16 Aralık 2019

Liberalizmin Tuzakları

ABD’de birileri ne vakit ırkçı ortam gibi bir mesele hakkında kalem oynatsa hemen siyahlardan, onların aşırıcı, sorumsuz veya ideolojik olarak çocukça davrandığından bahsediyorlar.

Burada bizim niyetimiz, beyaz toplum ve beyaz toplumun liberal kesimi hakkında iki çift laf etmek, çünkü biz, liberalizmin tuzaklarını ortaya koymak yani liberalizmin politik düşünce dâhilinde döşediği tuzaklardan bahsetmek istiyoruz.

Ne vakit bir makale yazılsa, ne vakit politik konuşmalar yapılsa veya ne vakit birileri mevcut duruma dair bir analizini aktarsa bir grubun, solun ya da sağın, zenginin ya da fakirin, beyazın ya da siyahın kutuplaşmaya sebep olduğunu söylüyor. Esasında kutuplaşmaya, koşullar sebep oluyor, insanlar, sadece o kutuplaşmanın hızlanmasını sağlayacak unsurlar olarak iş görüyorlar. Örneğin Rap Brown ve Huey Newton, ABD’de siyahların beyazlara karşı kutuplaşma sürecini hızlandırabilir ama bu sürece zemin teşkil eden koşullar zaten orada mevcutturlar.

Birçok insan, bizim toplumun beyaz kesimi içinde neden liberalleri eleştirmek istediğimizi bilmek istiyor. Onları eleştirmeliyiz, çünkü liberal beyazlar, ezilenle ezen arasındaki bağı teşkil ediyorlar. Liberaller arabulucu olmaya çalışıyorlar ama bir yandan da hiçbir sorunu çözemiyorlar. Liberal beyaz, ezene ezileni kontrol altında tutma, onları kanunların dışına çıkmasına (yani şiddete başvurmasına) mani olma sözü veriyor. Bir yandan da ezilene zaman içerisinde çektiği çileyi azaltacağına dair vaatte bulunuyor. Ama tarihsel planda biz biliyoruz ki onun bunu yapması mümkün değil; içinde bulunduğumuz dönem tarihin dışında bir varlığa sahip bulunmuyor.

Liberalin zihnini en fazla allak bullak eden mesele ise şiddet. Liberalin şiddete yönelik ilk tepkisi, ezileni şiddetin doğru bir taktik olmadığına, şiddetin işe yaramayacağına, şiddetle hiçbir başarının gelmeyeceğine ikna etmeye çalışmak. Avrupalılar Amerika’yı şiddet yoluyla ele geçirdiler ve onu dünyanın en güçlü ülkesi hâline şiddet kullanarak getirdiler. Bu insanlar, dünyadaki en güçlü olma vasfını şiddete başvurarak muhafaza edebildiler. Dolayısıyla şiddetle hiçbir başarının elde edilemeyeceği kesinlikle saçma bir söz.

Bugün gücü tanımlayan, birinin düşmanına uyguladığı şiddetin miktarı. Yani bir ülkenin ne kadar güçlü olduğuna şiddetin miktarı üzerinden karar verebiliyorsunuz. Gücü ise bir ülkede yaşayan insanların sayısı tanımlamıyor; güç, esasen ülkede bulunan kaynakların miktarına bağlı, halkın çoğunluğunun veya liderlerinin iyi niyetine değil. Eğer bir ülkenin güçlü olduğunu söylüyorsak, esasen o ülkenin düşmanına uygulayabileceği şiddetin miktarından bahsediyoruzdur. Bu husus zihnimizde netleşmeli.

Rusya, milyonlarca Rus orada yaşadığı için değil, atom bombasına, nükleer güce sahip olduğu için güçlü. Amerika da yığınla silâha sahip ve bu sayede güçlü ülke olarak anılıyor. Ama kimse “Vietnam güçlüdür” diyemez, çünkü Vietnam aynı miktarda şiddeti düşmanına uygulayamaz. Ama öte yandan gücü bir şeyler yapma becerisi olarak tarif edersek, o vakit Vietnam ABD’den daha güçlü.

Ne var ki bizi esasen Batılı fikirler koşulluyor ve bunun sonucunda da hepimiz şiddeti güçle denkliyoruz, bu denkliği her daim kuruyoruz ama ezilen gücü şiddetle eşitlediği noktada bu denklem bir anda “yanlış” oluyor.

Batı’da birçok toplum şiddete karşı değil. Ezen, sadece ezilen ezene karşı şiddet kullandığı noktada şiddete karşı çıkıyor. Ardından da şiddet bir mesele hâline getirilip amaca ulaşmak için kullanılacak yanlış bir araç olarak takdim ediliyor. Örneğin Britanya, Fransa ve ABD’nin kendi siyahlarını kendileri için düşmanlarıyla dövüşmeleri noktasında silahlandırdığına şahit oluyoruz. Fransa, İkinci Dünya Savaşı’nda Senegallileri, Britanya Afrika’yı ve Batı Hint Adaları’nı silâhlandırdı, ABD, ülkede yaşayan Afrikalıların eline her zaman silâh tutuşturdu. Düşmanla savaşırken kimse şiddet meselesini sorgulanmadı. ABD, İngiltere ve Fransa, şiddet meselesi konusunda ancak düşmanlarını öldürmeleri için silâhlandırdıkları insanlar kendilerine karşı silâhlandığı vakit endişelenmeye başladı. Bu konuda verebileceğimiz diğer bir örnekse Nijerya’ya veya Biafra’ya akıtılan silâhlar. Ezenler, ezilenler birbirlerini öldürüyorsa onlara silâh vermekte bir beis görmüyorlar ama başka bir beyaz ülkeyle savaştığında veya beyaz insanı öldürmek istediğinde ezilene asla silâh vermiyorlar.

Ezenin ezileni kurtuluşa varacak bir araç olarak şiddet kullanmasına mani olmak için başvurduğu bir yol da şiddeti ahlakî açıdan sorgulamak. Oysa şiddet hiçbir şekilde ahlakî değildir. Onun doğru ya da yanlış olduğundan söz edilemez. Asıl mesele, şiddeti yasal kılma gücüne kimlerin sahip olduğudur.

Mesele, öldürmenin haklı veya yanlış olup olmaması değildir. Birileri birilerini öldürmeye devam etmektedir. Örneğin ben Vietnam’da olsaydım, Beyaz Amerikalıların bana düşman diye gösterdiği otuz sarı derili insanı öldürseydim bana madalya verirlerdi. Kahraman olurdum. Amerika’nın düşmanını öldürmüş olurdum. Oysa Amerika’nın düşmanı benim düşmanım değil. Öte yandan Washington’da halkıma zulmeden ve benim düşmanım olan otuz beyaz polisi öldürseydim, beni elektrikli sandalyeye oturturlardı.

Vietnam’da uyguladığımız şiddeti beyaz Amerika yasallaştırıyor. Washington’da bizim uyguladığımız şiddet yasal değil, çünkü Washington’da yaşayan Afrikalılar şiddeti yasallaştırma yetkisine sahip değiller.

Bu örneği, ezilenler ezenlere karşı ele silâh aldıklarında, ancak o durumda ezenlerin şiddet konusunda ahlakî yargılarda bulunduklarını ifade etmek için kullandım. Ezilen için şiddet bir şey yapmanın basit ve uygun yoludur.

Dünyanın en zengin ülkesinde bir çocuğun yatağına aç gitmesi şiddet değil midir? Bence şiddettir. Ama bu tür bir şiddet öylesine kurumsallaşmıştır ki yaşam tarzımızın bir parçası hâline gelmiştir. Böylelikle yoksulluğu kabul etmekle kalmaz, onu ayrıca olağan buluruz. Bunun sebebi de ezenin uyguladığı şiddeti toplumun işleyişinin bir parçası hâline getirmesidir. Gelgelelim ezilenin şiddeti yıkıcıdır. Bir toplumda yöneticilerin iktidarını yıkan güçtür o. Hemen görülebilecek bir gerçeklik olduğu için yıkıcıdır bu şiddet, dolayısıyla toplumu değiştirmek istemeyenlerin hedefi hâline gelir.

Bizim ezilenler için yapmak istediğimiz, şiddeti zihinlerinde meşrulaştırmaktır. Bize göre tek çare, ezene yönelik şiddettir. Bu tespiti dillendirmek önemlidir zira ne vakit ezene şiddet uygulansa ahlakî yargılar dillendirildi ve hepimizin beyni bu yargılarla yıkandı.

Vietnam’da birilerini öldürsem, elimi kolumu sallaya sallaya dolaşmama izin var. Bu eylemim yasal kabul ediliyor. Meseleyi zihnimde bu şekilde meşrulaştırıyorum. Oysa yasal bile olsa bu eylemi zihnimde asla meşrulaştıramıyor olmam lazım. Vietnam’da insanları öldürmeleri yasal görülen birçok insan oradan ülkeye döndü ama bu insanlar, birilerini öldürmüş olmanın yarattığı travma ile hâlen daha psikolojik sorunlar yaşıyorlar.

Şunu anlamak gerekiyor: birilerini öldürmeyi zihnimizde meşrulaştırmak o eylemi yasal kılmıyor. Siyahları durmadan terörize eden beyaz polisleri öldürmeyi ne kadar meşru bir eylem görsem de bir polisi öldürdükten sonra hapse atılıyorum, çünkü bu öldürme eylemini yasallaştıracak güce sahip değilim. Ezilenler, bu dönemde yasadışı bile olsa, bu tür bir şiddeti halkımızın zihninde meşru kılmaya başlamalıdırlar. Biz, amaca ulaşmak için her fırsatı kollamak zorundayız.

Bence bugün Amerika’daki beyaz liberallerle hatta belki de tüm dünyadaki liberallerle ilgili en önemli sorun, onların yüzleşmeye mani olmayı, çatışmaları sonlandırmayı, sorunları düzeltmeyip cepheleşmeye bir son vermeyi kendilerine görev bellemeleri. Şu hususu net olarak kavramak zorundayız. Liberallerin asli görevinin ne olduğunu görürsek o vakit onlarla vakit harcamamanın gerekli olduğunu da anlarız. Liberalin oynadığı temel rol, cepheleşmeye mani olmaktır. Liberal, önsel olarak cepheleşmenin sorunları çözmeyeceğini düşünür. Bu, tümüyle yanlış bir tespittir. Hepimiz biliyoruz bunu.

Vaktimizi liberallere bu tespitlerinin saçma olduğunu göstermek için de harcamamalıyız. Ben tarihin cepheleşmenin, birçok örnekte görüldüğü üzere, sayısız sorunu çözüme kavuşturduğunu ispatladığı düşüncesindeyim. Rus, Küba ve Çin devrimleri bunun ispatıdır. Birçok örnekte cepheleşmeye mani olmak, pratikte çekilen çilelerin ömrünü uzatır.

Liberalin asıl meşgul olduğu husus, cepheleşmeye mani olmaktır. Bu noktada liberal, genelde asayişi savunur, düzenin tesis edilmesini, zalimin düzeninin sağlanmasını ister. Cepheleşme, toplumun pürüzsüz şekilde işleyen yapısını bozacağından, liberalin politikası onu ezilenle değil ezenle yan yana gelmesini sağlar.

Liberalizmin ikinci tuzağı, cepheleşmeye mani olma çabası ile ilgilidir. Bu rolü üstlenmesinin sebebi ise onun söylediklerinden bağımsız olarak statükoyu değiştirmek yerine onu muhafaza etmeyi görev belliyor olmasıdır. Liberal, statükonun sağladığı ekonomik istikrarın keyfini çıkartır, eğer değişim için mücadele ederse bu ekonomik istikrarın riske gireceğini bilir. Aslında liberal, durmadan adaletin ve ekonomik istikrarın herkes için ancak reform yoluyla sağlanacağını söyler ve toplumu zenginliğin yeniden dağıtımına ihtiyaç duymadan genişlemesi üzerinde durur.

Buradan da liberalin üçüncü tuzağı ile karşılaşırız. Liberal, herkesin kendisinden uzaklaşmasından korkar, bu sebeple net bir seçenek sunamaz.

Geçmişte ABD’de Nixon, Wallace ve Humphrey arasında geçen başkanlık seçimi bu konuda iyi bir örnek sunmaktadır. Seçim sürecinde görüldü ki kendilerini liberal olarak takdim eden Nixon ve Humphrey, halka tek bir seçenek bile sunamamıştır. Oysa Wallace’ın ağzından açık ve net seçeneklere dair sözler işitilmiştir. Çünkü Wallace herkesi kucaklama derdine düşmemiş, geçmişte yapılan hataların sebeplerine işaret etmeye çekinmemiş, kimlerin cezalandırılması gerektiğini açıktan ifade edebilmiştir. Liberaller, toplumda herkesin kendilerinden uzaklaşmasından korkarlar. Topluma dair umut verici bir resim çizerler ve bize geçmişte bir şeylerin kötü olduğunu ama gelecekte her şeyin iyiye gideceğini söylerler öte yandan toplumun yeniden yapılandırılması gerektiği üzerinde asla durmazlar.

Liberalin asıl niyeti, değişimi kendi konumunu tehlikeye atmayacak bir yoldan gerçekleştirmektir. Liberal, “yoksul olduğunuz, bazı insanların zengin olduğu doğrudur ama sizi zaten zengin olan insanlara zerre zarar vermeden zengin yapabiliriz” der. Bir ülkede başka insanları sömürmeden, zenginlerin keyfini bozmadan yoksulların ekonomik güvenceye kavuşması mümkün değildir. Bence liberalin mantığından bakıldığında, bir toplumun eşit olabilmesi için bizim de başkalarını sömürmeye başlamamız gerekir.

Liberalizmin dördüncü tuzağı, onların nüfuzla güç arasındaki farkı anlamamaları ile ilgilidir. Liberal, güç yerine nüfuz peşinde koşar. Oysa sağcı muhafazakârlar ve faşistler gücün ne olduğunu bilirler ve liberallerin nüfuz için uğraştığı koşullarda güçlerine güç katmaya çalışırlar.

Bu noktada ABD’de yurttaş hakları kanununun çıkartılmasını önceleyen döneme bakabiliriz. Bu dönemde işçi hareketi, öğrenci hareketi ve kilise, yurttaş hakkı ile ilgili belirli kanunların çıkması için birlikte hareket etti. Bu yapılar, geniş bir liberal koalisyon meydana getirdiler. Ama kanunların çıkması konusunda gerekli nüfuzu kullansalar da bu örgütler, o kanunların uygulanmasını sağlayacak güçten mahrumlardı. Kanunlar meclisten geçtikten sonra geçmişte o hakların uygulanmasını istemeyen, örgütlerin bir zamanlar mücadele yürüttükleri insanlardan ricacı olmak zorunda kaldılar.

Özünde liberaller, değişimi sağlamak için nüfuzun önemli olduğunu düşünüp onun için mücadele yürütüyorlar, değişimin uygulanması noktasında gerekli güç için değil.

Eğer bir kişi toplumu gerçekten değiştirmek istiyorsa, değişime sebep olacak etkiyi yaratıp değişimi gerçekleştirmeyi başkalarına bırakamaz. Eğer liberaller ciddilerse, nüfuz değil güç için mücadele ederler.

Bugün siyaset bu türden tuzaklarla doludur çünkü liberal, zulmün bir parçasıdır, zalimin yanındadır. Statüko onun çıkarınadır. O başka insanlara zulmetmese de zulmün semeresini yemeyi sever. Lafa geldiğinde liberal, sistemden rahatsız olduğunu söyler ama eylemde o başka davranır.

Liberal, zulmün parçasıdır, gelgelelim ezenler içerisinde o en güçsüz kesimdir. Dolayısıyla o değişimden ne vakit söz etse her zaman ezeni değil ezileni karşısına alır. Ezeni değil ezileni etkilemeye çalışır. Ezilene her seferinde “silâh lazım değil sana, çok hızlı gidiyorsun, fazla radikalsin, aşırıya kaçıyorsun” der. Ama liberal dönüp ezene, “ezilene yönelik davranışlarında aşırıya kaçıyorsun” demez, çünkü o, ezenlerin içinde yer almasına karşın onların karşısında güçsüzdür. Öte yandan liberal, nüfuz sahibidir, en azından ezilenden daha güçlüdür ve bu gücünü ezilenlerin hareketlerine yön verme ve onları yönetme, ezilenlere ikazda bulunup onları suçlama noktasında kullanır.

Ezilenleri liberallerin hümanizmden bahsederken gizlice sağa sola döşediği tuzaklardan uzak tutmak gerekmektedir. Liberalin ağzından bireysel özgürlük, bireysel ilişkilerden gayrı bir laf çıkmaz. Kimse faşizmin yönettiği bir toplumda bir ülkü olarak hümanizmden bahsedemez. Eğer hümanist bir toplum istiyorsanız, politik yapının, politik devletin hümanizme imkân sağlaması gerekir. Hümanizm ülküsünün gerçek bir zemin bulduğu bir devletin kurulmasını istiyorsanız, politik devleti kontrol ediyor olmanız gerekir. Dolayısıyla liberaller iktidar mücadelesi vermeli, politik devleti ele geçirmelidir. Bahsini ettikleri hümanizmi ancak bu sayede güvence altına alabilirler.

Yukarıda belirtilen sebeplere bağlı olarak, liberalizmin vaaz edip durduğu o hümanizmi gerçekleştirme becerisinden yoksun olması sebebiyle, sonuçta liberalin ağzından düşürmediği ezilenler, ondan nefret edecek ve liberallerin mücadeleyi yanlış yönlendirmek, ezilenlerin kafasını karıştırmak ve ezenlerin iktidarının sürmesini sağlamak için ezilenlerin arasına gönderildiğini anlayacaktır. Bu noktada liberal, doğalında ezileni ezenle bir tutacaktır. Nihayetinde ezen ve ezilen cepheleşecek, işte o noktada liberal, ezenden yana olacaktır. Dolayısıyla eğer ezilenler devrimci bir değişimi gerçekten istiyorlarsa, onların saflarındaki liberallerden kurtulmaktan başka bir seçeneği bulunmamaktadır.

Kwame Ture
[Stokely Carmichael]

[Kaynak: Stokely Speaks: From Black Power to Pan-Africanism, Lawrence Hill Books, 2007.]

0 Yorum: