02 Mart 2018

,

Kara Panter’i Harlem’de İzlemek

Harlem’deki Magic Johnson Sinemaları, çocuklarımla hafta sonları sıkça gittiğimiz bir yer. Burası, ikamet ettiğim Columbia Üniversitesi kampüsüne en yakın sinema. O, Tahran’dan Mexico City’ye, yaşadığım ve âşık olduğum tüm şehirleri tanımlayan bir tarihi, derinlerden bir yerden anımsatan bir mekân.

Sadece bu sinema salonu değil, mahallenin kendisi de benim için önemli. Tarihî Apollo Sineması’nın civarını hem sevgiyle hem de hüzünle anarım hep. Burayı sevmemin sebebi, mekânın bana kendimi evimde hissettirmesi, ayrıca bizim çocuklar da devlet okulundan arkadaşlarıyla oraya giderler. Beni hüzünlendirmesinin sebebi ise ona baktıkça Malcolm X ve James Baldwin’in Harlem’inin Martin Luther King Bulvarı’ndaki Clinton-Obama eliyle başlatılmış o şatafatlı soylulaştırma çalışmalarının üzerindeki ince cilânın altında artık görünmüyor oluşu.

Orada Peter Rabbit’i mi (2018) yoksa Kara Panter (2018) filmini mi izliyorsunuz, bir önemi yok. Mekânda her daim bir uğultu var ve bu uğultu yüzünden filmden önce ve sonra Afrikalı-Amerikalıların kültürel tarihinin merkezi olan Harlem’in tüm hikâyesi, birden ailelerin rutin bir faaliyet olarak gezindikleri bir mekânın dünyevî sıradanlığına teslim oluveriyor.

Klişelerin İnsana Bir Şeyler Sunması Mümkün mü?

Şu Kara Panter filmini Harlem’de izlemelisiniz. ABD’de Afrikalı-Amerikalıların hayatının merkezinde olan başka bir kent de olabilir tabii. Çünkü o, siyahların kurtuluşu ile ilgili bir Amerikan filmi. Yapımcısı Marvel, dağıtımcısı Disney. Filmi izlemek için elinizdeki içecek ve patlamış mısırla koltuğunuza oturduğunuzda işte bu paradoks, tüm riskleri ve vaatleri ile soluduğunuz havaya siniveriyor.

ABD’deki kurumsal ırkçılığın o hiç kesintiye dahi uğramamış olan seyrini bilmeyenler, bu filmin neden bu kadar önemli olduğunu merak edebilirler. Amerikalı seyirciler, bilhassa Afrikalı-Amerikalılar arasında bu filmin yarattığı çelişkili düşüncelerin ve duyguların iki temel ve birbiriyle çatışan olgudan kaynaklandığını belirtmek gerek: filmin yapımcılığını bir şirket üstlenmiş ve film, siyahların kurtuluşu meselesinde izleyenlerin bir tür arınma [katarsis] yaşamasını vaat etmekte. Kara Panter, sundukları ve sunmadıkları ile hem gayet tatmin edici hem de sıkıntılı bir film.

Kara Panter, sadece bir Amerikan filmi değil, o, esasında Hollywood klişelerini mebzul miktarda kullanan bir çalışma. Asıl vaadi de bir Hollywood klişesiyle ilişkili: Afrika’nın bir yerlerinde fildişi arayıp bulmak için Avrupalı avcıların ağızlarından salya aka aka saldırdıkları Tarzan filmleri kadar eski bir zamanda, enerji kaynakları açısından zengin olan bir sahada “Wakanda” isminde ileri bir uygarlıktan bahsediliyor filmde.

Ama Kara Panter’de bir değil, iki Tarzan var: ilki, CIA ajanı Everett K Ross (Martin Freeman). Bu adamın amacı, Afrikalıları kendilerinden kurtarmak. Kapanış jeneriğini görecek kadar oturacak sabra ve basirete sahipseniz, ikinci Tarzan’ı da bir şekilde görüyorsunuz: Kaptan Amerika filmindeki baş karakterin en iyi dostu olan (Sebastian Stan’in canlandırdığı) Bucky Barnes’ı bir Wakanda köyünde, çadırından çıkıp kadın süper kahraman (Shuri) T'Challa (Chadwick Boseman) ile, Kara Panter’in genç dahi kız kardeşiyle bir araya gelirken görüyoruz. Muhtemelen kadın, bu filmin James Bond’unun damı rolünde!

Filmde bir yandan da El Dorado filmine atıfta bulunuluyor ve bir başka Hollywood klişesi anımsatılıyor: birden zenginleşmek derdinde olan karakterlerin rol aldığı Indiana Jones filmlerinin merkezinde duran bir adamın, şehrin, krallığın hatta imparatorluğun adı illâki El Dorado [İspanyolca: Altın] oluyor.

T'Challa/Kara Panter’in New York’ta geçen sahneleri, nihayetinde John Landis’in Coming to America (1988) isimli romantik komedisinde gördüğümüz Zamunda prensi Prens Akim Joffer’a (Eddie Murphy) göndermede bulunuyorlar. Hollywood’un sinemaya dair söz dağarcığı çok sınırlı olduğundan, düzenli olarak belirli sözcükleri kullanıyor. Onun işi bu: geviş getirmek! İşe de yarıyor sonuçta. Karşılığını alıyor. Rahatsız olmasını gerektirecek bir durum yok yani.

Gerçek Olan Neşedir

Salondaki diğer tüm seyirci gibi ben de Kara Panter filmini meraktan gözleri fal taşı gibi açılmış bir çocuk gibi izledim ve yaşadığım gerginlikten, patlamış mısırımı son tanesine dek hatır hutur yedim. En son ne zaman bir filme kendimi bu ölçüde kaptırdım, anımsamıyorum. Perdeye T'Challa geldiğinde o oluverdim. Bir kara panterdim, ta ki Kara Panter’in ezeli düşmanı N'Jadaka, yani Erik “Killmonger” çıkana kadar. Sonra Killmonger oldum. Film, benim bir taraf tutmamı istiyordu aslında. Ya Kara Panter olacaktım ya da Killmonger. İkisi birden olmama asla izin vermiyordu. Ben de bir taraf tuttum. O acı sona dek, her şeye kafa tutan N'Jadaka kardeşimin yanında oldum. Film, yüreğimi ve siyasetimi değiştiremedi. O noktadan sonra başkarakter Kara Panter, Obama’nın yolundan yürüdü, bense Killmonger’la birlikte yol aldım.

Bu, bir Amerikan filmi. Afrikalı-Amerikalıların bu filmde zaferin tadına varmış bir faillik dâhilinde, kendilerini görme deneyimini neden neşeyle kutladıklarını anlamak için ya Afrikalı-Amerikalı ya da kendisini onlarla tanımlayan, onların çilesine tanıklık eden, sömürgeciliğin yağmaladığı ulusların aynasında, onların taşıdıkları umutları anlayan, tarihlerini onurlandırıp mücadeleleriyle dayanışma içinde olan biri olmalısınız. Ayrıca bu filmin gücünü ve güzelliğini anlamak için, eskiden tiyatrolarda yüze takılan siyah maskeden bugün olağan suçlu olarak takdim edilen o tehlikeli temsillerdeki korkunçluğa tanıklık etmiş olmalısınız.

Önde gelen ırk teorisyeni, benim Columbia Üniversitesi’nden meslektaşım Kimberle Williams Crenshaw, o muhteşem yazısında, filmle ilgili deneyimini bir tür esrime olarak tanımlıyor:

“Hepimizi asıl büyüleyen, siyah bedenlerin perdeye böylesine muhteşem bir tarzda yansıtılmasıydı. Uzun zamandır bu tarz bir temsile denk gelmemiştik. Filmin bize sunduğu şarap kadehini bir dikişte içince böylesi bir muameleye ne kadar aç olduğumuzu anladık. Şarabın her bir damlasının tadına vardım, mizah, o dâhilik, savaşçılık sanatı, siyah aşk, dilimizde gezinen her şey, bize neşe veriyordu.”

Filmi eleştiren diğer isimler de benzer bir duyguyu paylaşıyorlar: Khanya Khondlo Mtshali Guardian’a yazdığı yazıda şunu söylüyor:

“Kara Panter’in temsil noktasında ne kadar gerekli olduğunu kimse inkâr edemez. Çeşitliliğin bir gerçeklikten çok bir tür hayırseverlik pratiği olarak muamele gördüğü bir dünyada bu film, bizim kahramanlarımızın ancak beyaz ve erkek olabileceğine dair, o beyinlere kakılmış fikre karşı çıkıyor.”

Crenshaw da Mtshali de haklı. Filmi izlerken, kendimi lise yıllarında, sabahın erken bir saatinde kalkıp Güney İran’da, o doğduğum şehirdeki evimizde bulunan televizyondan Muhammed Ali’nin boks maçlarını izleyişimiz geldi aklıma. Onu izlerken kendimizi kral gibi hissediyorduk.

Ta Ki Ayılana Kadar

Bu rüya, perdede Killmonger görünene, senaryo onu şeytanlaştırana dek sürüyor ve birden katakulliye getirildiğinizi, tuzağa düşürüldüğünüzü, Malcolm X’in dediği gibi, tongaya bastığınızı fark ediyorsunuz. O noktadan sonra T’Challa’nın “toplum hizmeti” veren Obama’nın perdedeki hâli olarak resmedildiğini anlıyorsunuz. Bir kova soğuk su başınızdan aşağı dökülüyor ve tüm o neşeli hâl son buluyor. Ardından insanların hayatlarını kurtaran CIA fantezisi, birden zehirli yılan gibi sizi ısırmaya başlıyor.

Kimberle Crenshaw kısa ve öz anlatıyor meramını:

“Tüm gün içim içimi yedi. İnsanı sarhoş etmeye yarayan görüntüler karşısında bizim masalara çıkıp CIA’yi alkışlamamız isteniyordu. O CIA ki Afrika’nın kurtuluşu rüyasının gerçekleşmesine mani olan, Lumumba’yı öldüren, Nkrumah’a karşı darbe yapan, Mandela’nın hapse girmesini sağlayan, ülkeyi yıkıma götüren Mobutu’yu başa geçiren güçtü.”

İşte ayık kafa tam da bu noktada gafil avlanıyor. Kara Panter, bizim dalgınlığımızdan istifade edip bizi ele geçiriyor, sahip olduğu büyüleyici gücünü ve tam yerinde devreye soktuğu cazibesini kullanıyor, bizi Kızılderilileri öldüren John Wayne’i, asıl Kızılderili’nin kendimiz olduğunu bilmeden, deli gibi alkışladığımız günlere geri götürüyor.

Crenshaw, yazısının sonunda her daim dillendirdiği eleştirisini şu şekilde aktarıyor:

“Siyah gücü eleştirenler, onu her daim tehlikeli, akıldışı ve kana susamış bir intikam biçimi olarak görmüşlerdi. Bugün kimlik siyasetini uçlara vardıranlarsa, dünün Kara Panterler’ini ve Pan-Afrikacılarını aynı şekilde değerlendiriyorlar. Peki ama siyah olan süper kahramanların göklere çıkartıldığı bu filmin geriliminin orta yerine bu türden hakaret ve iftira yüklü bir mecaz nasıl yerleştirilebiliyor?”

Filmin ortasında, yönetmenin ve görüntü yönetmeninin beni Kara Panter’den yana, Killmonger’a karşı T’Challa’nın yanında olmamı istediği anda, ben “sağol” dedim ve sunduğu seçeneği elimin tersiyle ittim.

Yalnız da değilmişim. Christopher Lebron da Crenshaw’un sözlerine benzer şeyler dile getiriyor ve aynı ölçüde sağlam bir eleştiri kaleme alıyor:

“Killmonger, istediği şeyi gerekli olan her türden araçla elde etmeyi isteyen ama tutarlı bir politik felsefeden mahrum olan bir devrimci. Bilgili bir radikalden çok, o karşımıza Oakland’lı, öldürmek için öldüren bir çete üyesi olarak çıkıyor. Vücudunu öldürdüğü her bir insan için attığı kesikler kaplamış. Ne işe yaradığı konusunda bol miktarda delile rastlıyoruz ve bu deliller, her ne kadar varoşlardaki çeteciliğe dair mecazlar bol keseden kullanılmış olsa da, Killmonger’ın bir kahraman veya bir kabadayı olduğunu söylemiyorlar.”

Son teşhisi dillendirmek artık çok kolay. Bu Kara Panter, Obama’yı taklit eden biri değil, Obama’nın ta kendisi. James Wilt’in dediği gibi:

“Filmin merkezinde siyahların kurtuluşu hareketi ile alakalı, alabildiğine gerici olan, burjuva bir pratik olan saygı görme çabasını devrimin üzerine koyan, gerçek hayatta Afrika’da ve başka yerlerde verilen sömürgecilik karşıtı mücadelelerin tarihini sterilize eden ve benim gibi filmi seyreden beyazların rahatsız olmalarına izin vermeyen bir anlayış duruyor. Zaten Marvel gibi şirketlerin asli amacı da beyazların rahatının bozulmaması, meselenin özü burada.”

Sonuçta ertesi gün yatağınızdan kalkıyorsunuz, Hollywood’un Afrika ve Afrikalı-Amerikalılar üzerine kurulu, hezeyanlarla yüklü hayal dünyasına bizleri daldırmak için elinden geleni yaptığını bir kez daha idrak ediyorsunuz. Fakat şunu belirtmeden geçmeyeyim: Harlem’de bir film izlerken koluna girdiğim, Malcolm X ve James Baldwin’den Angela Davis ve Kimberle Crenshaw’a dek tüm o insanların sahip olduğu güzellik, güç ve hakikat, bana hep eşlik eden, benim her daim muhafaza etmem gereken ve beni her şekilde yücelten birer değer.

Hamid Dabaşi
27 Şubat 2018
Kaynak

0 Yorum: