“İndirgemeci”
bir kategori olarak sınıf üzerine makale kaleme almış birine şu soruyu sordum:
“Antik çağda dünyada hüküm süren köleciliği nasıl ele alıyorsun?”
Adam
şu cevabı verdi:
“Önce
tek tek her bir kölenin durumunu dikkate almalısın. Bir köle, zor koşullarda
madenlerde, bir diğeri zengin bir malikânede çalışıyor olabilir, bir başkası da
yetenekli bir zanaatkâr olabilir. Her bir bireyin durumu farklıdır. Dolayısıyla
birçok belirleyici faktör analiz edilmelidir. Bu nedenle köleleri indirgemeci
bir kategori olan sınıf temelinde ele almak, incelemeyi yapana asla katkı
sunmaz.”
Bu
noktada liberalizmin insanların aklını karıştırıp bulandırdığını bir kez daha
anladım. Cevabı veren kişi, Deleuze, Latour ve Balibar gibi bir dizi Avrupalı
felsefeciden bahsedip “Marksist” olduğu şüpheli kimi ilkeler üzerinden
Marksizmin o “kaba” sınıf kategorisini terk etmesi gerektiğini söyledi. Bir
süre konuşmacının Margaret Thatcher’dan şu sözünü de alıntılamasını bekledim:
“Toplum diye bir şey yoktur.” İşte sınıf kategorisi, böylesi bir hokkabazlıkla
ortadan kaybolmuştu.
Sınıfın
bu türden kişiler için gerçek mânâda bir öcü olduğu açık. Onunla mücadele
edilmeli ve geçerliliği ortadan kaldırılmalı. Oysa süreç dâhilinde sınıf,
dünyayı anlama ve eylem yöntemi olarak sahneye geri döndü. Bunun bir dizi
sebebi var: burjuva demokrasilerinde bile sol hareketlerin yükselmesi (Jeremy
Corbyn ve Bernie Sanders), sağa yönelik öfkenin artması, ABD’nin gerilemesi ve
farklı bir dünya görüşü ile birlikte sosyalist Çin’in gücünün artması. Bu
bağlamda sınıfın zinde bir şekilde geri dönmesinde şaşılacak bir yan yok.
Avrupa ve Amerika’nın pratiğinin ve düşünce sisteminin eskiden sahip olduğu
hegemonyanın aşınıp çözülmesi de bu sürece katkı sundu. Bu nedenle sınıf
kategorisi geçerliliğini yitirmeli, cephe gerisindeki faaliyetine son
verilmeli, fikrî sorgu sürecinin ördüğü kozadan sökülüp atılmalı. Sınıf
“indirgemeci” bir kategoridir, insanları ayırıp keyfi biçimde “kutucuklar”a
doluşturmaktadır. Bunlar, birçok kez yüzleşeceğiniz, tumturaklı sözlere dayalı
sıradanlaşmış hamlelerdir.
Başka
bir örnek verelim. Bu örnek de antik çağdaki kölecilikle ilişkili olsun. Bu
sefer azat etme ve azatlar üzerinde duralım. Liberal kafa, kölecilikte azat
etmenin güçlü bir ideolojik güce sahip olduğunu, birçok kölenin azat edilme
ihtimalini canlı tutmak adına “uslu” durduklarını söyler. Buna göre azatlar,
Antik Roma toplumuna ve ekonomisine büyük bir katkı sunmuşlardır.
O
zaman akla şu soru gelir: “Peki ama Roma’daki yönetici sınıf, neden o azatları
kölelik bağlamında değerlendirmeyi sürdürdü?” Romalı yöneticiler aynı zamanda,
ister kiralık olsun ister olmasın, köylüleri hatta sonrasında (efendiler veya
toprak ağaları yerine ülkeye bağlandıklarında) kolonileri bile kölelik
bağlamında değerlendirdiler. Bu soruya hemen şu cevap verilecektir: “Azatların,
özgür insanların bireysel durumlarını dikkate almak zorundasın. Bazıları,
nispeten zenginleşip ev sahibi olurken bazıları da yoksul birer gündelik emekçi
hâline geldi. Bu azatların bireysel durumları ve statüleri birbirlerinden
farklıydı. Dolayısıyla bugün strateji gayet açık aslında: özel birey lehine
olan binlerce vasıf üzerinden sınıfı inkâr et.” Bu tespite biraz da Max Weber
eklenir ve Weber’in “hiçlikten” ortaya çıkan özgür emeğin rolüne dönük o büyük
sevdası değilse bile statünün önemli bir rol oynadığından dem vurulur.
Sınıfı
o lanet liberalizm adına inkâr etmeye dönük bu türden bir çaba farklı
düzeylerde ortaya konulur. Her yerde tanık olabileceğimiz sınıfı bu çabaların
hiçbirisi redde tabi tutamaz oysa (geçenlerde ABD’deydim, ister inanın ister
inanmayın, Trump’ın başkan olduğu ülkede sokaklar evsiz insanlarla doluydu).
Fakat bu noktada doğrudan verilen örneklerle bağlantılı başka bir hususa işaret
etmeliyim: günümüzün liberalizmi kölecilik bağlamında ortaya çıkmıştır. Başka
bir ifadeyle liberalizm, yapısal bir nitelik hâlini almış olan esarete ve
çoğunluğu özel, serbest olduğu iddia edilen birey kategorisi dışında tutmaya
dönük gayrete dayanmaktadır. Liberalizmin ilk ideologları ya köle sahipleridir
ya da köleliği güçlü bir dille destekleyen kişilerdir. Bu noktada Amerikan
Bağımsızlık Beyannamesi’ni kaleme alanlar, Hugo Grotius, John Stuart Mill ve
John Locke gelebilir.[1] Esasında bu kişiler, liberalizmi makul ve ölçülü bir
konum olarak görmüşlerdir, öyle ki köleliğin kaldırılmasını savunanlar, toplumu
bölecek fanatikler ve aşırıcılar olarak görülmüşlerdir. Ne yapılmışsa özel
birey adına yapılmış, ne söylenmişse onun adına söylenmiştir.
Başka
bir ifadeyle liberalizmin asli melekesi, inkârı ve reddi, dışlamayı ve zulmü
kendi bağrında taşıyor olmasıdır. Eğer her bir tekil durumun karmaşıklığını
vurgularsanız, sınıf ortadan kaybolur ve siz saadet kaynağı olan o
cehaletinizle yolunuza devam edersiniz. Liberalizm aklınızın, zihninizin ırzına
geçer.
Roland Boer
24 Kasım 2017
Kaynak
Dipnot:
[1] Liberalizm ilk olarak, en güçlü ifadesiyle, şu üç bağlam dâhilinde ortaya
çıktı: İspanya Kralı II. Philip’e karşı Hollandalıların yaptıkları devrim
(1655-1648), İngiltere’de gerçekleşen Şanlı Devrim (1688) ve Amerikan Devrimi
(1765-83). Üç ülkede de zenginliğin ve iktidarın ana zeminini köle ticareti
temin ediyordu.
0 Yorum:
Yorum Gönder