David Harvey Söyleşisi
Bjarke Skærlund Risager
29 Aralık 2019
David
Harvey, bugünlerde neoliberalizm konusunda en fazla alıntı yapılan çalışması A Brief
History of Neoliberalism [“Neoliberalizmin Kısa Tarihi”] isimli kitabını
2005’te yayımladı. O tarihten beri yeni ekonomik ve finansal krizlere, ama aynı
zamanda günümüz toplumuna ilişkin eleştirilerinde çoğunlukla “neoliberalizm”i
hedef alan yeni direniş dalgalarına tanık olundu.
Peki
ama neoliberalizmden bahsederken tam olarak ne hakkında konuşuyoruz? Yirminci
yüzyılın sonlarında ortaya çıkışından beri neoliberalizm ne tür bir değişime
maruz kaldı? Bjarke Skærlund Risager, David Harvey ile bu konuları konuştu.
● ● ●
Neoliberalizm,
bugünlerde yaygın olarak kullanılan bir terim. Ancak insanlar bu terimi
kullanırlarken ona yükledikleri anlamın ne olduğu çoğunlukla tam olarak idrak
edilemiyor. Genelde neoliberalizm terimi, bir teoriyi, fikirler kümesini,
politik stratejiyi veya tarihsel dönemi ifade etmek için kullanılıyor.
Söyleşimize “neoliberalizmi nasıl anlıyorsun?” sorusuyla başlayalım mı?
Ben
her zaman neoliberalizmi, altmışların sonundan yetmişlere doğru uzanan süreçte
kendilerini politik ve ekonomik açıdan tehdit altında hisseden kapitalist
sınıfın yürüttüğü politik bir proje olarak ele aldım. Bu sınıf, can havliyle,
emeğin gücünü azaltacak bir politik projeyi devreye soktu.
Birçok
yönden bu, karşı-devrimci bir projeydi. Projenin niyeti, Mozambik, Angola ve
Çin gibi gelişmekte olan ülkelerin önemli bölümünde devrimci hareketlerin önünü
kesmek, ama aynı zamanda İtalya ve Fransa gibi ülkelerde komünist partilerin
artan etkisini kırmak[1], bu ölçüde olmasa da İspanya’da hareketin canlanma
ihtimalini ortadan kaldırmaktı.
ABD’de
bile, en azından taşıdığı niyet açısından, Kongre’deki Demokrat Parti grubu
epey radikaldi. Bu grup, yetmişlerin başında diğer toplumsal hareketlerle
birlikte şirket karşıtı reformların yapılmasını ve reformist kimi adımların
atılmasını sağladı. Çevre Koruma Kurumu[2], Meslekî Güvenlik ve Sağlık İdaresi,
tüketiciyi koruma kanunları ve emeği güçlendirecek adımlardan çok önce atılan
bu yöndeki adımlar söz konusu döneme mahsustu.
Bu
koşullarda kapitalist sınıf, tüm dünya genelinde kendisini tehdit altında
hissetti ve “ne yapmalıyız?” sorusunu sordu. Yönetici sınıf her şeye vakıf
değildi, ama birkaç ayrı cephede mücadele etmesi gerektiğini iyi biliyordu: O,
her şeyin ötesinde, ideolojik ve politik cephede, eldeki her türden araçla
emeğin gücünü kırmak için mücade etmek zorundaydı. Bizim “neoliberalizm”
dediğimiz politik proje, işte bu mücadelenin içinden çıktı.
Biraz
ideolojik ve politik cephelerden ve emeğe yönelik saldırılardan bahsedebilir
misin?
İdeolojik
cephe, Lewis Powell denen adamın tavsiyelerine kulak vermek demekti.[3] Powell,
bir bildiri kaleme aldı ve her alanda kontrolün kaybedildiğini, dolayısıyla
sermayenin ortak bir projeye muhtaç olduğunu söyledi. Bildiri, Ticaret
Odası’nın ve İş Dünyası Yuvarlak Masası’nın harekete geçmesini sağladı.
İdeolojik
cephe için fikirler de çok önemliydi. O dönemde üniversitelerin örgütlenmesinin
imkânsız olduğuna kanaat getirildi, zira öğrenci hareketi fazla güçlü, öğretim
kadrosu fazla özgürlükçüydü, dolayısıyla sermaye, Manhattan Enstitüsü, Miras
Vakfı ve Ohlin Vakfı gibi düşünce kuruluşları kurdu. Bu kuruluşlar, Freidrich
Hayek ile Milton Friedman’ın fikirlerini ve arz yanlısı ekonomi temelli
görüşleri yaymak için uğraşıp durdular.
Burada
üzerinde durulan düşünceye göre söz konusu düşünce kuruluşlarına önemli
araştırmalar yaptırılacaktı. Örneğin şirketlerce fonlanan bir kurum olarak
Ulusal Ekonomik Araştırma Bürosu nitelikli ve kapsamlı araştırmalar ortaya
koydu. Sonrasında bu araştırmalar bağımsız kanallar aracılığıyla yayımlandılar
ve basını etkisi altına aldılar, hatta adım adım üniversiteleri kuşatıp oralara
sızma imkânı buldular.
Bu
süreç uzun bir zaman aldı. Kanaatimce bugün Miras Vakfı gibi bir kuruma
ihtiyacın kalmadığı bir noktaya ulaştık. Üniversiteler, neoliberal projeler
tarafından zaman içerisinde ele geçirildiler.
Emek
konusunda asıl güçlük, ülkedeki emeği dünyadaki emekle rekabet edebilir
kılmakla ilgiliydi. Bunun bir yolu da göç yollarını açmaktı. Örneğin
altmışlarda Almanlar Türk işçileri, Fransızlar Kuzey Afrikalı işçileri,
İngilizler sömürge ülkelere mensup işçileri kendi ülkelerine getirdiler. Ama bu
adım, tatminsizliğe ve ciddi bir huzursuzluğa sebep oldu.
Bunun
yerine başka bir yol seçtiler ve sermayeyi düşük ücretlerin ödendiği işgücünün
olduğu yerlere götürdüler. Ama küreselleşmenin işleyebilmesi için gümrük
tarifelerinin düşürülmesi ve mali sermayenin güçlendirilmesi gerekiyordu[4]
zira mali sermaye, sermayenin en hareketi biçimiydi. Böylelikle mali sermaye ve
yüzergezer para, emeğin gücünü azaltma noktasında önemli hâle geldi.
Aynı
zamanda özelleştirmeler ve devlet denetiminin kaldırılması işsizliğe yol açtı.
Ülke içindeki işsizlik ve şirketlerin üretimin belirli aşamalarını ülke dışında
gerçekleştirmeleri ile ilgili adımlara bir de teknolojik değişim, otomasyon ve
robotlaşma aracılığıyla sanayisizleşme eşlik etti. Bunlar, emeği ezmek için
devreye sokulan stratejinin ana bileşenleriydi.
Burada
sadece ideolojik değil ayrıca ekonomik bir saldırı da söz konusuydu. Bana
kalırsa neoliberalizm de bununla ilgiliydi: neoliberalizm, söz konusu politik
projenin adıydı, burjuvazi veya kapitalist sınıf bu projeyi adım adım
uygulamaya koydu.
Bu
sürecin Hayek veya başka bir ismi okuyarak başladığını düşünmüyorum,
kapitalistler kendi sezgilerine güvenerek “emeği ezmeliyiz ama bunu nasıl
yapmalıyız?” sorusunu sordular. Buradan da ilgili projeye destek verecek,
gerekli meşruluğu sağlayacak teoriyi inşa ettiler.
2005’te
Neoliberalizmin Kısa Tarihi’ni yayınladığından beri bu kavram üzerine
çok şey yazıldı çizildi. Teorik planda iki ayrı kampın oluştuğunu
söyleyebiliriz: bazı akademisyenler neoliberalizmin fikri tarihiyle, bazıları
da “gerçekte varolan neoliberalizm”le ilgilendiler. Sen nerede duruyorsun?
Sosyal
bilimlerde her şeyi tek bir sebeple izah etme eğilimi var ve ben bu eğilime
karşı çıkıyorum. Bazı insanlar, neoliberalizmin ideoloji olduğunu söylüyorlar,
buradan da neoliberalizmin idealist, fikir temelli tarihini kaleme alıyorlar.
Bunlardan
biri de Foucault’nun yönetimsellik argümanı[5]. Bu argüman dâhilinde Foucault,
neoliberalleşme eğilimlerinin on sekizinci yüzyılda bulunduğunu söylüyor.
Neoliberalizmi bir yönetimsellik fikri veya yönetimsellikle ilgili sınırlı
uygulamalar olarak ele alırsanız, doğalında onu önceden haber veren bir yığın
unsuru kolaylıkla bulursunuz.
Ama
burada yetmişlerde ve seksenlerin başında kapitalist sınıfın faaliyetlerini
nasıl plandığı sorusuna cevap verilmiş olmuyor. Kanaatimce o dönemde İngilizce
konuşan dünyada kapitalist sınıf, gayet birleşik bir yapı olarak hareket
ediyordu.
Bu
sınıf, kendisini gerçek anlamda temsil edecek politik bir güç oluşturmak gibi
kimi konularda anlaştı. Cumhuriyetçi Parti bu dönemde ele geçirildi ve belli
ölçüde Demokrat Parti’nin altı oyuldu.
Yetmişlerden
itibaren yüksek mahkeme, kapitalist sınıfın seçimleri parayla geçmişe nazaran
daha kolay bir biçimde satın almasını mümkün kılacak bir dizi karar aldı.
Örneğin
kampanyalara yapılan mali yardımlar konusunda belirli reformlar yapıldı ve bu
katkılar konuşma özgürlüğü olarak nitelendirildiler.[6] ABD’de kapitalistler
seçimleri uzun bir zamandır satın alıyorlardı zaten ama bu sefer eskiden
yolsuzluk olarak görülen şey bu tür reformlarla yasallaştırıldı.
Toplamda
bu dönemi ideolojik ve politik bir dizi cephede ilerleyen kapsamlı bir hareket
üzerinden tanımlamak mümkün. Bu kapsamlı hareket ise sadece kapitalist sınıf
bünyesinde tanık olunan yüksek dayanışma düzeyi görülerek izah edilebilir.
Sermaye, altmışların sonundan yetmişlere uzanan süreçte eksilmiş olan ekonomik
zenginliğini ve nüfuzunu yeniden kazanmak amacıyla elindeki gücü tekrar
organize etti.
2007’den
beri bir dizi kriz yaşandı. Neoliberalizmin tarihi ve neoliberalizm kavramı, bu
krizleri anlamamıza nasıl katkı sunuyor?
1945-1973
arası dönemde çok az sayıda krize tanık olundu. Önemli momentler yaşandı ama
büyük bir kriz görülmedi. Neoliberal politika, yetmişlerdeki krizle birlikte
gündeme geldi.[7] O günden sonra tüm sistem bir dizi krize tanık oldu.
Doğalında krizler, gelecekte yaşanacak krizlerin koşullarını da oluşturdular.
1982–85
arası dönemde Meksika’da, Brezilya’da, Ekvador’da ve Polonya gibi gelişmekte
olan ülkelerde borç krizi yaşandı. 1987-88’de ABD’da tasarruf ve kredi
kurumları büyük bir krizle yüzleşti. 1990’da İsveç’te kriz derinleşince tüm
bankalar millileştirilmek zorunda kalındı.[8]
Ardından
1997-98’de Endonezya ve Güneydoğu Asya’daki krizler geldi. Kriz oradan
Rusya’ya, oradan da Brezilya’ya geçiş yaptı, sonrasında da 2001-2’de Arjantin’i
vurdu.
2001’de
ABD’de borsadan paralar çekilip konut piyasasına akıtıldı. 2007-8’de ABD’deki
konut piyasası patladı, böylelikle kriz açığa çıktı.
Bu
noktada dünya haritasına bakıp kriz eğilimlerinin nerelerde açığa çıktığını
görebiliriz. Neoliberalizm üzerine geliştirilecek düşünceler, bu eğilimleri
anlama noktasında faydalı olacaktır.
Neoliberalleşme
hamlelerinin en büyüğü ise 1982’de IMF ve Dünya Bankası’daki tüm Keynesçilerin
kapı dışarı edilmesiydi. Böylece Keynesçi görüşleri savunan tüm ekonomi
danışmanları bu tür kurumlardan temizlendi.[9]
Bu
danışmanların yerini neoklasik arz yanlısı teorisyenler aldı. Bu isimler de ilk
iş olarak, herhangi bir yerde kriz patlak verdiğinde IMF’in yapısal ayarlama
politikasını devreye sokması yönünde telkinde bulundular.[10]
1982’de
Meksika’da bir borç krizi yaşandı. IMF, Meksikalılara “sizi kurtaracağız” dedi.
Aslında dertleri, New York merkezli yatırım bankalarını kurtarmak ve tasarruf
tedbirlerini esas alan siyaseti uygulamaya koymaktı.
Meksika
halkı, IMF’in yapısal ayarlama politikası uyarınca 1982’yi takip eden dört
yıllık dönemde yaşam standartları noktasında yüzde 25’lik bir kayıpla yüzleşti.
O
günden sonra Meksika’da dört kez yapısal ayarlama yapıldı. Bu tür ayarlamalara
başka birçok ülke birden fazla tanıklık etti. Zamanla bu, standart bir uygulama
hâlini aldı.
Bu
noktada Yunanistan’a yapılanlara bakılabilir: 1982’de Meksika’da yapılanlar
Yunanistan’da daha incelikli bir biçimde kopya edildi. 2007-8’de ABD’de de
benzer şeyler yaşandı. Bankaları kurtardılar, bedelini de tasarruf tedbirleri
ile halka ödettiler.
Son
yaşanan krizler ve yönetici sınıfların söz konusu krizleri yönetme yöntemleri,
sana neoliberalizm teorin bağlamında bir şeyler söylüyor mu?
Bence
kapitalist sınıf içi dayanışma ilişkileri bugün eskisinden çok farklı.
Jeopolitik açıdan ABD, yetmişlerdeki gibi tüm dünyada borusunu öttürdüğü bir
konuma artık sahip değil.
Kanaatimce
Avrupa’da Almanya, Latin Amerika’da Brezilya, Doğu Asya’da Çin gibi bölgesel
hegemonlardan oluşan devletler sistemi bünyesinde küresel güç yapılarının
bölgeselleşmesine tanıklık ediyoruz.[11]
ABD’nin
dünya genelinde belirli bir konuma hâlen daha sahip olduğu su götürmez bir
gerçeklikse de dönemin de değiştiğini görmek gerekiyor. Artık G20 toplantısına
gidip “şunu yapmalıyız” dediklerinde Angela Merkel “yapmayacağız” diyebiliyor.
Bunun yetmişlerde yaşanması mümkün değildi.
Dolayısıyla
jeopolitik güç giderek bölgeselleşti, belirli bölgelerde yoğunlaştı, zamanla
özerklik arttı. Bence bu, kısmen Soğuk Savaş’ın sona ermesinin bir sonucu.
Almanya gibi ülkeler, artık koruma için ABD’ye bel bağlamak zorunda değiller.
Ayrıca
Bill Gates[12], Amazon[13] ve Silikon Vadisi’nden[14] oluşan “yeni kapitalist
sınıf”ın eski petrol ve enerji işi yapan sınıftan farklı bir politikası var.
Sonuçta
hepsi kendi yollarında yürüyor, dolayısıyla enerji ile finans, enerji sahasıyla
Silikon Vadisi arasında çekişme giderek yoğunlaşıyor. Örneğin iklim değişikliği
gibi konu başlıklarında ciddi ayrışmalara tanık olunuyor.
Benim
önemli gördüğüm diğer bir husus da yetmişlerdeki neoliberal atağın güçlü bir
direnişle karşılanmış olmasıdır. Bu süreçte emek ve Avrupa’daki komünist
partiler ciddi bir direniş ortaya koymuşlardı.
Ama
seksenlerin sonunda bu savaş kaybedildi. Dolayısıyla bahsi geçen direniş
zamanla ortadan kayboldu, emek eski gücüne kavuşamadı, dolayısıyla yönetici
sınıf, dayanışma ilişkisi geliştirme ihtiyacı duymamaya başladı.
Artık
bir araya gelip alttakilerin mücadelesi konusunda bir şey yapmalarına gerek
yok, zira ortada tehdit diye bir şey kalmadı. Yönetici sınıf için her şey
yolunda gidiyor, sonuçta da bir şeyleri değiştirme ihtiyacı da duymuyor.
Ne
var ki kapitalist sınıf için işler yolunda giderken kapitalizm her şeyi eline
yüzüne bulaştırıyor. Kâr oranları eski düzeylere gelse de yeniden yatırım
oranları ciddi ölçüde düşmüş durumda[15], dolayısıyla üretime çok fazla para
akmıyor, paranın çoğu arazi alımlarına ve varlık tedarikine gitti.
Direniş
meselesini biraz daha ele alalım. Kitabında, en azından Kuzey’de, neoliberal
saldırı bağlamında, gerileyen sınıf mücadelesinin yerini bireysel özgürlükler
için yürütülen yeni toplumsal hareketlerin aldığını söylüyorsun.
Neoliberalizm
belirli direniş biçimlerine nasıl yol açıyor, bu konuda ne düşünüyorsun?
Bu
noktada üzerinde durulması gereken bir önermeyi aktarayım: O özel politik
dizilimiyle her bir hâkim üretim tarzı, ayna görüntüsü olarak belirli bir
muhalefet tarzını üretiyor olabilir mi?
Üretim
sürecinin Fordist örgütlenme aşamasında ayna görüntüsü büyük, merkezî sendikal
hareket ve demokratik merkeziyetçi politik partilerdi.
Neoliberal
dönemde üretim süreci yeniden örgütlendi ve eski birikim aşamasına geçildi, bu
da birçok yönden ayna görüntüsü olarak biçimlenen bir sol meydana getirdi: sol,
ağlar oluşturdu, merkezsizleşti, hiyerarşisiz yapılar kurdu.[16] Bence bu,
ilginç bir durum.
Belli
ölçüde bu aynı görüntüsü, neyin neyi yok etmeye çalıştığını ortaya koyuyor.
Sonuçta sendikal hareket aslında Fordizmi alttan alta destekleyen bir unsurdu.
Bence
solun büyük bir kısmı bugün alabildiğine otonom ve anarşist, bu hâliyle de
neoliberalizmin son aşamasında onun gücüne güç katıyor. Eminim bu tespitim
birçok solcunun hoşuna gitmeyecektir.
Ama
bu noktada şu soru gündeme geliyor: ayna görüntüsü olarak iş görmeyen bir
yapıyı örgütlemenin yolu var mıdır? Aynayı kırıp neoliberalizmin elinde oyuncak
olmayan başka bir şey bulabilir miyiz?
Neoliberalizme
farklı yollardan direnmek mümkün. Kitabımda da dile getirdiğim gibi, asıl
tartışma konusu değerin nerede gerçekleştiği ile ilgili.
Değer
emek sürecinde üretiliyor; bu, sınıf mücadelesinin en önemli yönü. Ama değer
piyasada gerçekleşiyor, bu da satış aracılığıyla yaşanıyor, bu noktada çok
sayıda politika devreye sokuluyor.
Sermaye
birikimine yönelik direnişlerin büyük bir kısmı, sadece üretim aşamasında
meydana gelmiyor, tüketim ve değerin gerçekleşmesi aşamasında da direnişlere
tanıklık ediliyor.
Bir
otomobil fabrikasını ele alalım: büyük tesisler eskiden yirmi beş bin civarında
işçi çalıştırıyorlardı. Bugün teknoloji, işçi ihtiyacını azalttığı için bu sayı
beş bine düştü. Böylelikle çok sayıda işçi üretim sahasından uzaklaştı ve kent
hayatının kıyısına köşesine itildi.
Kapitalist
dinamik bünyesinde açığa çıkan hoşnutsuzluğun ana merkezi giderek, değerin
gerçekleşmesi ile ilgili mücadeleye, şehirdeki gündelik hayata dair politika
ile alakalı mücadelelere doğru kaydı.[17]
İşçiler
hâlâ önemliler. İşçilerle alakalı birçok mesele hâlâ hayatî önemde. Çin’in
Şenzen şehrine baktığımızda emek süreci ile ilgili mücadelelerin baskın
olduğunu görürüz. Örneğin bugün ABD’de telekomünikasyon şirketi Verizon’da
yaşanan grevi desteklemek zorunda kalıyoruz.[18]
Ama
dünyanın önemli bir kısmında gündelik hayatın kalitesi için verilen mücadeleler
daha baskın. Son on-on beş yıldır süren büyük mücadelelere bakılabilir:
İstanbul’da yaşanan Gezi Parkı bir işçi mücadelesi değildi.[19] Daha çok
gündelik hayata müdahale eden siyasete, demokrasi eksikliğine ve karar alma
süreçlerinin olmayışına dönük hoşnutsuzluğun bir sonucuydu. 2013’te Brezilya
şehirlerinde yaşanan ayaklanmalar da gündelik hayata müdahale eden siyasete
dönük hoşnutsuzlukla, ulaşım sorunlarıyla, fırsatlarla, okullara, hastanelere
ve düşük maliyetli evlere para yatırılmazken büyük stadyumlara para
harcanmasıyla ilgili rahatsızlıkla bağlantılıydı.[20]
Bu
siyaset, üretim aşamasında varolan siyasetten çok farklı. Üretim aşamasında
emek-sermaye karşıtlığı geçerli. Şehir hayatı ile ilgili mücadelelerde ise
sınıfsal dizilim çok net değil.
Net
bir sınıf politikası üretim konusunda oluşturulmuş bir anlayıştan türüyor ve bu
politika, gerçekçileştiği ölçüde teorik planda bulanıklaşıyor. Mesele, sınıf
meselesi ama klasik mânâda değil.
Neoliberalizmden
bahsettik ama kapitalizmi ağzımıza pek almadık sanki. İki terimi ne vakit
kullanmalıyız, ikisini bir görmenin riskleri nelerdir?
Birçok
liberal, neoliberalizmin gelir eşitsizliği konusunda ipin ucunu kaçırdığını, bu
kadar özelleştirmenin fazla olduğunu, çevre gibi korunması gereken müşterek
konuların bulunduğunu söylüyor.
Kapitalizmden
bahsederken farklı kavramlar kullanılıyor. “Paylaşım ekonomisi”nden dem
vuruyorlar ve kapitalizmin fazla sermayeleştiğinden, sömürücü bir nitelik arz
ettiğinden bahsediyorlar.[21]
Bir
de “etik kapitalizm”den bahsediliyor, bu da çalmak yerine dürüst olmayı öne
alıyor.[22] Demek ki bazı insanlar, neoliberal düzenin reforma tabi tutulup
başka bir kapitalizm formuna dönüştürülmesinin mümkün olduğunu düşünüyorlar.
Hâlihazırda
varolan kapitalizmden daha iyi bir kapitalizm meydana getirmek bence de mümkün
ama bu o kadar da iyi olmayacaktır.
Güçlü
bir anti-kapitalist hareket olmaksızın bir yere varmamız mümkün değil, zira
mevcut sorunlar gayet köklü sorunlar. Dolayısıyla meseleleri neoliberalizm
karşıtlığı değil, kapitalizm karşıtlığı bağlamında ele almak gerek.
Bence
neoliberalizm karşıtlığından dem vuranlardaki asıl tehlike, bu kişilerin
kapitalizmi, kapitalizmin herhangi bir biçimini sorun olarak görmüyor olmaları
ile ilgili.
Neoliberalizm
karşıtlarının büyük bir kısmı, ekolojik, politik ve ekonomik sorunlar gibi o
bitmek bilmeyen büyümeyle alakalı, makro sorunları nasıl ele alacaklarını
bilmiyor. Dolayısıyla bizim neoliberalizm değil, kapitalizm karşıtlığından
bahsediyor olmamız gerekiyor.
Dipnotlar:
[1] Charlie Clemoes ve Jake Soule, “Red Bologna Today”, 3 Aralık 2015, Jacobin.
[2]
Alexis C. Madrigal, “Why Nixon Created the EPA”, 2 Aralık 2010, Atlantic.
[3]
Bud Meyers, “Unions, Big Business & the Powell Memo”, 14 Haziran 2013, Dailykos.
[4]
Stephen Maher, “The Truth About Finance”, 5 Ocak 2016, Jacobin.
[5]
Daniel Zamora Söyleşisi, 10 Aralık 2014, Jacobin. Türkçesi: İştirakî.
[6]
Deena Zaru, “Are Political Donations a Form of Free Speech?”, CNN.
[7]
Terry Macalister, “1970s Oil Shock”, 3 Mart 2011, Guardian.
[8]
Carter Dougherty, “Stopping a Financial Crisis”, 22 Eylül 2008, NYT.
[9]
Andrew Elrod, “Misremembering Keynes”, 3 Haziran 2016, Jacobin.
[10]
Heriberto Martinez-Otero ve Ian J. Seda-Irizarry, “Puerto Rican Debt Crisis”,
10 Ağustos 2015, Jacobin.
[11]
Patrick Bond, “Imperialism’s Junior Partners”, 25 Mayıs 2016, Jacobin.
[12]
Leigh Phillips, “Bill Gates, Crypto-Socialist?”, 23 Aralık 2015, Jacobin.
[13]
David Golumbia, “The Amazonization of Everything”, 5 Ağustos 2015, Jacobin.
[14]
Paul Blest, “The Myth of the Progressive Capitalist”, 13 Nisan 2016, Jacobin.
[15]
Byron Ellis, “The Good and Bad of Rising Interest Rates”, 16 Kasım 2017, United Capital.
[16]
Josh Eidelson, “Who Should Fund Alt-Labor?”, 17 Temmuz 2013, Nation.
[17]
Daniel Aldana Cohen, “The Urban Green Wars”, 11 Aralık 2015, Jacobin.
[18]
Anonim, “45 Days of Solidarity”, 31 Mayıs 2016, Jacobin.
[19]
Jan Ronahl ve Alp Kayserilioğlu, Doğan Ergün Söyleşisi, “Turkey After Gezi”, 7
Haziran 2015, Jacobin.
[20]
Mike Lasusa, “Let Them Eat Soccer,” 13 Haziran 2014, Jacobin.
[21]
Tom Slee, “The Sharing Economy’s Dirty Laundry”, 23 Mart 2016, Jacobin.
[22]
Rachel M. Cohen, “Nicole Aschoff Söyleşisi”, 18 Ağustos 2015, Dissent.
0 Yorum:
Yorum Gönder