27 Eylül 2016

,

Seçenek


Devlet, parçaların bütünlenmesi; demokrasi, bütünün parçalara yedirilmesi meselesidir. Elen’de demokrasi, aşağılık görülenlere konuşma imkânı verenleri eleştirmek için üretilmiş bir kavramdır. Demokrasiyi yüceltenlerin, konuşma ihtimali olanları sürekli aşağılaması gerekir.

Devlet-toplum ikiliği, yanıltıcıdır. Vehmîdir.

İktidar, parçalanmaz, sorgulanmaz bütünün kendisi olduğunu her daim ortaya koymalıdır. IŞİD’cinin “İslam Devleti” denilen bütünlüğe ikna edilmesi zorunludur. Kürd’ün bütün “Kürdistan” imgesine örgütlenmesi zaruridir. Feministin “Kadın”ı için de aynı durum söz konusudur.

Bu tür imgeler, simgeler ve bilgiler, sınırsızlığı-sınıfsızlığı anlatırlar. Tümü de burjuvazinin yeni tanrısı “birey”in (individual) dünyevî tezahürleridir.

Bunlar, ezilenlerin sınır çizen-sınıflara vuran pratiğinin hükmünü yitirmesini ifade ederler. “Kadın” denilen imge, simge ve bilgiye örgütlenen saf dişi bireyler, o kimliğin ve beden tasarımının bütünlüğüne bağlanırlar. “Anne, kız kardeş, sevgili” türünden bölünmeler iptal edilmelidir. Sorumluluktan, sınırdan ve sınıfsallıktan azade varlıklar, uzay boşluğuna savrulmalıdır. Sınırsızlık sınırlanmak; ölümsüzlük ölmektir.

* * *

Yalçın Küçük, Irak ve Suriye’nin Türk devletince işgal edilmesini; Bob Avakian, tüm gerici Doğu’nun Batı tarafından fethedilmesini savunur. Her ikisi de kendi devletlerinin operasyonel failidir. Yazdıklarının ve yaptıklarının bundan gayrı bir izahı yoktur.

İki isim, devletlerinin ve burjuvalarının bütünlük tasavvurlarına bağlanır. Sınırın ve sınıfın onları kesmesine izin vermez. İktidar, kendisini onların üzerinden alt dinamiklere yedirir.

Avakian, Mao’dan kaçıp Marx hayaline sığınır. Marx’a dönüş, Marx devrimsiz olduğu için yapılan bir hamledir. Devrim kirdir, çapaktır, zararlıdır. Bu sığınma, Marx’tan da rahatsız olur. En fazla, Marx öncesi komünizm tasavvurlarını sözde “bilimsel” bir kisveye büründürür. Bilim dediğiyse, kendi zihin dünyası, kendi varlığıdır. Bu dünya ve varlık, egemenlerin kurgusundan başka bir şey değildir.

Kürd’ün, sınıfın, devrimin bölme ihtimaline karşı devlet, kendisini Yalçın Küçük şahsında örgütler. Aynı durum, Avakian için de geçerlidir. Her ikisindeki din düşmanlığı, kitleleri ikna edecek bütün tasavvuru ile alakalıdır. Bütünleyicilik, totalitarizm eleştirileri, liberalizmden ödünç alınır. Böylelikle dinin sınırlama, parçalama imkânları ezilmek istenir.

Avakian, dinin zulme karşı direniş usulü, yöntemi olduğunu anlamak istemez. Çünkü o, aslında dinle, Maoizmle boğuşması bağlamında, mücadele eder. Dinselleştiğini düşündüğü Maoizmi, liberal manada terk ederken, bu malumatını dinle kavgasına vesile kılar. Özel, kendinden menkul ve kendinden mesul olmaktan çıkmış bir ideoloji, dinle rekabet etmeye mecburdur. Sınırsızlık ve ölümsüzlük hastalığına yakalananlar, dinle kavga etmeye mecburdur. Yüceye kurulan, tek yücenin kendisi olduğunu iddia etmeden yaşayamayacağını bilir.

Egemenler, kendi dinlerine karşı olan her tür ideolojiyi “din eleştirisi” bağlamında karşıya atmak isterler. Tek dinin, tek hâkimiyetin kendisine ait olmasını arzularlar.

Avakian ve Yalçın Küçük şahsında Marksizm, Marx döneminin liberallerinin eleştirisine mağlup olur. Her ikisi de Marksizmin sahte peygamberi olmak istediği için dine saldırır.

Solun bir kısmı, dünya hükümeti, tek dünya devleti anlayışına tavdır. Devlet ve burjuvazi, yol açtığı dehşeti, terör yaygarası ile gizlemek ister. Sorumluluklarını herkese yaymaya çalışır.

* * *

“Dünya beşten büyüktür” anlayışı, Allahuekber’in inkârıdır. Bu anlayış, egemenlerin mevcut bütünlüğüne işaret etmeye ant içmiştir. Terör dedikleri, bütünün parçalanma istidadıdır.

Ezilenlerin şiddeti, dehşeti yaymak değil, iktidarı sınıfsal manada sınırlamak, sınırları sınıfsallaştırmak içindir. Misal, Kürd coğrafyası bağlamında sorun, meselenin soğukkanlı bir stratejist gibi ele alınması, gerçekliğin sınıfsallığından arındırılmasıdır.

Emekçinin çilesine ve öfkesine, sadece egemenlerin huzurlu bütünlüğüne iman edilmesi gerektiğine dair vurgu bağlamında, değinilir.

Her şeyden arınık, azade, bağımsız bir işçi, kadın, Kürd, ezilen vs. yoktur. Bütünlük tasavvuru, iktidarın örgütlenme biçimidir. Yukarı çıkmak, bütüne vakıf olmak isteyenler, akıl ve vicdanlarını şeytana satarlar.

Öfkede aklın devre dışı kaldığı söylenir. Üstün, bütünlüklü, yüce akıl adına öfke tasfiye edilmelidir. Sömürülenin derdi, ezilenin öfkesi, yukarıya çıktıkça görünmez olur. Mühendis, doktor ve hukukçu eliyle merdivenler inşa edilmektedir. Bunlar bize, yükselmek için aşağıdakilerin sırtına basmayı öğütlemektedirler.

Somuttaki çile ve kahır, Yunan anarşistlerini uyuşturucu karşıtı faaliyete zorlamakta, bizdekiler ise uyuşturucunun balon etkisini tanrısallaştırmaktadır. Nietzsche ve Stirner, “Tanrı’yı yok ettik, yerine insan-bireyi koyduk da ne oldu” diye sitem eder. İkisi de bizi biz yapan, müşterek, dışsal kuvvete ve kudrete karşı çıkmanın bedelini öder. Müşterek olan derde ve öfkeye ait olmak, onlar için zûldür.

* * *

Unutmak, artık bir fazilettir. Hesap vermemek, sorumluluktan kaçmak, bu sayede mümkündür. Devlet ve burjuvazi denilen iki değirmen taşının arasında, öğütülecek olan, küçük burjuvazidir. Bir parça devletin; diğer parça sermayenin yanına kaçar. Kurucu ideoloji, buradan örgütlenerek çıkar.

Teşkilât-ı Mahsusa-MAH-MİT-Özel Harp Dairesi arasında bir süreklilik mevcuttur. Bu hat, kendi küçük burjuvalarını örgütler. Paralel hatta ise kimi sol örgüt ve dernekler ile STK’lar durur. Unutulan, her iki hattı dikine kesen, sınırlayıcı, sınıfsal mücadeledir.

Zonguldak gibi yerlerde askerî kışlaların konumları bir isyana göre ayarlanmıştır. Dışa dönük örgütlenmeye, sendikal, sivil toplumcu siyaset türünden içe dönük örgütlenme eşlik eder. Bu sayede isyan imkânları birey şahsında ortadan kaldırılır.

Ne devlet ne de toplum, saf, mutlak birer bütünlüktür. Devlete karşı topluma alan açmak, sömürüyü; topluma karşı devleti büyütmek, zulmü artırmaktır.

Bugün Rojava anayasasında görüldüğü üzere, Şeyh Bedreddin’in ortak mülkiyetine karşı “mülkiyet kutsaldır” anlayışı çıkartılmak zorundadır. Bugünün mülkiyeti, bugünün kutsiyetini; o kutsiyet de din denilen kolektif bilincin reddini koşullamalıdır. Bugünü kesen zorunluluklar, gene bugünde beliren ihtiyaçlarla karartılmalıdır. Her şey, buradan şahsî tercihlere indirgenmelidir. Bir tür Akla bahşedilen kutsiyet, bir yönüyle, bugündeki güçlerin emridir.

* * *

Seçmek, tercih meselesi, demokrasinin devleti gizleme yöntemidir. Kendilerini seçimin nesnesi kılanlar, devlete ve sermayeye örgütlenmek zorundadırlar. Sömürü ve zulme karşı mücadele öznesine, zorunlulukların bilinci ile kavuşur.

AKP, devletin toplumda örgütlenmesi, o örgütün sermayenin zorunluluklarına teksif edilmesidir. AKP eliyle Bosna’dan Hatay’a tüm ezilenler, işe yarar-yaramaz ayrımına tabi tutulup, tekellerin ve şirketlerin hizmetine hazır hâle getirilmektedir. Kendine yeterli, muktedir, emperyal Türkiye masalları, ezilenlerin iğdiş edilmesi içindir.

“Eski” asker, yeni İşçi Partili yöneticinin, “Kürt aşiretler İngilizlerden para alıyor” lafı, devletin Şeyh Said’den beri söylediği yalanın yeni versiyonudur. Devlet, kendisini sorgulayan her şeyi dışsallaştırmaya mecburdur. İçeri girmek için devletin ve sermayenin ipine tutunmak, tek seçenekmiş gibi görünmektedir. Ezilenlerin-sömürülenlerin iradesi olduğunu iddia edenlerin, bir seçenek olmanın ötesine geçmeleri zarurîdir. Çünkü seçilmek isteyen, seçimin mantığını ve içeriğini tayin edene tabidir.

Eren Balkır
27 Eylül 2016

26 Eylül 2016

,

Küçük Burjuva Entelektüelizmine Dair


Küçük burjuva entelektüelizminin burjuva askerî-bürokratik aygıt için biçilmiş kaftan olmaktan gelen sınıfsal güdüleri, bu tabakanın komünist bir kimlikle dahi proleter kolektivizme adaptasyonunda handikap yaratmaya adaydır.
Küçük burjuva entelektüelizmi, proletaryanın teknik, siyasal, kültürel birikime olan ihtiyacını bir sınıfsal tabaka olarak kendisine dair bir ihtiyaca dönüştürme ve böylelikle bürokrasiyi kurumsallaştırma eğilimindedir.
Bu, bireysel insan iradesinden bağımsız, doğrudan toplumsal üretici güçlerin tarihsel gelişme düzeyinin çelişkilerinin koşullandırdığı, eşitsiz gelişme yasasının, üretici güçlerin gelişme diyalektiği üstünde, kendiliğinden belirleyici etkisi ile gelişen bir olgudur. Çünkü sınıflar, sınıflı toplumlar tarihinin yarattığı bir olgusallığın ürünüdür.
Mülkiyet kavramı içerisine yalnızca maddî varlıklarla birlikte bilgi birikimi de dâhil edilmelidir. Teknik-entelektüel bilgi de bir mülkiyettir. Teknik-entelektüel bilgi, tıpkı sermaye gibi, değer yaratmak için kol emeğine ihtiyaç duyar. Teknik-entelektüel bilgi, bir mülkiyet biçimi olarak kurumsallaştığında, kendi mülkiyetini özelleştirmek ve ayrıcalıklı bir tabaka olarak varlığını sürdürmek için kol emeği ile arasındaki üretim ilişkisini bürokratikleştirir. Çünkü teknik-entelektüel bilginin ayrıcalık yaratan bir özel mülkiyet biçimi olarak kendisini yeniden üretebilmesi için, onun sıradan emek faaliyeti ile olan ilişkisini bürokratikleştirmekten başka bir seçeneği yoktur. Bu anlamda, teknik-entelektüel bilgiye ulaşmada bürokrasi engeli, doğrudan toplumsal işbölümü zorunluluğu tarafından yaratılmaktadır. İşbölümünün üretici güçlerin tarihsel gelişmişlik düzeyi tarafından belirlenen zorunluluğu bürokratizmin de koşullarını yaratmaktadır.
Küçük burjuva entelektüelizmi, burjuva askerî-bürokratik aygıtın hem teorisyeni hem de pratisyenidir. Devrimci süreçlerde yaşanan büyük toplumsal yıkımlar, küçük burjuvazinin bu tabakalarını da devrim saflarına savururken, entelektüelizm, devrimci saflarda kendi kültürel eğilimlerini ve bürokratik alışkanlıklarını kurumsallaştırmaya çalışır.
Entelektüelizm, devrimci saflarda entelektüel-teknik bilgi birikimini bir ayrıcalığa dönüştürür ve bürokratlaşma eğilimini temsil eder. Küçük burjuva entelektüelizmi, bu niteliği ile tıpkı küçük mülkiyet gibi, proleter bir hukuk denetimine girmeden kolektivizme adapte olamayacak, kolektif ilişkilere bürokratik eğilimlerini taşıyarak, ayrıcalıklı bir tabaka olarak varlığını sürdürmek isteyecektir.
Küçük burjuva entelektüelizmi, devrimci saflarda ayrıcalıklarını bürokratik biçimler yaratarak kurumsallaştırmak için komplo-entrika dâhil her türlü burjuva siyasal politik yönteme eğilimli bir sınıf karakterini temsil eder.
Küçük burjuva entelektülizminin sınıflı toplumdan gelen bir tabaka olarak siyasal-politik eğilimleri, tek tek bireylerin öznel iradesinden bağımsız, eşitsiz gelişme yasasının ve toplumsal zorunlu işbölümünün toplumsal ilişkilere yansıma biçiminden başka bir şey olmayan nesnel bir olgudur.
Bireysel iradenin rolü, bu nesnel olguda kısmî ve görelidir. Esas olan, küçük burjuva entelektüelizmini yaratan nesnel toplumsal olgulardır. Burjuvazi, burjuva askerî-bürokratik aygıtı, kendisini küçük burjuva entelektüel-teknik birikim aracılığı ile inşa eder ve yönetir.
Küçük burjuva entelektüel-teknik birikim, sınıflı toplumdaki bu ayrıcalığını kolektif üretim ilişkilerinde de koruma ve bürokratik biçimlerde kurumsallaştırma eğilimindedir.
Küçük burjuva entelektüelizminin teknik, entelektüel bilgiyi kendi mülkiyetinde bürokratik biçimlerde kurumsallaştırma eğilimine karşı, bürokratik eğilimlerle sıradan emek gücünün, emek faaliyetinin kolektif niteliklerini esas olan bir proleter hukuk yaratılmadan mücadele etmek, kolektivizmin geleceği bakımından zafiyet yaratacaktır.
Özgür Bahar
26 Eylül 2016
,

Mesuliyet


Ülkeyi terk etmek isteyenlerin veya “bir sihirli değnek olsa da bir sabah Türkiye’yi Avrupa’nın Baltık diyarına taşısak” diyenlerin galebe çaldığı bir dönemden geçiyoruz.

Bu dönemde sadece on beş yıllık devlette yaşıyormuş gibi yapıyoruz. Geçmişi unutuyoruz, onu anımsatanları hayal âleminde, komplolar dünyasında yaşamakla, ânı hissedememekle eleştiriyoruz. Geçmişe bağlanacak öfke, rehabilite edilmek isteniyor.

Metrobüs kazasını AKP’ye bağlamaya mecburuz. AKP’yi bize yakışmayan özelliklere sahip olan Erdoğan’a indirgemek zorundayız. AKP’den nefret edildikçe herkesin bize yaklaşacağını, bizim ideolojimize, varlığımıza bağlanacağını zannediyoruz. Oysa tersten, devlet ve cumhuriyet, AKP şahsında örgütleniyor. O, devletin ve cumhuriyetin kirini-pasını örtbas ediyor. AKP, devletin alt işlevi.

İslam yok olunca sosyalizme alan açılacak zannı, ne büyük yanılgı. AKP’de yansıyan şeyin adı İslam değil, devletin kadîm geleneği. Zikir yapanlar, İslamcı değil, devlete ait bir ritüelin basit parçası. Cübbeli’nin bireyin hizmetine teksif ettiği şeyin İslam olması mümkün değil. Adalet, eşitlik ve hürriyet gibi kolektif ideallerin kavgasına dair gelenek, bu tip isimleri her daim düşman ve düşkün görmüş. Cemaat, tarikat diye görülenler, devletin örgütlenmesi.

CHP’liler, “elinizdeki imkânları bahşeden devlettir, o devlet Türk’tür, dolayısıyla, o imkânlara Türkler layıktır. Herkes devletin malıdır. AKP, Arap bedevî kültürünün ürünüdür” demekle meşguller. Diğer sol ise, “elinizdeki imkânlar, burjuvazinin, ilerlemenin mahsulüdür. Herkes onun malıdır. Ancak ona layık olanlar, yaşama hakkına sahiptirler. AKP, insan-bireye düşman olan İslam’ın ürünüdür” tespitinin esiri. “Türk devleti” ile “insan-birey” arasında bir fark yok. Biri içeriye, diğeri dışarıya dönük kontrol ve disiplin aracı. Devlet, iki tespite basarak ilerliyor.

Buradan tüm burjuvaziden ve sınıftan ari tutulan devlet, tüm memurlarda ve AKP binasında somutluk kazanıyor. Özgecan cinayeti sonrası feministler, bir otobüs şoförüne saldırıyorlar. Son metrobüs kazasının yolculardan birinin şoföre saldırması sonucu yaşandığı iddia ediliyor. Şirketler, sorumluluklarını kişisel gelişim kursları üzerinden “birey-çalışanlar”ına havale ediyorlar.

* * *

AKP koşullarında, devlet, birey bağlamında, birey özelinde örgütleniyor. Metrobüs kazası, Soma, Özgecan, Cizre vb. olaylar, bireyin mutlak bütünlüğü üzerinden istismar ediliyor. Metrobüs kazası haberi, ABD’de camekân içinde koruma altına alınmış şoförlere atıfla veriliyor. Şoförlerin terapi görmesinden bahsediliyor. Koruma altına alınmak istenen bireyin hassasiyetlerine oynanıyor. Bu oyunda en ileri teklifi sunan, kazanacağını sanıyor. Kazanan, hep egemenler oluyor.

Dolayısıyla, devletin sicili, AKP üzerinden temize çekiliyor. Bağlarından kopartılmış, kendinden menkul bireyler, asli güce bağlanıyorlar. Sarıklı-cübbeli kişileri uzun süredir görmeyen gözler, bugün nefretle doluyor, devletin ajanları olarak onlara saldırıyor. Emek, toprak, müşterek canla kurulan bağlar kopartılıyor; bireyler, devletin iktisadına, coğrafyasına ve biyolojisine bağlanıyor. Bunun sonucunda içi boş “kadın partileri” kuruluyor. Burjuvazi ve devlet, bu yolla örgütleniyor. AKP, bu bağlanma sürecinde bir dolayım olarak iş görüyor. Liberalizm, devlete bireyle ilgili sorumluluklarını; solculuk, burjuvaziye gene bireyle alakalı sorumluluklarını anımsatıp duruyor. Her iki pratik de AKP’ye işaret ediyor. İkisi de kendilerine sorulan soruları asla işitmiyor (Nejat’ın sorularını[1] nasıl duysun!).

* * *

Türk’ün devleti veya burjuvanın batılı bireyi, AKP’ye basarak yükseliyor. Televizyonlar, artık “erkek terörü”nden bahsediyorlar. “Trafik terörü” tabiri, toprağın yollarla çizilmesinin, fethedilmesinin zeminini teşkil ediyor. Bir sosyalist partinin kadın liderinin ifadesiyle, “sosyalistler, kadınların AVM’lerde dolaşma hakkını savunuyorlar.” “Erkek terörü”, kentlerin AVM’lerle düğümlenmesi için gerekli zemini teşkil ediyor, tüketici kadına gerekli meşru zemini sunuyor. Devlet ve burjuvazi, gerçeğine yabancı olduğu kolektif olanı, çıkarına uygun hâle getiriyor.

“Terör” tabiri, kolektif olan meseleyi dışsallaştırmanın bir yöntemi olarak dile getiriliyor. Kendi yaydığı dehşeti bireylerin gözünde gizliyor. Egemenler, kolektif dinamikleri nasıl maniple edeceklerine dair bilgiyi sürekli güncelliyorlar.

Kolektif, mesuliyeti gerekli kılıyor. Devlet ve burjuvazi, kolektife karşı mesuliyetini bireyler üzerinden iptal ediyor, geçersiz kılıyor. “Yerli ve millî” Tayyip Erdoğan şiir okuyup hapse girdiğinde, Uluslararası Af Örgütü’ne başvurduğunu, örgütün bu başvuruya cevap vermediğini söylüyor. Onun, bu mesuliyetten kaçmaya meyyal olduğu, bu başvurudan anlaşılıyor. Uluslararası Af Örgütü ise özel bireylerin, kolektif mesuliyetten kaçanların affedilmesi için gerekli kurum olarak işliyor.

* * *

“Devletin kendi partisi, milletin kendi partisi” olduğundan söz ediliyor. İsmet İnönü’nün Menderes taifesinin kurucu ilkelere bağlı olduğunu söylediğinden ve onlara yol verdiğinden bahsediliyor. Benzer bir süreç, Erdoğan’ın yolunun Deniz Baykal sayesinde açılmasında da işliyor. Kurucu irade, hiç mesuliyet almak istemiyor. Sorumluluklarını bu sefer sosyalist sola havale ediyor. Süreci geri planda idare etmeye çalışıyor. Sosyalist sol, bir eliyle demokrasiye, diğer eliyle devlete işaret ediyor. Devrimin demokrasisinden ve iktidarından kimse bahsetmiyor. O da kaçtığı yer itibarıyla, sorumluluğu karşı tarafa atıyor.

Mesuliyet sual; sorumluluk, soru sözcüğünden kök alıyor. Kentin efendisi burjuvazi ve toprağın sahibi devlet, varlığını asla sorgulatmıyor. Eskiden sorumluluğu kendine layık bireye bahşeden bu güçlerin yeni dönemdeki moda tabiri, “her şeyi devletten beklemeyin”. Bu tabir, burjuvaziye ait. Demek ki iktidar, kent ölçeğinde inşa edilecektir. Ya da belirli bir kentte odaklanmış iktidar, diğer kentlerde yeniden örgütlenecektir.

Bu amaçla Soma, bireyin tercihi adına kurban edilmiştir. Kadın denilen yeni yüce birey adına, Özgecan yeniden katledilmiştir. Cizre, onların ülkesi adına yıkılmıştır. Devlet ve burjuvazi, tüm bu olayların sorumluluğunu belirli şahıslara yükleyecektir.

* * *

“Sömürü!” diye bağırarak devletin; “zulüm” diyerek burjuvazinin sorumsuzluğuna kaçılmaktadır.

“Marx’a dönüş” meselesi, Marx devrimsiz olduğu için yapılmış bir hamledir ve devrimin sorumluluğundan kaçmakla ilgilidir. Kaçanlar, hiçbir soruya cevap vermezler. Sorumsuzluğa sığınıldığında, doğalında sığınağın da korunması gerekir. Devletin ya da burjuvazinin mevcut mevzileri, hemen koruma altına alınır.

AVM’den memnun olanın, Suriye’de askerin konuşlanmasına laf etmeye hakkı yoktur. Sorumsuz bir özne olarak tasavvur edilen kadını yüceltenin, erkeğe “mırıldanmakla yetin” emrini veren başbakana itiraz etmesi mümkün değildir. Soru ve sorgu, örgüyle, bağlarla, bağlama ait olmakla alakalıdır.

Ülkeyi terk etmek, sorusuz, sorunsuz, sorgusuz olma istemidir. AKP, sorumsuz, sorgulamayan, soru sormayan bir sol inşa etmektedir.

Bu sol, Beyoğlu’ndaki dönüşümü, içki masasındaki rahatsızlık derekesinde ele alabilmektedir. Demek ki işret âlemine dokunmasa, oradaki sermaye-mafya-devlet ilişkisinde bir sorun yoktur. Misal Ahmet Saymadi, meseleyi böyle ele almaktadır.[2] Ona göre, AKP solun içtiği yerlere saldırmaktadır. Bilindiği üzere[3], Saymadi’nin buna bulduğu çözüm, sokak çocuklarının kaldığı metruk binaları gasp etmek, o çocukları dayaktan geçirmek, “hırsız” diyerek kriminalize etmektir.

Saymadi’nin Beyoğlu Belediyesi’nden ne farkı vardır? Ayrıca AKP döneminde açılan içkili mekân sayıları nedir? İçkili yerlerin okula ve camiye yakın olmamaları şartını kaldıran kimdir? Kentin efendisinin sorumluluğunu gizleyen Saymadi’nin, sınıfı adına, o sınıfın Beyoğlu ve başka yerlerdeki yağmasını AKP ile örtbas etmeye çalıştığı açıktır. Bilmelidir ki o sokak çocukları yüzlerine inen o tokadı hiç unutmayacaktır.

Oysa devletin ve burjuvazinin varlığını sorgulamak, sol değil midir? Bu sorgu için denk bir kudretin ve aklın-vicdanın örülmesi gerekir. Sorumsuzluk, bu örgüyü imkânsızlaştırmaktadır. Sendika üyeleri, sendika konfederasyonlarının eylem kararları ile alay etmektedir. Onların bu tarz eylemler içerisine girmeyeceğini görmektedirler. Dipte sömürüye ve zulme dair, öfkeli bir çığlık birikmektedir. Teoriyi ideolojiye; ideolojiyi politikaya bağlayacak araçlar, bu çığlıkla şekil almak zorundadır.

Eren Balkır
26 Eylül 2016

Dipnotlar:
[1] Hikmet Acun, “Nejat”, 22 Eylül 2016, İştirakî.

[2] Ahmed Saymadi, “Beyoğlu Bitti Diyorlar”, 26 Eylül 2016, Siyasi Haber.

[3] Eren Balkır, “Faş”, 24 Ocak 2016, İştirakî.

23 Eylül 2016

,

Evrenin Baltası


Evren Balta şahsında dil bulan “anlamsızlık”[1], her tür değerin ve bağlamın hükmünü yitirmesiyle alakalıdır. Avrupa devriminin boşluğunda düşünen Troçkistlerin, Sovyetler boşluğunda düşünen Sovyetçilerin, Arnavutluk’un yokluğunda Envercilerin, Çin’in dönüştüğü ortamda Maoistlerin yuvarlandığı bayır, bu anlamsızlığa dair. Hepsi de kâh liberalizmin kâh muhafazakârlığın dallarına tutundu. Meselemiz bu.
Bu çırpınışta Balta’nın baltasını savurduğu yer, tabii ki Doğu. Dala tutunmanın bedeli, değerleri ve bağlamı silmek. Devletin ve demokrasinin dönüşümüne ajan olmak. O, iktidarın AKP dolayımı ile kendisini örgütleme sürecine katkı sunuyor. Oysa AKP, İktidarın bir alt-işlevi.
Evren Balta, yazısına sağcıların çürük iddiasını dillendirerek başlıyor: Sovyet sosyalizminin bir “Rus pratiği” olduğunu söylüyor. Oysa o genel, müşterek sosyalizm kavgasının belli bir yerellikte teşkil ettiği mevzi. Sonrasında devrimi sadece Avrupa’ya layık ve has görenler, ona düşman kesiliyorlar. Bunlara, ezilmenin kibrini örgütleyenler, devrimi horgörenler ekleniyor.
Evren Balta’nın kanaatinin aksine Batı, Sovyetler’le rekabet ettiğinden değil, kendi iç sınıflar mücadelesini çeşitli araçlarla kontrol ve disiplin altına almak için sosyal devleti devreye sokuyor. Kemalistlerde görülen, ilk dönem Türkiye’de sosyalizm arayıp bulan yaklaşım, Balta’da dünya geneline aksettiriliyor. Bakılan yer değiştiğinde, kurgu ve teori de değişiyor. Balta hayata, yüce Batılı Kemalist odaktan bakıyor. Bu nedenle, tüm akademik kariyerine karşın, eski sosyalist ülkelerde devlet teşekküllerinin bir avuç oligarkın eline nasıl geçtiğini idrak edemiyor. Çünkü o, devrim değil, devlet geleneğine bakıyor. Sovyetler ölünce düşmanlarının gözünde bile badem gözlü oluveriyor. Buna pek aldanmamak gerekiyor.
Evren Balta, sosyalizmin üretim tarzı değil, bölüşüm sistemi olduğunu düşünüyor. Tipik bir küçük burjuva tavırla, dolaşım meselesine kilitleniyor. Soğuk Savaş diye kendisine öznel pay biçtiği dönemde ABD üniversitelerinde sosyal bilime yatırım yapılıyor. Devlet ve sermaye, Soğuk Savaş öncesinde sanayiyle ve teknolojiyle ilgili projelere yoğunlaşırken, bu dönemde kitlelerin nasıl maniple edilecekleri, Sovyet ideolojisinin nasıl parçalanacağı gibi konu başlıklarına odaklanıyor. Muhtemelen bu külliyatın eseri olan Balta, kaşığını o çorbaya daldırıp, hoşuna gidenleri alıyor. Amerikan akademya, doymak için bu çorbayı içmeye mecbur.
Tadından vazgeçemediği çorba, yirmilerden beri dillendirilen totaliterizm, fundamentalizm gibi konulara yönelik eleştirilerle baharatlandırılmış. Bu sebeple Evren Balta, o eleştirilerin Sovyetler ile ilgili olarak dillendirildiğini görmüyor. “Emperyalizmin pompaladığı fundamentalizm”, bir strateji gereği devreye sokuluyor. ABD, “Afganlara Rusya sizi işgal edecek”; Sovyetler’e de “desteklediğiniz hükümeti gericiler yıkacak” diyor. Sovyetler denilen ilmek, Afgan coğrafyasında çözülüyor. Balta, bu noktada emperyalizmi ne de politik tezahürlerini görebiliyor. O sadece kendisini görebiliyor. Trump’ta bile batı karşıtlığı görecek vuzuha sahip olması, gerçekten tuhaf.
Batı karşıtlığı, ona göre, “popülist siyasal liderlerin kullanışlı bir aracı.” Aşağılayıcı bir ifade olarak popülizm, Balta’nın lügatinde Sovyetler’i asla ifade etmiyor. Çünkü onunla devrim değil, devlet geleneği üzerinden rabıta kurabiliyor. Ama o siyasî liderlerin, “ezilenlerin, alttakilerin” politik-ideolojik yönelimlerini kontrol altında tutma zorunluluğundan hiç bahsetmiyor. Kitleyi aşağılayan bakış, tüm göz hücrelerini ele geçiriyor.
Buradan, iktidarı, devrimi görmemeyi maharet sayan Sovyet sonrası dönemin solculuğuna, “başka bir dünya mümkün”cülüğe bağlanıyor. Bu mümküncüler, Avrupa’dan Latin Amerika’ya göç ediyorlar. Halka sol masallar anlatırken, siyasetin yüksek katlarında emperyalistlerle sömürü ve yağmayı katmerleyecek anlaşmalara imza atıyorlar. Evren Balta’da tanık olduğumuz, halkı, kitleyi küçümseyen dil bu solculuğun eseri. Söz konusu kibirse halktan yenilecek tokattan sakınma yöntemi.
Özellikle sosyalist veya komünist partilerin Batı’da yürüttüğü, “tüm güzel haklarınız Sovyetler’in eseri” propagandasının alıcısı olmamak, bu diplomasiye has dilden uzak durmak gerek. İzmir Fuarı veya İskenderun Demir-Çelik’le anlaşılabilecek bir dünya değil bu. “Babam çocukken Sümerbank’tan çiçekli pazen elbise almıştı” cümlesi, artık manasız. Bunlar, üretimin, bir devrimi yaşatmanın maddi zorluklarıyla boğulan Sovyet halklarının idrak edilmemesinin, devrimi yapmanın maddi zorunluluğuyla yüzleşmemenin sonuçları.
Balta, TKP ile aynı evrende fikir yürütüyor dolayısıyla. TKP, “biz başka dünya isteriz”, gerçek Enternasyonal Marşı ise “yakında duyacaklar havada uçuşan kurşunları” diyor.[2] Balta ve TKP bu geri, eski dünyaya ait lafları kenara itip hayal âlemine dalıyor. Çünkü o, sadece dolaşımdaki payını istiyor, hayale vakit ve imkân buluyor.
“Zeki Müren de bizi görecek mi?” lafına atfen, “acaba o dünya istiyor mu TKP’yi veya Balta’yı?” diye sormak gerekiyor. Dünya nedir? Neresidir? İnternete ilk bağlanınca “aha komünizm gelmiş” diye sevinenlerin dünyası mı mevzubahis olan? ABD çizmeleri veya Kemalist devletin çizmeleri arasında ayrım ve seçim yapanların dünyası ile ezilenlerin dünyası bir olabilir mi?
“Üniversiteyi eski hâline geri döndüreceğiz” diyen, Anayasa Mahkemesi’nce kuruluş tarihi 1993 olmamasına rağmen, bu tarihle tescil edilen TKP’nin başka bir dünya istemesi mümkün değil. Balta ve TKP, sadece AKP gerçekliğinde, dolaşım alanına, küçük burjuva dünyasına dair bir pazarlık yürütüyor. Pay ve hak istiyor. Her ikisi de egemenlerin dünyası ile ezilenlerin dünyası arasında ayrım yapmıyor. İkincisinin biriktirdiği kudret imkânlarını ilkinde yansıyan gölgeler üzerinden ezmeye gayret ediyor.
Bu tip solcular, “ezilen”e öteki olarak tahammül edebiliyor, bunu öğütlüyor; ezilen, başını çıkarttığında da onu hemen ötekileştiriyor, insan yurduna koymuyor, oradan da egemenlerin sınırsız-sınıfsız “insan” tasarımına sığınıyor. Batı’yı ancak kendi yarattığı değerleri sahiplenmemekle eleştiriyor. O değerlerin savunuculuğuna soyunuyor. Hepimizi Batı’nın değerlerine, anlam dünyasına ve bağlamına esir etmek istiyor. Batı’nın yarattığı değerlerde sömürüye-zulme dair boyutu görmezden geliyor. “Değerler” dediği şeylerin, ezilenlerin kazanımlarının temellük edilmesine dair bir içeriğe sahip olduğunu anlamak istemiyor. “Öteki” deyip küçümsediği ezilenlerin yer/mevzi tutma iradesini “gerici” kabul ediyor. “Benim kadar yüce, ilerici ve hayalperest olamazsın, çünkü sen zavallı, eziksin” diyor. Böylelikle yer/mevzi tutma iradesiyle ortaklaşma zorunluluğundan kaçıyor, bu iradenin ortakçı boyutunu toprağa gömüyor ve kendi mevkiini korumak adına, emperyalizmin ve sermayenin “evrensel”ine kaçıyor.
Ekim devrimcileri, Batı liberallerine, küçük burjuvalarına yaranmak, hoş görünmek için yapmadılar devrimi. Ekim dâhil hiçbir devrimin böylesi bir anlamı yok. Anlamını, değerini ve bağlamını bu liberallikte, küçük burjuvalıkta bulanların devrime ve devrimci mücadeleye burjuvaziden yana ayar vermeye çalıştığı açık. Ezilenlerin ayar bozan pratiği, kavganın semaya yükselen teberi, daha çok hayal kıracak, daha çok uyku kaçıracak, bu net.
Eren Balkır
23 Eylül 2016
Dipnotlar
[1] Evren Balta, “Bir Kuruntu Olarak Batı Karşıtlığı”, 23 Eylül 2016, Duvar.
[2] “Komünist Gençlik’ten Mücadele Programı: Biz Başka Bir Dünya İsteriz”, 23 Eylül 2016, Sol.

22 Eylül 2016

,

Nejat

Nejat, Kobanê'ye gitmeden uzun süre önce onu Kobanê'de devrimci eyleme götüren fikirlerini kurmuştu. Kobanê, Nejat'ın kendi deyimiyle, bir “kısa devre” yaratma çabasıydı.
Nejat, değişik yazılarında ve Menkıbe kitabında uzunca bir sol/solculuk eleştirisi yapar. Nejat'ın özellikle Menkıbe'de daha derli toplu hale getirdiği fikirleri Türkiye sol hareketinin temel düşünme biçimlerinden tamamıyla faklıdır ve bir kopuşu içerir.
Sol hareketler, Nejat’ın fikirlerini değil, daha çok Kobanê’deki ölümünü konuştu. Kimileri ise “kendinden saydı”.
Nejat, her şeyden önce bir fikir insanıydı. Bir toplum ve sınıf okuması vardı. Marks'ın kavramlarıyla kurduğu bir ilişki biçimi vardı. Bir devrimcilik inşası vardı.
Nejat'ın ölümünün ikinci yılında, “sol/sosyalist olduğunu iddia edenlerin Nejat'a cevap vermekle mükelleftir” diye düşünüyoruz.
1- Nejat'ın 71 üzerinden Türkiye Solu’na yaptığı politik eleştiri.
2- Sözde ilksel birikim üzerinden kapitalizm okumaları ve kavramsallaştırmaları.
3- Menkıbe'nin ikinci bölümünde “Proletarya: Amele Değil, Emel” başlığıyla Marks'ın kavramlarının nasıl okunması ve kapitalizmin nasıl anlaşılması gerektiği üzerine yazısı.
4- “İç savaş” kavramı ve devrimciliğin bir istisnanın inşası olarak okunması.
Her çevrenin kendi ideolojik zemininden Nejat'la buralardan tartışıp, Nejat'ın eleştiri ve değerlendirmelerine cevap vermesinin Türkiye'ye bir ayna tutacağını düşünmekteyiz.
Hikmet Acun
22 Eylül 2016

21 Eylül 2016

,

Sekülerizm


Sekülerizm Fransa’nın Köktenci Dinidir
Nice’teki kalabalık sahilde dört polisin bir Müslüman kadını üzerindeki burkiniyi çıkartmaya zorlamasına dair o şoke edici görüntüler, birkaç gün içerisinde internette hızla yayıldı. Musab Yunis’in de yerinde bir ifadeyle tespit ettiği üzere, bu görüntüler Fransız devletinin sekülerizmi koruduğuna dair iddiasının ardında apaçık bir ırkçılığın yattığını gösteriyor. Dahası bu görüntüler, Fransız devletinin Müslüman kadınlara uyguladığı şiddetin düzeyini de ortaya koyuyor. Bir yandan da bu devlet, Müslüman kadınları kendi dinlerinin uyguladığı iddia edilen şiddetten kurtarmayı amaçladığını söylüyor. O sahilde kadının aşağılanmasına dair çok şey yazılıp çizildi. Kadın bedeninin metalaştırıldığı bir dünyada, yarı çıplak kadınların tümüyle giyinik kadınlardan daha özgür olduğu iddia edildi. Tüm bu söylemler, özünde Fransız devletinin Müslüman kadınların peçesini, çarşafını söküp atmaya dönük tarihte görülen girişimlerindeki sömürgeci dayanaklara sırtını yaslıyordu.
Burada Fransa’da laikliği çılgınca sahiplenen (özelde ülkedeki Müslüman kadınlara öfkelenen) herkesin artık tüm çıplaklığı ile ifşa ettiği bir olguya dair birkaç kelam edeceğim.
Fransız sekülerizmi, Fransa’nın köktenci [fundamentalist] dinidir.
Alman sosyolog Max Weber, dini bir tanrıyı ya da yüce bir kudreti içeren bir inanç sistemi olarak tarif ediyor. Bu sistem, örgütlenmenin ana ilkesi olarak görülüyor, dine mensup kişiler sisteme göre hareket ediyorlar ve bu sistemi hararetle destekliyorlar. Ayrıca Weber, “tarikat” ve “kilise” konusunda faydalı kimi tanımlar sunuyor. “Tarikat, dindar üstatların veya ehil dindar kişilerin özel birliğidir. Gerekli vasıfların oluşturulması ardından kişiler tarikata kabul edilmektedir. Tersten, kitlelerin selameti için evrenselci bir yapı olarak kilise, tıpkı devlet gibi, herkesin, en azından üyelerin her bir çocuğunun doğumdan itibaren yapıya ait olduğunu iddia ediyor.”
Eğer Weber’in din ve kilise tanımını Fransız sekülerizmine tatbik edecek olursak, bu sekülerizmin de Weber’in tanımına uyduğunu göreceğiz. Laiklik, bir inanç sistemin bulunmadığı bir düzen değildir, aksine bu düzende Tanrı yoktur ve diğer inanç sistemleri yasaklıdır veya inkâr edilmiştir. Laiklik, en kudretli hâline cumhuriyet bünyesinde kavuşur. Dinlerin üyelerine değerler kümesi ve eylem kuralları temin etmesi gibi, Fransız sekülerizmi de cumhuriyete bağlı yurttaşlarından kendi değerlerine ve kaidelerine bağlılık talep eder. Dahası, tıpkı kilise gibi, Fransız sekülerizmi ve Fransız devleti de bir Fransız yurttaşı anaya sahip ya da Fransız toprağında [jus soli] doğmuş olanların yurttaş olarak kabul edileceğine dair evrenselci ilkeye dayanır. Gene kilise gibi, Fransız sekülerizmi de heretiklere ve kurallara uymayanlara zulmeder ve onları dışarıda tutar. Dolayısıyla laiklik, Fransa’daki hâkim dinin adıdır. Dahası bu kesinlikle hoşgörüsüz bir dindir. Müslümanlar Fransız yurttaşı olmuşsa, bu hâkim dine uymak zorundadırlar. Başka dinî uygulamalara ve ibadetlere devam etmek suretiyle bu hâkim dine uyamayanlar disiplin cezalarına çarptırılırlar.
Bugün Fransa’da hâkim dinin (laikliğin) azınlık dinini (İslam’ı) yaftalamasına ve ona zulmetmesine tanık oluyoruz. Müslüman kadınlardan devlet okullarında başörtülerini, kamusal alanlarda burkalarını veya sahillerde burkinilerini çıkartmaları istenmektedir. Bu talebin, dinden arındırılmış bir alan isteniyor olunması ile alakası yoktur, söz konusu talep, hâkim dine ait değerlere uyma konusunda bir emir olarak dillendirilmektedir.
Bugün örtülü kadınların yarı çıplak yüzmeyi reddettikleri için cezaya çarptırıldıklarına tanık oluyoruz. Fransız devleti, bizim Müslümanlardaki dinî hoşgörüsüzlükle sekülerizm arasında bir çatışmaya tanık olduğumuza inanmamızı istiyor. Oysa bu tip olaylar, azınlık dinine mensup kadınlara karşı hâkim dinin yürüttüğü zalimane bir saldırıdan başka bir şeyi ifade etmiyor.
Kentlerde gettolara hapsedilmiş, iş arama noktasında ayrımcılıkla yüzleşen, işsiz, dinî kıyafetlerini çıkartmaya zorlanan, medyada alay konusu edilen Fransa’daki Müslüman kadınlar, sekülerizm adına uygulanan dinî bir zulmün mağdurlarıdırlar.
Eğer her türden köktencilikten arındırılmış bir gelecek tahayyül ediyorsak, o vakit bize düşen, dinî bir o kadar da toplumsal bir çatışmanın içerisinde olduğumuzu, Fransız devletinin bu gerçeklik dâhilinde, kendine has köktenci eğilimlere sahip bulunan hâkim dinin (laikliğin) garantörü olarak hareket ettiğini idrak etmektir.
Sara R. Farris
26 Ağustos 2016
[Sara R. Farris: Londra Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde eğitmen. In the Name of Women’s Rights. The Rise of Femonationalism (Duke University Press, 2017) isimli kitabın yazarı.]

20 Eylül 2016

,

Elips

Orhan Gökdemir anlatıyor:

“Sevgili arkadaşım Enver Aysever’le Aykırı Sorular programını yapıyoruz CNNTürk’te. Enver’in tanışıklığı var Tarık Akan’la. Ben Enver’i sıkıştırıyorum programa gelmeye ikna etsin diye. ‘Gelirim’ diyor, ama bir türlü gelmiyor. Biliyorum, bize değil ayak sürümesi, kanala karşı bir tutumu var.”[1]

Tarık Akan’ın ayak sürümesi, Gezi döneminde gündeme gelen penguen medyası ile ilgili. Bu noktada o kanala çıkmayan Tarık Akan mı “devrimci”, yoksa CNNTürk’ten ayrılmayı hiç düşünmeyen, akarını riske etmeyen Orhan Gökdemir mi?

Sorunun cevabını Gökdemir, kendisi veriyor. O, saf cumhuriyetçidir. Devrimle teorik ve politik ilişkisi, cumhuriyet kadardır. Yeni bağlılıklara tabidir ve cumhuriyetin “yeni insan”ıdır.[2] 

Cumhuriyetin kuruluş momentinde gücü elinde bulunduranlara tapar. “Türk devrimi”ni Sovyet devrimi ile ancak cumhuriyet ortak paydası üzerinden birleştirir. O, partisi gibi, Joseph Fouché’cidir.

Gökdemir de “Lyon Kasabı” olacağı günleri beklemektedir. Gericilik konusunda gösterdikleri polis faaliyetinin kökeni, Fransız Devrimi sonrası polis bakanı olan Fouché’ye dayanmaktadır. Fouché, Robespierre’in Tanrı Kültü ve Festivali başlığı altında ortaya koyduğu devlet dini inşa etme girişimine karşı çıkar. Gökdemir de burjuvanın “İnsan” kültüne tapıyor olması ile saf bir Fouché’cidir.

Onun ve diğer Kemalist kesimin 12 Eylül ile ilgili olarak dile getirdiği martavalın boş olduğu açıktır. Fouché kadar Robespierre de cumhuriyetçidir. Yöntemlerde anlaşılamaması, özde anlaşılmadığı anlamına gelmez. 12 Eylül paşaları da Gökdemir kadar kemalisttir. Kemalizm, cumhuriyetin Tanrı Kültü’dür. Gökdemir’in “yeni bağlılıklar” ve yeni insan” dediği, o Tanrı’ya layık olanların belirlenmesi ile ilişkilidir. Devlet, kendisini bu şekilde baki kılar.

Sorun, Marksizmin ve sosyalizmin o “yeni bağlılıklar” ve “yeni insan”la tanımlanması, o Tanrı’nın insandan saymadıklarını, o dinamiklerin kurdukları bağları tanımamasıdır. Burjuvazinin başından sûdur edecek bir alt-tanrı olarak Marksizmin bu topraklarda bir karşılığı yoktur.

Gökdemir, Yalçın Küçük’ün tilmizidir. Küçük, 12 Eylül’den çıkmış devrimcileri devlet ve bürokrasi disiplinine kavuşturmak için Toplumsal Kurtuluş isminde bir dergi çıkartmıştır. Gökdemir’in liberalizm olarak kodladığı ve tekfir ettiği yönelim, kamu kurumunun özel şirkete dönüştürülmesi ile ilgili bir gerilimle alakalıdır. İdeolojik değil, tecimsel bir meseledir. 12 Eylül sonrası dönemde devlet, bu tip adamlar eliyle düzlüğe çıkmıştır.

O sebepten Gökdemir, CNNTürk, CBNC, Kanaltürk, Digitürk gibi kurumlarda çalışır, Fenerbahçe, Redhack gibi popüler başlıklarda kitaplar yazar. Son iki başlıkta ve bahsi geçen yayın kuruluşlarında Fethullah izi aranmalıdır.

Gökdemir, Cumhuriyet Mitingleri öncesi verdiği bir seminerde, “sömürüyü somutta göremiyoruz, o nedenle ona karşı mücadele anlamsız” dediği vakidir. Bu, o eleştirdiği Yeni Gündem dergisinin çizgisiyle tutarlı bir yaklaşımdır. 

Gökdemir, sömürü ile ilgili o cümleyi Cumhuriyet Mitingleri’ne şevk ve coşku ile gidebilmek için etmiştir. Yere göğe sığdıramadığı Taha Parla da aynı liberal geleneğin parçasıdır. Bu liberaller eliyle devlet, devlet dini içerisinde örgütlenmiş dinî kesimleri disiplin ve kontrol altında tutmak istemiştir.

Devlet, bir yandan kendisine din inşa etmekte, devleti ve ona bağlılığı dinin yerine ikame etmekte, böylelikle kendisine zarar verecek din içi ve dinsel dinamikleri ezmekte, bir yandan da Gökdemir gibileri sahaya sürüp o devlet dinine eleştiriler yöneltmektedir. Bu oyuna aldanmamak gerekir.

Cemaatler, devlet dinine göre yeniden tesis edilmişlerdir. Din, devlete göre tekrar kurgulanmıştır. Robespierre’in Tanrı Festivali, tarikat ve cemaatler şahsında, özel bir içerikle Türkiyelileştirilmiştir. Kur’an’la mitinge çıkan Kenan Evren neyse Gökdemir de odur. O açıdan “Vahdettin onların Mustafa Kemal bizim olsun” diyenlere, “Çerkes Ethem, Nazım Bey, Mustafa Suphi bizim olsun” demek şarttır. Devletin kurduğu öznelere karşı devrimci mücadelenin kurduğu özneler tercih edilmelidir.

Çünkü bu eşhas ve örgütler, devrimle değil, cumhuriyetle bağlaşıktır. Kendilerini oradan kurarlar. Devlet adamı ve bürokrat gibi düşünürler. Devrimin nasıl, neden ve neyle yapılacağı ile ilgilenmezler. Zaten devrim olmuş, cumhuriyet kurulmuştur. Mahir’in “çıkarı sosyalizmde olan sınıf ve tabakalar” şeklinde tanımladığı halk, bu kesimlerde kendisine karşılık bulmaz. Onlar, cumhuriyetin ve kemalizmin kurduğu “public” ile konuşmayı doğru bulurlar. Çünkü Mahir’in işaret ettiği halk aşağıdadır, aşağılıktır, kalitesizdir, tehlikelidir.

Temel mesele, kemalizmin rakip ve düşman kardeş olarak görülmesi ve Marksizmin buna göre bilince çıkartılmasıdır. Sınıfsal olarak kemalizmin içinden sosyalizm ve Marksizm çıkmaz. İdrak edilmeyen budur. Aynı sorun, İslamî hareket için de geçerlidir. Devlet dini denilen baştan sûdur eden alt-tanrılara ve tiranlara devrimci anlamlar yüklenemez.

Devlet, ezilenler ne vakit bir tahakküm imkânına kavuşsa, ne vakit güç ve mevzi sahibi olsa, liberalizmi namluya sürer. Bu liberalizm, sosyalizm kisvesine de bürünebilir. Kendisi ile ilgili belgeselde Tarık Akan, “devlet eleştirilmez, rejim eleştirilir” demektedir. Kürd basını ve AKP basını “Suriye ordusuna saldırı” haberini “rejim güçlerine saldırı” olarak vermektedir. Toplamda Tarık Akan ile ilgili tartışma da bu minvaldedir: devlet paranteze alınmakta, korunmakta, bir tür rejim eleştirisi yapılmakta, böylelikle o devletin o rejimle arasındaki zorunluluk ve ihtiyaç ilişkisi gizlenmektedir. Tarık Akan savunusu da eleştirisi de bu gizleme pratiği dâhilinde dile dökülmektedir.

Metin Çulhaoğlu, bu gizleme faaliyeti dâhilinde, hâlâ “harmanlanma”dan bahsetmekte, bu konuda tek gerçek aydın olarak kendisini gösterip, “benim etrafımda tavaf edin” demekte, “seçici olmayın” diye emir vermekte, Kürdlere “birlikte mücadeleyi düşünmüyorsanız, susun” diye bağırmaktadır.[3] Bu akıl, ondaki temel yönteme, elipse dayanır. Kendi tanımına göre elips, bir şeye hem yakın hem uzak olma imkânını vermektedir. Hem ittihatçı hem itilafçı olma imkânını bu sayede bulabilmektedir. Onda sosyalizm ve Marksizm, elipsin merkezindeki devleti koruma üzerine kuruludur. Aynı yaklaşım, “Tarık Akan bizim küçük burjuva çocuğumuz” diyen Devrimci Proletarya’da da karşımıza çıkmaktadır.[4] Mesele, zaten bitmiş-tamamlanmış, kurgulanmış bir imge, simge ya da bilgi olarak devletin veya benzeri bir imge, simge veya bilginin merkeze yerleştirilmesidir. Ona yakınlaşma da ondan uzaklaşma da gene ona dairdir. Bu hareket, devletin hareketi olarak okunmalıdır.

Eren Balkır
20 Eylül 2016

Dipnotlar:
[1] Orhan Gökdemir, “Sürü”, 17 Eylül 2016, Sol.

[2] Orhan Gökdemir, “Üç Devrimin Işığında”, 10 Eylül 2016, Sol.

[3] Metin Çulhaoğlu, “Tarihin Oyunları ve Hoyratlık”, 20 Eylül 2016, İleri.

[4] “Tarık Akan”, 19 Eylül 2016, DP.

19 Eylül 2016

, ,

ABD İsrail’i Neden Destekliyor?


Eğer milyarlarca dolarlık silâh anlaşmaları olmasaydı, İsrail ve ABD hiç bu kadar yakınlaşmazdı.
Geçen hafta haberlere yansıdığı kadarıyla, Obama ile Netanyahu arasına kara kedi girmesine karşın, ABD ve İsrail arasında bir anlaşma imzalandı. Anlaşma, ABD tarihinde bu ülkenin bir başka ülkeye vaat ettiği en büyük silâh yardımını içeriyor. On yıllık anlaşma, İsrail’in her yıl 3,8 milyar dolar yardım yapılmasını öngörüyor. İsrail’e önceki on yıllık anlaşma bünyesinde yapılan yardımın tutarı ise 3,1 milyar dolar.
Bu cömert yardıma kılıf bulma noktasında yorumcular ve devlet yetkilileri, İran ve IŞİD’e işaret ediyorlar. Ulusal Güvenlik Danışmanı Susan Rice’ın bir basın toplantısında ifade ettiği kadarıyla, “anlaşma, İsrail’in kendisini savunması için ihtiyaç duyduğu desteği sunacak.”
Ne var ki diplomasi dâhilinde dile getirilen basmakalıp sözler, Netanyahu’nun bir yıl önce İsrail meclisinde sarf ettiği sözlerden daha az aydınlatıcı: “[…] ‘Bize sonsuza dek kılıçla mı yaşayacaksınız?” diye soruyorlar. Benim cevabım şu: Evet.”
İsrail, ABD’nin sunduğu imkân ve zemin üzerinden sürekli askerî eylem içerisinde olan bir ülke. Yeni yardım paketi için yapılan müzakerelere eşlik eden yirmi dört saatlik süre zarfında İsrail Gazze’yi bombaladı, Batı Şeria’daki Halil kentinde yeni yerleşimler inşa edileceğini duyurdu ve Suriye’de bulunan Golan Tepeleri’ne konuşlanmış Suriye Ordusu’na saldırdı. Bu adımların her biri, hem ABD desteğinin doğal bir sonucu hem de bir tür güç gösterisi.
Netanyahu da, birçok İsrailli ve ABD’li lider gibi, İsrail’in hedeflerine ulaşmak için komşularının elindeki askerî avantajlara kıyasla ezici bir güce sahip olması gerektiğini düşünüyor. İmha politikaları, işgaller ve ablukalar bu anlayışın ürünü.
Anlaşma ABD’nin de çıkarına: İsrail’in emsalsiz askerî gücü, bu ülkenin bölgede ABD hegemonyasına karşı ve düşman olan diğer ülkeleri dengelemesini mümkün kılıyor.
İsrailli siyasetçi Yair Lapid, Foreign Policy’ye yazdığı makalede bu hususu gayet açıktan dile getiriyor: “Amerika’nın İsrail’le kurduğu işbirliği, onun Ortadoğu’da aktif ve etkili bir siyaset yürütmesine imkân sağlıyor. Zira İsrail, Batı’nın Ortadoğu’daki ileri üssüdür.”
Bu sözlerde yeni bir şey yok. ABD hükümeti, uzun süredir İsrail ordusunun gücünün Ortadoğu’daki çıkarları adına daha da güçlendirilmesi gerektiğini düşünüyor.
1989’dan beri ABD İsrail’e silâh depoladı. Bu silâhlar, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da yaşanan çatışmalarda kullanıldı. Yair Lapid’in “Batı’nın ileri üssü” dediği ülke, bu amaçlarla devreye sokuldu. Ayrıca ABD, 2006’daki -Lübnan Savaşı ile 2014’teki Gazze saldırısı esnasında silâhları tükendiği için İsrail’in kendi cephaneliğinden istifade etmesini sağladı.
Daha da geriye gidebiliriz: Mısır cumhurbaşkanı Cemal Abdulnasır’ın Arap milliyetçi hareketinin lideri olduğu ve bölgedeki Amerika ve Avrupa nüfuzuna karşı çıktığı dönemde İsrail işe yarar bir kale olduğunu ispatladı ve 1967’de Mısır’la savaşıp onu yendi. Birkaç yıl sonra, Soğuk Savaş’ın zirvede olduğu bir dönemde İsrailliler Mısır’daki Sovyet radarını çaldı ve istihbarî alanda önemli bir darbe gerçekleştirmiş oldu. 1970’te ABD hükümeti Vietnam Savaşı ile meşguldü. İsrail’den Ürdün’deki Kara Eylül katliamını durdurması muhtemel Suriye askerlerine mani olmasını istedi.
Son yıllarda ABD ve İsrail ülkedeki ünlü Demir Kubbe’yi de içeren füzesavarlı savunma sistemlerini birlikte tasarladı. Pentagon, Afganistan gibi yerlerdeki “ileri mevziler”i korumak için kendi Demir Kubbe versiyonunu geliştirdi. Bu çalışma, İsrail devletine bağlı Rafael İleri Savunma Sistemleri ve Raytheon isimli ABD’li bir özel şirketle birlikte yürütüldü. Tanıtım filminde Raytheon böbürlenerek şunları söylüyordu: “Demir Kubbe’nin ateşlediği önleme füzesi ‘Tamir’, savaşta gücünü ispatlamış tek füze.” (Lapid’in de söylediği gibi, “İsrail, ABD’ye saha koşullarında en ileri silâhların sınanması için nispeten ucuz bir yol ve imkân sunuyor.”)
Raytheon, ABD-İsrail arasındaki simbiyotik ilişkiden nemalanan tek savunma şirketi değil.
ABD, Amerika’daki savunma şirketlerine ait silâhlar konusunda gerekli yardımı makbuz formunda dağıtıyor. Devletin parası Raytheon, Boeing, Lockheed Martin ve benzeri şirketlere yolla aktarılıyor. ABD’li silâh şirketlerinin bu yolla zenginleşmesi yeni anlaşma ile daha da yoğunlaşacak: paket, süreç içerisinde bir şartı ortadan kaldırıyor: buna göre, İsrail devletine yardımın yüzde 26’sını şekelle ödeme imkânı veriliyor ve bu ülkedeki savunma sanayisini sübvanse edilmesini sağlıyor.
İki ülkenin savunma sektörleri arasındaki ilişki daha da derinleşiyor. Elbit Sistemleri gibi İsrail’e ait bir dizi savunma şirketi, ABD hükümeti ile sözleşmeler imzalayabilmek için ABD’de iştirakler kuruyor.
Ama savunma sanayiindeki eşantiyonlar anlaşmayı daha da tatlı hâle getirdi. Temelde ABD ile İsrail’i birbirine bağlayan tutkal, iki ülkenin Ortadoğu’daki mevcut güç dengesini korumaya dönük müşterek kararları.
Bu da İsrail’in elindeki “niteliksel açıdan güçlü askerî yönü”nü korumasını zorunlu kılıyor. Yani İsrail, bölgedeki diğer silâhlı kuvvetler karşısında daha üstün ekipman ve eğitime sahip olmaya mecbur. Bu anlayış ABD hukukunda bile kayıtlı bir husus: Silâh İhracatının Kontrolü Kanunu İsrail’in komşularına yapılacak her türden silâh satışının “İsrail’in elindeki niteliksel açıdan güçlü askerî yönü”nü olumsuz yönde etkilememesi gerektiğini söylüyor.
Lockheed Martin’in ürettiği F-35 savaş uçağı örnek verilebilir. Piyasaya çıktığında dünyanın en gelişkin savaş uçağı olduğunu söyleyen şirket, yüz milyon dolarlık uçak için birçok ülkenin kapıştığını iddia ediyor. Ama Ortadoğu’da ilk uçakları İsrail satın aldı. Nisan 2015’te Beyaz Saray’da yaptığı konuşmada Başkan Yardımcısı Joe Biden, F-35’lerin İsrail’e gönderileceği vaadinde bulundu ve “bu beşinci nesil uçağa Ortadoğu’da bir tek İsrail’in sahip olacağını” söyledi. Aynı şekilde ABD, Suudi Arabistan’ın elindeki F-15’leri bir üst modele taşıyınca, İsrail’e de F-15’ten daha üstün olduğu iddia edilen F-35’lerden yirmi adet verileceği söylendi.
İsrail’in kurucu babalarından ve Netanyahu’yu etkileyen en önemli isimlerden biri olan Ze’ev Jabotinsky, tüm bu olan biteni çok önceden zaten gayet iyi idrak etmiş biriydi. 1923 tarihli “Demir Duvar” başlıklı bir makalesinde şunu söylüyordu: “Dünyada yereldeki her halk sömürgecilere karşı direnir, Filistin’deki Arapların da yaptığı bu, tek damla umut kalana dek bu direnişe devam edecekler.” Jabotinsky’nin tespitiyle, İsrail etkin bir silâhlı direniş için herhangi bir umut kalmayana dek ordusunu güçlendirmek zorunda.
Bugün söz konusu mantık, genel manada İsrail’in komşuları için daha uygun. Birçoğu kendi geleceğini İsrail’in eline teslim etmeye hiç de niyetli değil. İster Lübnan’ı yeniden biçimlendirsin, ister Golan Tepeleri’ni ilhak etsin, isterse yeni yerleşimler açıp Kudüs üzerinde fiilî kontrol sağlasın, İsrail dış politikadaki hedeflerine ancak üstün şiddet araçlarına sahip olduğu takdirde ulaşabilir.
Yeni silâh anlaşmasında belirlenen paketin amacı, “tehlikeli komşu ülkeler”le kuşatılmış İsraillileri korumak değil. Anlaşmanın Amerika’nın demokrasinin değerini bildiğinin bir alameti olarak görülmesi de imkânsız. Anlaşma, İsrail saldırganlığının kendisine yol bulmasına katkı sunacak, ABD’nin bölgedeki ve dünyadaki silâh ticaretinde sahip olduğu gücünü pekiştirecek.
Ryan McNamara
18 Eylül 2016

18 Eylül 2016

,

Hurma


Bir solcunun anlattığı hikâyedir:

“Naziler, Fransa'yı işgal ettiklerinde, bir partizan, zengin bir toprak sahibinin malikânesinde saklanır. O zengin kişi, her gün gıda ve iletişim sağlar. Bir gün partizan ona ‘Beni saklamakla risk alıyorsun. Bir de Naziler ile işbirliği yaparsan çok daha zengin olursun. Neden beni saklıyorsun? Ayrıca biz, senin mülklerini de kamulaştıracağız, biliyor musun?’ der.

Cevap, ‘önce faşistleri bir kovalım da sonrasını düşünürüz” diyerek, zengin adam cevabına devam eder, ‘Faşist bir Fransa'da yaşamaktansa, komünist bir Fransa'da yaşamayı tercih ederim.’[…]”

Hikâye bitiminde o solcu şu notu düşmektedir:

“Anti-faşist mücadele böyle bir şey işte.”

Bu solcu, aynı zamanda Tarık Akan’ın “anti-komünist ağabey”iyle ticarî ilişkileri olduğunu söylemekte, tüm “ataistlerin, sosyalistlerin” cephe kurup faşizme karşı birleşmesi gerektiği yönünde tavsiyelerde bulunmaktadır. İşte ahvalimiz budur. Tarık Akan cenazesinin politik muhtevasını tayin eden de bu söylemdir.

Yalnız aynı solcunun anlattığı hikâyenin devamı şu şekildedir: Fransa’da II. Dünya Savaşı esnasında Nazi işgaline karşı yürütülen Direniş sürecinin ana bileşeni, komünistlerdir. Süreç sonunda Paris belediye binasını ve diğer önemli devlet kurumlarını ele geçiren komünistler, de Gaulle liderliğindeki, “Makiler” adı verilen küçük burjuva harekete ve burjuvaziye avuçlarındaki iktidarı bir günde teslim etmişlerdir. O malikânede yenilen hurmalar, teorik ve politik zemini işte bu şekilde tırmalamıştır.

* * *

Bu solcuların kafası her daim ilerlemecidir, her zaman burjuva ilerlemesine bakarlar, hiçbir anı, momenti, yeri, devrim ve sosyalizm için uygun görmezler. Teori ve pratik, burjuvazinin izin verdiği ölçülere tabidir. Yeri gelir, onlarca yıl “Sovyetler’deki başarısızlığın sebebi, işçi sınıfının yeterince demokrasi bilinci edinmemesidir” denilir. Bu nedenle o hikâyeyi anlatan solcunun örgütünden kimileri CHP’ye, kimileri de AKP’ye sıçrarlar.

Nâzım, Deniz Gezmiş türünden ideolojik kodlarla kurulan ilişki, CHP tabanına dairdir. Ama bu ilişki, teorinin ve pratiğin lime lime olması ile sonuçlanmıştır. Aynı CHP, belediyeler ve müteahhitler, ordu üzerinden AKP ile iç içedir. Tüm bu ideolojik gevezelikler, bu gerçeğin üzerini örtbas etme amaçlıdır.

Tarık Akan’ı solun safına iten, az çok bir mücadele kültürü ve birikimi vardır. Bugün o isimler tek tek vefat etmekte, bir dönem kapanmakta, sol, o mücadele birikimi ve kültüründen uzak ve kopuk olmanın ceremesini, belirli isimleri yaldızlayarak örtbas etme yoluna başvurmaktadır. Oysa gökte gördüğümüz yıldızlar zaten ölüdürler. Yıldız falına iman etmek, ölümün ve çürümenin bir tezahürüdür.

“İşçi sınıfının yakışıklısı” lafı bile geçmiş ile kurulan lakayt, layt ve tepeden bakan yaklaşımın bir ürünüdür. O lafı edenlerin işçi sınıfı ile ilişkisi yoktur, ancak burjuva estetiği ile ilişki kurulabileceğine inanılmaktadır. Çünkü işçi fazla kaba, çirkin ve geridir. Bu nedenle Madenci Nurettin’in çocuklarına Soma’da “bisiklet yolları, bilimsel eğitim” götürülmüştür. Böyle olduğu için, devlet içi gerilimlerin yansıması olan kimi güncel olaylara politik-ideolojik anlamlar yüklenmektedir. Devlet, ideolojik örgütlenmesini bu tip medyatik girişimlerle tamama erdirmektedir. Şortlu kadın haberi, böylesi bir operasyonun parçasıdır. Herkes Atatürk’e layık, onu eksen alan, özel bireyler olarak inşa edilip, devlete bağlanmaktadır. Bu, devletin dönüşümü, reorganizasyonudur. Sosyalist sol ise gerisin geri 27 Mayıs rahmine döndürülmektedir. Kürd de ancak bu ölçü dâhilinde anlam kazanabilmektedir. Yüksek siyaset yürütenler, devletin ideolojik hamlelerinin kitle zeminini teşkil etmeyi görev bellemişlerdir. Bize lazım gelen, aşağıdakilerin siyasetidir.

* * *

Anlatılan hikâyede Naziler AKP’ye işaret etmektedir. Bu kısa devre işlemi yapınca, Direniş sürecindeki komünistler gibi öncü olunulacağı hayaline kapılınmaktadır. Selefiler, Kur’an’da “Allah’ın eli” tabirini gerçek el olarak kabul ederler ve kabul etmeyenlere düşman kesilirler. Sosyalistlerde de buna benzer bir literalizm hâkimdir. Kitaplarda görülen “Fransızca konuşmak gerek” lafını birincil manası ile ele alırlar, Fransızca öğrenirler, devrim anlayışının ölçüsünü, ölçütünü Paris Komünü, o da olmazsa Fransız Devrimi’ne doğru çekerler. Fransa’daki felsefî çırpınışları kendilerine öncü bellerler. Böylelikle bir süre “devrimci, komünist” olduklarını düşünerek geçirirler ömürlerini. Çünkü solculuk, devletin “geri gördüğü yere hücum edin” emrini yerine getirmektir.

Türkiye, Fransa olmalıdır. Küçük burjuva eşitlikçilik, kendisini yukarıdan kurar. Aşağıdakini aşağılar, hor görür, oradan gelecek tehditleri bastırmak için bir tür eşitlikçi söylem geliştirir. Eşitlemek, düzlemek demektir. Tüm çapaklar temizlenmek, tehlikeler bertaraf edilmek zorundadır. Ülkelerarası eşitlik ile bireylerarası eşitlik talepleri hepten yukarıdan kurulur. Sosyalist kesimler ise yeri geldiğinde birine, yeri geldiğinde diğerine kaptırır aklını, gönlünü.[1] Kitabında “Yılmaz Güney oyunculuğu, aktörlüğü unutmuştu” diye onunla alay eden bir şahsı hemen göğe yükseltir. Yılmaz Güney çapaktır çünkü.

Tarık Akan’ın kitabında klasik bir sol hastalığına da rastlanır. Birçok örgüt kendi tarihini anlatır. 12 Eylül öncesi dönemde hepsi de “az kalmıştı, devrim yapıyorduk ama bu Devyolcular yok mu?” lafını eder. Doksanlarda Devyol’un yerini Devsol almıştır. Her iki örgütün de tartışılacak yönleri vardır, ama buradaki alerji, halkla kurulan ilişkinin bir çapak olarak görülmesiyle ilgilidir. Fransızcacılar, Fransızcılar, halkla bu kadar içli dışlı olmayı sevmezler. Bunun bireyliklerine zarar vereceğine inanırlar.

* * *

Teori ve pratik zemin, burjuvazinin takdim ettiği hurmalar yüzünden tarumardır. Bu sebeple özel insanları ışığı ile, tavşan gibi avlayan küçük burjuva eşitlikçiliğinin feminizm, ekoloji, Kürd hareketi, sivil toplum siyaseti gibi çeşitli formlar altında süren varlığı, belli bir mücadele alanında oluşan imkânları berhava etmektedir. Esasında yapılması gereken, küçük burjuva eşitlikçiliğin, yani yukarıdan kurulmuş teorik-politik faaliyetin eleştiriyle parçalanması, teori ve pratiğin mücadele alanlarında kurulması, örgütlenmesidir. Küçük burjuva eşitlikçiliğin ekoloji teorileri boştur; Cerrattepe’nin direnişi gerçektir. Mao’nun sözüne atıfla; ilki boktur, gübredir, ikincisi devrimcidir.

Mücadele, AKP’yi “faşizm” olarak kodlamamızı isteyenleri de içermek zorundadır. Gerilik-ilerilik, burjuvazinin ve devletin hareket planı değil, devrimin hareket planı ile alakalıdır. Kendi varlığını burjuvaziye ve devlete armağan etmiş olanların devrimin hareket planı ile ilgili bir derdi yoktur. Onlar, ticari ilişkileriyle siyasî ilişkileri birbirine karıştıranlardır.

Eren Balkır
18 Eylül 2016

Dipnot:
[1] Metin Çulhaoğlu, “Ulusalcılık ve Liberalizm: Düşman Gibi Görünen Kardeşler”, 18 Eylül 2016, Birgün.