Marx
kendisinin” Marksist olmadığını” söyleyecek kadar uzun yaşadı. Keynes ise o
kadar talihli değildi. Onun takipçileri, “Keynesçi ekonomi” ile Keynes’in
ekonomisi” arasında bir ayrıma gidiyorlar. Fakat o günden beri kelime, insanı
gayet iyi bir biçimde ve gerçek mânâda aşıp onun ötesine geçti. Bir ismi bir
izm’e tek başına dâhinin kendisi dönüştürmüyor. Pratikte bir tarihsel dalganın
yakalanması gerekiyor. Gene de dalganın tamamı yükselmiyor, yükselen kısımsa
yeni birlikler kuruyor. Keynesçilik, bütçe açığı, regülasyon ve refah devleti
demek. Genel Teori’yi temellendiren de bu üç olgu.
Geoff
Mann, insan olarak Keynes ve onun eseri ile Keynesçilik arasındaki ayrımların
gayet bilincinde olan bir isim. Fakat onun Uzun Vadede Hepimiz Ölüyüz:
Keynesçilik, Politik Ekonomi ve Devrim isimli Keynesçilikle alakalı kitabı,
insan olarak Keynes değil Keynesçilikle ilgili. Yazara göre, Keynesçiliği
yaratan Keynes’in kendisi değil, muhtemelen Hegel. Hegel, ilk Keynesçi değilse
bile büyük ihtimalle Keynes’in ruhunun ondan önceki bedeni. Keynes’e
odaklanmadan önce kitapta birkaç bölüm Hegel’e teksif edilmiş. Mann’ın
Keynesçiliği, modernitenin süreklileştirilmiş hâli. Keynes, temelde
modernitenin en becerikli hatiplerinden. Mann’ın kitabında Keynes, karşımıza
politik bir felsefeci olarak çıkıyor. Kapitalist toplumda büyük politik
felsefelerin ekonomi ile yüklü olması asla tesadüf değil.
Mann’a
göre Keynesçilik, Fransız Devrimi’nden beri varlığını koruyan bir konum
alıştır. “Gidişata öfkelenen Robespierre, 1792 tarihli burjuva Konvansiyon’una
şunu sorar: “Yurttaşlar! Devrimsiz devrim olur mu?” Keynesçiler, kendileri
konusunda bu soruya ‘evet’ cevabı verenlerdir.” Mann’ın kitabının asıl hitap
ettiği kesim, sosyalistlerdir. Birçok Marksistin Keynes’i karşı-devrimci
görmediği koşullarda, kitap, Keynesçiliğin karşı-devrimci olduğunu ortaya
koymaya çalışmamaktadır. Asıl mesele, kapitalizmde Keynesçiliği devrimci olmak
isteyenler için temel bir hat hâline getiren, onların geçmişe bakamamalarını
sağlayan şeyi anlamaktır. Burada ideolojik bir itiraza rastlanılmamaktadır.
Liberalizmin
Şımarık Çocuğu
Mann
açısından Keynesçilik liberalizmden farklıdır, fakat o gene de liberal
geleneğin bir çocuğudur. Liberalizm gibi Keynesçilik de modern kapitalizmi
uygarlığın en yüksek biçimi olarak görür. Ondaki üretkenliği kesintisiz olarak
geliştirme dürtüsü gayet ütopiktir aslında. Keynes’in gelecek tasavvurları
arasında on beş saatlik haftalık çalışma süresi (Ekonomi Sahasında
Torunlarımız İçin Kimi Olasılıklar içinde) ve “rantiye sınıfı için ötanazi”
(Genel Teori içinde) gibi öneriler bulunmaktadır. Rantiye sınıfı,
giyotinle değil, sermaye birikiminin başarıya ulaşması ile yok edilecektir.
Sermaye ise kıtlığın olmadığı noktada birikecek, öylelikle zenginler, sermaye
üzerinde tekel oluşturmak suretiyle, bir geri dönüş emri veremeyeceklerdir.
Keynesçi ütopya kapitalizmin safındadır: kararlar, belirli bir merkezden
alınmayacak, bireyler sorumluluk alacak, bu iki adım verimliliğe yol açacak,
tam istihdam sağlanacak, servetin ve gelirlerin keyfî, eşitsiz dağılımı son bulacaktır.
