suretiyle modernleştiklerini söylüyor.
Fabrikaya giren kızlar, geleneksel etekliklerini [sarung] çıkartıp kot pantolon giyiyorlar ve kendi kocalarını seçme
hakkına kavuşuyorlar.
Diane Wolf ise kadın işçilerin içine düştükleri
tezattan bahsediyor: “Küreselleşme, kadın açısından hem lehte hem de aleyhte
işleyen bir süreç. Bir yandan dünya ekonomisinde yaşanan dönüşümlerin sunduğu
istihdam imkânları, kadınlar üzerinde yeni patriarkal ve kapitalist kontrol
yöntemlerinin geliştirilmesini sağlıyor.” Fakat bir yandan da “çoğunlukla geçimi
sağlayacak seviyenin altında ücretlerin ödendiği işler, kadınlara “patriarkaya
direnmek için gerekli araçları temin ediyor. […] Cava, Endonezya’da görüştüğüm
kadınlar, az ücret verip çok çalıştıran terhanelerde çalışmayı köylerdeki
pirinç tarlalarında çalışmaya tercih ettiklerini söylüyorlar.”
Farklı görüşlerin sıralandığı tayfın en ucunda
Shelley Feldman’ın görüşü duruyor. Bangladeş’teki ihraç malı üretilen
fabrikaları inceleyen Feldman, meseleyi idrak etmekten aciz, “ekonominin
belirleyiciliğine” odaklanan değerlendirmelere şüpheyle yaklaşıyor. O, temelde
kadınların seçim yapma becerisine sahip olduğunu kabul etmeyen feminist
akademisyenleri eleştiriyor.
Feldman, Bangladeşli kadınları, esas olarak
yapısal düzenleme programları, özelleştirme ve ekonominin serbestîleştirilmesi
gibi dış faktörler değil, “kadınların çelişkili ve çok yönlü hikâyelerince
mümkün kılınan, bu hikâyeler sayesinde ortaya çıkan tercihler” etkiliyor.
Ama bu noktada Feldman’ın argümanının basit bir
dikotomiye yaslandığını söylemek lazım. Yazar, Bangladeşli kadınları asıl
motive edenin, onların hayatlarına ve ihtiyaçlarına ait özgüllükler olduğunu
ama bir yandan bu kadınların tekstil fabrikaları ile hükümetin uyguladığı
politikalar üzerinden istihdam edildiklerini söylüyor. Bu iki olgu arasında
belirli bir etkileşimin olduğu açıksa da serbest üretim bölgelerinin köylü
kadınların arzusu olduğunu söyleyip yapısal düzenleme politikalarından
bahsetmemek gerçekten tuhaf.
Çalışmayı kurtuluş yolu olarak gören yirmi birinci
yüzyıl feminizminin gözlüğüyle bakan bu feminist akademisyenler, muhtemelen
Küresel Güney’in yeni proleterleşmiş kadın işçilerini on dokuzuncu yüzyılda
Massachusetts’te çiftliklerden alınıp Amerika’daki ilk tekstil fabrikalarına
götürülen “Lowell kızları” ile bir görüyorlar. İngiltere’nin Manchester
şehrindeki fabrikalara kıyasla daha düzgün çalışma koşullarına maruz kalan
Lowell kadınlarında süreç içerisinde hem bir işçi bilinci hem de feminist bir
bilinç gelişmişti.
Genç kadınlara gelir sağlayan SÜB’deki
fabrikalarda çalışmanın özgürleştirici bir tesire sahip olduğuna hiç şüphe yok.
Bu kadınlar, Marx ve Engels’in çizdiği hattı takip ediyorlar: çiftlikte ücret
almadan, yorucu bir iş yapmak, feodal ve patriarkal kontrol mekanizmalarına
tabi olmadan yaşamak yerine bu kadınlar, fabrikalarda iş bulmak için
uğraşıyorlar ve bu işlerin kendilerine özerklik, kendi kapasiteleri konusunda
belirli bir bilinç temin edeceğini düşünüyorlar. Gelgelelim teoride doğru olan
pratikte o kadar doğru olmayabiliyor. Bu, bilhassa SÜB’lerdeki çalışma pratiğinde
birçok kadının maruz kaldığı ağır koşullar dikkate alındığında, doğru bir
tespit.
SÜB’lerdeki koşullar, ülkeden ülkeye farklılık arz
etse de neredeyse tüm bölgeler, ülke genelinde geçerli olan iş kanunlarından
muaflar. 2004 tarihli Uluslararası Bağımsız Sendikalar Konfederasyonu’nun
hazırladığı rapor da işverenlerin sendikalaşma çabalarını acımasız bir biçimde
ezdiğini, örgütçüleri ele geçirmek için uğraştığını ortaya koyuyor.
Sendikalı olmaya çabalamasalar bile SÜB’lerdeki
kadın işçiler sürekli taciz ediliyorlar. Haiti’nin Ouanaminth serbest ticaret
bölgesinde bulunan CODEVI isimli şirkette Grupo M giysi şirketi için Levi’s kot
pantolonu üreten işçiler, “kaçırma, dayak, keyfi işten çıkartma, sözlü taciz,
ücretsiz fazla mesai, ateşli silâhla korkutma ve soruşturma” gibi durumlarla
yüzleşiyorlar.
Meksika’da işçiler, genelde kısa süreli
sözleşmelere imza atıyorlar, üstelik iş güvenliğinden de mahrum bırakılıyorlar.
İşe başvuran kadınlara hamilelik testi gibi sağlık testleri uygulanabiliyor. Bu
hamilelik testi, çıplak yapılıyor ve kadınlar “sevgilin var mı?”, “ne sıklıkla
seks yapıyorsun?” ve” çocuğun var mı?” gibi sorulara maruz kalıyorlar.
Shelley Feldman gibi Bangladeş’teki fabrikaları
çalışmış olan Jeremy Seabrook, Kabeer’le ağız birliği ederek, Dakkalı kadın
işçilerin iş bulmak için destansı mücadeleler verdiğinden, patriarkanın inşa
ettiği aileler ve cemaatlerce konulmuş engelleri aştığından bahsediyor. Fakat
yazar, aynı zamanda kadınların Bangladeş’te yerleşik olan sanayi kollarının
hangisinin kendilerine avantaj sağlayacağına dair karar alma imkânından mahrum
olduğunu da söylüyor.
Bu kadınlar, günde on dört saat çalışıyorlar.
Ücretleri çoğunlukla erteleniyor. Eli sopalı çavuşlara ve alabildiğine
tehlikeli çalışma koşullarına tahammül göstermek zorunda kalıyorlar. Yazar,
tanık olduğu bir yangından bahsediyor. 27 Ağustos 2000’de Dakka’da çıkan bu
yangında 12 insan ölmüş. Son yıllarda çıkan yangınlarda ölen işçi sayısı iki
yüzü aşmış. 2013’te çöken Rana Plaza fabrikasında binden fazla işçi ölmüş.
Seabrook’un da dile getirdiği biçimiyle, “burada geçerli olanın, kendi kaderini
tayin hakkına dayanan bir model olmadığı açık.”
Ellen Rosen ise on dokuzuncu yüzyılda, Amerika’da
yürünen sanayileşme yolunun ve açığa çıkardığı dönüştürücü potansiyelin serbest
üretim bölgeleri kuran ülkelerde geçerli olmadığını söylüyor:
Bugün
ihraç mal üretimine dayalı ekonomi, gelişmekte olan ülkelerde eskiden varolan
sanayileşme biçimlerini devreye sokmuyor. Sermaye yoğunluklu imalatın ekonomik
büyümede merkezî bir konuma sahip olduğu Batı ülkelerinden farklı olarak,
birçok gelişmekte olan ülkede bu düşük ücretlerin ödendiği sanayiler, yaşanması
umulan ekonomik büyümenin merkezî unsurları hâline geldiler. Nispeten yüksek
ücretlerin ödendiği işlerin ailelerin ekonomik refahı açısından asli öneme
sahip olduğu Batı’dan farklı olarak ihraç malı üretimine dayalı ekonomilerde
düşük ücretler alan kadın işçiler, işgücünün yüzde 80’ini teşkil ediyorlar.
Kadın “kadına has ücret” alırken, erkek salt
erkeğe has bir ücret almıyor ki bu da SÜB’lerde az da olsa sahip fırsatlarla
yüzleşen kadınları yoksullaştıran bir etmen.
Dünya sahnesinde feminist ideallerin belirli
amaçlar doğrultusunda kullanılması, kadının ücretli çalışma hakkının sömürüye
dayalı çalışma koşullarının meşrulaştırılması amacıyla kullanılması meselesinin
ötesine uzanan bir mesele. Feminist ideallerin istismarı, en açık biçimde,
kadınların “yetki ve güç kazanması” meselesinde çıkıyor karşımıza. Burada söz
konusu idealler, seksenlerde Üçüncü Dünya’ya, yakın dönemde İrlanda ve Yunanistan
gibi Küresel Kuzey ülkelerine dayatılan yapısal düzenleme politikalarının ve
neoliberal kalkınma modellerinin meşrulaştırılması için istismar ediliyorlar.
Dünya Bankası, IMF ve Birleşmiş Milletler gibi
uluslararası finans kurumları, Nike türünden şirketler, ayrıca CARE gibi mebzul
miktarda STK, yoksulluk ve yetersiz sağlık hizmeti gibi dünya sorunlarının
çözümünün ancak kadınların ve genç kızların eğitilmesiyle mümkün olduğunu
söylüyor. Bu tür değerlendirmelere göre, mikro krediler ve başka türden müdahalelere
başvurarak kadınlara yetki ve güç bahşedilmesi, sadece kadınları değil, onların
çocuklarını ve ailelerini de yoksulluktan kurtarıp orta sınıflaştıracak.
Bu noktada Nike’ın “kız etkisi” isimli internet
sitesinden alınan, mutluluk saçan ifadeleri örnek olarak alabiliriz:
Kızlar
değişimin failleridirler. Onlar, bugün dünyanın yüzleştiği, en köklü kalkınma
sorunlarının çözümünde önemli bir rol oynuyorlar. Eğitim yoluyla genç
kızlardaki ekonomik potansiyele yatırım yapmak, çocuk evliliği ile ergen
hamileliğine mani olmak suretiyle HIV ve AIDS gibi meseleler çözüme
kavuşturulabilir, dahası yoksulluk batağından çıkılabilir.
Hindistan’da ergen evlilikleri, potansiyel gelir
kapsamında yaklaşık on milyar dolarlık bir kayba yol açıyor. Uganda’da genç
kızların yüzde 85’i okulu erkenden bırakıyor, bu da gelirlerde on milyar
dolarlık bir kayba neden oluyor. Bir milyon kız bağlamında çocuk evliliğine ve
çocuk yaşta yapılan doğumlara mani olunduğu takdirde Bangladeş’in bu kızların
ömrü boyunca milli gelirine 69 milyar dolar katkı sunması mümkün.
Kadınların ve genç kızların dönüştürücü güce sahip
olduğuna dair bu inanç, esasen feminist, daha doğrusu sözde feminist ideolojiyi
tuhaf bir biçimde kullanıyor. Milli servetin oluşumu ve hayat standardının
artırılması, genelde kadınlara verilen iş eğitimlerinin veya küçük meblağlarda
kredilerin neticesi değil, devlet öncülüğünde gerçekleştirilen kalkınmanın bir
sonucu.
Güney Kore, esasen öğretici bir örnek: bu ülkede
altmışlarda başlayıp askerî diktatörlük idaresi altında işlemiş olan, o göz
alıcı sanayileşme süreci, devletin belirlediği hedeflere ulaşma konusunda
başarılı olmuş şirket gruplarını [chaebol]
ödüllendirirken, öte yandan başarılı olmayanları cezalandıran güçlü devlet
politikalarının bir ürünü. Burada hükümet, devlet bankalarını altyapıyı
modernize etmek, doğrudan dış yatırımları sınırlamak ve ithalatı kısıtlayarak
yabancı şirketlerle rekabete karşı yerli üreticileri korumak için kullandı.
Hâsılı, Güney Kore’de hükümet tüm sektörleri
dizayn eden, yöneten, idare eden, onlara teşvikler sunan bir güç olarak hareket
etti ve ekonominin modernize edilmesini sağladı. Öyleki seksenlerde teknolojik
açıdan ilerleyen ülke, kendisinden önce sanayileşmiş ülkelere yardımlar bile
yaptı.
Bugün hâkim görüşe bağlı yorumcular, devlet öncülüğünde
gerçekleştirilecek kalkınmayı bir tür sapma olarak değerlendirseler de hakikat
şunu söylemektedir: Büyük Britanya, Almanya ve ABD gibi on sekizinci ve on
dokuzuncu yüzyılın büyük sanayi güçleri, sanayi sahasında sahip oldukları
kudretin büyük bir bölümünü devlet öncülüğünde gerçekleştirilen kalkınma
politikalarına borçludurlar.
Ha-Joon Chang’in de ifade ettiği biçimiyle, İç
Savaş’tan İkinci Dünya Savaşı’na dek uzanan süreçte “ABD ekonomisi, dünyadaki
en fazla korumaya sahip ekonomiydi.” Abraham Lincoln, “altyapının
geliştirilmesini ve korumacılığı” esas alan, kendisinin “Amerikan Sistemi”
adını verdiği sistemi savunan Henry Clay’in öğrencisiydi. Kendi ülkesine
serbest ticareti vaaz edip durduğu için Britanya’yı eleştiren, 1869-1877 arası
dönemde başkanlık yapmış, İç Savaş döneminde faal olan General Ulysses S.
Grant, şu sert cevabı vermekteydi: “İki yüz yıl içerisinde oluşturduğu
korumadan kurtulduğu noktada, Amerika da Britanya gibi serbest ticareti
benimseyecektir.”
Bu tarihsel deneyimi hiçe sayan uluslararası
finans kurumları, seksenlerden beri Küresel Güney’deki ülkelere devlet
öncülüğünde gerçekleştirilecek kalkınmayı imkânsızlaştıran, neoliberal,
“serbest piyasacı” bir rejim dayattılar. Yapısal düzenleme politikalarına maruz
bırakılan ülkeler, ekonomik kalkınmayı teşvik etme yalanı üzerinden,
kendilerini ekonomiyi yönetemez bir durumda buldular.
Sonuçta da kesintiye uğratılmış olan kalkınma
süreci, Avrupa’nın ilk sanayileşmiş güçlerinin ve İkinci Dünya Savaşı sonrası
yeni yeni sanayileşmiş ülkelerin (Japonya, Güney Kore, Tayvan, Hong Kong ve
Singapur) yürüdüğü başarılı yolu takip etmedi. Bugün dünya ekonomisinde yoksul
ülkelerin yoksulluktan ve hastalık hâlinden gerçek bir sınaî ve ziraî kalkınma
yoluna girmeden kurtulabilmesi hayalden ibaret.
Niyetim, bu tür bir modelin maliyetlerini örtbas
etmek değil. Güney Kore’nin zalim bir askerî diktatörlüğün demir ökçesi altında
modernleştiğini, ekonomik açıdan elde ettiği başarının kısmî sebebinin
demokrasiye geri dönüş ardından gelişen güçlü ve cesaretli sendika hareketi
olduğunu unutmamak gerek.
Burada devlet öncülüğünde gerçekleştirilen
kalkınma modeline geri dönüşün her derde deva olduğunu iddia etmiyorum. Bu
modelin tüm işçilerin demokratik katılım süreçlerine dâhil olmadan imkânsız
olduğunu görmek lazım. Yeraltı zenginliklerine dayalı kalkınma, iklim
değişikliği, yerli halkın toprak hakları ve ilişkili meselelerle ilgili, son
dönemde süren tartışmalar ise başka bir makaleyi hak ediyor.
Gelgelelim şu gerçeği de net bir dille ifade etmek
gerek: devlet öncülüğünde gerçekleştirilen kalkınma, çok sayıda insanın
yoksulluktan kurtarılması noktasında iyi bir sicile sahiptir.
Sonuçta feminizmin “başarılı” müdahaleleri, zengin
ülkelerin ve BM gibi uluslararası kurumların ekonomik kalkınmanın kilit unsuru
olarak kadınlara işaret etmek suretiyle bu tarihsel gerçekliği karartmanın
yolunu yordamını temin etmiştir. Örneğin BM Genel Sekreteri Kofi Annan, BM
Kadınların Statüsü Komisyonu’nun altıncı kuruluş yıldönümünde yaptığı konuşmada
şunu söylemiştir: “Onca çalışma, bizlere başka hiçbir politikanın ekonomik üretkenliği
artırmayacağını, çocuk ve anne ölüm oranlarını düşürmeyeceğini öğretmiş
bulunmaktadır.”
Eski BM genel sekreterinin dünya genelinde
kadınların ve genç kızların desteklenmesi meselesinin önemli olduğunu kabul
etmesi, feministleri sevindirecek bir gelişmedir. Fakat Annan’ın ifadesinin
yanlış olduğunu görmek gerekmektedir.
Uluslararası finans kurumları ve zengin ülkeler
tek tek kadınlara sunulan yardımların yoksulluğu, hastalığı ve yetersiz
beslenme meselesini ortadan kaldıracağına dair bir efsanenin altına imza
atmışlardır. Zihinleri aldatacak bir yaklaşım dâhilinde kadınlara ve genç
kızlara kalkınmanın kilit unsurları olarak işaret edince, siyasetçilerin,
eylemcilerin ve emekçilerin gözleri AB, IMF ve Avrupa Merkez Bankası’ndan
oluşan troyka türünden örgütlerin tehlikeli eylemlerinden uzaklaşıyor.
Yunanistan’ı ve Syriza hükümetini bankalar, tahvil sahipleri ve borç veren
zengin ülkeler adına çarmıha germeyen çalışan işte bu troykaydı.
Kadınların ve genç
kızların eğitim alması, üreme hakları, düşük maliyetli sağlık hizmeti alması,
iş hayatı ve evlilik konusunda kendi kararlarını verebilmesi, cinsellikleri
konusunda kontrole sahip olması elbette ki önemli. Fakat feminizmin bu temel
ilkeleri, tüm toplumun neoliberal politikaların dayandığı piyasa köktenciliği
ve tasarruf tedbirleriyle harap edildiği genel bağlam dâhilinde, kadınlara tek
tek yardım ederek gerçekleştirilemez.
Hester Eisenstein
17 Haziran 2015
17 Haziran 2015
0 Yorum:
Yorum Gönder