Aktivizm mi Devrim mi?
Günümüzdeki Direnişin Biçimlerinin
Anlamı
ABD’de ve
genelde dünyanın kuzeyinde, aktivizm ve devrimci faaliyet konusunda zihinler
net değil, ikisi hep birbirine karıştırılıyor. Ne kadar küçük olursa olsun, her
eylemin hem kendisi için hem de kendinde eylem olarak tarif edilecek bir yan
barındırdığı postmodern dönemin bir parçası olarak devrimciler, ya hâkim
kültürel anlatılara itiraz ediyorlar ya da politik alana sırtlarını dönüyorlar.
Veganizm,
ahlaki tüketimcilik, adil ticaret dâhilinde ürün satın alma, politikayı genel
manada reddetme, birçok solcu mahfilde ana politik çizgi hâline geliyor.
Dolayısıyla siyasete yönelik reddiye, sonuçta sözel itirazın, siyasete
katılmamanın, geri çekilmenin/ricatın somut devrimci eylemmiş gibi görüldüğü
bir yaklaşıma yerini bırakıyor.
Bireyler,
bu bağlamda sadece kendi mikro cemaatlerinin parçası olmaya, kendi inançlarına
ve değerlerine, dış görünümüne ve bireysel eylemlerine önem veriyorlar. Dolayısıyla
kimse, politik ve bireysel dönüşümünü herkesin özgürleşmesi için verilen o
büyük kolektiviteye bağlama gereği duymuyor.
Kişisel
yardım, insanların güçlendirilmesi, kıyıya köşeye atılmış cemaatlere destek
sunulması gibi önemli işlevler gören küçük cemaatlerin önemini kimse görmezden
gelemez, ama bu yaşam tarzcılığın, mikro cemaatlerin kendilerini yalnızlaştırıp
özgürlük mücadelesiyle bağlarını kopardıkları ölçüde devrimci değil bölücü
olduklarını söylemek lazım. Ayrıca bunların depolitize olmuş, tecrit edilmiş
olgular olarak asla devrimci olamayacaklarını da görmek gerek. Bu tür
oluşumlar, burjuva toplumuna uyum sağlama eğilimlerine sahip küçük burjuva
bireyciliğinin somut birer ifadesi, kitlesel mücadele ile siyasete yönelik
genel kayıtsızlığın yansımasıdırlar.
Elbette
politik hayattan ve mücadeleden çekilme ya da ayrılma, oradan da tecrit edilmiş
bir cemaatin sınırlarına çekilme, zengin kuzey ülkelerindeki burjuva
demokrasisinin geleneksel sosyal demokrat modelden neoliberalizmin herkesin
siyasete katılımını öngören “düşük yoğunluklu” demokrasisine doğru yaşanan
dönüşümünün bir tezahürüdür.
Devletin sözel
ve fiziksel manada tarumar olması ile birlikte demokratik ifade noktasında
katılımcılığı mümkün kılan kanalların kapanıp mikro mücadelelerin galebe
çalması ile birlikte aktivizm anlayışı da dönüşüme uğradı. Eskiden aktivist
olmak, ya uzun bir mücadele ya da (televizyonda insanların Vietnam’da toplu
katliamlara maruz kaldıklarını görüp radikalleşen gençlerde olduğu gibi)
gerçeği ifşa eden bir olay aracılığıyla politik açıdan dönüşüme uğramış,
sonrasında ise kitle hareketlerinin akıntısına kapılıp belirli politik amaçlar
için sınıfsal mücadeleye katılmış kişiyi ifade ediyordu. Şimdilerde aktivizm,
politika karşıtlığı hâline gelerek, politikleşme sürecini reddettiği için
politik dönüşüme yönelik bir reddiye hâline geldi.
Son yirmi
otuz yıl içerisinde greve, protestoya ya da yürüyüşe tanıklık eden herkes,
politik içerikten yoksun, anlaşılmaz sloganların yazılı olduğu dövizler
taşıyan, içi geçmiş bir hâlde şarkılar mırıldanan, insanlar yürürken dostlar
alışverişte görsün diye yumruğunu kaldıran, hatta daha kötüsü, o günün konusuna
dair yarı ölü akademik konuşmaları dinlerken sessiz sessiz bir kenarda duran
insanlara tanık olmaktadır.
Tabii bunca
şeyi yapınca vicdanımızı rahatlatmış oluruz, çünkü bir şey yapmışız, eyleme
geçmişizdir (sonuçta bir şey yapmak, yapmamaktan daha iyi değil midir?), bu da
bizi cahillerden veya hiçbir şey yapmayanlardan daha iyi insanlar hâline
getirir.
Oysa asıl
sorun da budur: Aktivistler bir şeyler yaparak tatmin olurlar ama o şeyleri
neden yaptıklarını ve ne yaptıklarını sormayı unuturlar. Eskiden aktivistlerin
sorduğu bu türden sorular, mücadelenin yaygınlaşmasını, bölücü bir nitelik arz
etmekten çıkmasını ve politik dönüşüme zemin hazırlamasını mümkün kılıyordu. O
sorular sınıf mücadelesi için zaruridir.
Peki neden?
Çünkü mücadelenizi kolektif düzeyde kavramsallaştırmak ve anlamlı kılmak, sizin
mücadelenizi başka mücadelelerle ilişkilendirmenizi gerekli hâle getirir. Ancak
bu gerçek görüldüğünde, söz konusu bağ kurulduğunda, bölücülükten,
hissizlikten, kuşkuculuktan ve kimlik siyasetinden uzaklaşılır. Böylece
birbirinden kopuk ve ayrıymış gibi görünen mikro mücadeleleri birbirine
bağlamak için genel bir teorik faaliyet içine girilir ve kapitalist dünyada
sınıf mücadelesine tekabül eden kitle mücadelesinde bu mikro mücadelelerin
oynadığı rol görülür.
Devrimci faaliyet
ise aktivizmin aksine politikleşme sürecine, bireylerin devrimcileşmesine
ihtiyaç duyar. Küçük burjuva ideolojisi içlerine işlemiş birçok öğrenciye göre
kişinin kendi şahsi veya toplumsal mücadelesini dönüştürüp büyük mücadeleye bağlama
gerekliliğini dillendiren anlayışta baskıcı bir bütünleme ve marjinalleştirme
iradesi söz konusudur.
Oysa tüm
bütünlükleri bütünleştirici görüp çöpe atan, kendi mücadelesinin talileşmesini,
gözden kaçırılmasını istemeyen anlayış, örtük olarak kendi mücadelesini
başkalarının mücadelesi karşısında imtiyazlı görüyordur.
Aktivist mücadelesinden
farklı olarak devrimci mücadele, dolaysız deneyim aracılığıyla birbirine
bağlanmış tüm ezilen insanların ilmek ilmek ördükleri mücadeleleri bütünler.
Bu, postmodernistlerde her türden bütünlük karşısında duyulan korkuda sunulduğu
biçimiyle negatif bir şey değildir. Bu bütünleme pratiği pozitiftir, çünkü
tarih, yüz milyonlarca insanın kurtuluşunun aktivist mücadeleleri değil,
kitlesel devrimci mücadele eliyle gerçekleştiğini öğretmektedir (Rusya ve Çin’de
yaşanan devrimler 600 milyondan fazla insanı kapitalizmin, yarı-feodalizmin ve
emperyalizmin boyunduruğundan kurtarmıştır.)
Buna
karşılık aktivistler ne üretmiştir?
Mikro
mücadeleler, belirli bir ezilen grubunun durumunu bir miktar iyileştirecek
kademeli reformlara öncülük etmiş, ama öte yandan da diğer bir ezilen grubu
görmezden gelmiştir. Bu noktada en fazla diğer grubun kendi mikro mücadelesini
yükseltmesi ve baskıları azaltması beklenmiştir, zira iki mücadelenin
bütünlenip birbirine bağlanması baskıcı bir gelişme olarak görülmüş, bu da
diğer ezilen grubun üyesi olmama durumu üzerinden gerekçelendirilmiştir.
Benim örgütümde
olduğu gibi birçok örgütte de aktivist çizgisi ile devrimci çizgi arasında
belirli bir çelişki söz konusu. Bu düzlemde esasen herhangi bir şeyi protesto
etmekten gayrı bir şey yapmak istemeyen politika dışı, gevşek örgütlenme modeli
ile kitleleri ve kendisini politikleştirmeyi böylece kolektif kurtuluş yolunu
açmayı arzulayan model arasında bir çatışma yaşanıyor.
Bu aktivist
çizgisiyle mücadele etmek şart. Bu kesimdeki insanlar devrimci çizgiye
kazanılmalı, devrimci mücadelenin gerekliliğine ikna edilmeli.
Aktivizm çizgisi,
kendisini en devrimci yönelim olarak takdim ediyor, oysa o mikro mücadele adına
kitlesel mücadeleyi ve politikleşmeyi redde tabi tutuyor, kişinin içsel gelişimine
odaklanıyor ve apolitik mekânlar kurguluyor. Bu hâliyle aktivizm çizgisi karşı
devrimcidir.
Bunun tek sebebi
onun devrimci çizgiye karşı çıkması değil, ayrıca bu aktivizm çizgisinin
uyguladığı yöntemlerle sömürü ve zulümden kurtuluş mücadelesine öncülük
edememesidir.
Batı Avrupa
ve Kuzey Amerika’da aktivist sol, politik sorunlara politika karşıtı çözümler
sunmanın yollarını arayıp dururken Hindistan’da, Türkiye’de, Afganistan’da ve
Filipinler’de devrimciler devlet iktidarını ele geçirip milyonları
kapitalizmin, emperyalizmin, ataerkilliğin zincirlerinden, yarı-feodal
koşullardan kurtarmaya çalışıyorlar. Onlar aktivist değil devrimci.
Bizim birbirinden
kopuk, az sayıda zaferin mevcut koşulları iyileştirmek dışında bir şey
üretmediği gerçeğini görüp bu konu üzerine kafa patlatmamız gerekiyor. Politikayı
kuşkucu veya kayıtsız olmak adına redde tabi tuttuk, partileri ve örgütleri çöpe
atıp bölünmüşlüğü besledik, merkezsiz olmayı yücelttik, kendi mücadelemizi
başkalarının mücadelesinin üzerine koyduk, üstelik bunları devlet ve kapitalizm
saldırılarına devam ederken yaptık.
Neoliberalizmin
saldırısı karşısında kendi gücümüzü dağıttık, savunma hattımızı kırdık, buna da
kurtuluş dedik. Hatalıydık, aktivizm hatalıydı, aktivizm çıkmaz sokak olduğunu
kanıtladı.
Bugün bu
gerçeği birçok aktivist kabul edemeyecek, oysa kitlelerin hizmetinde olan
insanların kendilerini eleştirmeleri ve dönüştürmeleri politik bir zorunluluk.
Artık vakit,
fildişi kulelerimizden, su sızdırmaz güvenli mekânlarımızdan çıkma, kendimizi
mahkûm ettiğimiz ideolojik ve politik sürgün hayatından kurtulmanın ve sınıf
mücadelesine girip halka hizmet etmenin vakti.
Vakit,
kitlelerle bütünleşme, bölücü, kayıtsız ve kuşkucu küçük burjuva vesveselerden
kurtulmanın ve “kolektif gücümüzle eski toplumu imha edip herkesi
özgürleştireceğiz, bundan daha azına razı gelmeyeceğiz” demenin vaktidir.
Bugün ezilen
halklara hizmet eden bir devrimci olmanın vaktidir. Kurtuluş mücadelesinde
kişinin kendisini politik düzlemde dönüştürmesi ve aktivistler gibi slogan atıp
döviz taşımakla yetinmemesi gerekiyor. Dolayısıyla aktivizm bayrağı yere,
devrim bayrağı yukarı.
Red Zeal
27 Mayıs 2016
Kaynak
27 Mayıs 2016
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder