30 Aralık 2019

,

Neoliberalizm Nedir?


David Harvey Söyleşisi

 

Bjarke Skærlund Risager
29 Aralık 2019

 

David Harvey, bugünlerde neoliberalizm konusunda en fazla alıntı yapılan çalışması A Brief History of Neoliberalism [“Neoliberalizmin Kısa Tarihi”] isimli kitabını 2005’te yayımladı. O tarihten beri yeni ekonomik ve finansal krizlere, ama aynı zamanda günümüz toplumuna ilişkin eleştirilerinde çoğunlukla “neoliberalizm”i hedef alan yeni direniş dalgalarına tanık olundu.

Peki ama neoliberalizmden bahsederken tam olarak ne hakkında konuşuyoruz? Yirminci yüzyılın sonlarında ortaya çıkışından beri neoliberalizm ne tür bir değişime maruz kaldı? Bjarke Skærlund Risager, David Harvey ile bu konuları konuştu.

● ● ●

 

Neoliberalizm, bugünlerde yaygın olarak kullanılan bir terim. Ancak insanlar bu terimi kullanırlarken ona yükledikleri anlamın ne olduğu çoğunlukla tam olarak idrak edilemiyor. Genelde neoliberalizm terimi, bir teoriyi, fikirler kümesini, politik stratejiyi veya tarihsel dönemi ifade etmek için kullanılıyor. Söyleşimize “neoliberalizmi nasıl anlıyorsun?” sorusuyla başlayalım mı?

Ben her zaman neoliberalizmi, altmışların sonundan yetmişlere doğru uzanan süreçte kendilerini politik ve ekonomik açıdan tehdit altında hisseden kapitalist sınıfın yürüttüğü politik bir proje olarak ele aldım. Bu sınıf, can havliyle, emeğin gücünü azaltacak bir politik projeyi devreye soktu.

Birçok yönden bu, karşı-devrimci bir projeydi. Projenin niyeti, Mozambik, Angola ve Çin gibi gelişmekte olan ülkelerin önemli bölümünde devrimci hareketlerin önünü kesmek, ama aynı zamanda İtalya ve Fransa gibi ülkelerde komünist partilerin artan etkisini kırmak[1], bu ölçüde olmasa da İspanya’da hareketin canlanma ihtimalini ortadan kaldırmaktı.

ABD’de bile, en azından taşıdığı niyet açısından, Kongre’deki Demokrat Parti grubu epey radikaldi. Bu grup, yetmişlerin başında diğer toplumsal hareketlerle birlikte şirket karşıtı reformların yapılmasını ve reformist kimi adımların atılmasını sağladı. Çevre Koruma Kurumu[2], Meslekî Güvenlik ve Sağlık İdaresi, tüketiciyi koruma kanunları ve emeği güçlendirecek adımlardan çok önce atılan bu yöndeki adımlar söz konusu döneme mahsustu.

Bu koşullarda kapitalist sınıf, tüm dünya genelinde kendisini tehdit altında hissetti ve “ne yapmalıyız?” sorusunu sordu. Yönetici sınıf her şeye vakıf değildi, ama birkaç ayrı cephede mücadele etmesi gerektiğini iyi biliyordu: O, her şeyin ötesinde, ideolojik ve politik cephede, eldeki her türden araçla emeğin gücünü kırmak için mücade etmek zorundaydı. Bizim “neoliberalizm” dediğimiz politik proje, işte bu mücadelenin içinden çıktı.

Biraz ideolojik ve politik cephelerden ve emeğe yönelik saldırılardan bahsedebilir misin?

İdeolojik cephe, Lewis Powell denen adamın tavsiyelerine kulak vermek demekti.[3] Powell, bir bildiri kaleme aldı ve her alanda kontrolün kaybedildiğini, dolayısıyla sermayenin ortak bir projeye muhtaç olduğunu söyledi. Bildiri, Ticaret Odası’nın ve İş Dünyası Yuvarlak Masası’nın harekete geçmesini sağladı.

İdeolojik cephe için fikirler de çok önemliydi. O dönemde üniversitelerin örgütlenmesinin imkânsız olduğuna kanaat getirildi, zira öğrenci hareketi fazla güçlü, öğretim kadrosu fazla özgürlükçüydü, dolayısıyla sermaye, Manhattan Enstitüsü, Miras Vakfı ve Ohlin Vakfı gibi düşünce kuruluşları kurdu. Bu kuruluşlar, Freidrich Hayek ile Milton Friedman’ın fikirlerini ve arz yanlısı ekonomi temelli görüşleri yaymak için uğraşıp durdular.

Burada üzerinde durulan düşünceye göre söz konusu düşünce kuruluşlarına önemli araştırmalar yaptırılacaktı. Örneğin şirketlerce fonlanan bir kurum olarak Ulusal Ekonomik Araştırma Bürosu nitelikli ve kapsamlı araştırmalar ortaya koydu. Sonrasında bu araştırmalar bağımsız kanallar aracılığıyla yayımlandılar ve basını etkisi altına aldılar, hatta adım adım üniversiteleri kuşatıp oralara sızma imkânı buldular.

Bu süreç uzun bir zaman aldı. Kanaatimce bugün Miras Vakfı gibi bir kuruma ihtiyacın kalmadığı bir noktaya ulaştık. Üniversiteler, neoliberal projeler tarafından zaman içerisinde ele geçirildiler.

Emek konusunda asıl güçlük, ülkedeki emeği dünyadaki emekle rekabet edebilir kılmakla ilgiliydi. Bunun bir yolu da göç yollarını açmaktı. Örneğin altmışlarda Almanlar Türk işçileri, Fransızlar Kuzey Afrikalı işçileri, İngilizler sömürge ülkelere mensup işçileri kendi ülkelerine getirdiler. Ama bu adım, tatminsizliğe ve ciddi bir huzursuzluğa sebep oldu.

Bunun yerine başka bir yol seçtiler ve sermayeyi düşük ücretlerin ödendiği işgücünün olduğu yerlere götürdüler. Ama küreselleşmenin işleyebilmesi için gümrük tarifelerinin düşürülmesi ve mali sermayenin güçlendirilmesi gerekiyordu[4] zira mali sermaye, sermayenin en hareketi biçimiydi. Böylelikle mali sermaye ve yüzergezer para, emeğin gücünü azaltma noktasında önemli hâle geldi.

Aynı zamanda özelleştirmeler ve devlet denetiminin kaldırılması işsizliğe yol açtı. Ülke içindeki işsizlik ve şirketlerin üretimin belirli aşamalarını ülke dışında gerçekleştirmeleri ile ilgili adımlara bir de teknolojik değişim, otomasyon ve robotlaşma aracılığıyla sanayisizleşme eşlik etti. Bunlar, emeği ezmek için devreye sokulan stratejinin ana bileşenleriydi.

Burada sadece ideolojik değil ayrıca ekonomik bir saldırı da söz konusuydu. Bana kalırsa neoliberalizm de bununla ilgiliydi: neoliberalizm, söz konusu politik projenin adıydı, burjuvazi veya kapitalist sınıf bu projeyi adım adım uygulamaya koydu.

Bu sürecin Hayek veya başka bir ismi okuyarak başladığını düşünmüyorum, kapitalistler kendi sezgilerine güvenerek “emeği ezmeliyiz ama bunu nasıl yapmalıyız?” sorusunu sordular. Buradan da ilgili projeye destek verecek, gerekli meşruluğu sağlayacak teoriyi inşa ettiler.

2005’te Neoliberalizmin Kısa Tarihi’ni yayınladığından beri bu kavram üzerine çok şey yazıldı çizildi. Teorik planda iki ayrı kampın oluştuğunu söyleyebiliriz: bazı akademisyenler neoliberalizmin fikri tarihiyle, bazıları da “gerçekte varolan neoliberalizm”le ilgilendiler. Sen nerede duruyorsun?

Sosyal bilimlerde her şeyi tek bir sebeple izah etme eğilimi var ve ben bu eğilime karşı çıkıyorum. Bazı insanlar, neoliberalizmin ideoloji olduğunu söylüyorlar, buradan da neoliberalizmin idealist, fikir temelli tarihini kaleme alıyorlar.

Bunlardan biri de Foucault’nun yönetimsellik argümanı[5]. Bu argüman dâhilinde Foucault, neoliberalleşme eğilimlerinin on sekizinci yüzyılda bulunduğunu söylüyor. Neoliberalizmi bir yönetimsellik fikri veya yönetimsellikle ilgili sınırlı uygulamalar olarak ele alırsanız, doğalında onu önceden haber veren bir yığın unsuru kolaylıkla bulursunuz.

Ama burada yetmişlerde ve seksenlerin başında kapitalist sınıfın faaliyetlerini nasıl plandığı sorusuna cevap verilmiş olmuyor. Kanaatimce o dönemde İngilizce konuşan dünyada kapitalist sınıf, gayet birleşik bir yapı olarak hareket ediyordu.

Bu sınıf, kendisini gerçek anlamda temsil edecek politik bir güç oluşturmak gibi kimi konularda anlaştı. Cumhuriyetçi Parti bu dönemde ele geçirildi ve belli ölçüde Demokrat Parti’nin altı oyuldu.

Yetmişlerden itibaren yüksek mahkeme, kapitalist sınıfın seçimleri parayla geçmişe nazaran daha kolay bir biçimde satın almasını mümkün kılacak bir dizi karar aldı.

Örneğin kampanyalara yapılan mali yardımlar konusunda belirli reformlar yapıldı ve bu katkılar konuşma özgürlüğü olarak nitelendirildiler.[6] ABD’de kapitalistler seçimleri uzun bir zamandır satın alıyorlardı zaten ama bu sefer eskiden yolsuzluk olarak görülen şey bu tür reformlarla yasallaştırıldı.

Toplamda bu dönemi ideolojik ve politik bir dizi cephede ilerleyen kapsamlı bir hareket üzerinden tanımlamak mümkün. Bu kapsamlı hareket ise sadece kapitalist sınıf bünyesinde tanık olunan yüksek dayanışma düzeyi görülerek izah edilebilir. Sermaye, altmışların sonundan yetmişlere uzanan süreçte eksilmiş olan ekonomik zenginliğini ve nüfuzunu yeniden kazanmak amacıyla elindeki gücü tekrar organize etti.

2007’den beri bir dizi kriz yaşandı. Neoliberalizmin tarihi ve neoliberalizm kavramı, bu krizleri anlamamıza nasıl katkı sunuyor?

1945-1973 arası dönemde çok az sayıda krize tanık olundu. Önemli momentler yaşandı ama büyük bir kriz görülmedi. Neoliberal politika, yetmişlerdeki krizle birlikte gündeme geldi.[7] O günden sonra tüm sistem bir dizi krize tanık oldu. Doğalında krizler, gelecekte yaşanacak krizlerin koşullarını da oluşturdular.

1982–85 arası dönemde Meksika’da, Brezilya’da, Ekvador’da ve Polonya gibi gelişmekte olan ülkelerde borç krizi yaşandı. 1987-88’de ABD’da tasarruf ve kredi kurumları büyük bir krizle yüzleşti. 1990’da İsveç’te kriz derinleşince tüm bankalar millileştirilmek zorunda kalındı.[8]

Ardından 1997-98’de Endonezya ve Güneydoğu Asya’daki krizler geldi. Kriz oradan Rusya’ya, oradan da Brezilya’ya geçiş yaptı, sonrasında da 2001-2’de Arjantin’i vurdu.

2001’de ABD’de borsadan paralar çekilip konut piyasasına akıtıldı. 2007-8’de ABD’deki konut piyasası patladı, böylelikle kriz açığa çıktı.

Bu noktada dünya haritasına bakıp kriz eğilimlerinin nerelerde açığa çıktığını görebiliriz. Neoliberalizm üzerine geliştirilecek düşünceler, bu eğilimleri anlama noktasında faydalı olacaktır.

Neoliberalleşme hamlelerinin en büyüğü ise 1982’de IMF ve Dünya Bankası’daki tüm Keynesçilerin kapı dışarı edilmesiydi. Böylece Keynesçi görüşleri savunan tüm ekonomi danışmanları bu tür kurumlardan temizlendi.[9]

Bu danışmanların yerini neoklasik arz yanlısı teorisyenler aldı. Bu isimler de ilk iş olarak, herhangi bir yerde kriz patlak verdiğinde IMF’in yapısal ayarlama politikasını devreye sokması yönünde telkinde bulundular.[10]

1982’de Meksika’da bir borç krizi yaşandı. IMF, Meksikalılara “sizi kurtaracağız” dedi. Aslında dertleri, New York merkezli yatırım bankalarını kurtarmak ve tasarruf tedbirlerini esas alan siyaseti uygulamaya koymaktı.

Meksika halkı, IMF’in yapısal ayarlama politikası uyarınca 1982’yi takip eden dört yıllık dönemde yaşam standartları noktasında yüzde 25’lik bir kayıpla yüzleşti.

O günden sonra Meksika’da dört kez yapısal ayarlama yapıldı. Bu tür ayarlamalara başka birçok ülke birden fazla tanıklık etti. Zamanla bu, standart bir uygulama hâlini aldı.

Bu noktada Yunanistan’a yapılanlara bakılabilir: 1982’de Meksika’da yapılanlar Yunanistan’da daha incelikli bir biçimde kopya edildi. 2007-8’de ABD’de de benzer şeyler yaşandı. Bankaları kurtardılar, bedelini de tasarruf tedbirleri ile halka ödettiler.

Son yaşanan krizler ve yönetici sınıfların söz konusu krizleri yönetme yöntemleri, sana neoliberalizm teorin bağlamında bir şeyler söylüyor mu?

Bence kapitalist sınıf içi dayanışma ilişkileri bugün eskisinden çok farklı. Jeopolitik açıdan ABD, yetmişlerdeki gibi tüm dünyada borusunu öttürdüğü bir konuma artık sahip değil.

Kanaatimce Avrupa’da Almanya, Latin Amerika’da Brezilya, Doğu Asya’da Çin gibi bölgesel hegemonlardan oluşan devletler sistemi bünyesinde küresel güç yapılarının bölgeselleşmesine tanıklık ediyoruz.[11]

ABD’nin dünya genelinde belirli bir konuma hâlen daha sahip olduğu su götürmez bir gerçeklikse de dönemin de değiştiğini görmek gerekiyor. Artık G20 toplantısına gidip “şunu yapmalıyız” dediklerinde Angela Merkel “yapmayacağız” diyebiliyor. Bunun yetmişlerde yaşanması mümkün değildi.

Dolayısıyla jeopolitik güç giderek bölgeselleşti, belirli bölgelerde yoğunlaştı, zamanla özerklik arttı. Bence bu, kısmen Soğuk Savaş’ın sona ermesinin bir sonucu. Almanya gibi ülkeler, artık koruma için ABD’ye bel bağlamak zorunda değiller.

Ayrıca Bill Gates[12], Amazon[13] ve Silikon Vadisi’nden[14] oluşan “yeni kapitalist sınıf”ın eski petrol ve enerji işi yapan sınıftan farklı bir politikası var.

Sonuçta hepsi kendi yollarında yürüyor, dolayısıyla enerji ile finans, enerji sahasıyla Silikon Vadisi arasında çekişme giderek yoğunlaşıyor. Örneğin iklim değişikliği gibi konu başlıklarında ciddi ayrışmalara tanık olunuyor.

Benim önemli gördüğüm diğer bir husus da yetmişlerdeki neoliberal atağın güçlü bir direnişle karşılanmış olmasıdır. Bu süreçte emek ve Avrupa’daki komünist partiler ciddi bir direniş ortaya koymuşlardı.

Ama seksenlerin sonunda bu savaş kaybedildi. Dolayısıyla bahsi geçen direniş zamanla ortadan kayboldu, emek eski gücüne kavuşamadı, dolayısıyla yönetici sınıf, dayanışma ilişkisi geliştirme ihtiyacı duymamaya başladı.

Artık bir araya gelip alttakilerin mücadelesi konusunda bir şey yapmalarına gerek yok, zira ortada tehdit diye bir şey kalmadı. Yönetici sınıf için her şey yolunda gidiyor, sonuçta da bir şeyleri değiştirme ihtiyacı da duymuyor.

Ne var ki kapitalist sınıf için işler yolunda giderken kapitalizm her şeyi eline yüzüne bulaştırıyor. Kâr oranları eski düzeylere gelse de yeniden yatırım oranları ciddi ölçüde düşmüş durumda[15], dolayısıyla üretime çok fazla para akmıyor, paranın çoğu arazi alımlarına ve varlık tedarikine gitti.

Direniş meselesini biraz daha ele alalım. Kitabında, en azından Kuzey’de, neoliberal saldırı bağlamında, gerileyen sınıf mücadelesinin yerini bireysel özgürlükler için yürütülen yeni toplumsal hareketlerin aldığını söylüyorsun.

Neoliberalizm belirli direniş biçimlerine nasıl yol açıyor, bu konuda ne düşünüyorsun?

Bu noktada üzerinde durulması gereken bir önermeyi aktarayım: O özel politik dizilimiyle her bir hâkim üretim tarzı, ayna görüntüsü olarak belirli bir muhalefet tarzını üretiyor olabilir mi?

Üretim sürecinin Fordist örgütlenme aşamasında ayna görüntüsü büyük, merkezî sendikal hareket ve demokratik merkeziyetçi politik partilerdi.

Neoliberal dönemde üretim süreci yeniden örgütlendi ve eski birikim aşamasına geçildi, bu da birçok yönden ayna görüntüsü olarak biçimlenen bir sol meydana getirdi: sol, ağlar oluşturdu, merkezsizleşti, hiyerarşisiz yapılar kurdu.[16] Bence bu, ilginç bir durum.

Belli ölçüde bu aynı görüntüsü, neyin neyi yok etmeye çalıştığını ortaya koyuyor. Sonuçta sendikal hareket aslında Fordizmi alttan alta destekleyen bir unsurdu.

Bence solun büyük bir kısmı bugün alabildiğine otonom ve anarşist, bu hâliyle de neoliberalizmin son aşamasında onun gücüne güç katıyor. Eminim bu tespitim birçok solcunun hoşuna gitmeyecektir.

Ama bu noktada şu soru gündeme geliyor: ayna görüntüsü olarak iş görmeyen bir yapıyı örgütlemenin yolu var mıdır? Aynayı kırıp neoliberalizmin elinde oyuncak olmayan başka bir şey bulabilir miyiz?

Neoliberalizme farklı yollardan direnmek mümkün. Kitabımda da dile getirdiğim gibi, asıl tartışma konusu değerin nerede gerçekleştiği ile ilgili.

Değer emek sürecinde üretiliyor; bu, sınıf mücadelesinin en önemli yönü. Ama değer piyasada gerçekleşiyor, bu da satış aracılığıyla yaşanıyor, bu noktada çok sayıda politika devreye sokuluyor.

Sermaye birikimine yönelik direnişlerin büyük bir kısmı, sadece üretim aşamasında meydana gelmiyor, tüketim ve değerin gerçekleşmesi aşamasında da direnişlere tanıklık ediliyor.

Bir otomobil fabrikasını ele alalım: büyük tesisler eskiden yirmi beş bin civarında işçi çalıştırıyorlardı. Bugün teknoloji, işçi ihtiyacını azalttığı için bu sayı beş bine düştü. Böylelikle çok sayıda işçi üretim sahasından uzaklaştı ve kent hayatının kıyısına köşesine itildi.

Kapitalist dinamik bünyesinde açığa çıkan hoşnutsuzluğun ana merkezi giderek, değerin gerçekleşmesi ile ilgili mücadeleye, şehirdeki gündelik hayata dair politika ile alakalı mücadelelere doğru kaydı.[17]

İşçiler hâlâ önemliler. İşçilerle alakalı birçok mesele hâlâ hayatî önemde. Çin’in Şenzen şehrine baktığımızda emek süreci ile ilgili mücadelelerin baskın olduğunu görürüz. Örneğin bugün ABD’de telekomünikasyon şirketi Verizon’da yaşanan grevi desteklemek zorunda kalıyoruz.[18]

Ama dünyanın önemli bir kısmında gündelik hayatın kalitesi için verilen mücadeleler daha baskın. Son on-on beş yıldır süren büyük mücadelelere bakılabilir: İstanbul’da yaşanan Gezi Parkı bir işçi mücadelesi değildi.[19] Daha çok gündelik hayata müdahale eden siyasete, demokrasi eksikliğine ve karar alma süreçlerinin olmayışına dönük hoşnutsuzluğun bir sonucuydu. 2013’te Brezilya şehirlerinde yaşanan ayaklanmalar da gündelik hayata müdahale eden siyasete dönük hoşnutsuzlukla, ulaşım sorunlarıyla, fırsatlarla, okullara, hastanelere ve düşük maliyetli evlere para yatırılmazken büyük stadyumlara para harcanmasıyla ilgili rahatsızlıkla bağlantılıydı.[20]

Bu siyaset, üretim aşamasında varolan siyasetten çok farklı. Üretim aşamasında emek-sermaye karşıtlığı geçerli. Şehir hayatı ile ilgili mücadelelerde ise sınıfsal dizilim çok net değil.

Net bir sınıf politikası üretim konusunda oluşturulmuş bir anlayıştan türüyor ve bu politika, gerçekçileştiği ölçüde teorik planda bulanıklaşıyor. Mesele, sınıf meselesi ama klasik mânâda değil.


Neoliberalizmden bahsettik ama kapitalizmi ağzımıza pek almadık sanki. İki terimi ne vakit kullanmalıyız, ikisini bir görmenin riskleri nelerdir?

Birçok liberal, neoliberalizmin gelir eşitsizliği konusunda ipin ucunu kaçırdığını, bu kadar özelleştirmenin fazla olduğunu, çevre gibi korunması gereken müşterek konuların bulunduğunu söylüyor.

Kapitalizmden bahsederken farklı kavramlar kullanılıyor. “Paylaşım ekonomisi”nden dem vuruyorlar ve kapitalizmin fazla sermayeleştiğinden, sömürücü bir nitelik arz ettiğinden bahsediyorlar.[21]

Bir de “etik kapitalizm”den bahsediliyor, bu da çalmak yerine dürüst olmayı öne alıyor.[22] Demek ki bazı insanlar, neoliberal düzenin reforma tabi tutulup başka bir kapitalizm formuna dönüştürülmesinin mümkün olduğunu düşünüyorlar.

Hâlihazırda varolan kapitalizmden daha iyi bir kapitalizm meydana getirmek bence de mümkün ama bu o kadar da iyi olmayacaktır.

Güçlü bir anti-kapitalist hareket olmaksızın bir yere varmamız mümkün değil, zira mevcut sorunlar gayet köklü sorunlar. Dolayısıyla meseleleri neoliberalizm karşıtlığı değil, kapitalizm karşıtlığı bağlamında ele almak gerek.

Bence neoliberalizm karşıtlığından dem vuranlardaki asıl tehlike, bu kişilerin kapitalizmi, kapitalizmin herhangi bir biçimini sorun olarak görmüyor olmaları ile ilgili.

Neoliberalizm karşıtlarının büyük bir kısmı, ekolojik, politik ve ekonomik sorunlar gibi o bitmek bilmeyen büyümeyle alakalı, makro sorunları nasıl ele alacaklarını bilmiyor. Dolayısıyla bizim neoliberalizm değil, kapitalizm karşıtlığından bahsediyor olmamız gerekiyor.

Kaynak

Dipnotlar:
[1] Charlie Clemoes ve Jake Soule, “Red Bologna Today”, 3 Aralık 2015, Jacobin.

[2] Alexis C. Madrigal, “Why Nixon Created the EPA”, 2 Aralık 2010, Atlantic.

[3] Bud Meyers, “Unions, Big Business & the Powell Memo”, 14 Haziran 2013, Dailykos.

[4] Stephen Maher, “The Truth About Finance”, 5 Ocak 2016, Jacobin.

[5] Daniel Zamora Söyleşisi, 10 Aralık 2014, Jacobin. Türkçesi: İştirakî.

[6] Deena Zaru, “Are Political Donations a Form of Free Speech?”, CNN.

[7] Terry Macalister, “1970s Oil Shock”, 3 Mart 2011, Guardian.

[8] Carter Dougherty, “Stopping a Financial Crisis”, 22 Eylül 2008, NYT.

[9] Andrew Elrod, “Misremembering Keynes”, 3 Haziran 2016, Jacobin.

[10] Heriberto Martinez-Otero ve Ian J. Seda-Irizarry, “Puerto Rican Debt Crisis”, 10 Ağustos 2015, Jacobin.

[11] Patrick Bond, “Imperialism’s Junior Partners”, 25 Mayıs 2016, Jacobin.

[12] Leigh Phillips, “Bill Gates, Crypto-Socialist?”, 23 Aralık 2015, Jacobin.

[13] David Golumbia, “The Amazonization of Everything”, 5 Ağustos 2015, Jacobin.

[14] Paul Blest, “The Myth of the Progressive Capitalist”, 13 Nisan 2016, Jacobin.

[15] Byron Ellis, “The Good and Bad of Rising Interest Rates”, 16 Kasım 2017, United Capital.

[16] Josh Eidelson, “Who Should Fund Alt-Labor?”, 17 Temmuz 2013, Nation.

[17] Daniel Aldana Cohen, “The Urban Green Wars”, 11 Aralık 2015, Jacobin.

[18] Anonim, “45 Days of Solidarity”, 31 Mayıs 2016, Jacobin.

[19] Jan Ronahl ve Alp Kayserilioğlu, Doğan Ergün Söyleşisi, “Turkey After Gezi”, 7 Haziran 2015, Jacobin.

[20] Mike Lasusa, “Let Them Eat Soccer,” 13 Haziran 2014, Jacobin.

[21] Tom Slee, “The Sharing Economy’s Dirty Laundry”, 23 Mart 2016, Jacobin.

[22] Rachel M. Cohen, “Nicole Aschoff Söyleşisi”, 18 Ağustos 2015, Dissent.

0 Yorum: