ABD’de birileri ne vakit ırkçı ortam gibi bir
mesele hakkında kalem oynatsa hemen siyahlardan, onların aşırıcı, sorumsuz veya
ideolojik olarak çocukça davrandığından bahsediyorlar.
Burada bizim niyetimiz, beyaz toplum ve beyaz
toplumun liberal kesimi hakkında iki çift laf etmek, çünkü biz, liberalizmin
tuzaklarını ortaya koymak yani liberalizmin politik düşünce dâhilinde döşediği
tuzaklardan bahsetmek istiyoruz.
Ne vakit bir makale yazılsa, ne vakit politik
konuşmalar yapılsa veya ne vakit birileri mevcut duruma dair bir analizini
aktarsa bir grubun, solun ya da sağın, zenginin ya da fakirin, beyazın ya da
siyahın kutuplaşmaya sebep olduğunu söylüyor. Esasında kutuplaşmaya, koşullar
sebep oluyor, insanlar, sadece o kutuplaşmanın hızlanmasını sağlayacak unsurlar
olarak iş görüyorlar. Örneğin Rap Brown ve Huey Newton, ABD’de siyahların
beyazlara karşı kutuplaşma sürecini hızlandırabilir ama bu sürece zemin teşkil
eden koşullar zaten orada mevcutturlar.
Birçok insan, bizim toplumun beyaz kesimi içinde
neden liberalleri eleştirmek istediğimizi bilmek istiyor. Onları eleştirmeliyiz,
çünkü liberal beyazlar, ezilenle ezen arasındaki bağı teşkil ediyorlar.
Liberaller arabulucu olmaya çalışıyorlar ama bir yandan da hiçbir sorunu
çözemiyorlar. Liberal beyaz, ezene ezileni kontrol altında tutma, onları
kanunların dışına çıkmasına (yani şiddete başvurmasına) mani olma sözü veriyor.
Bir yandan da ezilene zaman içerisinde çektiği çileyi azaltacağına dair vaatte
bulunuyor. Ama tarihsel planda biz biliyoruz ki onun bunu yapması mümkün değil;
içinde bulunduğumuz dönem tarihin dışında bir varlığa sahip bulunmuyor.
Liberalin zihnini en fazla allak bullak eden
mesele ise şiddet. Liberalin şiddete yönelik ilk tepkisi, ezileni şiddetin
doğru bir taktik olmadığına, şiddetin işe yaramayacağına, şiddetle hiçbir
başarının gelmeyeceğine ikna etmeye çalışmak. Avrupalılar Amerika’yı şiddet
yoluyla ele geçirdiler ve onu dünyanın en güçlü ülkesi hâline şiddet kullanarak
getirdiler. Bu insanlar, dünyadaki en güçlü olma vasfını şiddete başvurarak muhafaza
edebildiler. Dolayısıyla şiddetle hiçbir başarının elde edilemeyeceği
kesinlikle saçma bir söz.
Bugün gücü tanımlayan, birinin düşmanına
uyguladığı şiddetin miktarı. Yani bir ülkenin ne kadar güçlü olduğuna şiddetin
miktarı üzerinden karar verebiliyorsunuz. Gücü ise bir ülkede yaşayan
insanların sayısı tanımlamıyor; güç, esasen ülkede bulunan kaynakların
miktarına bağlı, halkın çoğunluğunun veya liderlerinin iyi niyetine değil. Eğer
bir ülkenin güçlü olduğunu söylüyorsak, esasen o ülkenin düşmanına uygulayabileceği
şiddetin miktarından bahsediyoruzdur. Bu husus zihnimizde netleşmeli.
Rusya, milyonlarca Rus orada yaşadığı için değil,
atom bombasına, nükleer güce sahip olduğu için güçlü. Amerika da yığınla silâha
sahip ve bu sayede güçlü ülke olarak anılıyor. Ama kimse “Vietnam güçlüdür”
diyemez, çünkü Vietnam aynı miktarda şiddeti düşmanına uygulayamaz. Ama öte
yandan gücü bir şeyler yapma becerisi olarak tarif edersek, o vakit Vietnam
ABD’den daha güçlü.
Ne var ki bizi esasen Batılı fikirler koşulluyor
ve bunun sonucunda da hepimiz şiddeti güçle denkliyoruz, bu denkliği her daim
kuruyoruz ama ezilen gücü şiddetle eşitlediği noktada bu denklem bir anda
“yanlış” oluyor.
Batı’da birçok toplum şiddete karşı değil. Ezen,
sadece ezilen ezene karşı şiddet kullandığı noktada şiddete karşı çıkıyor. Ardından
da şiddet bir mesele hâline getirilip amaca ulaşmak için kullanılacak yanlış
bir araç olarak takdim ediliyor. Örneğin Britanya, Fransa ve ABD’nin kendi
siyahlarını kendileri için düşmanlarıyla dövüşmeleri noktasında silahlandırdığına
şahit oluyoruz. Fransa, İkinci Dünya Savaşı’nda Senegallileri, Britanya
Afrika’yı ve Batı Hint Adaları’nı silâhlandırdı, ABD, ülkede yaşayan
Afrikalıların eline her zaman silâh tutuşturdu. Düşmanla savaşırken kimse şiddet
meselesini sorgulanmadı. ABD, İngiltere ve Fransa, şiddet meselesi konusunda
ancak düşmanlarını öldürmeleri için silâhlandırdıkları insanlar kendilerine
karşı silâhlandığı vakit endişelenmeye başladı. Bu konuda verebileceğimiz diğer
bir örnekse Nijerya’ya veya Biafra’ya akıtılan silâhlar. Ezenler, ezilenler
birbirlerini öldürüyorsa onlara silâh vermekte bir beis görmüyorlar ama başka
bir beyaz ülkeyle savaştığında veya beyaz insanı öldürmek istediğinde ezilene
asla silâh vermiyorlar.
Ezenin ezileni kurtuluşa varacak bir araç olarak
şiddet kullanmasına mani olmak için başvurduğu bir yol da şiddeti ahlakî açıdan
sorgulamak. Oysa şiddet hiçbir şekilde ahlakî değildir. Onun doğru ya da yanlış
olduğundan söz edilemez. Asıl mesele, şiddeti yasal kılma gücüne kimlerin sahip
olduğudur.
Mesele, öldürmenin haklı veya yanlış olup olmaması
değildir. Birileri birilerini öldürmeye devam etmektedir. Örneğin ben
Vietnam’da olsaydım, Beyaz Amerikalıların bana düşman diye gösterdiği otuz sarı
derili insanı öldürseydim bana madalya verirlerdi. Kahraman olurdum.
Amerika’nın düşmanını öldürmüş olurdum. Oysa Amerika’nın düşmanı benim düşmanım
değil. Öte yandan Washington’da halkıma zulmeden ve benim düşmanım olan otuz
beyaz polisi öldürseydim, beni elektrikli sandalyeye oturturlardı.
Vietnam’da uyguladığımız şiddeti beyaz Amerika
yasallaştırıyor. Washington’da bizim uyguladığımız şiddet yasal değil, çünkü
Washington’da yaşayan Afrikalılar şiddeti yasallaştırma yetkisine sahip
değiller.
Bu örneği, ezilenler ezenlere karşı ele silâh
aldıklarında, ancak o durumda ezenlerin şiddet konusunda ahlakî yargılarda
bulunduklarını ifade etmek için kullandım. Ezilen için şiddet bir şey yapmanın
basit ve uygun yoludur.
Dünyanın en zengin ülkesinde bir çocuğun yatağına
aç gitmesi şiddet değil midir? Bence şiddettir. Ama bu tür bir şiddet öylesine
kurumsallaşmıştır ki yaşam tarzımızın bir parçası hâline gelmiştir. Böylelikle
yoksulluğu kabul etmekle kalmaz, onu ayrıca olağan buluruz. Bunun sebebi de
ezenin uyguladığı şiddeti toplumun işleyişinin bir parçası hâline getirmesidir.
Gelgelelim ezilenin şiddeti yıkıcıdır. Bir toplumda yöneticilerin iktidarını
yıkan güçtür o. Hemen görülebilecek bir gerçeklik olduğu için yıkıcıdır bu
şiddet, dolayısıyla toplumu değiştirmek istemeyenlerin hedefi hâline gelir.
Bizim ezilenler için yapmak istediğimiz, şiddeti
zihinlerinde meşrulaştırmaktır. Bize göre tek çare, ezene yönelik şiddettir. Bu
tespiti dillendirmek önemlidir zira ne vakit ezene şiddet uygulansa ahlakî
yargılar dillendirildi ve hepimizin beyni bu yargılarla yıkandı.
Vietnam’da birilerini öldürsem, elimi kolumu
sallaya sallaya dolaşmama izin var. Bu eylemim yasal kabul ediliyor. Meseleyi zihnimde
bu şekilde meşrulaştırıyorum. Oysa yasal bile olsa bu eylemi zihnimde asla
meşrulaştıramıyor olmam lazım. Vietnam’da insanları öldürmeleri yasal görülen
birçok insan oradan ülkeye döndü ama bu insanlar, birilerini öldürmüş olmanın
yarattığı travma ile hâlen daha psikolojik sorunlar yaşıyorlar.
Şunu anlamak gerekiyor: birilerini öldürmeyi
zihnimizde meşrulaştırmak o eylemi yasal kılmıyor. Siyahları durmadan terörize
eden beyaz polisleri öldürmeyi ne kadar meşru bir eylem görsem de bir polisi
öldürdükten sonra hapse atılıyorum, çünkü bu öldürme eylemini yasallaştıracak
güce sahip değilim. Ezilenler, bu dönemde yasadışı bile olsa, bu tür bir
şiddeti halkımızın zihninde meşru kılmaya başlamalıdırlar. Biz, amaca ulaşmak
için her fırsatı kollamak zorundayız.
Bence bugün Amerika’daki beyaz liberallerle hatta
belki de tüm dünyadaki liberallerle ilgili en önemli sorun, onların yüzleşmeye
mani olmayı, çatışmaları sonlandırmayı, sorunları düzeltmeyip cepheleşmeye bir
son vermeyi kendilerine görev bellemeleri. Şu hususu net olarak kavramak
zorundayız. Liberallerin asli görevinin ne olduğunu görürsek o vakit onlarla
vakit harcamamanın gerekli olduğunu da anlarız. Liberalin oynadığı temel rol, cepheleşmeye
mani olmaktır. Liberal, önsel olarak cepheleşmenin sorunları çözmeyeceğini
düşünür. Bu, tümüyle yanlış bir tespittir. Hepimiz biliyoruz bunu.
Vaktimizi liberallere bu tespitlerinin saçma
olduğunu göstermek için de harcamamalıyız. Ben tarihin cepheleşmenin, birçok
örnekte görüldüğü üzere, sayısız sorunu çözüme kavuşturduğunu ispatladığı
düşüncesindeyim. Rus, Küba ve Çin devrimleri bunun ispatıdır. Birçok örnekte
cepheleşmeye mani olmak, pratikte çekilen çilelerin ömrünü uzatır.
Liberalin asıl meşgul olduğu husus, cepheleşmeye
mani olmaktır. Bu noktada liberal, genelde asayişi savunur, düzenin tesis
edilmesini, zalimin düzeninin sağlanmasını ister. Cepheleşme, toplumun pürüzsüz
şekilde işleyen yapısını bozacağından, liberalin politikası onu ezilenle değil
ezenle yan yana gelmesini sağlar.
Liberalizmin ikinci tuzağı, cepheleşmeye mani olma
çabası ile ilgilidir. Bu rolü üstlenmesinin sebebi ise onun söylediklerinden
bağımsız olarak statükoyu değiştirmek yerine onu muhafaza etmeyi görev belliyor
olmasıdır. Liberal, statükonun sağladığı ekonomik istikrarın keyfini çıkartır,
eğer değişim için mücadele ederse bu ekonomik istikrarın riske gireceğini
bilir. Aslında liberal, durmadan adaletin ve ekonomik istikrarın herkes için
ancak reform yoluyla sağlanacağını söyler ve toplumu zenginliğin yeniden
dağıtımına ihtiyaç duymadan genişlemesi üzerinde durur.
Buradan da liberalin üçüncü tuzağı ile
karşılaşırız. Liberal, herkesin kendisinden uzaklaşmasından korkar, bu sebeple
net bir seçenek sunamaz.
Geçmişte ABD’de Nixon, Wallace ve Humphrey
arasında geçen başkanlık seçimi bu konuda iyi bir örnek sunmaktadır. Seçim sürecinde
görüldü ki kendilerini liberal olarak takdim eden Nixon ve Humphrey, halka tek
bir seçenek bile sunamamıştır. Oysa Wallace’ın ağzından açık ve net seçeneklere
dair sözler işitilmiştir. Çünkü Wallace herkesi kucaklama derdine düşmemiş,
geçmişte yapılan hataların sebeplerine işaret etmeye çekinmemiş, kimlerin
cezalandırılması gerektiğini açıktan ifade edebilmiştir. Liberaller, toplumda
herkesin kendilerinden uzaklaşmasından korkarlar. Topluma dair umut verici bir
resim çizerler ve bize geçmişte bir şeylerin kötü olduğunu ama gelecekte her
şeyin iyiye gideceğini söylerler öte yandan toplumun yeniden yapılandırılması
gerektiği üzerinde asla durmazlar.
Liberalin asıl niyeti, değişimi kendi konumunu
tehlikeye atmayacak bir yoldan gerçekleştirmektir. Liberal, “yoksul olduğunuz,
bazı insanların zengin olduğu doğrudur ama sizi zaten zengin olan insanlara
zerre zarar vermeden zengin yapabiliriz” der. Bir ülkede başka insanları
sömürmeden, zenginlerin keyfini bozmadan yoksulların ekonomik güvenceye
kavuşması mümkün değildir. Bence liberalin mantığından bakıldığında, bir
toplumun eşit olabilmesi için bizim de başkalarını sömürmeye başlamamız
gerekir.
Liberalizmin dördüncü tuzağı, onların nüfuzla güç
arasındaki farkı anlamamaları ile ilgilidir. Liberal, güç yerine nüfuz peşinde
koşar. Oysa sağcı muhafazakârlar ve faşistler gücün ne olduğunu bilirler ve
liberallerin nüfuz için uğraştığı koşullarda güçlerine güç katmaya çalışırlar.
Bu noktada ABD’de yurttaş hakları kanununun
çıkartılmasını önceleyen döneme bakabiliriz. Bu dönemde işçi hareketi, öğrenci
hareketi ve kilise, yurttaş hakkı ile ilgili belirli kanunların çıkması için
birlikte hareket etti. Bu yapılar, geniş bir liberal koalisyon meydana
getirdiler. Ama kanunların çıkması konusunda gerekli nüfuzu kullansalar da bu
örgütler, o kanunların uygulanmasını sağlayacak güçten mahrumlardı. Kanunlar meclisten
geçtikten sonra geçmişte o hakların uygulanmasını istemeyen, örgütlerin bir
zamanlar mücadele yürüttükleri insanlardan ricacı olmak zorunda kaldılar.
Özünde liberaller, değişimi sağlamak için nüfuzun
önemli olduğunu düşünüp onun için mücadele yürütüyorlar, değişimin uygulanması noktasında
gerekli güç için değil.
Eğer bir kişi toplumu gerçekten değiştirmek
istiyorsa, değişime sebep olacak etkiyi yaratıp değişimi gerçekleştirmeyi
başkalarına bırakamaz. Eğer liberaller ciddilerse, nüfuz değil güç için
mücadele ederler.
Bugün siyaset bu türden tuzaklarla doludur çünkü
liberal, zulmün bir parçasıdır, zalimin yanındadır. Statüko onun çıkarınadır. O
başka insanlara zulmetmese de zulmün semeresini yemeyi sever. Lafa geldiğinde
liberal, sistemden rahatsız olduğunu söyler ama eylemde o başka davranır.
Liberal, zulmün parçasıdır, gelgelelim ezenler
içerisinde o en güçsüz kesimdir. Dolayısıyla o değişimden ne vakit söz etse her
zaman ezeni değil ezileni karşısına alır. Ezeni değil ezileni etkilemeye
çalışır. Ezilene her seferinde “silâh lazım değil sana, çok hızlı gidiyorsun,
fazla radikalsin, aşırıya kaçıyorsun” der. Ama liberal dönüp ezene, “ezilene
yönelik davranışlarında aşırıya kaçıyorsun” demez, çünkü o, ezenlerin içinde
yer almasına karşın onların karşısında güçsüzdür. Öte yandan liberal, nüfuz
sahibidir, en azından ezilenden daha güçlüdür ve bu gücünü ezilenlerin
hareketlerine yön verme ve onları yönetme, ezilenlere ikazda bulunup onları suçlama
noktasında kullanır.
Ezilenleri liberallerin hümanizmden bahsederken
gizlice sağa sola döşediği tuzaklardan uzak tutmak gerekmektedir. Liberalin
ağzından bireysel özgürlük, bireysel ilişkilerden gayrı bir laf çıkmaz. Kimse faşizmin
yönettiği bir toplumda bir ülkü olarak hümanizmden bahsedemez. Eğer hümanist
bir toplum istiyorsanız, politik yapının, politik devletin hümanizme imkân
sağlaması gerekir. Hümanizm ülküsünün gerçek bir zemin bulduğu bir devletin
kurulmasını istiyorsanız, politik devleti kontrol ediyor olmanız gerekir. Dolayısıyla
liberaller iktidar mücadelesi vermeli, politik devleti ele geçirmelidir. Bahsini
ettikleri hümanizmi ancak bu sayede güvence altına alabilirler.
Yukarıda belirtilen
sebeplere bağlı olarak, liberalizmin vaaz edip durduğu o hümanizmi
gerçekleştirme becerisinden yoksun olması sebebiyle, sonuçta liberalin ağzından
düşürmediği ezilenler, ondan nefret edecek ve liberallerin mücadeleyi yanlış
yönlendirmek, ezilenlerin kafasını karıştırmak ve ezenlerin iktidarının sürmesini
sağlamak için ezilenlerin arasına gönderildiğini anlayacaktır. Bu noktada
liberal, doğalında ezileni ezenle bir tutacaktır. Nihayetinde ezen ve ezilen
cepheleşecek, işte o noktada liberal, ezenden yana olacaktır. Dolayısıyla eğer
ezilenler devrimci bir değişimi gerçekten istiyorlarsa, onların saflarındaki
liberallerden kurtulmaktan başka bir seçeneği bulunmamaktadır.
Kwame Ture
[Stokely Carmichael]
[Kaynak:
Stokely Speaks: From Black Power to
Pan-Africanism, Lawrence Hill Books, 2007.]
0 Yorum:
Yorum Gönder