İnsanların serveti elinde tutmak suretiyle gelir elde ettiği dönem, işini
gördüğü noktada, ortadan kaybolacaktır. İleride gerçekleşme imkânı bulacak olan
ütopya, hâlihazırda Büyük Britanya’da tanık olduğumuz düzendir. Bu düzen,
herhangi bir devrime ihtiyaç duymayan gelişmenin aniden yaşanmayacak, kademeli
olarak cereyan edecek hâlidir.
Fakat
Keynesçilik, liberal toplumu doğal veya kendi kendisini idame ettiren bir olgu
olarak görmez ve bu açıdan klasik liberalizmden ayrışır. Kendi yolunda
ilerlediği takdirde ütopyadan başka bir yere uzanmayacak olan kapitalizm, kendi
kendisini yoldan çıkartır. Genel Teori isimli eserinde Keynes, bu
gerçeğin bir boyutunu ortaya koymaktadır. Buna göre yatırımlar, tam istihdama
ulaşmak için ihtiyaç duyulan düzeyin altına düşme eğilimindedirler. Fakat bu,
Keynes’in toplam eserinin genel bağlamında küçük bir yer işgal eden bir
alandır. Keynesçilikse o bağlamı daha da genişletir. Kapitalizmin sağlığı,
mülkiyeti korumaya dönük gece bekçiliği görevlerinin ötesine uzanan, bilinçli
politik yönetime dayanır. Bu görevlerin belirli bir kısmı pek dikkat çekmeyen
görevlerdir. Merkez bankasının faiz oranlarını yönetmesi bu tür görevlerdendir.
Öte yandan kapitalizm, yatırımın kapsamlı bir biçimde toplumsallaşmasına da
ihtiyaç duyabilir. (Keynes, bu ifadede neyi kastettiğini açıktan ortaya koymaz,
üretim araçlarına el konulmasından asla bahsetmez, o daha çok, belirli bir
dönemde yatırım miktarının siyasetçilerce kararlaştırılması gerektiğini
söylemektedir.)
Kapitalizm,
kendi yolunda ilerleyebilmek için yardıma ihtiyaç duyar. O yol bizatihi
kapitalizmin yoludur. Yönetim sürecinde kapitalizmin asıl ihtiyaç duyduğu şeyi
yöneticiler değil, ekonominin yapısı belirler. Kapitalizm, sadece yönetilmeye
değil, uzmanlar eliyle yönetilmeye ihtiyaç duyar. Bu da iki ayrı sonuca yol
açmaktadır.
İlki,
kapitalizmin klasik liberalizmin serbest piyasaya bağlılığından ayrışmasıdır.
Liberallerin bireyin tercihlerini coşkuyla anmaları, yerini geçici bir dizi
yeterlilik ölçütüne bırakır. Fakat Keynesçilik daha da ileri gider ve bireyin
özgürlüğünü o özgürlüğü mutlaklaştırmama pratiğine tabi kılar. Siyaset, Özgürlüğü
savunmak için kimi özgürlükleri gemlemelidir. Kendi hâline bırakıldığında,
serbest teşebbüs sefalete, eşitsizliğe ve işsizliğe yol açma eğilimindedir.
Eğer bu üç unsur kontrolden çıkarsa, aşırı bürokrasiden daha berbat duruma yol
açacak olan politik isyan riski gerçekleşme imkânı bulur.
İkinci
sonuçsa, demokrasiyle girilen gerilimli ilişkiyle alakalıdır. Liberal
çoğulcular, demokratik politik sistemi kapitalizmin ürettiği toplumsal
çelişkileri ve tatminsizlikleri ele alıp yönetme yöntemi olarak görürler.
Çıkarlar siyasete tahvil edilirler, burada uzlaşmaya zorlanırlar, sorunlar ise
tek tek ayrı çekmecelere istiflenir. Fakat Keynes’e göre, çıkarların politik
düzeyde temsil edilmesi temel sorunları çözüme kavuşturamaz. Ekonomiyle alakalı
sorunlar karmaşık bir nitelik arz ederler, bu nedenle çözümleri de aynı şekilde
kılı kırk yararak bulunmalıdır ve uzman bilgisinin ürünü olmalıdır. Hassas bir
dengeye oturtulmuş politik uzlaşma, sorunların çözümüne asla tesir etmez.
Rakipler, yani partiler ve seçmen kitleleri, çoğunlukla dertlerinin sebeplerini
yanlış tespit ederler. Mann’ın ifadesiyle, Keynes “kesinlikle demokrat
değildir, zira o, uygarlığın uzun vadeli çıkarlarına aykırı olan görüşü
dâhilinde, halkın egemenliği meselesine asla tamah etmez.”
Keynes,
temelde “tüm insanlığın yaşayacağı ilerlemenin tohumlarını taşıyan ve hayatın
kaliteli yanını teşkil eden burjuvaziden ve aydınlardan yanadır. Onların ne tür
hatalar yaptığının bir önemi yoktur.” Başka bir ifadeyle Keynes, burjuvaziden
yanadır, bunun nedeni, burjuvazinin kapitalist veya rantiye sınıfı değil,
sosyalleşmiş ve kültürlü insanlar olarak oynadığı roldür. Uzun vadede
burjuvazinin aldığı eğitimi ve imtiyazları daha geniş bir zemine yaymaları
muhtemelse de bugün kitlelerin istekleri ve düşünceleri geleceği riske atacak
düzeydedir.
Keynesçilik,
klasik liberalizmden bu noktada ayrışır, ayrıca modern liberalizmi besler.
Günümüzde politik merkez, klasik liberalizme daha yakın bir konuma doğru
genişlemiştir. Piyasanın istikrarı ve adaleti önemli görülmektedir. Bu inanç
üzerinden Keynes’ten ilham alan bir teknokratik işletmeciliğe (managerialism)
meyledilmiştir. Geoff Mann, teknokratik işletmeciliğin köklerini Keynes’le
birlikte geliştirilen makroekonomi görüşlerinde bilhassa “tam istihdam”
fikrinden “doğal işsizlik oranı”na doğru yaşanan geri çekilmede bulur: “Faşist
veya otoriter bir düzenleme pratiği yoksa, kapitalizm işsizliğe sahip olmak
zorundadır. Keynes’in ifadesiyle, işsizlik insanları yeterli düzeyde ve
mütemadiyen yoksullaştırmalıdır.”
Ya
Liberalizm Ya Barbarlık
Mann
açısından “Keynesçilik”, sosyalizmden uzak olan ortanın soluna denk düşüyor ve
az çok reformizmi ifade ediyor. Peki Keynesçiliğin ötekisi olan sol ne yana
düşüyor? Mann, Keynesçiliğin sola karşı merkezci bir tutum takınmasını sert bir
dille eleştiriyor:
[…] “İlericilerin” veya
“radikallerin” liberallerdeki ya da kapitalist elitlerdeki kitlelere yönelik
korkuyu özünde “bize” veya “bizim fikirlerimiz”e karşı bir korku olarak
görmeleri büyük bir hatadır. […] Marksizm adını hak eden her şeye karşı olan
liberaller, ellerindeki güce yönelik bilimsel değerlendirmenin o güce sonsuza
dek sahip olma imkânı vereceğine inanmaktadırlar. Bu önerme neticesinde,
liberallerin başarısız olduğu vakit proletaryanın veya yüzde 99’un veya
çoğunluğun ayağa kalkacağını söyleyebilsek de burjuva sivil toplum çöktüğünde
her şey ve herkes kaybeder. Tüm toplumsal düzen de onu takip eder.
Başka
bir ifadeyle Keynesçiler, sosyalizmi korkutucu değil aptalca bulurlar. Asıl
endişe duydukları konu, sosyalizmin başarılı olması ihtimali değildir, çünkü
onlar zaten sosyalizmin işlemeyeceğini düşünürler. Asıl endişelendikleri konu,
“popülizm”dir. Popülizm, mevcut düzenin altını oymak ve rasyonel değişimi
engellemek için mevcut hoşnutsuzluğu istismar eder. O, ele aldığı sorunlara
tutarlı çözümler önermez. En iyi hâliyle o, sorunların üzerini örter, en kötü
hâliyle, devrimci bir müdahale aracılıyla söz konusu sorunları yok eder.
Solculuk
halktan destek gördüğü noktada, Keynesçiliği öfkelendirir, zira ona göre
solculuk herkesi yanlışa sürükler, her şeyi istikrarsızlaştırır. Keynes, “işçi
sınıfına mensup devrimcilerden korkar ve onlardaki toplumsal adalete yönelik
eşitlikçi tutkudan çekinir. Pratikte Keynes’te devrimcilere babahancı bir
üslupla yaklaşır. Onun asıl korktuğu, toplumsal düzensizlik ve bu türden bir
siyasetin başvurduğu demagog yöntemleridir. Ona göre, ne yaptığının farkında
olmayan gericiler, her daim radikal birer insana dönüşmektedirler.
Asıl
komik olan da Keynesçilerin solculuktan tiksinmesi ama bu tiksintinin
karşılıklı olmamasıdır. Solcular, Keynesçiliğin cazibesinden kurtulamazlar.
Fakat burada söylemek gerek ki Mann’ın bu tespiti, şu Marksist eleştirinin
yanından bile geçmemektedir: Keynesçilik, reformizmin devrime karşı çalıp
durduğu sireni, ona karşı inşa ettiği kale duvarıdır. Otonomcu Antonio
Negri’nin iddiasına göre, “İngiliz işçi sınıfı, Keynes’in yazılarında tüm o
devrimci özerkliği dâhilinde çıkar karşımıza.” Onun elinde “işçi sınıfının
doğasından kaynaklanan uzlaşmazlığına” karşı geliştirilmiş bir çare
bulunmaktadır ve bu çare “henüz kâmil olmayan yönetici sınıfların” otoriter
baskı yöntemlerinden daha zekice ve daha etkilidir.
Mann
ise bunu aptalca bulmaktadır: “Eğer yirminci yüzyıl kapitalizminde ‘doğasından
kaynaklı bir uzlaşmazlık’ varsa, Batı Avrupa veya Kuzey Amerika’da komünizm
mücadelesinde sınıf bilinçli bir proleter devrimin gerçekleşmesi hiç de mümkün
değil demektir.” Dahası, “Negri’nin ‘komünizm’den kastettiği şeye yakın duran
ne varsa Keynes ve Hegel’e ehven-i şer gelecektir.”
Başka
bir ifadeyle, Keynesçilik kapitalizmi sosyalizmden asıl barbarlıktan kurtarır.
Solcular da tam olarak bu imkâna âşık olurlar, onlar da Keynesçiliğin bizleri
barbarlıktan kurtarabileceğine inanırlar. Sosyalizme uzanacak politik herhangi
bir yola dair güvenlerini yitirmiş olan solcular açısından asıl tehdit, farklı
sağ akımların sırasıyla ön plana çıkmalarıdır. Tüm antidemokratik Keynesçilik
eğilimlerine göre, bugün sosyalistler kitlelerin görüşlerini asla
dillendirememektedirler.
Mann’ın
“Marksçı bahis” dediği şey, her zaman kimi riskler barındırır ve bu riskler
uzun zamandır mevcuttur. Marksistler, bir yandan devrim yapmak için olan dünya
ile olması gereken dünya arasındaki vadide yürünmesi gerektiğini, fakat bir
yandan da devrimlerin kolaylıkla başarısız olabileceklerini,
yozlaşabileceklerini, kanlı bir evreye girebileceklerini, belki de her şeyi
eskisine nazaran daha da kötüleştirebileceklerini bilirler. Bir vakitler
Marksistler, tarihin mantığının kendilerinden yana olduğuna inanırlardı:
“Marksçı bahis, o ölüm sıçrayışı, ne kadar uzun sürerse sürsün, o acımasız
mücadele nihayet ödüllendirilecektir” diye düşünülürdü. Uzun vadede sonuç
kaçınılmazdı. “Fakat maddî ve ideolojik sebeplerden ötürü bu, bugün mümkün
değildir ve bir daha da olmayacaktır. Kapitalizm, liberalizm ve onun ara sıra
büründüğü faşist ve totaliter kılıf karşısında ne türden radikal bir iddiayı
tercih etmiş olursak olalım, o iddiayı boş yere dillendirmiş olma ihtimali her
zaman mevcuttur. […] Bu da bizi Keynesçiliğe karşı her zamankinden daha fazla
hassas kılmaktadır.”
Mann,
Keynesçiliği reformistlerin afyonu olarak eleştirip bu eleştirinin eski bir
eleştiri olduğunu görse de sonuçta “kendi içinde de tereddütlü hatta
bastırılmış bir Keynesçi” olduğunu anlar. Oysa Mann, Marx’ın Hegel’i baş aşağı
çevirmesi gibi, Keynes’in de baş aşağı çevrilebileceğine inanmaktadır. Ona
göre, “Keynesçiliğin sosyalistlerce çıkarılıp alınabilecek bir özü vardır.”
Kitapta bunun pratikte ne anlam ifade ettiği belirsizdir. Sonuçta korkak bir
reformiste evrilen Mann, ne anlama geldiği anlaşılmayan şu tarz bir not düşer:
“Marksist, seçimi kendisi yapmak zorunda olduğunu söyler, Lenin’in ifadesiyle,
ancak mahcup bir korkak Keynes’i seçer.”
Peki
başka bir tercih bugünlerde neye yol açmaktadır? Marksist bahis, bizim için
uygun mudur? Biz istesek bile bahsi nereye oynamalıyız? Formüle göre, eğer
sosyalistler isterlerse, 1917’yi yeniden yürürlüğe sokabilirler. Oysa gerçekte
sadece hafta sonlarında yürüyüşlerde gazete satıp satmayacağımız konusunda
tercihte bulunuruz. Uzun zamandır sosyalistler, o iktidarsız ve ufak
tarikatları ile merkeze yakınlaşan burjuva parti içerisindeki iktidarsızlık
arasında tercihte bulunup durmaktadırlar.
Yazı
tura atıp belirleyebileceğimiz, devrimci kitle hareketi için gerekli herhangi
bir taban mevcut değildir. Ancak sanki sosyal demokrasi, gerçek mânâda
dirilmeye başlamış gibidir. Yeni sosyal demokrasinin kitlesi, hakkında
propaganda yürüttükleri pozisyonlara nispetle, daha fazla sola meyilli olan
insanlardan oluşmaktadır. Fakat bu insanlar, Sanders ve Corbyn denilen sürpriz
isimlerce ortaya konulmuş açılımlara meyletme konusunda sahip oldukları politik
dürtülere göre hareket etmektedirler. Bu insanlar, “sosyalizm hep aşağıdakilere
göre tarif edilir” deyip dövünmektedirler. Bir zamanlar Marx, liberal bir
devrimin olup olmamasının Alman işçilere bağlı olduğunu, zira burjuvazinin
böylesi bir devrimi istemediğini söylemişti. Bugün de sosyal demokrasiyi diriltmek,
sosyalistlere kalmış bir işmiş gibi görünmektedir.
Mann’ın
kitabı, Sanders ve Corbyn’in böylesi bir işe soyunmasından çok önce kaleme
alınmıştır. Bu iki siyasetçinin yürüttüğü kampanyaların dayandıkları program
Keynesçidir. Dolayısıyla o kitle içerisindeki radikallerin sezgileri
yerindedir: Marksçı bahis yeniden dillendirilebilir. Sıradan bir Keynesçi,
sisteme destek olmak ister ve rasyonel siyasetin o sistemi istikrara kavuşturup
kusurlarını ortadan kaldıracağını umarken, radikal bir Keynesçi, yirminci
yüzyıl sosyal demokrasisinin başına gelenlerden gerekli dersleri çıkartmış
gibidir.
Tam
istihdam, dağıtımı politize eden enflasyonist eğilimleri besleyip işçilerin
iktisadî gücüne güç kattığından, süreç içerisinde kapitalizmin istikrarsız
hâline doğru evrilmiştir. Tabii üretim araçlarının kontrolünü özel kişilere
terk eden her türden reform programı, sermayenin ekonomik ve politik gücüne
asla direnemez. Fakat tam da bu noktada Marksçı bahis gündeme gelir, zira
gerçek bir politik seçenek gündemdedir: sermayeye el koymak veya geri adım
atmak.
İlk
seçenek hâlen daha kumardan ibarettir. Felâket ve hayal kırıklığı ihtimali
yüksektir. Fakat gene de elimizdeki tek şans da odur. Politik açıdan daha
güvenliymiş gibi görünen geri çekilme seçeneği ise zamanla bir tür felâkete
dönüşmeye yazgılıdır.
Mike Beggs
12 Şubat 2018
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder