09 Mart 2018

, ,

Terhane Feministleri


Feminism Seduced: How Global Elites Use Women’s Labor and Ideas to Exploit the World [“İğfal Edilmiş Feminizm: Küresel Elitler Kadınların Emeğini ve Fikirlerini Dünyayı Sömürmek İçin Nasıl Kullanıyor”] isimli kitabım yayınlandığından beri herkes, “iğfal edilmiş feminizm”den neyi kastettiğimi sorup duruyor. Feminizmi kimler, neden iğfal ediyorlar? Bu, cevaplanması zor bir soru ve farklı anlamlara sahip. Burada sadece iki anlamı üzerinde duracağım: Serbest Üretim Bölgeleri’nde [SÜB] ucuz kadın emeğinin kullanılması ve Üçüncü Dünya’da yoksulluğun kökünün kurutulmasında kilit unsurun devlet öncülüğünde gerçekleştirilecek kalkınma yerine kadınlar olduğunun düşünülmesi.
İşverenler, hükümetler ve Dünya Bankası ile IMF gibi uluslararası finans kuruluşları, günümüzde feminizmin sahip olduğu ana ilkelerden birini benimsemiş durumdalar: buradaki amaç da SÜB’lerde kadınların en berbat, çoğunlukla tehlikeli işlerde istihdam edilmesinin belirli bir kılıfa büründürülmesi.
İmalatın küreselleşmesi, giysi, spor ayakkabı, elektronik eşya ve diğer sanayi kollarında fabrika faaliyetlerinin Küresel Güney’deki düşük ücretlerin ödendiği ülkelere kaydırılmasına neden oldu. Bu üretimin büyük bir kısmı, serbest üretim bölgelerinde gerçekleşiyor. Bu bölgeler, işverenleri ücret, vergi, sağlık-güvenlik mevzuatı ve gümrük vergileri gibi yüklerden kurtaran, bir tür serbest bölge. Bu bölgeler, yatırımcıya büyük kısmı kadın olan, uysal işçileri garanti eden, emek karşıtı yapılar üzerinden işverenlerin ekmeğine yağ sürüyorlar.
Zengin Batı ülkelerinde kadınların işgücü piyasasına girişinin meşrulaşması, Çin, Vietnam ve Malezya gibi ülkelerde fabrika sahiplerinin aslolarak kadın emeğini kullanmalarını sağladı. Patronlar, bu durumu “ücretli iş özgürleştirir” şeklinde özetlenebilecek hâkim feminist görüşle uyumlu bir şeymiş gibi takdim ediyorlar. Nicholas Kristof gibi New York Times yazarlarının bu fabrikaları kadınlara fırsatlar sunan yerler olarak savunmalarında şaşılacak bir yan yok. Hatta bu zevatın okurlarına o fabrikalarda çalışan kadınların çöpleri eşeleyip bulduklarını yiyen veya satan kadınlardan daha iyi durumda olup olmadıklarını sormaları bile mümkün.
İhracat sahasında ucuz kadın emeğinin kullanılması yeni bir şey değil. Bu konuda öncülüğü, tanık olduğu o ekonomik mucize esnasında Güney Kore yaptı. Bahsi geçen dönemde kadınlar, köylerden alınıp fabrikalara tıkıldılar. Politik ekonomist Alice Amsden’in 1989’da dile getirdiği biçimiyle, Güney Kore’deki sanayileşmenin ulaştığı başarıda kilit unsurlardan biri, kadın ve erkek arasındaki ücret farklılığıydı.
Fairchild gibi ABD şirketleri, ücretler arası uçurum sayesinde devasa kârlar elde ettiler. Güney Kore, bu yöntemi elektronik sanayiinde kullandı. Aynı üslup başka yerlerde de taklit edildi.
1958-59’da silikon çipin icadından kısa bir süre sonra Fairchild, ilk açık deniz yarı iletken tesisini Hong Kong’da açtı, 1966’da ise Güney Kore’ye geçiş yaptı. General Instruments isimli şirket, 1964’te mikroelektronik üretimini Tayvan’a kaydırdı, 1965’te ise birçok ileri teknoloji şirketi, üretim alanlarını ABD-Meksika sınırına konuşlandırdı, bu da ilk serbest ticaret bölgelerinin [maquiladora] oluşmasını sağladı. Takip eden on yıl içerisinde Singapur, Malezya ve Filipinler de aynı yola girdi. Yetmişlerin sonunda bu üç ülkeye Karayipler ve Güney Amerika’daki ülkeler eklendi.
Devletlerin kadın işçilerin “hünerli elleri” konusunda yürüttüğü kampanyalardan etkilenen çokuluslu şirketler, üretim alanlarını ülke dışına kaydırdılar. Böylelikle düşük ücretler alan kadın işçilerin ürettikleri emtianın miktarı ve çeşitliliği de hızla arttı.
Yüksek kârların elde edildiği yeni serbest üretim bölgelerinde çalışma koşulları, doğal olarak acınacak durumdaydı. Bu fabrikalarda kadınların maruz kaldıkları insanlık dışı koşullara dair bilgilere herkes vakıf olunca, doksanlarda dünya genelinde insanî koşulların sağlanmasını talep eden çalışmalar yürütüldü, bu yönde eylemler yapıldı. Naomi Klein’ın tespitiyle, küresel adalet hareketi, esas olarak Nike gibi çokuluslu şirketlerin iyi bilinen markası üzerinden işçilere dayatılan koşullara yönelik öfkeden neşet etmişti.
SÜB’lerin avantajları ve dezavantajları konusunda yoğun bir tartışma söz konusu. Patricia Fernandez-Kelly gibi bazı feministler, bu tür ihracat sahalarında kadın işçilerin aşırı sömürüye maruz kalmasını eleştiriyorlar. Fakat Linda Lim ve Naila Kabeer gibi isimlerse SÜB’leri aile temelli patriarkadan kaçıp kurtulma yolu veya ülke içindeki sanayi kollarında alınabilecek ücretlerden daha fazla ücret alma yolu olarak görüp savunuyorlar.
Malezya’da faaliyet yürüten Japon elektronik şirketlerine dair çalışmasında Aihwa Ong, köylü kızların görme yeteneği kaybolana dek sömürüldüklerini, sonra da kapı önüne konduklarını ama aynı zamanda bu kızların fabrikada çalışmak suretiyle modernleştiklerini söylüyor. Fabrikaya giren kızlar, geleneksel etekliklerini [sarung] çıkartıp kot pantolon giyiyorlar ve kendi kocalarını seçme hakkına kavuşuyorlar.
Diane Wolf ise kadın işçilerin içine düştükleri tezattan bahsediyor: “Küreselleşme, kadın açısından hem lehte hem de aleyhte işleyen bir süreç. Bir yandan dünya ekonomisinde yaşanan dönüşümlerin sunduğu istihdam imkânları, kadınlar üzerinde yeni patriarkal ve kapitalist kontrol yöntemlerinin geliştirilmesini sağlıyor.” Fakat bir yandan da “çoğunlukla geçimi sağlayacak seviyenin altında ücretlerin ödendiği işler, kadınlara “patriarkaya direnmek için gerekli araçları temin ediyor. […] Cava, Endonezya’da görüştüğüm kadınlar, az ücret verip çok çalıştıran terhanelerde çalışmayı köylerdeki pirinç tarlalarında çalışmaya tercih ettiklerini söylüyorlar.”
Farklı görüşlerin sıralandığı tayfın en ucunda Shelley Feldman’ın görüşü duruyor. Bangladeş’teki ihraç malı üretilen fabrikaları inceleyen Feldman, meseleyi idrak etmekten aciz, “ekonominin belirleyiciliğine” odaklanan değerlendirmelere şüpheyle yaklaşıyor. O, temelde kadınların seçim yapma becerisine sahip olduğunu kabul etmeyen feminist akademisyenleri eleştiriyor.
Feldman, Bangladeşli kadınları, esas olarak yapısal düzenleme programları, özelleştirme ve ekonominin serbestîleştirilmesi gibi dış faktörler değil, “kadınların çelişkili ve çok yönlü hikâyelerince mümkün kılınan, bu hikâyeler sayesinde ortaya çıkan tercihler” etkiliyor.
Ama bu noktada Feldman’ın argümanının basit bir dikotomiye yaslandığını söylemek lazım. Yazar, Bangladeşli kadınları asıl motive edenin, onların hayatlarına ve ihtiyaçlarına ait özgüllükler olduğunu ama bir yandan bu kadınların tekstil fabrikaları ile hükümetin uyguladığı politikalar üzerinden istihdam edildiklerini söylüyor. Bu iki olgu arasında belirli bir etkileşimin olduğu açıksa da serbest üretim bölgelerinin köylü kadınların arzusu olduğunu söyleyip yapısal düzenleme politikalarından bahsetmemek gerçekten tuhaf.
Çalışmayı kurtuluş yolu olarak gören yirmi birinci yüzyıl feminizminin gözlüğüyle bakan bu feminist akademisyenler, muhtemelen Küresel Güney’in yeni proleterleşmiş kadın işçilerini on dokuzuncu yüzyılda Massachusetts’te çiftliklerden alınıp Amerika’daki ilk tekstil fabrikalarına götürülen “Lowell kızları” ile bir görüyorlar. İngiltere’nin Manchester şehrindeki fabrikalara kıyasla daha düzgün çalışma koşullarına maruz kalan Lowell kadınlarında süreç içerisinde hem bir işçi bilinci hem de feminist bir bilinç gelişmişti.
Genç kadınlara gelir sağlayan SÜB’deki fabrikalarda çalışmanın özgürleştirici bir tesire sahip olduğuna hiç şüphe yok. Bu kadınlar, Marx ve Engels’in çizdiği hattı takip ediyorlar: çiftlikte ücret almadan, yorucu bir iş yapmak, feodal ve patriarkal kontrol mekanizmalarına tabi olmadan yaşamak yerine bu kadınlar, fabrikalarda iş bulmak için uğraşıyorlar ve bu işlerin kendilerine özerklik, kendi kapasiteleri konusunda belirli bir bilinç temin edeceğini düşünüyorlar. Gelgelelim teoride doğru olan pratikte o kadar doğru olmayabiliyor. Bu, bilhassa SÜB’lerdeki çalışma pratiğinde birçok kadının maruz kaldığı ağır koşullar dikkate alındığında, doğru bir tespit.
SÜB’lerdeki koşullar, ülkeden ülkeye farklılık arz etse de neredeyse tüm bölgeler, ülke genelinde geçerli olan iş kanunlarından muaflar. 2004 tarihli Uluslararası Bağımsız Sendikalar Konfederasyonu’nun hazırladığı rapor da işverenlerin sendikalaşma çabalarını acımasız bir biçimde ezdiğini, örgütçüleri ele geçirmek için uğraştığını ortaya koyuyor.
Sendikalı olmaya çabalamasalar bile SÜB’lerdeki kadın işçiler sürekli taciz ediliyorlar. Haiti’nin Ouanaminth serbest ticaret bölgesinde bulunan CODEVI isimli şirkette Grupo M giysi şirketi için Levi’s kot pantolonu üreten işçiler, “kaçırma, dayak, keyfi işten çıkartma, sözlü taciz, ücretsiz fazla mesai, ateşli silâhla korkutma ve soruşturma” gibi durumlarla yüzleşiyorlar.
Meksika’da işçiler, genelde kısa süreli sözleşmelere imza atıyorlar, üstelik iş güvenliğinden de mahrum bırakılıyorlar. İşe başvuran kadınlara hamilelik testi gibi sağlık testleri uygulanabiliyor. Bu hamilelik testi, çıplak yapılıyor ve kadınlar “sevgilin var mı?”, “ne sıklıkla seks yapıyorsun?” ve” çocuğun var mı?” gibi sorulara maruz kalıyorlar.
Shelley Feldman gibi Bangladeş’teki fabrikaları çalışmış olan Jeremy Seabrook, Kabeer’le ağız birliği ederek, Dakkalı kadın işçilerin iş bulmak için destansı mücadeleler verdiğinden, patriarkanın inşa ettiği aileler ve cemaatlerce konulmuş engelleri aştığından bahsediyor. Fakat yazar, aynı zamanda kadınların Bangladeş’te yerleşik olan sanayi kollarının hangisinin kendilerine avantaj sağlayacağına dair karar alma imkânından mahrum olduğunu da söylüyor.
Bu kadınlar, günde on dört saat çalışıyorlar. Ücretleri çoğunlukla erteleniyor. Eli sopalı çavuşlara ve alabildiğine tehlikeli çalışma koşullarına tahammül göstermek zorunda kalıyorlar. Yazar, tanık olduğu bir yangından bahsediyor. 27 Ağustos 2000’de Dakka’da çıkan bu yangında 12 insan ölmüş. Son yıllarda çıkan yangınlarda ölen işçi sayısı iki yüzü aşmış. 2013’te çöken Rana Plaza fabrikasında binden fazla işçi ölmüş. Seabrook’un da dile getirdiği biçimiyle, “burada geçerli olanın, kendi kaderini tayin hakkına dayanan bir model olmadığı açık.”
Ellen Rosen ise on dokuzuncu yüzyılda, Amerika’da yürünen sanayileşme yolunun ve açığa çıkardığı dönüştürücü potansiyelin serbest üretim bölgeleri kuran ülkelerde geçerli olmadığını söylüyor:
Bugün ihraç mal üretimine dayalı ekonomi, gelişmekte olan ülkelerde eskiden varolan sanayileşme biçimlerini devreye sokmuyor. Sermaye yoğunluklu imalatın ekonomik büyümede merkezî bir konuma sahip olduğu Batı ülkelerinden farklı olarak, birçok gelişmekte olan ülkede bu düşük ücretlerin ödendiği sanayiler, yaşanması umulan ekonomik büyümenin merkezî unsurları hâline geldiler. Nispeten yüksek ücretlerin ödendiği işlerin ailelerin ekonomik refahı açısından asli öneme sahip olduğu Batı’dan farklı olarak ihraç malı üretimine dayalı ekonomilerde düşük ücretler alan kadın işçiler, işgücünün yüzde 80’ini teşkil ediyorlar.
Kadın “kadına has ücret” alırken, erkek salt erkeğe has bir ücret almıyor ki bu da SÜB’lerde az da olsa sahip fırsatlarla yüzleşen kadınları yoksullaştıran bir etmen.
Dünya sahnesinde feminist ideallerin belirli amaçlar doğrultusunda kullanılması, kadının ücretli çalışma hakkının sömürüye dayalı çalışma koşullarının meşrulaştırılması amacıyla kullanılması meselesinin ötesine uzanan bir mesele. Feminist ideallerin istismarı, en açık biçimde, kadınların “yetki ve güç kazanması” meselesinde çıkıyor karşımıza. Burada söz konusu idealler, seksenlerde Üçüncü Dünya’ya, yakın dönemde İrlanda ve Yunanistan gibi Küresel Kuzey ülkelerine dayatılan yapısal düzenleme politikalarının ve neoliberal kalkınma modellerinin meşrulaştırılması için istismar ediliyorlar.
Dünya Bankası, IMF ve Birleşmiş Milletler gibi uluslararası finans kurumları, Nike türünden şirketler, ayrıca CARE gibi mebzul miktarda STK, yoksulluk ve yetersiz sağlık hizmeti gibi dünya sorunlarının çözümünün ancak kadınların ve genç kızların eğitilmesiyle mümkün olduğunu söylüyor. Bu tür değerlendirmelere göre, mikro krediler ve başka türden müdahalelere başvurarak kadınlara yetki ve güç bahşedilmesi, sadece kadınları değil, onların çocuklarını ve ailelerini de yoksulluktan kurtarıp orta sınıflaştıracak.
Bu noktada Nike’ın “kız etkisi” isimli internet sitesinden alınan, mutluluk saçan ifadeleri örnek olarak alabiliriz:
Kızlar değişimin failleridirler. Onlar, bugün dünyanın yüzleştiği, en köklü kalkınma sorunlarının çözümünde önemli bir rol oynuyorlar. Eğitim yoluyla genç kızlardaki ekonomik potansiyele yatırım yapmak, çocuk evliliği ile ergen hamileliğine mani olmak suretiyle HIV ve AIDS gibi meseleler çözüme kavuşturulabilir, dahası yoksulluk batağından çıkılabilir.
Hindistan’da ergen evlilikleri, potansiyel gelir kapsamında yaklaşık on milyar dolarlık bir kayba yol açıyor. Uganda’da genç kızların yüzde 85’i okulu erkenden bırakıyor, bu da gelirlerde on milyar dolarlık bir kayba neden oluyor. Bir milyon kız bağlamında çocuk evliliğine ve çocuk yaşta yapılan doğumlara mani olunduğu takdirde Bangladeş’in bu kızların ömrü boyunca milli gelirine 69 milyar dolar katkı sunması mümkün.
Kadınların ve genç kızların dönüştürücü güce sahip olduğuna dair bu inanç, esasen feminist, daha doğrusu sözde feminist ideolojiyi tuhaf bir biçimde kullanıyor. Milli servetin oluşumu ve hayat standardının artırılması, genelde kadınlara verilen iş eğitimlerinin veya küçük meblağlarda kredilerin neticesi değil, devlet öncülüğünde gerçekleştirilen kalkınmanın bir sonucu.
Güney Kore, esasen öğretici bir örnek: bu ülkede altmışlarda başlayıp askerî diktatörlük idaresi altında işlemiş olan, o göz alıcı sanayileşme süreci, devletin belirlediği hedeflere ulaşma konusunda başarılı olmuş şirket gruplarını [chaebol] ödüllendirirken, öte yandan başarılı olmayanları cezalandıran güçlü devlet politikalarının bir ürünü. Burada hükümet, devlet bankalarını altyapıyı modernize etmek, doğrudan dış yatırımları sınırlamak ve ithalatı kısıtlayarak yabancı şirketlerle rekabete karşı yerli üreticileri korumak için kullandı.
Hâsılı, Güney Kore’de hükümet tüm sektörleri dizayn eden, yöneten, idare eden, onlara teşvikler sunan bir güç olarak hareket etti ve ekonominin modernize edilmesini sağladı. Öyleki seksenlerde teknolojik açıdan ilerleyen ülke, kendisinden önce sanayileşmiş ülkelere yardımlar bile yaptı.
Bugün hâkim görüşe bağlı yorumcular, devlet öncülüğünde gerçekleştirilecek kalkınmayı bir tür sapma olarak değerlendirseler de hakikat şunu söylemektedir: Büyük Britanya, Almanya ve ABD gibi on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyılın büyük sanayi güçleri, sanayi sahasında sahip oldukları kudretin büyük bir bölümünü devlet öncülüğünde gerçekleştirilen kalkınma politikalarına borçludurlar.
Ha-Joon Chang’in de ifade ettiği biçimiyle, İç Savaş’tan İkinci Dünya Savaşı’na dek uzanan süreçte “ABD ekonomisi, dünyadaki en fazla korumaya sahip ekonomiydi.” Abraham Lincoln, “altyapının geliştirilmesini ve korumacılığı” esas alan, kendisinin “Amerikan Sistemi” adını verdiği sistemi savunan Henry Clay’in öğrencisiydi. Kendi ülkesine serbest ticareti vaaz edip durduğu için Britanya’yı eleştiren, 1869-1877 arası dönemde başkanlık yapmış, İç Savaş döneminde faal olan General Ulysses S. Grant, şu sert cevabı vermekteydi: “İki yüz yıl içerisinde oluşturduğu korumadan kurtulduğu noktada, Amerika da Britanya gibi serbest ticareti benimseyecektir.”
Bu tarihsel deneyimi hiçe sayan uluslararası finans kurumları, seksenlerden beri Küresel Güney’deki ülkelere devlet öncülüğünde gerçekleştirilecek kalkınmayı imkânsızlaştıran, neoliberal, “serbest piyasacı” bir rejim dayattılar. Yapısal düzenleme politikalarına maruz bırakılan ülkeler, ekonomik kalkınmayı teşvik etme yalanı üzerinden, kendilerini ekonomiyi yönetemez bir durumda buldular.
Sonuçta da kesintiye uğratılmış olan kalkınma süreci, Avrupa’nın ilk sanayileşmiş güçlerinin ve İkinci Dünya Savaşı sonrası yeni yeni sanayileşmiş ülkelerin (Japonya, Güney Kore, Tayvan, Hong Kong ve Singapur) yürüdüğü başarılı yolu takip etmedi. Bugün dünya ekonomisinde yoksul ülkelerin yoksulluktan ve hastalık hâlinden gerçek bir sınaî ve ziraî kalkınma yoluna girmeden kurtulabilmesi hayalden ibaret.
Niyetim, bu tür bir modelin maliyetlerini örtbas etmek değil. Güney Kore’nin zalim bir askerî diktatörlüğün demir ökçesi altında modernleştiğini, ekonomik açıdan elde ettiği başarının kısmî sebebinin demokrasiye geri dönüş ardından gelişen güçlü ve cesaretli sendika hareketi olduğunu unutmamak gerek.
Burada devlet öncülüğünde gerçekleştirilen kalkınma modeline geri dönüşün her derde deva olduğunu iddia etmiyorum. Bu modelin tüm işçilerin demokratik katılım süreçlerine dâhil olmadan imkânsız olduğunu görmek lazım. Yeraltı zenginliklerine dayalı kalkınma, iklim değişikliği, yerli halkın toprak hakları ve ilişkili meselelerle ilgili, son dönemde süren tartışmalar ise başka bir makaleyi hak ediyor.
Gelgelelim şu gerçeği de net bir dille ifade etmek gerek: devlet öncülüğünde gerçekleştirilen kalkınma, çok sayıda insanın yoksulluktan kurtarılması noktasında iyi bir sicile sahiptir.
Sonuçta feminizmin “başarılı” müdahaleleri, zengin ülkelerin ve BM gibi uluslararası kurumların ekonomik kalkınmanın kilit unsuru olarak kadınlara işaret etmek suretiyle bu tarihsel gerçekliği karartmanın yolunu yordamını temin etmiştir. Örneğin BM Genel Sekreteri Kofi Annan, BM Kadınların Statüsü Komisyonu’nun altıncı kuruluş yıldönümünde yaptığı konuşmada şunu söylemiştir: “Onca çalışma, bizlere başka hiçbir politikanın ekonomik üretkenliği artırmayacağını, çocuk ve anne ölüm oranlarını düşürmeyeceğini öğretmiş bulunmaktadır.”
Eski BM genel sekreterinin dünya genelinde kadınların ve genç kızların desteklenmesi meselesinin önemli olduğunu kabul etmesi, feministleri sevindirecek bir gelişmedir. Fakat Annan’ın ifadesinin yanlış olduğunu görmek gerekmektedir.
Uluslararası finans kurumları ve zengin ülkeler tek tek kadınlara sunulan yardımların yoksulluğu, hastalığı ve yetersiz beslenme meselesini ortadan kaldıracağına dair bir efsanenin altına imza atmışlardır. Zihinleri aldatacak bir yaklaşım dâhilinde kadınlara ve genç kızlara kalkınmanın kilit unsurları olarak işaret edince, siyasetçilerin, eylemcilerin ve emekçilerin gözleri AB, IMF ve Avrupa Merkez Bankası’ndan oluşan troyka türünden örgütlerin tehlikeli eylemlerinden uzaklaşıyor. Yunanistan’ı ve Syriza hükümetini bankalar, tahvil sahipleri ve borç veren zengin ülkeler adına çarmıha germeyen çalışan işte bu troykaydı.
Kadınların ve genç kızların eğitim alması, üreme hakları, düşük maliyetli sağlık hizmeti alması, iş hayatı ve evlilik konusunda kendi kararlarını verebilmesi, cinsellikleri konusunda kontrole sahip olması elbette ki önemli. Fakat feminizmin bu temel ilkeleri, tüm toplumun neoliberal politikaların dayandığı piyasa köktenciliği ve tasarruf tedbirleriyle harap edildiği genel bağlam dâhilinde, kadınlara tek tek yardım ederek gerçekleştirilemez.
Hester Eisenstein
17 Haziran 2015

0 Yorum: