21 Aralık 2019

,

Kadın Hakları Adına

“Bence bu çarşaflı Müslüman kadınlar çok hasta ve onların hastalıklarının ne olduğuna karar verecek olan bizler değiliz.”
[Élizabeth Badinter –Fransız feminist felsefeci]
“İslam, Yahudileri ve eşcinselleri dışlıyor, onlarca yıl boyunca kadın haklarını ayaklar altına aldı.”
[Geert Wilders, Hollanda’nın aşırı sağcı partisi Özgürlük Partisi lideri]
“Ülkeye yasadışı yollardan girenler için herhangi bir düzenleme yapılamaz, çünkü bunlar, kadınlara tecavüz eden, villaları soyan kişiler, ama öte yandan göçmen kadın bakıcılarda görüldüğü üzere toplumu etkileyen tüm durumları düzene sokmak gerekiyor.”
[Roberto Maroni, İtalya’nın aşırı sağcı partisi Kuzey Birliği’nin eski lideri]
Avrupa Parlamentosu için yapılan 2014 seçimlerinde aşırı sağın elde ettiği başarı, uluslararası planda ciddi bir ilgi gördü. Tüm Avrupa genelinde milliyetçi sağ partiler beklenmedik sayıda koltuk kazandılar ve varolan halk desteğini artırdılar.[1] Bu seçim başarıları, parti kampanyalarına damgasını vuran İslam karşıtı sloganlarla birlikte faşizmin geri döneceğine dair korkuyu tetikledi.
Ne var ki bugün Avrupa’daki milliyetçi partileri eskilerinden ayıran temel özelliklerinden biri de bu partilerin toplumsal cinsiyet eşitliğinden, ara sıra da LGBT haklarından dem vuruyor olmaları. Cinsiyet eşitliği meselesini derinlemesine ele almamalarına, erkekçi bir politik tarza sahip olmalarına, tüm bu adımları yabancı düşmanlığı bağlamında atıyor olmalarına karşın bu partiler, süreç içerisinde İslam karşıtı ajandalarını kadın hakları adına yürüttükleri çalışmalarla destekliyorlar. Hollanda’da Geert Wilders, Fransa’da Marine Le Pen, İtalya’da Matteo Salvini, “esmer enternasyonal” denilen yapıya gerekli ruhu üfleyen isimler. Bu sağcı milliyetçilere göre Müslüman erkekler, kadınlara zulmediyorlar dolayısıyla bunlar, Batı Avrupa toplumları açısından ciddi birer tehlike.
Bazı akademisyenler, milliyetçilerin kadın eşitliği gibi konu başlıklarına yönelmelerini bu kesimlerin kadın seçmenlerini artırma ve ajandalarını bir miktar modernize etme gayreti olarak okuyorlar.[3] Bazıları da Avrupa ile muhafazakâr siyasetçilerin 11 Eylül sonrasında Ortadoğu’da başlatılan emperyalist savaşların Müslüman kadınları Müslüman erkeklerden kurtarma misyonu üzerinden biçimlendiğini söyledikleri ABD arasında ayrım yapıyorlar.[4]
Öte yandan kendi merkezî ideolojileriyle ve politikalarıyla çelişen bir yoldan kadınların eşitliği bayrağını sallayan başka güçler de var. Solda duran, ünlü birçok feminist de İslam karşıtı koroya katıldı. 2000’li yıllar boyunca Fransız feminist felsefeci Elizabeth Badinter, Hollandalı feminist siyasetçi Ayan Hirsi Ali ve ünlü İtalyan “ara sıra feminist” Oriana Fallaci, Müslüman toplumlarını cinsiyetçi olmakla eleştirdi ve Batı ülkelerini üstün toplumsal cinsiyet ilişkilerinin yaşandığı alanlar olarak takdim etti.[5] Aynı şekilde kadın örgütleri ve devlete bağlı toplumsal cinsiyet kurumlarında çalışan, genelde “femokrat” olarak anılan üst düzey bürokratlar, İslam’ın dinî pratiklerini ataerkil ilân ediyorlar ve bu pratiklerin Batı’ya ait kamusal alanda yerlerinin bulunmadığını söylüyorlar.[6] Bu isimler, Müslüman kadınları kurtarılması, özgürleştirilmesi gereken pasif birer mağdur olarak resmediyorlar, bir yandan da tesettür yasağı gibi kanun tekliflerine destek veriyorlar. Bu gayet heterojen olan İslam karşıtı feminist cephe, cinsiyetçiliği ve patriarkayı Müslüman Öteki’ye has olgular olarak takdim ediyor.
İslam karşıtı ajandalarla kadın haklarına ait özgürleştirme söylemi özel bir momentte yan yana geliyor. Bu birliktelikte sadece milliyetçiler ve feministler yok. Esasen milliyetçilik karşıtı olduğunu söyleyen neoliberalizm savunucuları da kadın hakları adına İslam karşıtı dile başvuruyorlar.[7] Bu noktada üçüncü dünya ülkelerinden gelenler için hazırlanan sivil entegrasyon programları öne çıkıyor. Özünde bu programlar neoliberalizme ait birer sembol.
Göçmenlerin Avrupa toplumlarının genel dokusuna dâhil edilmesi için gerekli sürece destek vermek amacıyla hazırlanan bu programlar, göçmenleri gittikleri ülkenin dilini, kültürünü ve değerlerini öğreneceklerine dair belgeler imzalamaya ve ülkede uzun süre kalmaya zorluyor. Bu programlar, göçmenlerden Batı’nın merkezî değeri olarak kadın haklarını tanımalarını ve Batı’nın medeni ve ileri kabul edilen kültürel pratiklerini özümsemelerini istiyorlar. Burada asıl çarpıcı olan, Müslüman toplumlardaki çokeşlilik iddiasının genelleştirilmesi, Batı dışından gelen tüm göçmenler için bu iddianın dillendirilmesi ve herkesin bu iddiayı temel alan entegrasyon politikalarına tabi kılınması.
Sağcı milliyetçiler, feministler, kadınların eşitliği ile ilgili kurumlar ve neoliberaller, kendi politik hedefleri doğrultusunda Müslüman erkeklere saldırmak amacıyla kadın haklarından bahsedip duruyorlar.
Peki bu ideolojik açıdan birbirinden farklı hareketler, aynı dile başvurup neden Müslüman erkekleri Batı toplumları için en tehlikeli tehdit olarak tanımlıyorlar? Müslüman erkeklere karşı kadın hakları diline başvururken milliyetçi partiler, geleneksel anti-feminist politikalarına, feministler özgürlükçü politikalarına, neoliberaller milliyetçilik karşıtı politikalarına ihanet mi ediyorlar? İslam’a karşı cinsiyet eşitliği politikasına başvuran bu milliyetçi, feminist ve neoliberal güçler, esasında kimlerden oluşuyor ve temelde bu insanlar ne söylüyorlar? Tanık olduğumuz şey, yeni bir kutsal olmayan ittifak mı yoksa tesadüfi ve beklenmedik bir uzlaşma mı? Ayrıca bilhassa istihdam ve sosyal yardım bağlamında göçmen karşıtı duyguların yoğunlaştığı, İslamofobinin yükseldiği bağlamda Müslüman kadınlar, neden kurtarılacak kişiler olarak takdim ediliyorlar?
Bazı akademisyenler, toplumsal cinsiyetin ve eşcinsellerin eşitliği meselesinin İslam karşıtı ajandaların merkezine yerleşmesini sağcılaşmanın bilhassa 11 Eylül sonrasında Avrupa ve ABD’de sürece damgasını vuran terörle mücadele anlayışının bir sonucu olduğunu söylüyorlar. Aynı isimler, buradan, Müslüman kadınların birer kurtarılması gereken mağdur olarak gösterilmesindeki mantık üzerinde duruyorlar ve bu türden anlatıları, neoliberal ve milliyetçi anlayışın politik düzlemde yan yana gelişi üzerinden okuyorlar.
Ben ise Batı Avrupa’daki bu çelişkili unsurlar arasındaki kesişimin ardındaki politik-ekonomik boyutların önemli olduğunu söylüyorum. Buna göre, cinsiyet eşitliği adına yürütülen İslam karşıtı kampanya, göçmen karşıtı, ırkçı ideolojileri ve kurumları besleyip biçimlendiriyor. Bu bağlamda milliyetçiler, feministler ve neoliberaller arasında oluşan şaşırtıcı birlikteliklerin sebeplerini ortaya çıkartmak için yeni bağlar kurulması, yeni bir anlayışın geliştirilmesi, analiz için yeni kategorilerin belirlenmesi gerekiyor.
“Feminist” ve “femokratik milliyetçilik” terimlerinin birleşiminden oluşan “femonasyonalizm”, hem feminist temaların İslam karşıtı ve göçmen karşıtı kampanya bağlamında milliyetçiler ve neoliberaller eliyle istismar edildiğine, hem de cinsiyet eşitliği bayrağı altında Müslüman erkeklerin kötülenmesi sürecinde belirli feministlerin ve femokratların sürece katıldığına işaret ediyor.
Femonasyonalizm, bir yandan Batı Avrupa’daki sağcı partilerin ve neoliberallerin yabancı düşmanı, ırkçı politikalarını cinsiyet eşitliği söylemi üzerinden güçlendirme girişimlerini izah ediyor, bir yandan da ünlü birçok feministin ve femokratın İslam’ı kadın düşmanı bir din ve kültür olarak sunma girişimlerinin ardındaki sebebi ortaya koyuyor. Bu noktada şu üç unsurun dikkatle incelenmesi gerekiyor:
(1) Milliyetçi sağ partiler (Hollanda’da Özgürlük Partisi; Fransa’da Ulusal Cephe, İtalya’da Kuzey Birliği);
(2) Hollanda, Fransa ve İtalya’da aktif olan feminist aydınlar, siyasetçiler, kadın örgütleri ve femokratlar;
(3) Sivil entegrasyon programlarında Batılı olmayan göçmenlere yönelik olarak uygulamaya konulan neoliberal politikalar.
Bu bağlamda öncelikle cinsiyet eşitliğini göçmen karşıtı kampanyalar dâhilinde araçsallaştıran sağ milliyetçi partilerden farklı olarak feministlerin, kadın örgütlerinin ve femokratların doğrudan göçmenleri değil Müslümanları hedef aldıkları üzerinde durmak gerekiyor.
Bu feministler, kadın örgütleri ve femokratlar, Batılı olmayan göçmen kadınları hedef alan sivil entegrasyon programlarının hazırlanmasında rol oynuyorlar.[8] Süreç içerisinde göçmenlerle ilgili kurumsal mekanizmalara bu İslam karşıtı söylem bir biçimde sızıyor. Böylece Müslüman karşıtı söylem, hâkim Öteki karşıtı söylem hâline geliyor ve belirli momentlerde, yerlerde ve kimi söylem alanlarında göçmen karşıtı dille iç içe geçiyor.
İslam karşıtı dil, göçmen karşıtı siyaseti besliyor. Bu bağlamda ezen-ezilen ikiliği dâhilinde takdim edilen Müslüman erkek ve Müslüman kadından bahsediliyor. Ardından bu ikilik genele teşmil ediliyor ve Güney’in yoksul ülkelerinden gelen göçmenleri kapsayacak şekilde ele alınıyor (ki bu, bilhassa sivil entegrasyon politikaları için geçerli bir durum). Ayrıca bu ezen-ezilen ikiliği, ırkçı söylem dâhilinde, sömürgecilik döneminden kalma temsillere ve klişelere başvurma imkânı sunuyor.
Tabii burada Müslüman kadınların patriarkanın kurbanı olmadığını söylemek mümkün değil. Farklı kültürel, toplumsal ve milli arka planlara sahip olsalar da kadınlar, kendi toplumlarında eşitsizliğe ve baskıya maruz kalabiliyorlar.
Ama gene de Müslüman kadınların Batı Avrupa’nın kültürel muhayyilesinde takdim edilme biçimlerinin sorunlu olduğunu görmek gerekiyor. Burada hem ırkçı klişelere başvuruluyor hem de diğer göçmen kadınları da etkileyen ekonomik çıkarlar ve uygulamalar üzerinden belirli bir yaklaşım ortaya konuluyor.
Yabancı düşmanlığı üzerine kurulu kampanyalarda cinsiyet eşitliği meselesinin kullanımını analiz etmek için sağlam bir teorik çerçeveye ihtiyacımız var. Bu noktada ilgili olguların analizine hâkim olan “siyasetçi” bakış açısının dışına çıkmak şart.
Sağ milliyetçilerin, feministlerin ve neoliberallerin kadın hakları adına bir araya gelmelerinin politik-ekonomik gerekçeleri var, esas olarak da bu gerekçelerin açığa çıkartılması gerekiyor. Bu anlamda femonasyonalizm, farklı politik aktörlerin kadın hakları söylemine başvurmalarında politik-ekonomik gündemin oynadığı rolü anlamamıza katkı sunan bir kavram.
İlgili kesimler, kadın hakları meselesine esasen Öteki’ye yönelik derin korku üzerinden yoğunlaşıyorlar. Mevcut konjonktürde bu siyasete esas yön veren husussa İslamofobi. Dolayısıyla femonasyonalizm, farklı politik yönelimler arasındaki yakınlaşmanın özel bir biçiminden neşet eden ve özel bir ekonomik mantığın ürünü olan bir ideoloji olarak anlaşılmalı. Bu bağlamda femonasyonalizm, hem bir kavşak, hem bir ideolojik formasyon hem de neoliberal politik ekonominin dışavurumu.
Sara R. Farris
[Kaynak: In the Name of Women’s Rights: The Rise of Femonationalism, Duke University Press, 2017, s. 1-6.]
Dipnotlar
[1] Aşırı sağ partiler, seçimlerde kendi ülkelerinde birinci geldiler: Danimarka Halk Partisi oyların yüzde 25’ini aldı (oy oranını yüzde 18,7 artırdı); Ulusal Cephe oyların yüzde 26,6’sını aldı (oy oranını 11,8 artırdı); Birleşik Krallık Bağımsızlık Bartisi yüzde 27,5 oy aldı (oy oranını 11,4 artırdı). Genelde aşırı sağ partiler, Batı Avrupa ülkelerinde yüksek oy oranlarına ulaştılar (bu konuda tek istisna Macaristan). Bu sonuçlarla ilgili kapsamlı bir yorum için bkz. Cas Mudde, “The Far Right in the 2014 European Elections: Of Earthquakes, Cartels and Designer Fascists,” 30 Mayıs 2014, Washington Post: (erişim tarihi: 3 Mart 2015).
[2] Bkz.: Thanasis Kampagiannis, “The ‘Brown International’ of the European Far Right”, Left Flank, 12 Ocak 2014, (erişim tarihi: 2 Ocak 2016).
[3] Jamie Bartlett, Jonathan Birdwell ve Sarah de Lange, “Populism in Europe”, Londra: DEMOS, 2012; Nonna Mayer, “From Jean-Marie to Marine Le Pen: Electoral Change on the Far Right”, Parliamentary Affairs Sayı 66 (2003): s. 160-178; Tjitske Akkerman ve Anniken Hagelund, “ ‘Women and Children First!’ Anti-Immigration Parties and Gender in Norway and the Netherlands”, Patterns of Prejudice, Sayı 41 (2007): s. 197-214; Ann Towns, Erika Karlsson ve Joshua Eyre, “Equality Conundrum: Gender and Nation in the Ideology of the Sweden Democrats”, Party Politics, Sayı 20 (2014): s. 237-247.
[4] Uluslararası kamuoyu, New York’taki İkiz Kuleler’e yönelik terörist saldırılar sonrası gerçekleşen Afganistan işgalini savunma eylemi ve saldıranlara yönelik bir tür misillemenin yanında Taliban yönetiminin zulmüne maruz kalan Afgan kadınlarını kurtarma misyonu olarak takdim edip bu işgale onay verdi. Sonrasında “tesettürlü kadınların tutsak edilmiş bedenleri”ne ait resimler Batı’nın bilinçaltına boca edilirken, bir yandan da sakallı Müslüman erkekler Batı’daki hedeflere saldıran teröristler olarak sunuldular. Tüm Batı genelinde sadece sağ milliyetçiler ve muhafazakâr güçler değil, ayrıca solcu ve feminist örgütler ile kamuoyunun önündeki isimler de Müslüman kadınların kurtarılması gereken mağdurlar olarak resmedilmesine onay verdiler. Birleşik Devletler’de ülkenin önde gelen feminist örgütlerinden Feminist Çoğunluk Vakfı, Afganistan’ın işgalini Afgan kadınlarının “cinsiyet temelli soykırım”dan kurtarılmaları için gerekli bir adım olarak görüp bu işgale destek verdi (Ann Russo, “Feminist Majority Foundation’s Campaign to Stop Gender Apartheid: The Intersections of Feminism and Imperialism in the United States”, International Feminist Journal of Politics Sayı 8 (2006): s. 557-580.). Atlantik’in diğer tarafında ise Alman feministlerinin önde gelen isimlerinden Alice Schwarzer, İslam’ı kadın düşmanı bir din ve kültür olarak gören anlayışa açıktan destek verdi. Schwarzer’in sözleri solcu sağcı birçok kişi ve örgüt tarafından kullanıldı. Bu yaklaşım ülkede öylesine yaygınlaştı ki 2012’de anket firması Allensbach’ın yaptığı bir ankette Almanların yüzde 83’ünün İslam’ı “kadınlara yönelik zulüm”le ilişkilendirdiği ortaya çıktı. İsveç ve Norveç’te İsveçli Demokratlar ve İlerleme Partisi gibi göçmen karşıtı sağcı partilerle feministler arasında belirgin bir yakınlaşmaya tanıklık edildi. Bu kesimlerin politikaları, temelde Batı dışından gelen göçmenlere (bilhassa Romanlara ve Müslümanlara) karşı başvurulan cinsiyet eşitliği dili üzerine kuruluydu. Diğer Batı ülkelerinde de durum aynı. 2005’te Sidney’de yaşanan ve beyaz Avustralyalıların günlerce beyaz olmayan kesimlere saldırıp onları tecavüzcü olarak suçladığı “Cronulla isyanları” sonrası milletvekili Carl Scully çıkıp, “bazı Ortadoğulu erkeklerin kadınlara saygı konusunda sorunları olduğu konusunda endişelerim var” dedi (Christina Ho, “Muslim Women’s New Defenders: Women’s Rights, Nationalism and Islamophobia in Contemporary Australia”, Women’s Studies International Forum Sayı 30 (2007): s. 290-298).
[5] Oriana Fallaci her ne kadar kendisini feminist olarak tarif etmese de yetmişlerde kürtaj ve boşanma hakkı için verilen mücadelelere verdiği destek üzerinden onu liberal feminizmle ilişkilendirmek mümkün.
[6] Ben burada “femokrat” kavramını Hester Eisenstein gibi “devlet bürokrasisindeki feministler” şeklinde tanımlıyorum. Farklı ülkeler bağlamında femokrat ve devlet feminizmi anlayışına dair kapsamlı bir tartışma için bkz. Melissa Haussman ve Birgit Sauer, Gendering the State in the Age of Globalization: Women’s Movements and State Feminism in Postindustrial Democracies, Plymouth: Rowman and Littlefield, 2007. Ayrıca bkz. Dorothy McBride ve Amy G. Mazur, Politics of State Feminism: Innovation in Comparative Research, Philadelphia: Temple University Press, 2010.
[7] Neoliberalizm, genelde küreselleşmeyi teşvik eden politik-ekonomik öğretilerle ilişkilendirilir. Buradan ulusal sınırların aşıldığı, milliyetçi ideolojilerin reddedilmesi gerektiği üzerinde durulur. Bu konuyla ilgili tartışmalara, özellikle uluslararası politik ekonomi alanında yürütülenlere dair genel bir bakış için bkz. Adam Harmes, “The Rise of Neoliberal Nationalism”, Review of International Political Economy, Sayı 19 (2012): s. 59-86.
[8] Son dönemde Müslüman erkekleri karalamak, Müslüman kadınları ise birer mağdur olarak resmetmek amacıyla bazı feministler ve femokratlar belirli sözler sarf ediyorlar. Bu sözlerde yetmişler sonrası göçmen kadınlarla ilgili olarak Batı Avrupa’da yapılan değerlendirmelere damgasını vuran mağduriyete dair klişeler tekrarlanıyor. Bunun dışında bazı feministlerin, kadın örgütlerinin ve femokratların destek verdikleri veya İslam karşıtı yaklaşım temelinde doğrudan uygulamaya koydukları sivil entegrasyon politikalarının sadece Ortadoğulu, Güney Afrikalı ve Güney Asyalı göçmenlere değil, ayrıca Arnavutlara, Ruslara, Sırplara, Çinlilere, yani tüm AB dışından gelen Batılı olmayan göçmenlere de uygulandığını görmek gerekiyor. Güney’in yoksul ülkeleri gibi eski sosyalist ülkelerden göç eden kadınlar da benzer politikalara maruz kalıyorlar.

0 Yorum: