“Bence bu çarşaflı Müslüman kadınlar çok hasta ve onların
hastalıklarının ne olduğuna karar verecek olan bizler değiliz.”
[Élizabeth Badinter
–Fransız feminist felsefeci]
“İslam, Yahudileri ve eşcinselleri dışlıyor, onlarca yıl
boyunca kadın haklarını ayaklar altına aldı.”
[Geert Wilders,
Hollanda’nın aşırı sağcı partisi Özgürlük Partisi lideri]
“Ülkeye yasadışı yollardan girenler için herhangi bir
düzenleme yapılamaz, çünkü bunlar, kadınlara tecavüz eden, villaları soyan
kişiler, ama öte yandan göçmen kadın bakıcılarda görüldüğü üzere toplumu
etkileyen tüm durumları düzene sokmak gerekiyor.”
[Roberto Maroni,
İtalya’nın aşırı sağcı partisi Kuzey Birliği’nin eski lideri]
Avrupa Parlamentosu için yapılan 2014 seçimlerinde
aşırı sağın elde ettiği başarı, uluslararası planda ciddi bir ilgi gördü. Tüm
Avrupa genelinde milliyetçi sağ partiler beklenmedik sayıda koltuk kazandılar
ve varolan halk desteğini artırdılar.[1] Bu seçim başarıları, parti
kampanyalarına damgasını vuran İslam karşıtı sloganlarla birlikte faşizmin geri
döneceğine dair korkuyu tetikledi.
Ne var ki bugün Avrupa’daki milliyetçi partileri
eskilerinden ayıran temel özelliklerinden biri de bu partilerin toplumsal
cinsiyet eşitliğinden, ara sıra da LGBT haklarından dem vuruyor olmaları.
Cinsiyet eşitliği meselesini derinlemesine ele almamalarına, erkekçi bir
politik tarza sahip olmalarına, tüm bu adımları yabancı düşmanlığı bağlamında
atıyor olmalarına karşın bu partiler, süreç içerisinde İslam karşıtı
ajandalarını kadın hakları adına yürüttükleri çalışmalarla destekliyorlar.
Hollanda’da Geert Wilders, Fransa’da Marine Le Pen, İtalya’da Matteo Salvini,
“esmer enternasyonal” denilen yapıya gerekli ruhu üfleyen isimler. Bu sağcı
milliyetçilere göre Müslüman erkekler, kadınlara zulmediyorlar dolayısıyla
bunlar, Batı Avrupa toplumları açısından ciddi birer tehlike.
Bazı akademisyenler, milliyetçilerin kadın
eşitliği gibi konu başlıklarına yönelmelerini bu kesimlerin kadın seçmenlerini
artırma ve ajandalarını bir miktar modernize etme gayreti olarak okuyorlar.[3]
Bazıları da Avrupa ile muhafazakâr siyasetçilerin 11 Eylül sonrasında
Ortadoğu’da başlatılan emperyalist savaşların Müslüman kadınları Müslüman
erkeklerden kurtarma misyonu üzerinden biçimlendiğini söyledikleri ABD arasında
ayrım yapıyorlar.[4]
Öte yandan kendi merkezî ideolojileriyle ve
politikalarıyla çelişen bir yoldan kadınların eşitliği bayrağını sallayan başka
güçler de var. Solda duran, ünlü birçok feminist de İslam karşıtı koroya
katıldı. 2000’li yıllar boyunca Fransız feminist felsefeci Elizabeth Badinter,
Hollandalı feminist siyasetçi Ayan Hirsi Ali ve ünlü İtalyan “ara sıra
feminist” Oriana Fallaci, Müslüman toplumlarını cinsiyetçi olmakla eleştirdi ve
Batı ülkelerini üstün toplumsal cinsiyet ilişkilerinin yaşandığı alanlar olarak
takdim etti.[5] Aynı şekilde kadın örgütleri ve devlete bağlı toplumsal
cinsiyet kurumlarında çalışan, genelde “femokrat” olarak anılan üst düzey
bürokratlar, İslam’ın dinî pratiklerini ataerkil ilân ediyorlar ve bu
pratiklerin Batı’ya ait kamusal alanda yerlerinin bulunmadığını söylüyorlar.[6]
Bu isimler, Müslüman kadınları kurtarılması, özgürleştirilmesi gereken pasif
birer mağdur olarak resmediyorlar, bir yandan da tesettür yasağı gibi kanun
tekliflerine destek veriyorlar. Bu gayet heterojen olan İslam karşıtı feminist
cephe, cinsiyetçiliği ve patriarkayı Müslüman Öteki’ye has olgular olarak
takdim ediyor.
İslam karşıtı ajandalarla kadın haklarına ait
özgürleştirme söylemi özel bir momentte yan yana geliyor. Bu birliktelikte
sadece milliyetçiler ve feministler yok. Esasen milliyetçilik karşıtı olduğunu
söyleyen neoliberalizm savunucuları da kadın hakları adına İslam karşıtı dile
başvuruyorlar.[7] Bu noktada üçüncü dünya ülkelerinden gelenler için hazırlanan
sivil entegrasyon programları öne çıkıyor. Özünde bu programlar neoliberalizme
ait birer sembol.
Göçmenlerin Avrupa toplumlarının genel dokusuna
dâhil edilmesi için gerekli sürece destek vermek amacıyla hazırlanan bu
programlar, göçmenleri gittikleri ülkenin dilini, kültürünü ve değerlerini
öğreneceklerine dair belgeler imzalamaya ve ülkede uzun süre kalmaya zorluyor.
Bu programlar, göçmenlerden Batı’nın merkezî değeri olarak kadın haklarını
tanımalarını ve Batı’nın medeni ve ileri kabul edilen kültürel pratiklerini
özümsemelerini istiyorlar. Burada asıl çarpıcı olan, Müslüman toplumlardaki
çokeşlilik iddiasının genelleştirilmesi, Batı dışından gelen tüm göçmenler için
bu iddianın dillendirilmesi ve herkesin bu iddiayı temel alan entegrasyon
politikalarına tabi kılınması.
Sağcı milliyetçiler, feministler, kadınların
eşitliği ile ilgili kurumlar ve neoliberaller, kendi politik hedefleri
doğrultusunda Müslüman erkeklere saldırmak amacıyla kadın haklarından bahsedip
duruyorlar.
Peki bu ideolojik açıdan birbirinden farklı
hareketler, aynı dile başvurup neden Müslüman erkekleri Batı toplumları için en
tehlikeli tehdit olarak tanımlıyorlar? Müslüman erkeklere karşı kadın hakları
diline başvururken milliyetçi partiler, geleneksel anti-feminist politikalarına,
feministler özgürlükçü politikalarına, neoliberaller milliyetçilik karşıtı
politikalarına ihanet mi ediyorlar? İslam’a karşı cinsiyet eşitliği
politikasına başvuran bu milliyetçi, feminist ve neoliberal güçler, esasında
kimlerden oluşuyor ve temelde bu insanlar ne söylüyorlar? Tanık olduğumuz şey,
yeni bir kutsal olmayan ittifak mı yoksa tesadüfi ve beklenmedik bir uzlaşma
mı? Ayrıca bilhassa istihdam ve sosyal yardım bağlamında göçmen karşıtı
duyguların yoğunlaştığı, İslamofobinin yükseldiği bağlamda Müslüman kadınlar,
neden kurtarılacak kişiler olarak takdim ediliyorlar?
Bazı akademisyenler, toplumsal cinsiyetin ve
eşcinsellerin eşitliği meselesinin İslam karşıtı ajandaların merkezine
yerleşmesini sağcılaşmanın bilhassa 11 Eylül sonrasında Avrupa ve ABD’de sürece
damgasını vuran terörle mücadele anlayışının bir sonucu olduğunu söylüyorlar.
Aynı isimler, buradan, Müslüman kadınların birer kurtarılması gereken mağdur
olarak gösterilmesindeki mantık üzerinde duruyorlar ve bu türden anlatıları,
neoliberal ve milliyetçi anlayışın politik düzlemde yan yana gelişi üzerinden
okuyorlar.
Ben ise Batı Avrupa’daki bu çelişkili unsurlar
arasındaki kesişimin ardındaki politik-ekonomik boyutların önemli olduğunu
söylüyorum. Buna göre, cinsiyet eşitliği adına yürütülen İslam karşıtı
kampanya, göçmen karşıtı, ırkçı ideolojileri ve kurumları besleyip
biçimlendiriyor. Bu bağlamda milliyetçiler, feministler ve neoliberaller
arasında oluşan şaşırtıcı birlikteliklerin sebeplerini ortaya çıkartmak için
yeni bağlar kurulması, yeni bir anlayışın geliştirilmesi, analiz için yeni
kategorilerin belirlenmesi gerekiyor.
“Feminist” ve “femokratik milliyetçilik”
terimlerinin birleşiminden oluşan “femonasyonalizm”, hem feminist temaların
İslam karşıtı ve göçmen karşıtı kampanya bağlamında milliyetçiler ve
neoliberaller eliyle istismar edildiğine, hem de cinsiyet eşitliği bayrağı
altında Müslüman erkeklerin kötülenmesi sürecinde belirli feministlerin ve
femokratların sürece katıldığına işaret ediyor.
Femonasyonalizm, bir yandan Batı Avrupa’daki sağcı
partilerin ve neoliberallerin yabancı düşmanı, ırkçı politikalarını cinsiyet
eşitliği söylemi üzerinden güçlendirme girişimlerini izah ediyor, bir yandan da
ünlü birçok feministin ve femokratın İslam’ı kadın düşmanı bir din ve kültür
olarak sunma girişimlerinin ardındaki sebebi ortaya koyuyor. Bu noktada şu üç
unsurun dikkatle incelenmesi gerekiyor:
(1) Milliyetçi sağ partiler (Hollanda’da Özgürlük
Partisi; Fransa’da Ulusal Cephe, İtalya’da Kuzey Birliği);
(2) Hollanda, Fransa ve İtalya’da aktif olan
feminist aydınlar, siyasetçiler, kadın örgütleri ve femokratlar;
(3) Sivil entegrasyon programlarında Batılı
olmayan göçmenlere yönelik olarak uygulamaya konulan neoliberal politikalar.
Bu bağlamda öncelikle cinsiyet eşitliğini göçmen
karşıtı kampanyalar dâhilinde araçsallaştıran sağ milliyetçi partilerden farklı
olarak feministlerin, kadın örgütlerinin ve femokratların doğrudan göçmenleri
değil Müslümanları hedef aldıkları üzerinde durmak gerekiyor.
Bu feministler, kadın örgütleri ve femokratlar,
Batılı olmayan göçmen kadınları hedef alan sivil entegrasyon programlarının
hazırlanmasında rol oynuyorlar.[8] Süreç içerisinde göçmenlerle ilgili kurumsal
mekanizmalara bu İslam karşıtı söylem bir biçimde sızıyor. Böylece Müslüman
karşıtı söylem, hâkim Öteki karşıtı söylem hâline geliyor ve belirli
momentlerde, yerlerde ve kimi söylem alanlarında göçmen karşıtı dille iç içe
geçiyor.
İslam karşıtı dil, göçmen karşıtı siyaseti
besliyor. Bu bağlamda ezen-ezilen ikiliği dâhilinde takdim edilen Müslüman
erkek ve Müslüman kadından bahsediliyor. Ardından bu ikilik genele teşmil
ediliyor ve Güney’in yoksul ülkelerinden gelen göçmenleri kapsayacak şekilde
ele alınıyor (ki bu, bilhassa sivil entegrasyon politikaları için geçerli bir
durum). Ayrıca bu ezen-ezilen ikiliği, ırkçı söylem dâhilinde, sömürgecilik
döneminden kalma temsillere ve klişelere başvurma imkânı sunuyor.
Tabii burada Müslüman kadınların patriarkanın
kurbanı olmadığını söylemek mümkün değil. Farklı kültürel, toplumsal ve milli
arka planlara sahip olsalar da kadınlar, kendi toplumlarında eşitsizliğe ve
baskıya maruz kalabiliyorlar.
Ama gene de Müslüman kadınların Batı Avrupa’nın
kültürel muhayyilesinde takdim edilme biçimlerinin sorunlu olduğunu görmek
gerekiyor. Burada hem ırkçı klişelere başvuruluyor hem de diğer göçmen
kadınları da etkileyen ekonomik çıkarlar ve uygulamalar üzerinden belirli bir
yaklaşım ortaya konuluyor.
Yabancı düşmanlığı üzerine kurulu kampanyalarda
cinsiyet eşitliği meselesinin kullanımını analiz etmek için sağlam bir teorik
çerçeveye ihtiyacımız var. Bu noktada ilgili olguların analizine hâkim olan
“siyasetçi” bakış açısının dışına çıkmak şart.
Sağ milliyetçilerin, feministlerin ve
neoliberallerin kadın hakları adına bir araya gelmelerinin politik-ekonomik
gerekçeleri var, esas olarak da bu gerekçelerin açığa çıkartılması gerekiyor.
Bu anlamda femonasyonalizm, farklı politik aktörlerin kadın hakları söylemine
başvurmalarında politik-ekonomik gündemin oynadığı rolü anlamamıza katkı sunan
bir kavram.
İlgili kesimler, kadın
hakları meselesine esasen Öteki’ye yönelik derin korku üzerinden yoğunlaşıyorlar.
Mevcut konjonktürde bu siyasete esas yön veren husussa İslamofobi. Dolayısıyla
femonasyonalizm, farklı politik yönelimler arasındaki yakınlaşmanın özel bir
biçiminden neşet eden ve özel bir ekonomik mantığın ürünü olan bir ideoloji
olarak anlaşılmalı. Bu bağlamda femonasyonalizm, hem bir kavşak, hem bir
ideolojik formasyon hem de neoliberal politik ekonominin dışavurumu.
Sara
R. Farris
[Kaynak:
In the Name of Women’s Rights: The Rise
of Femonationalism, Duke University Press, 2017, s. 1-6.]
Dipnotlar
[1] Aşırı sağ partiler, seçimlerde kendi
ülkelerinde birinci geldiler: Danimarka Halk Partisi oyların yüzde 25’ini aldı
(oy oranını yüzde 18,7 artırdı); Ulusal Cephe oyların yüzde 26,6’sını aldı (oy
oranını 11,8 artırdı); Birleşik Krallık Bağımsızlık Bartisi yüzde 27,5 oy aldı
(oy oranını 11,4 artırdı). Genelde aşırı sağ partiler, Batı Avrupa ülkelerinde
yüksek oy oranlarına ulaştılar (bu konuda tek istisna Macaristan). Bu
sonuçlarla ilgili kapsamlı bir yorum için bkz. Cas Mudde, “The Far Right in the
2014 European Elections: Of Earthquakes, Cartels and Designer Fascists,” 30
Mayıs 2014, Washington Post: (erişim tarihi: 3 Mart 2015).
[2] Bkz.: Thanasis Kampagiannis, “The ‘Brown
International’ of the European Far Right”, Left Flank, 12 Ocak
2014, (erişim tarihi: 2 Ocak 2016).
[3] Jamie Bartlett, Jonathan Birdwell ve Sarah de
Lange, “Populism in Europe”, Londra: DEMOS, 2012; Nonna Mayer, “From Jean-Marie
to Marine Le Pen: Electoral Change on the Far Right”, Parliamentary Affairs Sayı 66 (2003): s. 160-178; Tjitske Akkerman
ve Anniken Hagelund, “ ‘Women and Children First!’ Anti-Immigration Parties and
Gender in Norway and the Netherlands”, Patterns
of Prejudice, Sayı 41 (2007): s. 197-214; Ann Towns, Erika Karlsson ve
Joshua Eyre, “Equality Conundrum: Gender and Nation in the Ideology of the
Sweden Democrats”, Party Politics,
Sayı 20 (2014): s. 237-247.
[4] Uluslararası kamuoyu, New York’taki İkiz
Kuleler’e yönelik terörist saldırılar sonrası gerçekleşen Afganistan işgalini
savunma eylemi ve saldıranlara yönelik bir tür misillemenin yanında Taliban
yönetiminin zulmüne maruz kalan Afgan kadınlarını kurtarma misyonu olarak
takdim edip bu işgale onay verdi. Sonrasında “tesettürlü kadınların tutsak
edilmiş bedenleri”ne ait resimler Batı’nın bilinçaltına boca edilirken, bir
yandan da sakallı Müslüman erkekler Batı’daki hedeflere saldıran teröristler
olarak sunuldular. Tüm Batı genelinde sadece sağ milliyetçiler ve muhafazakâr
güçler değil, ayrıca solcu ve feminist örgütler ile kamuoyunun önündeki isimler
de Müslüman kadınların kurtarılması gereken mağdurlar olarak resmedilmesine
onay verdiler. Birleşik Devletler’de ülkenin önde gelen feminist örgütlerinden
Feminist Çoğunluk Vakfı, Afganistan’ın işgalini Afgan kadınlarının “cinsiyet
temelli soykırım”dan kurtarılmaları için gerekli bir adım olarak görüp bu
işgale destek verdi (Ann Russo, “Feminist Majority Foundation’s Campaign to
Stop Gender Apartheid: The Intersections of Feminism and Imperialism in the
United States”, International Feminist
Journal of Politics Sayı 8 (2006): s. 557-580.). Atlantik’in diğer
tarafında ise Alman feministlerinin önde gelen isimlerinden Alice Schwarzer,
İslam’ı kadın düşmanı bir din ve kültür olarak gören anlayışa açıktan destek
verdi. Schwarzer’in sözleri solcu sağcı birçok kişi ve örgüt tarafından
kullanıldı. Bu yaklaşım ülkede öylesine yaygınlaştı ki 2012’de anket firması
Allensbach’ın yaptığı bir ankette Almanların yüzde 83’ünün İslam’ı “kadınlara
yönelik zulüm”le ilişkilendirdiği ortaya çıktı. İsveç ve Norveç’te İsveçli
Demokratlar ve İlerleme Partisi gibi göçmen karşıtı sağcı partilerle
feministler arasında belirgin bir yakınlaşmaya tanıklık edildi. Bu kesimlerin
politikaları, temelde Batı dışından gelen göçmenlere (bilhassa Romanlara ve
Müslümanlara) karşı başvurulan cinsiyet eşitliği dili üzerine kuruluydu. Diğer
Batı ülkelerinde de durum aynı. 2005’te Sidney’de yaşanan ve beyaz
Avustralyalıların günlerce beyaz olmayan kesimlere saldırıp onları tecavüzcü
olarak suçladığı “Cronulla isyanları” sonrası milletvekili Carl Scully çıkıp,
“bazı Ortadoğulu erkeklerin kadınlara saygı konusunda sorunları olduğu
konusunda endişelerim var” dedi (Christina Ho, “Muslim Women’s New Defenders:
Women’s Rights, Nationalism and Islamophobia in Contemporary Australia”, Women’s Studies International Forum Sayı
30 (2007): s. 290-298).
[5] Oriana Fallaci her ne kadar kendisini feminist
olarak tarif etmese de yetmişlerde kürtaj ve boşanma hakkı için verilen
mücadelelere verdiği destek üzerinden onu liberal feminizmle ilişkilendirmek
mümkün.
[6] Ben burada “femokrat” kavramını Hester
Eisenstein gibi “devlet bürokrasisindeki feministler” şeklinde tanımlıyorum.
Farklı ülkeler bağlamında femokrat ve devlet feminizmi anlayışına dair kapsamlı
bir tartışma için bkz. Melissa Haussman ve Birgit Sauer, Gendering the State in the Age of Globalization: Women’s Movements and
State Feminism in Postindustrial Democracies, Plymouth: Rowman and
Littlefield, 2007. Ayrıca bkz. Dorothy McBride ve Amy G. Mazur, Politics of State Feminism: Innovation in
Comparative Research, Philadelphia: Temple University Press, 2010.
[7] Neoliberalizm, genelde küreselleşmeyi teşvik
eden politik-ekonomik öğretilerle ilişkilendirilir. Buradan ulusal sınırların
aşıldığı, milliyetçi ideolojilerin reddedilmesi gerektiği üzerinde durulur. Bu
konuyla ilgili tartışmalara, özellikle uluslararası politik ekonomi alanında
yürütülenlere dair genel bir bakış için bkz. Adam Harmes, “The Rise of
Neoliberal Nationalism”, Review of
International Political Economy, Sayı 19 (2012): s. 59-86.
[8] Son dönemde Müslüman erkekleri karalamak,
Müslüman kadınları ise birer mağdur olarak resmetmek amacıyla bazı feministler
ve femokratlar belirli sözler sarf ediyorlar. Bu sözlerde yetmişler sonrası
göçmen kadınlarla ilgili olarak Batı Avrupa’da yapılan değerlendirmelere
damgasını vuran mağduriyete dair klişeler tekrarlanıyor. Bunun dışında bazı
feministlerin, kadın örgütlerinin ve femokratların destek verdikleri veya İslam
karşıtı yaklaşım temelinde doğrudan uygulamaya koydukları sivil entegrasyon
politikalarının sadece Ortadoğulu, Güney Afrikalı ve Güney Asyalı göçmenlere
değil, ayrıca Arnavutlara, Ruslara, Sırplara, Çinlilere, yani tüm AB dışından
gelen Batılı olmayan göçmenlere de uygulandığını görmek gerekiyor. Güney’in
yoksul ülkeleri gibi eski sosyalist ülkelerden göç eden kadınlar da benzer
politikalara maruz kalıyorlar.
0 Yorum:
Yorum Gönder