Feminism
Seduced: How Global Elites Use Women’s Labor and Ideas to Exploit the World [“İğfal
Edilmiş Feminizm: Küresel Elitler Kadınların Emeğini ve Fikirlerini Dünyayı
Sömürmek İçin Nasıl Kullanıyor”] isimli kitabım yayınlandığından beri herkes,
“iğfal edilmiş feminizm”den neyi kastettiğimi sorup duruyor. Feminizmi kimler,
neden iğfal ediyorlar? Bu, cevaplanması zor bir soru ve farklı anlamlara sahip.
Burada sadece iki anlamı üzerinde duracağım: Serbest Üretim Bölgeleri’nde [SÜB]
ucuz kadın emeğinin kullanılması ve Üçüncü Dünya’da yoksulluğun kökünün
kurutulmasında kilit unsurun devlet öncülüğünde gerçekleştirilecek kalkınma
yerine kadınlar olduğunun düşünülmesi.
İşverenler,
hükümetler ve Dünya Bankası ile IMF gibi uluslararası finans kuruluşları,
günümüzde feminizmin sahip olduğu ana ilkelerden birini benimsemiş durumdalar:
buradaki amaç da SÜB’lerde kadınların en berbat, çoğunlukla tehlikeli işlerde
istihdam edilmesinin belirli bir kılıfa büründürülmesi.
İmalatın
küreselleşmesi, giysi, spor ayakkabı, elektronik eşya ve diğer sanayi
kollarında fabrika faaliyetlerinin Küresel Güney’deki düşük ücretlerin ödendiği
ülkelere kaydırılmasına neden oldu. Bu üretimin büyük bir kısmı, serbest üretim
bölgelerinde gerçekleşiyor. Bu bölgeler, işverenleri ücret, vergi,
sağlık-güvenlik mevzuatı ve gümrük vergileri gibi yüklerden kurtaran, bir tür
serbest bölge. Bu bölgeler, yatırımcıya büyük kısmı kadın olan, uysal işçileri
garanti eden, emek karşıtı yapılar üzerinden işverenlerin ekmeğine yağ
sürüyorlar.
Zengin
Batı ülkelerinde kadınların işgücü piyasasına girişinin meşrulaşması, Çin,
Vietnam ve Malezya gibi ülkelerde fabrika sahiplerinin aslolarak kadın emeğini
kullanmalarını sağladı. Patronlar, bu durumu “ücretli iş özgürleştirir”
şeklinde özetlenebilecek hâkim feminist görüşle uyumlu bir şeymiş gibi takdim
ediyorlar. Nicholas Kristof gibi New York Times yazarlarının bu
fabrikaları kadınlara fırsatlar sunan yerler olarak savunmalarında şaşılacak
bir yan yok. Hatta bu zevatın okurlarına o fabrikalarda çalışan kadınların
çöpleri eşeleyip bulduklarını yiyen veya satan kadınlardan daha iyi durumda
olup olmadıklarını sormaları bile mümkün.
İhracat
sahasında ucuz kadın emeğinin kullanılması yeni bir şey değil. Bu konuda
öncülüğü, tanık olduğu o ekonomik mucize esnasında Güney Kore yaptı. Bahsi
geçen dönemde kadınlar, köylerden alınıp fabrikalara tıkıldılar. Politik
ekonomist Alice Amsden’in 1989’da dile getirdiği biçimiyle, Güney Kore’deki
sanayileşmenin ulaştığı başarıda kilit unsurlardan biri, kadın ve erkek
arasındaki ücret farklılığıydı.
Fairchild
gibi ABD şirketleri, ücretler arası uçurum sayesinde devasa kârlar elde
ettiler. Güney Kore, bu yöntemi elektronik sanayiinde kullandı. Aynı üslup
başka yerlerde de taklit edildi.
1958-59’da
silikon çipin icadından kısa bir süre sonra Fairchild, ilk açık deniz yarı
iletken tesisini Hong Kong’da açtı, 1966’da ise Güney Kore’ye geçiş yaptı.
General Instruments isimli şirket, 1964’te mikroelektronik üretimini Tayvan’a
kaydırdı, 1965’te ise birçok ileri teknoloji şirketi, üretim alanlarını
ABD-Meksika sınırına konuşlandırdı, bu da ilk serbest ticaret bölgelerinin [maquiladora]
oluşmasını sağladı. Takip eden on yıl içerisinde Singapur, Malezya ve
Filipinler de aynı yola girdi. Yetmişlerin sonunda bu üç ülkeye Karayipler ve
Güney Amerika’daki ülkeler eklendi.
Devletlerin
kadın işçilerin “hünerli elleri” konusunda yürüttüğü kampanyalardan etkilenen
çokuluslu şirketler, üretim alanlarını ülke dışına kaydırdılar. Böylelikle
düşük ücretler alan kadın işçilerin ürettikleri emtianın miktarı ve çeşitliliği
de hızla arttı.
Yüksek
kârların elde edildiği yeni serbest üretim bölgelerinde çalışma koşulları,
doğal olarak acınacak durumdaydı. Bu fabrikalarda kadınların maruz kaldıkları
insanlık dışı koşullara dair bilgilere herkes vakıf olunca, doksanlarda dünya
genelinde insanî koşulların sağlanmasını talep eden çalışmalar yürütüldü, bu
yönde eylemler yapıldı. Naomi Klein’ın tespitiyle, küresel adalet hareketi,
esas olarak Nike gibi çokuluslu şirketlerin iyi bilinen markası üzerinden
işçilere dayatılan koşullara yönelik öfkeden neşet etmişti.
SÜB’lerin
avantajları ve dezavantajları konusunda yoğun bir tartışma söz konusu. Patricia
Fernandez-Kelly gibi bazı feministler, bu tür ihracat sahalarında kadın
işçilerin aşırı sömürüye maruz kalmasını eleştiriyorlar. Fakat Linda Lim ve
Naila Kabeer gibi isimlerse SÜB’leri aile temelli patriarkadan kaçıp kurtulma
yolu veya ülke içindeki sanayi kollarında alınabilecek ücretlerden daha fazla
ücret alma yolu olarak görüp savunuyorlar.
Malezya’da
faaliyet yürüten Japon elektronik şirketlerine dair çalışmasında Aihwa Ong,
köylü kızların görme yeteneği kaybolana dek sömürüldüklerini, sonra da kapı
önüne konduklarını ama aynı zamanda bu kızların fabrikada çalışmak suretiyle
modernleştiklerini söylüyor. Fabrikaya giren kızlar, geleneksel etekliklerini [sarung]
çıkartıp kot pantolon giyiyorlar ve kendi kocalarını seçme hakkına
kavuşuyorlar.
Diane
Wolf ise kadın işçilerin içine düştükleri tezattan bahsediyor: “Küreselleşme,
kadın açısından hem lehte hem de aleyhte işleyen bir süreç. Bir yandan dünya
ekonomisinde yaşanan dönüşümlerin sunduğu istihdam imkânları, kadınlar üzerinde
yeni patriarkal ve kapitalist kontrol yöntemlerinin geliştirilmesini sağlıyor.”
Fakat bir yandan da “çoğunlukla geçimi sağlayacak seviyenin altında ücretlerin
ödendiği işler, kadınlara “patriarkaya direnmek için gerekli araçları temin
ediyor. […] Cava, Endonezya’da görüştüğüm kadınlar, az ücret verip çok
çalıştıran terhanelerde çalışmayı köylerdeki pirinç tarlalarında çalışmaya
tercih ettiklerini söylüyorlar.”
Farklı
görüşlerin sıralandığı tayfın en ucunda Shelley Feldman’ın görüşü duruyor.
Bangladeş’teki ihraç malı üretilen fabrikaları inceleyen Feldman, meseleyi
idrak etmekten aciz, “ekonominin belirleyiciliğine” odaklanan değerlendirmelere
şüpheyle yaklaşıyor. O, temelde kadınların seçim yapma becerisine sahip
olduğunu kabul etmeyen feminist akademisyenleri eleştiriyor.
Feldman,
Bangladeşli kadınları, esas olarak yapısal düzenleme programları, özelleştirme
ve ekonominin serbestîleştirilmesi gibi dış faktörler değil, “kadınların
çelişkili ve çok yönlü hikâyelerince mümkün kılınan, bu hikâyeler sayesinde
ortaya çıkan tercihler” etkiliyor.
Ama
bu noktada Feldman’ın argümanının basit bir dikotomiye yaslandığını söylemek
lazım. Yazar, Bangladeşli kadınları asıl motive edenin, onların hayatlarına ve
ihtiyaçlarına ait özgüllükler olduğunu ama bir yandan bu kadınların tekstil
fabrikaları ile hükümetin uyguladığı politikalar üzerinden istihdam
edildiklerini söylüyor. Bu iki olgu arasında belirli bir etkileşimin olduğu
açıksa da serbest üretim bölgelerinin köylü kadınların arzusu olduğunu söyleyip
yapısal düzenleme politikalarından bahsetmemek gerçekten tuhaf.
Çalışmayı
kurtuluş yolu olarak gören yirmi birinci yüzyıl feminizminin gözlüğüyle bakan
bu feminist akademisyenler, muhtemelen Küresel Güney’in yeni proleterleşmiş
kadın işçilerini on dokuzuncu yüzyılda Massachusetts’te çiftliklerden alınıp
Amerika’daki ilk tekstil fabrikalarına götürülen “Lowell kızları” ile bir
görüyorlar. İngiltere’nin Manchester şehrindeki fabrikalara kıyasla daha düzgün
çalışma koşullarına maruz kalan Lowell kadınlarında süreç içerisinde hem bir
işçi bilinci hem de feminist bir bilinç gelişmişti.
Genç
kadınlara gelir sağlayan SÜB’deki fabrikalarda çalışmanın özgürleştirici bir
tesire sahip olduğuna hiç şüphe yok. Bu kadınlar, Marx ve Engels’in çizdiği
hattı takip ediyorlar: çiftlikte ücret almadan, yorucu bir iş yapmak, feodal ve
patriarkal kontrol mekanizmalarına tabi olmadan yaşamak yerine bu kadınlar,
fabrikalarda iş bulmak için uğraşıyorlar ve bu işlerin kendilerine özerklik,
kendi kapasiteleri konusunda belirli bir bilinç temin edeceğini düşünüyorlar.
Gelgelelim teoride doğru olan pratikte o kadar doğru olmayabiliyor. Bu,
bilhassa SÜB’lerdeki çalışma pratiğinde birçok kadının maruz kaldığı ağır
koşullar dikkate alındığında, doğru bir tespit.
SÜB’lerdeki
koşullar, ülkeden ülkeye farklılık arz etse de neredeyse tüm bölgeler, ülke
genelinde geçerli olan iş kanunlarından muaflar. 2004 tarihli Uluslararası
Bağımsız Sendikalar Konfederasyonu’nun hazırladığı rapor da işverenlerin
sendikalaşma çabalarını acımasız bir biçimde ezdiğini, örgütçüleri ele geçirmek
için uğraştığını ortaya koyuyor.
Sendikalı
olmaya çabalamasalar bile SÜB’lerdeki kadın işçiler sürekli taciz ediliyorlar.
Haiti’nin Ouanaminth serbest ticaret bölgesinde bulunan CODEVI isimli şirkette
Grupo M giysi şirketi için Levi’s kot pantolonu üreten işçiler, “kaçırma,
dayak, keyfi işten çıkartma, sözlü taciz, ücretsiz fazla mesai, ateşli silâhla
korkutma ve soruşturma” gibi durumlarla yüzleşiyorlar.
Meksika’da
işçiler, genelde kısa süreli sözleşmelere imza atıyorlar, üstelik iş
güvenliğinden de mahrum bırakılıyorlar. İşe başvuran kadınlara hamilelik testi
gibi sağlık testleri uygulanabiliyor. Bu hamilelik testi, çıplak yapılıyor ve
kadınlar “sevgilin var mı?”, “ne sıklıkla seks yapıyorsun?” ve” çocuğun var
mı?” gibi sorulara maruz kalıyorlar.
Shelley
Feldman gibi Bangladeş’teki fabrikaları çalışmış olan Jeremy Seabrook,
Kabeer’le ağız birliği ederek, Dakkalı kadın işçilerin iş bulmak için destansı
mücadeleler verdiğinden, patriarkanın inşa ettiği aileler ve cemaatlerce
konulmuş engelleri aştığından bahsediyor. Fakat yazar, aynı zamanda kadınların
Bangladeş’te yerleşik olan sanayi kollarının hangisinin kendilerine avantaj
sağlayacağına dair karar alma imkânından mahrum olduğunu da söylüyor.
Bu
kadınlar, günde on dört saat çalışıyorlar. Ücretleri çoğunlukla erteleniyor.
Eli sopalı çavuşlara ve alabildiğine tehlikeli çalışma koşullarına tahammül
göstermek zorunda kalıyorlar. Yazar, tanık olduğu bir yangından bahsediyor. 27
Ağustos 2000’de Dakka’da çıkan bu yangında 12 insan ölmüş. Son yıllarda çıkan
yangınlarda ölen işçi sayısı iki yüzü aşmış. 2013’te çöken Rana Plaza
fabrikasında binden fazla işçi ölmüş. Seabrook’un da dile getirdiği biçimiyle,
“burada geçerli olanın, kendi kaderini tayin hakkına dayanan bir model olmadığı
açık.”
Ellen
Rosen ise on dokuzuncu yüzyılda, Amerika’da yürünen sanayileşme yolunun ve
açığa çıkardığı dönüştürücü potansiyelin serbest üretim bölgeleri kuran
ülkelerde geçerli olmadığını söylüyor:
Bugün
ihraç mal üretimine dayalı ekonomi, gelişmekte olan ülkelerde eskiden varolan
sanayileşme biçimlerini devreye sokmuyor. Sermaye yoğunluklu imalatın ekonomik
büyümede merkezî bir konuma sahip olduğu Batı ülkelerinden farklı olarak,
birçok gelişmekte olan ülkede bu düşük ücretlerin ödendiği sanayiler, yaşanması
umulan ekonomik büyümenin merkezî unsurları hâline geldiler. Nispeten yüksek
ücretlerin ödendiği işlerin ailelerin ekonomik refahı açısından asli öneme
sahip olduğu Batı’dan farklı olarak ihraç malı üretimine dayalı ekonomilerde
düşük ücretler alan kadın işçiler, işgücünün yüzde 80’ini teşkil ediyorlar.
Kadın
“kadına has ücret” alırken, erkek salt erkeğe has bir ücret almıyor ki bu da
SÜB’lerde az da olsa sahip fırsatlarla yüzleşen kadınları yoksullaştıran bir
etmen.
Dünya
sahnesinde feminist ideallerin belirli amaçlar doğrultusunda kullanılması,
kadının ücretli çalışma hakkının sömürüye dayalı çalışma koşullarının
meşrulaştırılması amacıyla kullanılması meselesinin ötesine uzanan bir mesele.
Feminist ideallerin istismarı, en açık biçimde, kadınların “yetki ve güç
kazanması” meselesinde çıkıyor karşımıza. Burada söz konusu idealler,
seksenlerde Üçüncü Dünya’ya, yakın dönemde İrlanda ve Yunanistan gibi Küresel
Kuzey ülkelerine dayatılan yapısal düzenleme politikalarının ve neoliberal
kalkınma modellerinin meşrulaştırılması için istismar ediliyorlar.
Dünya
Bankası, IMF ve Birleşmiş Milletler gibi uluslararası finans kurumları, Nike
türünden şirketler, ayrıca CARE gibi mebzul miktarda STK, yoksulluk ve yetersiz
sağlık hizmeti gibi dünya sorunlarının çözümünün ancak kadınların ve genç
kızların eğitilmesiyle mümkün olduğunu söylüyor. Bu tür değerlendirmelere göre,
mikro krediler ve başka türden müdahalelere başvurarak kadınlara yetki ve güç
bahşedilmesi, sadece kadınları değil, onların çocuklarını ve ailelerini de
yoksulluktan kurtarıp orta sınıflaştıracak.
Bu
noktada Nike’ın “kız etkisi” isimli internet sitesinden alınan, mutluluk saçan
ifadeleri örnek olarak alabiliriz:
“Kızlar değişimin
failleridirler. Onlar, bugün dünyanın yüzleştiği, en köklü kalkınma
sorunlarının çözümünde önemli bir rol oynuyorlar. Eğitim yoluyla genç
kızlardaki ekonomik potansiyele yatırım yapmak, çocuk evliliği ile ergen
hamileliğine mani olmak suretiyle HIV ve AIDS gibi meseleler çözüme
kavuşturulabilir, dahası yoksulluk batağından çıkılabilir.”
Hindistan’da
ergen evlilikleri, potansiyel gelir kapsamında yaklaşık on milyar dolarlık bir
kayba yol açıyor. Uganda’da genç kızların yüzde 85’i okulu erkenden bırakıyor,
bu da gelirlerde on milyar dolarlık bir kayba neden oluyor. Bir milyon kız
bağlamında çocuk evliliğine ve çocuk yaşta yapılan doğumlara mani olunduğu
takdirde Bangladeş’in bu kızların ömrü boyunca milli gelirine 69 milyar dolar
katkı sunması mümkün.
Kadınların
ve genç kızların dönüştürücü güce sahip olduğuna dair bu inanç, esasen
feminist, daha doğrusu sözde feminist ideolojiyi tuhaf bir biçimde kullanıyor.
Milli servetin oluşumu ve hayat standardının artırılması, genelde kadınlara
verilen iş eğitimlerinin veya küçük meblağlarda kredilerin neticesi değil,
devlet öncülüğünde gerçekleştirilen kalkınmanın bir sonucu.
Güney
Kore, esasen öğretici bir örnek: bu ülkede altmışlarda başlayıp askerî
diktatörlük idaresi altında işlemiş olan, o göz alıcı sanayileşme süreci,
devletin belirlediği hedeflere ulaşma konusunda başarılı olmuş şirket
gruplarını [chaebol] ödüllendirirken, öte yandan başarılı olmayanları
cezalandıran güçlü devlet politikalarının bir ürünü. Burada hükümet, devlet
bankalarını altyapıyı modernize etmek, doğrudan dış yatırımları sınırlamak ve
ithalatı kısıtlayarak yabancı şirketlerle rekabete karşı yerli üreticileri
korumak için kullandı.
Hâsılı,
Güney Kore’de hükümet tüm sektörleri dizayn eden, yöneten, idare eden, onlara
teşvikler sunan bir güç olarak hareket etti ve ekonominin modernize edilmesini
sağladı. Öyleki seksenlerde teknolojik açıdan ilerleyen ülke, kendisinden önce
sanayileşmiş ülkelere yardımlar bile yaptı.
Bugün
hâkim görüşe bağlı yorumcular, devlet öncülüğünde gerçekleştirilecek kalkınmayı
bir tür sapma olarak değerlendirseler de hakikat şunu söylemektedir: Büyük
Britanya, Almanya ve ABD gibi on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyılın büyük
sanayi güçleri, sanayi sahasında sahip oldukları kudretin büyük bir bölümünü
devlet öncülüğünde gerçekleştirilen kalkınma politikalarına borçludurlar.
Ha-Joon
Chang’in de ifade ettiği biçimiyle, İç Savaş’tan İkinci Dünya Savaşı’na dek
uzanan süreçte “ABD ekonomisi, dünyadaki en fazla korumaya sahip ekonomiydi.”
Abraham Lincoln, “altyapının geliştirilmesini ve korumacılığı” esas alan,
kendisinin “Amerikan Sistemi” adını verdiği sistemi savunan Henry Clay’in
öğrencisiydi. Kendi ülkesine serbest ticareti vaaz edip durduğu için
Britanya’yı eleştiren, 1869-1877 arası dönemde başkanlık yapmış, İç Savaş
döneminde faal olan General Ulysses S. Grant, şu sert cevabı vermekteydi: “İki
yüz yıl içerisinde oluşturduğu korumadan kurtulduğu noktada, Amerika da
Britanya gibi serbest ticareti benimseyecektir.”
Bu
tarihsel deneyimi hiçe sayan uluslararası finans kurumları, seksenlerden beri
Küresel Güney’deki ülkelere devlet öncülüğünde gerçekleştirilecek kalkınmayı
imkânsızlaştıran, neoliberal, “serbest piyasacı” bir rejim dayattılar. Yapısal
düzenleme politikalarına maruz bırakılan ülkeler, ekonomik kalkınmayı teşvik
etme yalanı üzerinden, kendilerini ekonomiyi yönetemez bir durumda buldular.
Sonuçta
da kesintiye uğratılmış olan kalkınma süreci, Avrupa’nın ilk sanayileşmiş
güçlerinin ve İkinci Dünya Savaşı sonrası yeni yeni sanayileşmiş ülkelerin
(Japonya, Güney Kore, Tayvan, Hong Kong ve Singapur) yürüdüğü başarılı yolu
takip etmedi. Bugün dünya ekonomisinde yoksul ülkelerin yoksulluktan ve
hastalık hâlinden gerçek bir sınaî ve ziraî kalkınma yoluna girmeden
kurtulabilmesi hayalden ibaret.
Niyetim,
bu tür bir modelin maliyetlerini örtbas etmek değil. Güney Kore’nin zalim bir
askerî diktatörlüğün demir ökçesi altında modernleştiğini, ekonomik açıdan elde
ettiği başarının kısmî sebebinin demokrasiye geri dönüş ardından gelişen güçlü
ve cesaretli sendika hareketi olduğunu unutmamak gerek.
Burada
devlet öncülüğünde gerçekleştirilen kalkınma modeline geri dönüşün her derde
deva olduğunu iddia etmiyorum. Bu modelin tüm işçilerin demokratik katılım
süreçlerine dâhil olmadan imkânsız olduğunu görmek lazım. Yeraltı
zenginliklerine dayalı kalkınma, iklim değişikliği, yerli halkın toprak hakları
ve ilişkili meselelerle ilgili, son dönemde süren tartışmalar ise başka bir
makaleyi hak ediyor.
Gelgelelim
şu gerçeği de net bir dille ifade etmek gerek: devlet öncülüğünde
gerçekleştirilen kalkınma, çok sayıda insanın yoksulluktan kurtarılması
noktasında iyi bir sicile sahiptir.
Sonuçta
feminizmin “başarılı” müdahaleleri, zengin ülkelerin ve BM gibi uluslararası
kurumların ekonomik kalkınmanın kilit unsuru olarak kadınlara işaret etmek
suretiyle bu tarihsel gerçekliği karartmanın yolunu yordamını temin etmiştir.
Örneğin BM Genel Sekreteri Kofi Annan, BM Kadınların Statüsü Komisyonu’nun
altıncı kuruluş yıldönümünde yaptığı konuşmada şunu söylemiştir: “Onca çalışma,
bizlere başka hiçbir politikanın ekonomik üretkenliği artırmayacağını, çocuk ve
anne ölüm oranlarını düşürmeyeceğini öğretmiş bulunmaktadır.”
Eski
BM genel sekreterinin dünya genelinde kadınların ve genç kızların desteklenmesi
meselesinin önemli olduğunu kabul etmesi, feministleri sevindirecek bir
gelişmedir. Fakat Annan’ın ifadesinin yanlış olduğunu görmek gerekmektedir.
Uluslararası
finans kurumları ve zengin ülkeler tek tek kadınlara sunulan yardımların
yoksulluğu, hastalığı ve yetersiz beslenme meselesini ortadan kaldıracağına
dair bir efsanenin altına imza atmışlardır. Zihinleri aldatacak bir yaklaşım
dâhilinde kadınlara ve genç kızlara kalkınmanın kilit unsurları olarak işaret
edince, siyasetçilerin, eylemcilerin ve emekçilerin gözleri AB, IMF ve Avrupa
Merkez Bankası’ndan oluşan troyka türünden örgütlerin tehlikeli eylemlerinden
uzaklaşıyor. Yunanistan’ı ve Syriza hükümetini bankalar, tahvil sahipleri ve
borç veren zengin ülkeler adına çarmıha germeyen çalışan işte bu troykaydı.
Kadınların
ve genç kızların eğitim alması, üreme hakları, düşük maliyetli sağlık hizmeti
alması, iş hayatı ve evlilik konusunda kendi kararlarını verebilmesi,
cinsellikleri konusunda kontrole sahip olması elbette ki önemli. Fakat
feminizmin bu temel ilkeleri, tüm toplumun neoliberal politikaların dayandığı
piyasa köktenciliği ve tasarruf tedbirleriyle harap edildiği genel bağlam
dâhilinde, kadınlara tek tek yardım ederek gerçekleştirilemez.
Hester Eisenstein
17 Haziran 2015
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder