18 Aralık 2019

,

Müslümanlar, Sınıf ve Devlet



Evrensellik, insan hakları, laiklik ve yurttaşlık, “ulusal sivil din”in temelini oluşturan unsurlar ve cumhuriyetçi toplumun kurucu ilkeleri olarak ilân ediliyorlar.[1] Seksenlerin sonundan beri laikliğe verilen önemin yanında göçmenlerin entegre olmayı kendilerine görev bellemeleri gerektiğine yönelik vurgu, Fransa’da tesettür meselesinin öne çıkmasına sebep oldu. Ülkenin Arap karşıtı ırkçılık ve sömürgecilik geçmişi, bu tür konularla ilgili önyargıları iyiden iyiye besledi.[2]

Gelgelelim süreç içerisinde başka bir unsurun öne çıktığına tanık olundu. Irkçılığa maruz kalan, bir biçimde damgalanan, işçi mahallelerinde oturan kadınlar örtünmekteydi. Rivera’nın ifadesiyle, başörtüsünü “proletaryanın başörtüsü” olarak görmek mümkündü.

Süreç içerisinde laiklik gerici bir içerikle radikalleşti, Müslüman işçileri etnik ve ırk temelinde ele alıp onları uyumsuz öteki olarak görerek kültürel bir engel inşa etti, bu da Müslümanların ekonomik, politik ve mekânsal açıdan marjinalleştirilmesini sağladı.

Bugün eğitim, söz konusu dışlama pratiklerinden kurtulma imkânı sunuyor. Belki de devlet, okullarda başörtüsünü tam da bu sebeple yasaklıyor. Kenar mahalleler gibi belirli mekânlarda süren damgalama ve marjinalleştirme pratikleri, esasen kapsamlı bir sürecin parçası: sanayi işçisinin dünyası ve sahip olduğu örgütlenme ve temsil biçimleri bu süreç dâhilinde dağılıyor.[3] Solun günümüzde işçi sınıfının yürüdüğü yolu ve sahip olduğu anlamı ele alan tartışmalar yürütmesi tam da bu sebeple önemli.

Terra Nova düşünce kuruluşuna göre Sosyalist Parti’nin işçi tabanı giderek daraldı, kitle sayıca küçüldü, sahip olduğu değerler büyük ölçüde değişti. Sol ise liberal değerleri benimseyip İslam’a, eşcinsel haklarına ve farklılığa açık hâle geldikçe işçiler ters yöne doğru ilerlediler. İşçilerin maddi güvenliğinin tehdit edildiği süreçte bu insanlar kendi içlerine kapandılar, göçmenlere, sosyal yardım alanlara düşman kesildiler, toplumdaki düzensizlik sebebiyle yollarını şaşırdılar ve ahlakî değerlerini yitirdiler.[4] İşçiler, kendilerini artık solun değerleriyle tanımlamıyorlar, sola oy vermiyorlar.

Terra Nova’ya göre tam da bu sebeple Sosyalist Parti, sosyal popülizmi benimsemeden işçilerle kurduğu eski ittifakı asla yeniden tesis edemez.[5] Göç yanlısı yazarlar kolektifi Cette France-là’ya (“Öteki Fransa”) göre[6] bu argümana karşı çıkanlar, yanlış yapıyorlar. Solun gözle görünür azınlıklara vurgu yapmak yerine gözle görünmeyen çoğunluğa yüzünü çevirip laiklik, ahlak ve geleneksel değerler gibi beklentilere ve inançlara cevap vermesi gerekiyor. Bu anlayışa göre sol, çocuksu çokkültürcülük savunusu yapacağına cemaatçilere itiraz etmeli.

Bu argümana göre yeni işçi sınıfı çok az vasfa sahip, ağırlıklı olarak düşük ücretlerin ödendiği işkollarında çalışıyor ve güvencesizliğin, alt seviyeye düşme korkusunun, tecrit edilme hissinin pençesinde kıvranıyor. Bu sınıf, temelde finans piyasalarının, cemaatçilikteki artışın ve borç krizinin zulmüne maruz kalıyor. Ekonomik güçsüzlük ve güvencesizliğin oluşturduğu söz konusu bileşke, sadece ekonomik değil ayrıca fiziksel ve toplumsal bir olgu.

Solun göç meselesiyle ilişkisi konusunda şikâyette bulunan kesime göre Ulusal Cephe, insanlara hem içeride hem de dışarıda korumacı bir siyaset öneriyorken popülizmi reddeden partiler koruma meselesinin üzerinden atlıyorlar.[7]

Bu noktada Gauche Populaire (“Halkçı Sol”) ağına mensup insanlar, çokkültürcülüğe karşı kimlik temelli laikliğin savunulması, ekonomik korumacılıkla kimliğin korunması siyasetinin ilişkilendirilmesi gerektiğini söylüyorlar.[8]

Bu türden değerlendirmelerde göç meselesi ile ekonomik liberalizm arasında sürekli bağ kuruluyor. Christophe Guilluy’nun ifadesiyle “göçmenler, ortalıkta dolanmak suretiyle dünya ekonomisine entegre olup liberal küreselleşmenin mantığına uyum sağlıyorlar.”[9] Küreselleşme ve çok uluslu göçmen, aynı madalyonun birbirine tabi iki ayrı yüzünü ifade ediyor. İşçiler ekonomik zulme maruz bırakılıyorlar, genç göçmenlerse suç dünyasına mahkûm ediliyorlar. Devletse göçmen akışını durdurmayı beceremiyor.[10]

Terra Nova’nın üzerinde durduğu görüşler ile ona karşı duran görüşler belirli bir noktada ortaklaşıyorlar: her iki taraf da beyaz olmayan azınlığın ülkeye izinsiz girişine tepki olarak hâkim beyaz çoğunluğun başvurduğu seçenekler etnik ayrımları esas alıyorlar.[11] Başka bir ifadeyle toplum ırksal çizgilere göre ayrıştırılıyor. Bu görüşe “beyaz işçi sınıfı” kategorisinin akademik araştırmalar ve medya yorumları için gerekli bilgileri temin eden ana unsur olarak iş gördüğü Britanya ve ABD gibi yerlerde popülist partiler ve göç konusunda yürütülen tartışmalarda yaygın olarak rastlanılıyor.

Fransa’da Guilluy ve Bouvet, Britanya’da Ford ve Goodwin gibi isimler şu tarz bir çıkarımda bulunuyorlar: yoksul beyaz işçi erkekler “sıradan seçmenlerin göçle ilgili endişelerine kulak asmayan politik elitler tarafından göz ardı edildiler, küreselleşme süreci sayesinde unutuldular.”[12]

Esasen Ford ve Goodwin’in Revolt on the Right [“Sağdaki İsyan”] isimli çalışması, kendi sundukları delillere karşı çıkan politik argüman dillendiren araştırmalara dair mükemmel bir örnek. Kitapta sunulan verilere bakılacak olursa 2017 öncesinde İşçi Partisi’nin güçlü olduğu bölgelerde eskiden Muhafazakâr Parti’ye oy veren işçilerin belirli bir kısmının yüzünü Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi’ne döndüğü görülür. Yazarlara göre bu durum İşçi Partisi için önemli bir tehdit, dolayısıyla göçmen karşıtı endişelerin bir biçimde idrak edilmesi şart.

Bu konuda benzer analizler dile getirilmesine karşın, İşçi Partisi’nin göçmen karşıtı gündem üzerinden hareket etmek yerine, yeniden dağıtımı, millileştirmeyi ve tasarruf tedbirlerinin sonlandırılmasını esas alan politikalar üzerinden göç meselesine hiç de ilerici olmayan bir tavır sergilediği Brexit sonrası ortamda, Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi 2017 seçiminde ciddi bir hezimete uğradı.

İşçilerin etnik kimlikleri üzerinden politik tercihte bulunduklarına, göçmen karşıtlığının toplumun derinlerinden çıkan bir yaklaşım olduğuna dair yüzeysel tespit, mevcut mitleri aydınlığa kavuşturmak veya izah etmek yerine onları bir biçimde besliyor.

Seksenlerde Ulusal Cephe’nin seçimlerde yaşadığı sıçrama sonrası akademisyenler ve gazeteciler, bu partinin aldığı oyların kaynağının göç olduğuna ilişkin görüşü servis ettiler ve Ulusal Cephe’nin aldığı oyların göçmenlerin varlığı ile ilişkili olup olmadığına dair çalışmalar kaleme aldılar. Oysa bu partinin aldığı oy, temelde işsizlikle ve evsizlikle alakalı idi.[13]

Göçmen karşıtlığı denilen suçu bizatihi keyfi bir kurgu olan “beyaz işçi sınıfı”na isnat etme arzusu, göçmenlere ve çocuklarına yönelik “hoşgörüsüzlüğün” kaçınılmaz olarak oluşacağı görüşünü besliyor. Ayrıca bu yaklaşım, göçmenlere dair algıların dayandığı çokboyutlu gerçekliğin üzerini örtüyor.

Öteki Fransa Kolektifi’nin de ortaya koyduğu biçimiyle, 1994’ten beri yapılan tüm anketler, halkın çoğunluğunun seçimlerde yabancılara oy kullanma hakkının verilmesine destek verdiğini ortaya koyuyor. Kasım 2011’de bu oran yüzde 61’di. Bu insanların yüzde altmışı işçi, seçmenlerin dörtte üçü on sekiz ilâ otuz dört yaş arasında.[14]

2003 ve 2005’teki anketler ise halkın büyük bir çoğunluğunun göçmenlere pozitif ayrımcılık yapılması görüşüne destek sunduğunu ortaya koyuyor.[15] Öteki Fransa Kolektifi’nin tespitiyle halkın göçmenleri ve görünür azınlıkları reddetme eğiliminde olduğu görüşü tümüyle yanlış, dolayısıyla bu görüşe yabancı düşmanlığını esas alan politikadan kopmak için karşı çıkmak gerekiyor.

Söz konusu görüş, doğalında ırkçı ya da ırkçılık karşıtı değil ama onun temelde anlatılan hikâyelerle biçimlendirildiğini görmek gerekiyor. Irkçılığın yaygınlaştırılması konusunda net politikaların üretilmediği koşullarda bağnazlığı teşvik edecek veya yayacak partilerin yol alacağı açık. Asıl mesele, azınlıkları halkın karşısına çıkartan akademisyenlerin ve gazetecilerin halkı beyaz olarak takdim edip, etnik azınlıkları insan olarak görmemelerinde.

Fransa’da entegrasyon denilen efsane kökleştiği için göçmenlerin ve çocuklarının yaşadıklarına dair bir anlayış geliştirilemiyor. Entegrasyon süreci pürüzsüz bir şey olarak takdim ediliyor, öte yandan alt kültürler üzerinden farklı biçimler alabilecek bu süreç, soyut bir evrensel modelle ilişkilendirilip bu model giderek entegrasyonun ana zemini kılınıyor. Entegrasyonun cumhuriyetçi model eliyle işlediğine veya sürdürüldüğüne ilişkin yanılsama, cumhuriyetçi modelin karşısına Anglosakson modeli çıkartmak suretiyle pekiştiriliyor. Bouamama’nın da ifade ettiği biçimiyle bu türden kurgular, ABD, Britanya ve Fransa’daki gerçeklikleri homojenleştirip küreselleştiriyor, buradan da her bir ulusun doğasında belirli bir özün bulunduğundan bahsediliyor, toplumsal, politik ve ekonomik bağlamların farklı olmadığı iddia ediliyor.[16]

Bouamama, bugün entegrasyon sürecini iki önemli faktörün etkilediğinden bahsediyor. İlk faktör, eskiden her türden Fransa kaynaklı modele kıyasla daha verimli ve etkin bir entegrasyon sürecine tabi olan işçi sınıfı kültürünün istikrarsızlaştırılmasının süreci altüst etmiş olması.[17] Eskiden işçilerin katılımı, politikleşmesi ve temsil edilmeleri, işçi olma statüsüne sembolik bir anlam ve değer katıyordu. Bu kolektif kimlik anlayışının dağılması ve politik-ideolojik çimentonun ortadan kalkması, işçi figürünün değersizleşmesine neden oldu ve atomizasyona katkı sundu.[18]

İkinci faktör ise sömürgecilik mirasının ciddi bir ağırlığa sahip olması. Zira Fransa’ya göç eden insanların büyük bir çoğunluğu eski sömürgelerden geliyor. Dolayısıyla bu insanların ülkeye kabul süreçlerini temelde Fransız devletinin sömürgecilik mirasına verdiği anlam biçimlendiriyor.[19]

"Birleşik ulusal kimlik" miti, günümüz toplumuna ait gerçekliğin üzerini örten bir kılıf. Said Bouamama’nın da ifade ettiği biçimiyle, çeşitlilik denilen şey, salt folklorik veya kültürel meselelere indirgenemez, üstelik çeşitlilik, sürekli aksi iddia edilmiş olsa da, ideoloji düzleminde Fransa’nın en temel vasıflarından biri olagelmiştir. Ayrıca “toplumlar, kararnamelere göre evrim geçirmeyip sadece ideolojik modellerle kısıtlanmış olgular olmadıkları için”[20] çeşitlilik, ülkenin kalıcı vasıflarından biri olmaya devam edecektir. Ülkeye yeni gelenlerin kendilerini tanımlayan unsurları silikleştirmek suretiyle varlık imkânı bulabildiği “bütünleşmiş” ulusal kültür miti, esasen ekonomik ve toplumsal meseleleri kültür düzlemine taşır.[21] Bu noktada bilhassa toplumsal eşitsizlik ve ırkçı ayrımcılık perdelenir. Irkçı yaklaşımların konusu hâline gelen kişilerin toplum dâhilinde hareket etme kabiliyetini kısıtlayan kurumsal çerçeve, bu kişilere ait kültürün, dinin veya geleneklerin Fransız ulusal kimliğinin dayandığı normlara “uygun” olup olmadığına göre değerlendirilmesiyle göz ardı edilir.[22] Bu türden girişimler, ister istemez, Fransa’nın gerçekte kültür ve toplum düzeyinde sahip olduğu çeşitliliğin inkârını ve toplum içerisinde müşterekler üzerine kurulu, uyumu gözeten gerçek çabaların üzerinin örtülmesini beraberinde getirmektedir.[23] Buna mukabil, muhtelif çalışmaların da altını çizdiği bir olgu olarak “farklılıkların tanınması” meselesi, Fransız Müslümanlar için eşitlikten nispeten daha az önemli bir taleptir esasında.[24]

Görebildiğimiz kadarıyla devrimci sol, henüz işçi sınıfının “yeni sosyoloji”sine kendisini uydurabilmiş değildir. Devrimci sol, güvencesizlikle ve işsizlikle paramparça olmuş bir toplumsal kategori dâhilinde sayıları giderek artan, göçmen geçmişi bulunan, ırkçı saldırılara maruz kalan kişilerle alakalı gelişmeleri epey yavaş idrak etmiştir.[25] Bu kişiler, geçiş aşamasındaki çalışma koşullarında istihdamın o müşterek koşulları karşısında, birliği gündemlerine pek almamaktadırlar. Reformist ve devrimci solun ayrımcılıkla bağlantılı meselelere yönelik kayıtsızlığı, İslamofobiye karşı koyma ihtiyacını gören ırkçılık karşıtı özerk bir hareketin gelişimini hızlandırmıştır. Bazı yazarların da dile getirdiği biçimiyle bu, esasen destek eksikliğinin ispatı ve zafiyetin emaresi olarak görülebileceği gibi, aynı zamanda kapsamlı bir biçimde yürütülmesi gereken kampanyalara dair bir işaret olarak da algılanabilir.[26] Öte yandan ırkçılığa maruz kalan eylemcilerin “beyaz solcular” dedikleri kesimlere yönelik alaycı tutumlarını ayrışmanın ana sebebi olarak görmemek gerekmektedir. Asıl zararı veren, SOS Racisme gibi “ahlakçı ırkçılık karşıtları”nın başarısızlığa uğramış örgütlenme pratikleri, önde gelen sosyalist isimlerin ayrımcı ve ırkçı politikaları ile söylemleri, ayrıca İslamofobiye karşı koymayan devrimci sol örgütlerdir.

Bugün Fransa’da tanık olduğumuz önemli bir gelişme de başını siyahların ve Arapların çektiği örgütlerin kuruluyor olmasıdır. Hüda Asal’ın mülâkat yaptığı bir CCIF (Fransa’da İslamofobi Karşıtı Kolektif) üyesinin de ifade ettiği biçimiyle, bu gelişme, Tarık Ramazan’dan Huriye Butelca’ya birçok önde gelen ismin şeytanileştirilmesini ve böylesi örgütlere yönelik düşmanlığı kısmen izah ediyor: “İnsanların asıl canını sıkan, mücadeleye Müslümanların öncülük ediyor olmasıdır.”[27] Dekolonyalizm Yaz Kampı türünden bağımsız girişimler de benzer bir şiddetle yüzleşiyorlar. 2016 yazında ırkçılık karşıtı siyahların ve etnik azınlık mensuplarının örgütlediği bu kamp, mevcut can sıkıntısını perçinliyor. Uluslararası Irkçılık ve Antisemitizm Karşıtı Birlik (LICRA) başkanı Alain Jakubowicz, söz konusu kampla ilgili olarak, “Rosa Parks mezarında ters dönmüştür” dedi. Ardından da “siyahları tıpkı Ku Klux Klan gibi beyazlardan ayırıp ‘mücadeleyi ayrımcılık görenler yürütmeli’ diyen birinin sahtekâr” olduğunu söyledi.[28] SOS Racisme ise kampı ağır bir dille eleştirip onu, “kimlikle alakalı nevrotik tutumlarını politik nefrete dönüştürmüş olan kişilerce örgütlenmiş aleni ırkçı bir çalışma" olarak tanımladı.[29] Ayrıca aralarında Başbakan Valls’ın da bulunduğu üç bakan, kampı sert bir dille eleştirdi ve “beyaz karşıtı ırkçılık” iddiası temelinde yasaklanması yönünde çağrıda bulundu. Sürekli “homofobik, antisemitik ve ırkçı” olmakla eleştirilen Huriye Butelca’ya yönelik karalama kampanyası, esasen bu “politik ırkçılık karşıtlığı”nın ortaya çıkışına yönelik benzer türde bir tepkinin bir parçası. Bu kampanyaya çoğunlukla ırk ve İslamofobi gibi kavramları mahkûm eden ifadeler eşlik ediyor.[30]

Asal’ın da tespit ettiği üzere, "İslamofobiyle mücadele, politik olarak varolmak adına ırkçılık mağdurlarının ve işçi mahallelerinde yaşayanların uzun süredir verdikleri o kadim mücadelenin bir parçası esasında.”[31] Asal’ın dile getirdiği formülasyon, Abdulmelik Seyyid’in doksanlarda sorduğu şu soruya dayanıyor: “Politik olarak varolmadan, göçmenlere bahşedilmiş bu ufak, tesadüfi, lüzumsuz, kırılgan, dar ve sakatlanmış bir varoluş dâhilinde, millet denilen o sosyo-politik düzende varolmak nasıl mümkün olabilir ki?”[32]

Merkezî bir konu olarak seksenlerden beri ülke genelinde tartışılan ulusal kimliğin inşası meselesi, günümüz Fransa’sında görülmekte olan kimlik krizinin bir parçasıdır. Butelca’nın da dile getirdiği biçimiyle bu kriz, Müslüman sorunu ile ilgili değildir. Bu ülkede “bir beyaz sorunu vardır. Bir Fransız sorunu vardır. Fransız kimliği krizdedir. Fransa’nın çöküşte olmasıdır asıl sorun.”[33] İmparatorluk mirası olan ülkenin sahip olduğu tüm sorunlar İslamofobiyi beslemektedir. Bu sorunlardan biri de modern, çokkültürlü bir toplum gerçeği ile uzlaşmaya ve giderek derinleşen toplumsal ve politik kutuplaşma bağlamında Fransız sömürgeciliğinin geride bıraktığı mirasla yüzleşmeye dönük reddiyedir. Savaş sonrası siyaset âlemine hükmetmiş olan parti sisteminde tanık olunan ve hâlen daha devam eden dağılma ve faşist köklere sahip aşırı sağcı gelenekteki diriliş türünden yukarıda sözünü ettiğimiz kutuplaşmaya ait semptomlar, temelde yapısal işsizlik, kurumsal ırkçılık ve giderek artan eşitsizliklerin eseridir.

Bu sorunların sebeplerini açıklamak ve ortadan kaldırmak için genel bir çerçeve geliştirmek yerine bilinçli bir şekilde “Müslüman sorunu” icat eden siyasetçiler ve devlete bağlı kadrolar, tüm dünya genelinde süren terörle mücadeledeki İslamofobik söz ve eylemlerin, Fransa’nın sömürgecilik mirasının ve yetmişlerden beri radikalleşen sağın diline doladığı “kültürel ırkçılık” ile alakalı lügatin temin ettiği kaynaklara dayanmaktadır. Rancière’nin de ifade ettiği biçimiyle, bu süreci “gerici toplumsal gruplar” değil, “halkın öfkesine bakmak yerine devleti meşrulaştıran entelektüel seçkinlerin belirli bir bölüğü yönetmektedir.”[34] Bugün cumhuriyetçi laikliğin gerici pratiği, sağcı ve solcu partilerin elinde ayrımcılık ve dışlama amacıyla kullanılan bir tür silâh hâlini almış, bu pratik, devletin otoritesini toplumsal ilişkilerin asli efendisi, uzlaşmak nedir bilmeyen hakemi olarak görüp desteklemiş, söz konusu hakemlik, zaman içerisinde kültür ve etnisite penceresinden görülmeye başlanmıştır. İslamofobi temelli günah keçisi arayışında, her yere sızan otoriterizmde, demokratik düzlemde hesap verme gerekliliğinin ortadan kaldırılmasında, kültürel çoğulculuğa yönelik husumette söz sahibi olan dinamiklerin birbirlerini karşılıklı olarak beslediğini görmek gerekmektedir. Tüm bu dinamiklerde asıl ihtiyaç duyulan şeyse halkın en geniş kesimlerinin itaat etmesi ve rıza göstermesidir. Dolayısıyla o dinamiklere karşı koymak, tekerlerine çomak sokmak ve yollarını kesmek zaruri ise o vakit itaatsizliğe ve muhalefete, aynı zamanda anlamlı ve pratikte karşılığı olan bir dayanışmaya, ayrıca ahenk içindeki bir politik iradeye ihtiyaç vardır.

Jim Wolfreys

[Kaynak: Republic of Islamophobia: The Rise of Respectable Racism in France, Oxford University Press, 2018,s. 196-204.]

Dipnotlar:
[1] Rivera, Les dérives de l’universalisme, s. 52–3.

[2] A.g.e., s. 100.

[3] A.g.e., s. 101.

[4] Cette France-là, Xénophobie d’en haut. Le choix d’une droite éhontée, Paris: La Découverte, 2012, s. 159.

[5] A.g.e., s. 160. Ayrıca bkz. Baumel, Laurent ve François Kalfon, L’équation gagnante. La gauche peut-elle enfin remporter la présidentielle?, Paris: Le Bord de l’eau, 2011; ve Baumel, Laurent ve François Kalfon, Plaidoyer pour une gauche populaire: La gauche face à ses électeurs, Paris: Le Bord de l’eau, 2011.

[6] Cette France-là, Xénophobie d’en haut.

[7] Mergier, Alain ve Jérôme Fourquet, Le point de rupture. Enquête sur les ressorts du vote FN en milieux populaires, Paris: Fondation Jean Jaurès, 2011.

[8] Cette France-là, Xénophobie d’en haut, s. 165.

[9] Guilluy, Christophe, Fractures Françaises, Paris: Flammarion, 2013, s. 44.

[10] Aktaran: A.g.e., s. 165–8.

[11] Cette France-là, Xénophobie d’en haut, s. 168.

[12] Ford, Robert ve Matthew J. Goodwin, Revolt on the Right: Explaining Support for the Radical Right in Britain, Londra: Routledge, 2011.

[13] Bkz. Fysh, Peter ve Jim Wolfreys, The Politics of Racism in France, Basingstoke: Palgrave Macmillan, 2003.

[14] Cette France-là, Xénophobie d’en haut, s. 171.

[15] IFOP anketi, le Journal du Dimanche, 16 Aralık 2003; BVA 2005, aktaran: Hargreaves, Multi-Ethnic France: Immigration, Politics, Culture and Society, Abingdon: Routledge, 2007, s. 162.

[16] Bouamama, Saïd, La France. Autopsie d’un mythe national, Paris: Larousse, 2008, s. 112.

[17] A.g.e., s. 112.

[18] Beaud, Stéphane ve Michel Pialoux, Violences urbaines, violences sociales: genèse des nouvelles classes dangereuses, Paris: Fayard, 2003. Aktaran: Talpin, Julien, Julien O’Miel ve Frank Frégosi (Yayına Hz.), L’islam et la cité. Engagements musulmans dans les quartiers populaires, Lille: Presses universitaires du Septentrion, 2017, s. 21.

[19] Bouamama, La France. Autopsie d’un mythe national, s. 113.

[20] Said Bouamama, La France. Autopsie d’un mythe national, s. 114.

[21] A.g.e., s. 115.

[22] A.g.e., s. 112.

[23] Talpin vd., L’Islam et la cité, s. 25.

[24] A.g.e., s. 26.

[25] A.g.e., s. 21.

[26] A.g.e., s. 57.

[27] A.g.e., s. 161.

[28] Eschapasse, Baudouin, ‘Pourquoi le “camp décolonial” fait polémique’, Point, 25 Ağustos 2016, son erişim tarihi: 16 Ağustos 2017.

[29] SOS Racisme, ‘“Camp d’été décolonial”: un rassemblement ouvertement raciste’, 26 Ağustos 2016, son erişim tarihi: 16 Ağustos 2017.

[30] Bkz. Birnbaum, Jean, ‘La gauche déchirée par le “racisme antiraciste”’, Le Monde, 9 Haziran 2017, son erişim tarihi: 16 Ağustos 2016 ve ‘Vers l’émancipation, contre la calomnie. En soutien à Houria Bouteldja et à l’antiracisme politique’, Le Monde, 19 Haziran 2017, son erişim tarihi: 16 Ağustos 2016.

[31] A.g.e., s. 163-4.

[32] Sayad, Abdelmalek, L’immigration ou Les paradoxes de l’alterité: L’illusion du provisoire, Paris: Raisons d’agir, 2006, s. 13.

[33] Houria Bouteldja, Yazarla yapılan söyleşi, Paris, 21 Mayıs 2016.

[34] Rancière, Jacques, ‘Racism, a Top-Down Passion’, Mediapart, 22 Ekim 2010, son erişim tarihi: 16 Ağustos 2017. Türkçesi: İştirakî. Ayrıca bkz. Noiriel, Gérard, Racisme: la responsabilité des élites, Paris: Textuel, 2007.

0 Yorum: