01 Aralık 2019

,

Aktivizm mi Devrim mi?

Aktivizm mi Devrim mi?
Günümüzdeki Direnişin Biçimlerinin Anlamı

ABD’de ve genelde dünyanın kuzeyinde, aktivizm ve devrimci faaliyet konusunda zihinler net değil, ikisi hep birbirine karıştırılıyor. Ne kadar küçük olursa olsun, her eylemin hem kendisi için hem de kendinde eylem olarak tarif edilecek bir yan barındırdığı postmodern dönemin bir parçası olarak devrimciler, ya hâkim kültürel anlatılara itiraz ediyorlar ya da politik alana sırtlarını dönüyorlar.
Veganizm, ahlaki tüketimcilik, adil ticaret dâhilinde ürün satın alma, politikayı genel manada reddetme, birçok solcu mahfilde ana politik çizgi hâline geliyor. Dolayısıyla siyasete yönelik reddiye, sonuçta sözel itirazın, siyasete katılmamanın, geri çekilmenin/ricatın somut devrimci eylemmiş gibi görüldüğü bir yaklaşıma yerini bırakıyor.
Bireyler, bu bağlamda sadece kendi mikro cemaatlerinin parçası olmaya, kendi inançlarına ve değerlerine, dış görünümüne ve bireysel eylemlerine önem veriyorlar. Dolayısıyla kimse, politik ve bireysel dönüşümünü herkesin özgürleşmesi için verilen o büyük kolektiviteye bağlama gereği duymuyor.
Kişisel yardım, insanların güçlendirilmesi, kıyıya köşeye atılmış cemaatlere destek sunulması gibi önemli işlevler gören küçük cemaatlerin önemini kimse görmezden gelemez, ama bu yaşam tarzcılığın, mikro cemaatlerin kendilerini yalnızlaştırıp özgürlük mücadelesiyle bağlarını kopardıkları ölçüde devrimci değil bölücü olduklarını söylemek lazım. Ayrıca bunların depolitize olmuş, tecrit edilmiş olgular olarak asla devrimci olamayacaklarını da görmek gerek. Bu tür oluşumlar, burjuva toplumuna uyum sağlama eğilimlerine sahip küçük burjuva bireyciliğinin somut birer ifadesi, kitlesel mücadele ile siyasete yönelik genel kayıtsızlığın yansımasıdırlar.
Elbette politik hayattan ve mücadeleden çekilme ya da ayrılma, oradan da tecrit edilmiş bir cemaatin sınırlarına çekilme, zengin kuzey ülkelerindeki burjuva demokrasisinin geleneksel sosyal demokrat modelden neoliberalizmin herkesin siyasete katılımını öngören “düşük yoğunluklu” demokrasisine doğru yaşanan dönüşümünün bir tezahürüdür.
Devletin sözel ve fiziksel manada tarumar olması ile birlikte demokratik ifade noktasında katılımcılığı mümkün kılan kanalların kapanıp mikro mücadelelerin galebe çalması ile birlikte aktivizm anlayışı da dönüşüme uğradı. Eskiden aktivist olmak, ya uzun bir mücadele ya da (televizyonda insanların Vietnam’da toplu katliamlara maruz kaldıklarını görüp radikalleşen gençlerde olduğu gibi) gerçeği ifşa eden bir olay aracılığıyla politik açıdan dönüşüme uğramış, sonrasında ise kitle hareketlerinin akıntısına kapılıp belirli politik amaçlar için sınıfsal mücadeleye katılmış kişiyi ifade ediyordu. Şimdilerde aktivizm, politika karşıtlığı hâline gelerek, politikleşme sürecini reddettiği için politik dönüşüme yönelik bir reddiye hâline geldi.
Son yirmi otuz yıl içerisinde greve, protestoya ya da yürüyüşe tanıklık eden herkes, politik içerikten yoksun, anlaşılmaz sloganların yazılı olduğu dövizler taşıyan, içi geçmiş bir hâlde şarkılar mırıldanan, insanlar yürürken dostlar alışverişte görsün diye yumruğunu kaldıran, hatta daha kötüsü, o günün konusuna dair yarı ölü akademik konuşmaları dinlerken sessiz sessiz bir kenarda duran insanlara tanık olmaktadır.
Tabii bunca şeyi yapınca vicdanımızı rahatlatmış oluruz, çünkü bir şey yapmışız, eyleme geçmişizdir (sonuçta bir şey yapmak, yapmamaktan daha iyi değil midir?), bu da bizi cahillerden veya hiçbir şey yapmayanlardan daha iyi insanlar hâline getirir.
Oysa asıl sorun da budur: Aktivistler bir şeyler yaparak tatmin olurlar ama o şeyleri neden yaptıklarını ve ne yaptıklarını sormayı unuturlar. Eskiden aktivistlerin sorduğu bu türden sorular, mücadelenin yaygınlaşmasını, bölücü bir nitelik arz etmekten çıkmasını ve politik dönüşüme zemin hazırlamasını mümkün kılıyordu. O sorular sınıf mücadelesi için zaruridir.
Peki neden? Çünkü mücadelenizi kolektif düzeyde kavramsallaştırmak ve anlamlı kılmak, sizin mücadelenizi başka mücadelelerle ilişkilendirmenizi gerekli hâle getirir. Ancak bu gerçek görüldüğünde, söz konusu bağ kurulduğunda, bölücülükten, hissizlikten, kuşkuculuktan ve kimlik siyasetinden uzaklaşılır. Böylece birbirinden kopuk ve ayrıymış gibi görünen mikro mücadeleleri birbirine bağlamak için genel bir teorik faaliyet içine girilir ve kapitalist dünyada sınıf mücadelesine tekabül eden kitle mücadelesinde bu mikro mücadelelerin oynadığı rol görülür.
Devrimci faaliyet ise aktivizmin aksine politikleşme sürecine, bireylerin devrimcileşmesine ihtiyaç duyar. Küçük burjuva ideolojisi içlerine işlemiş birçok öğrenciye göre kişinin kendi şahsi veya toplumsal mücadelesini dönüştürüp büyük mücadeleye bağlama gerekliliğini dillendiren anlayışta baskıcı bir bütünleme ve marjinalleştirme iradesi söz konusudur.
Oysa tüm bütünlükleri bütünleştirici görüp çöpe atan, kendi mücadelesinin talileşmesini, gözden kaçırılmasını istemeyen anlayış, örtük olarak kendi mücadelesini başkalarının mücadelesi karşısında imtiyazlı görüyordur.
Aktivist mücadelesinden farklı olarak devrimci mücadele, dolaysız deneyim aracılığıyla birbirine bağlanmış tüm ezilen insanların ilmek ilmek ördükleri mücadeleleri bütünler. Bu, postmodernistlerde her türden bütünlük karşısında duyulan korkuda sunulduğu biçimiyle negatif bir şey değildir. Bu bütünleme pratiği pozitiftir, çünkü tarih, yüz milyonlarca insanın kurtuluşunun aktivist mücadeleleri değil, kitlesel devrimci mücadele eliyle gerçekleştiğini öğretmektedir (Rusya ve Çin’de yaşanan devrimler 600 milyondan fazla insanı kapitalizmin, yarı-feodalizmin ve emperyalizmin boyunduruğundan kurtarmıştır.)
Buna karşılık aktivistler ne üretmiştir?
Mikro mücadeleler, belirli bir ezilen grubunun durumunu bir miktar iyileştirecek kademeli reformlara öncülük etmiş, ama öte yandan da diğer bir ezilen grubu görmezden gelmiştir. Bu noktada en fazla diğer grubun kendi mikro mücadelesini yükseltmesi ve baskıları azaltması beklenmiştir, zira iki mücadelenin bütünlenip birbirine bağlanması baskıcı bir gelişme olarak görülmüş, bu da diğer ezilen grubun üyesi olmama durumu üzerinden gerekçelendirilmiştir.
Benim örgütümde olduğu gibi birçok örgütte de aktivist çizgisi ile devrimci çizgi arasında belirli bir çelişki söz konusu. Bu düzlemde esasen herhangi bir şeyi protesto etmekten gayrı bir şey yapmak istemeyen politika dışı, gevşek örgütlenme modeli ile kitleleri ve kendisini politikleştirmeyi böylece kolektif kurtuluş yolunu açmayı arzulayan model arasında bir çatışma yaşanıyor.
Bu aktivist çizgisiyle mücadele etmek şart. Bu kesimdeki insanlar devrimci çizgiye kazanılmalı, devrimci mücadelenin gerekliliğine ikna edilmeli.
Aktivizm çizgisi, kendisini en devrimci yönelim olarak takdim ediyor, oysa o mikro mücadele adına kitlesel mücadeleyi ve politikleşmeyi redde tabi tutuyor, kişinin içsel gelişimine odaklanıyor ve apolitik mekânlar kurguluyor. Bu hâliyle aktivizm çizgisi karşı devrimcidir.
Bunun tek sebebi onun devrimci çizgiye karşı çıkması değil, ayrıca bu aktivizm çizgisinin uyguladığı yöntemlerle sömürü ve zulümden kurtuluş mücadelesine öncülük edememesidir.
Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da aktivist sol, politik sorunlara politika karşıtı çözümler sunmanın yollarını arayıp dururken Hindistan’da, Türkiye’de, Afganistan’da ve Filipinler’de devrimciler devlet iktidarını ele geçirip milyonları kapitalizmin, emperyalizmin, ataerkilliğin zincirlerinden, yarı-feodal koşullardan kurtarmaya çalışıyorlar. Onlar aktivist değil devrimci.
Bizim birbirinden kopuk, az sayıda zaferin mevcut koşulları iyileştirmek dışında bir şey üretmediği gerçeğini görüp bu konu üzerine kafa patlatmamız gerekiyor. Politikayı kuşkucu veya kayıtsız olmak adına redde tabi tuttuk, partileri ve örgütleri çöpe atıp bölünmüşlüğü besledik, merkezsiz olmayı yücelttik, kendi mücadelemizi başkalarının mücadelesinin üzerine koyduk, üstelik bunları devlet ve kapitalizm saldırılarına devam ederken yaptık.
Neoliberalizmin saldırısı karşısında kendi gücümüzü dağıttık, savunma hattımızı kırdık, buna da kurtuluş dedik. Hatalıydık, aktivizm hatalıydı, aktivizm çıkmaz sokak olduğunu kanıtladı.
Bugün bu gerçeği birçok aktivist kabul edemeyecek, oysa kitlelerin hizmetinde olan insanların kendilerini eleştirmeleri ve dönüştürmeleri politik bir zorunluluk.
Artık vakit, fildişi kulelerimizden, su sızdırmaz güvenli mekânlarımızdan çıkma, kendimizi mahkûm ettiğimiz ideolojik ve politik sürgün hayatından kurtulmanın ve sınıf mücadelesine girip halka hizmet etmenin vakti.
Vakit, kitlelerle bütünleşme, bölücü, kayıtsız ve kuşkucu küçük burjuva vesveselerden kurtulmanın ve “kolektif gücümüzle eski toplumu imha edip herkesi özgürleştireceğiz, bundan daha azına razı gelmeyeceğiz” demenin vaktidir.
Bugün ezilen halklara hizmet eden bir devrimci olmanın vaktidir. Kurtuluş mücadelesinde kişinin kendisini politik düzlemde dönüştürmesi ve aktivistler gibi slogan atıp döviz taşımakla yetinmemesi gerekiyor. Dolayısıyla aktivizm bayrağı yere, devrim bayrağı yukarı.
Red Zeal
27 Mayıs 2016
Kaynak

0 Yorum: