17 Aralık 2019

,

Yukarıdan Aşağıya Irkçılık

Devletin 2004’te çıkarttığı, devlet okullarında başörtüsünün yasaklanmasını öngören kanun ile 2010 yazında Romanların sınır dışı edilmeleri, esasen seçimlere yönelik hamlelerdir ve ırkçılıkla yabancı düşmanlığını bu noktada kullanma amacını güdüyor.

Burada, halkın gerici kesimindeki korku ve irrasyonellik temelli tepkisi olarak ırkçılık, halkın öfkesi bağlamında değerlendiriliyor, halkın yeni hareketli ve çok uluslu dünyaya uyum sağlayamadığı üzerinde duruluyor. Bu bağlamda devlet, bu kesimlere teslim olmak suretiyle kendi ilkelerine ihanet etmekle suçlanıyor. Böylelikle, halktaki irrasyonellik karşısında devletin rasyonalitenin, aklın temsilcisi olduğu düşüncesi, iyice perçinleniyor.

Bu oyunda sözde solcu eleştirmenlerin benimsedikleri görüş ile son yirmi yıldır çıkan ırkçı kanunları ve kararları uygularken sağın kullandığı görüş, birbirine epey benziyor. Sonuçta söz konusu ortak görüşe göre tüm bu tedbirler, aynı akıl adına alınıyorlar. Yasadışı göçmenler tehdit oluşturuyorlar, suç işliyorlar. Düzen sağlanmadıkça bu tehditler ve suçlar, ırkçılığın güçlenmesine neden oluyorlar. Sonuçta bu suçlar ve tehditler, hukukun evrenselliği ilkesine tabi kılınmalı ki ırkçılık, kimseyi rahatsız etmesin.

Sol ve sağ, bu oyunu 1993’te çıkan Pasqua-Méharignerie kanunlarından beri oynuyor. Bu türden kanunlar bağlamında halktaki öfkenin karşısına, akıl sahibi devletin evrenselci mantığı çıkartılıyor, yani devletin ırkçı politikalarına ırkçılık karşıtı hüviyeti kazandırılıyor. Bu tedbirleri meşrulaştırmak için kullanılan devlet aklı ile “öteki” ya da suçlu düşman arasındaki ilişkide devlet, halkın öfkesini bir bahane olarak öne çıkartıyor. Esasında devlet, halktaki ırkçılığın basıncı ile değil, popülist veya aşırı sağcı öfkeye tepki olarak harekete geçiyor. Öteki ile ilgili imajı asıl besleyen, devletin politikası. Devlet, çıkarttığı kanunların sorumluluğunu o ötekinin sırtına yüklüyor.

On beş yıl önce bu süreci tanımlarken “soğuk ırkçılık” terimini önermiştim. Bugün cebelleştiğimiz ırkçılık ise fikrî bir inşa olarak, kasti ırkçılıktır. Bu ırkçılığı ise temelde devlet yaratmıştır.

Hukukun egemenliğinden ve onun polis devletiyle ilişkisinden bahsettiğimiz koşullarda devletin özü itibarıyla polis devleti olduğunu görmemiz gerekiyor. O, kimlikleri, mekânı ve hareketleri belirleyen, kontrol altında tutan kurumdur. Bu kurum, yarattığı kimliklerden taşan her türden fazlalıkla sürekli kavga içerisindedir; devlet, her daim, politik öznelerin eylemi aracılığıyla ortaya konulan kimliklere ait mantığın aşırılıklarına karşı mücadele eder.

Küresel ekonomik düzen, devletin sadece bu alanda faaliyet yürütmesine izin veriyor. Devletler, sorumlu oldukları toplumlarda sermaye dolaşımının yol açtığı yıkıcı etkiye artık karşı koyamıyorlar. Bu devletler, yapmak istedikleri şeyleri artık yapamıyorlar. Bu nedenle onlar yüzlerini, sadece güçlerinin yettiği alana, kişilerin dolaşımda olduğu mekâna çeviriyorlar.

Dolaşımı kontrol altına alan devletler, kendi hedeflerini göçmenlerin tehdidi altındaki yurttaşların güvenliğini sağlamak olarak belirliyorlar. Esasen devletlerin asli işi, güvensizlik üretip onu yönetmekten ibarettir. Bu işse giderek devletin meşruiyet aracı, devletin varlık gerekçesi hâline geliyor.

Devletler, hukuku iki temel işlevi yerine getirmek için kullanırlar: güvenliği tehdit eden bir konu bulmayı ifade eden ideolojik işlev ve sınırın bu tarafı ile diğer tarafını sürekli organize etmeyi, akışkan kimlikler oluşturmayı, böylelikle içeride olanın dışarıya akmasını sağlamayı ifade eden pratik işlev.

Her şeyden önce göç ile ilgili kanunlarda amaç, Fransa içinde alt bir kategori oluşturmak ve Fransız toprağında Fransız anne-babadan doğmuş insanları akışkan göçmen kategorisi içine sokmaktır. Yasadışı göçle ilgili kanunlardaki amaçsa yasal “göçmenler”i yasadışı kategorisine dâhil etmektir. Burada, “yabancı kökenli Fransız” anlayışının kullanılmasını mümkün kılan aynı mantık işler. Romanları hedef alan da bu mantıktır. Böylelikle Avrupa sınırları içerisinde kişilerin serbest dolaşmaları ilkesine karşı çıkılır ve “gerçekten Fransız olmayan Fransızlar” kategorisi gibi, “gerçekten Avrupalı olmayan Avrupalılar” kategorisi oluşturulur.

Devlet, bu türden askıda kimlikler oluştururken başını çelişkilerle derde sokmak istemez ve göçmenlerle ilgili tedbirlere başvurur. Bir yandan devlet, yurttaşın hukuk karşısında eşit ve genel olduğu fikri üzerinden insanları damgalayan adımlar atar, bir yandan da ayrımcı kanunlar çıkartır. Yurttaşın eşitliğine ve genelliğine aykırı olduğu söylenen uygulamalar cezalandırılır ve/veya damgalanıp kötülenir.

Bir yandan da devlet, herkes için aynı olan bu yurttaşlık kapsamında “yabancı kökenli Fransız” gibi ayrımcı kategoriler oluşturur. Sonuçta bir yandan devlet, tüm Fransız yurttaşlarının aynı olduğunu söyler, olmayanı dışlar, ama bir yandan da tüm yurttaşların aynı olmadığını söyler ve bu gerçeği unutanlara “yazıklar olsun” der!

Dolayısıyla bugün ırkçılık, halkın öfkesi değil, devlete ait bir kılıftır. Devletin yaslandığı bu mantık, her şeyden önce gerici kesimler değil, entelektüeller eliyle sürdürülmektedir. Aslında ırkçı kampanyalar, “popülist” olarak nitelendiren aşırı sağcı kesimlerin elinden çıkmazlar. Bu kampanyaları solcu, cumhuriyetçi ve laik olduğunu iddia eden aydınlar yürütürler.

Artık ayrımcılık, aşağı ve üstün ırklara dair argümanları temel almıyor. Bugün ayrımcılık, cemaatçilik, yani etnik veya dinî cemaatleri esas alan tikelciliğe karşı mücadele temelinde destekleniyor, bu aşamada hukukun üstünlüğü, tüm yurttaşların hukuk karşısında eşitliği ve kadın-erkek eşitliği üzerinde duruluyor.

Bu mücadele esnasında da söz konusu fikrin savunucuları, başlarının mevcut çelişkilerle derde girmesini istemiyorlar ve esas olarak eşitlik veya feminizm ile ilgileniyorlar. Bu noktada, istenmeyen özneleri tanımlamak için klişelere başvuruluyor: böylelikle göçmen, mülteci, gerici, İslamcı, erkek ve terörist, yan yana getiriliyor. Evrenselci, genellemeci dil, tikellik lehine maniple ediliyor: devlet, keyfi biçimde, buraya kimlerin ait olduğuna karar veriyor. 

Kime kimlik verileceğine, kimin kimliğinin yırtılıp atılacağına dair karar devlete aittir. Bu yetkiyle bağlantılı olarak devlet, bireyleri her daim tanımlanır ve teşhis edilir olmaya, devletin görebileceği bir yerde bulunmaya zorlar. Çarşafın veya tüm İslamî tesettürün yasaklanmasında bu bakış açısına başvurulur.

Belirli bir dine mensup birkaç yüz kişi için özel bir kanun çıkartmak güç bir iştir. Bu noktada devlet, çözümü kişilerin yüzlerini kamusal alanda gizlemelerini yasaklamakta bulur. Bu kanun, hem çarşafı hem de maske veya başörtüsü takmayı yasaklayacaktır. Ayrıca başörtüsü, gerici Müslüman’a ve terörist ajitatöre ait ortak işaret olarak takdim edilir. Bu aşamada cumhuriyetçi düşünce, gerekli formülü temin eder ve bu tür göçle ilgili tedbirlerde görüldüğü üzere, söz konusu tedbir konusunda da sol, çekimser kalarak desteğini sunar.

Bu noktada Kasım 2005’te geceleri eylem yapan maskeli ve kukuletalı gençlere ilişkin tartışmaları hatırlayabiliriz. Üzerinde durabileceğimiz diğer bir örnek de İslamcıların “fetva”sı ile tehdit edilen felsefe profesörü Robert Redeker ile ilgili gelişmelerdir. Redeker’in Müslüman karşıtı sözlerinde başvurduğu asıl bahane, g-string giyilmesinin yasaklanmasıdır. Bu yasak üzerine Seine nehrinin iki yakası kamusal plaja dönüşmüştür. Redeker, Paris Belediyesi’nin getirdiği yasağın İslamî köktenciliğe, nefretini ve şiddetini kamusal alanda çıplak olmayı yasaklayarak ortaya koyan bir dine saygı duyulmasının bir sonucu olduğunu söylemiştir. Sonuçta laiklik ve cumhuriyetçi evrensellikle ilgili sözler süreç içerisinde, ister kaldırım taşı döşenmiş isterse kumla kaplı olsun, kamusal alanın tamamında herkesin görünür olması gerektiği ilkesine doğru evrilmiştir.

Sonuç olarak: bilhassa Ulusal Cephe’de cisimleşmiş olan belirli bir ırkçılık türüyle mücadelede epey enerji harcandı, toplumun gerici kesimini temsil eden beyaz “cahiller”in başvurduğu dil olarak ırkçılığa karşı ciddi kavgalar verildi. Ama bu enerjinin önemli bir kısmıyla yeni bir ırkçılık biçimi inşa edildi: devletin ırkçılığı ve sol aydın ırkçılığı. Belki de artık insanları damgalamaya ilişkin teori ve pratikle mücadele etmenin, düşüncemizi bu yöne kanalize etmenin vakti gelmiştir.

Jacques Rancière
11 Eylül 2010
Kaynak

0 Yorum: