31 Ocak 2016

Rohith Vemula ve Steve Biko


 Bu ayın başında, 17 Ocak’ta intihar eden Rohith Vemula’nın “toplumsal bir cinayet”e kurban gitmesi, kimi yönlerden Steve Biko’nun Güney Afrika rejimi eliyle gerçekleştirilen politik bir cinayete kurban gitmesine benzer. Biko, Soweto öğrenci ayaklanması sonrasında, 1977 yılında ırk ayrımcılığının uyguladığı zulmün zirvede olduğu bir dönemde katledildi. Suça iştirak eden kurum ise ırk ayrımcısı devletin polisi idi. Burada ise Rohith Vemula’yı katleden kendi evinin yakınındaki Hayderabad Merkez Üniversitesi idi.
Siyah hareketin genç lideri Steve Biko beyaz üstünlükçülüğünü ve ırk ayrımcılığını eleştiren önemli bir isimdi. Rohith ise sağcı Hindu örgütü RSS [Ulusal Vatansever Örgütü], ABVP [Tüm Hindistan Öğrenci Konseyi] ve iktidara bağlı kimi kurumların brahmanların üstünlüğünü savunan yapılarla ideolojik bir mücadele içerisindeydi.
Steve Biko’nun vefatı gençlerin bir araya gelip ırk ayrımcılığına karşı yapıların şemsiye örgütü Birleşik Demokratik Cephe’yi [UDF] örgütlemesini sağladı. UDF bayrağı altında siyah bilinci ideolojisinden ilham alan yeni liderler seksenlerdeki mücadelede ve doksanların başındaki kurtuluşta ulusa öncülük ettiler. Eğer Hindistan’da da benzer bir yapı kurulursa ve bu yapı tüm ülkeye yayılırsa, bugün sistem dâhilinde her Dalit öğrencinin çektiği çileyi ve toplumsal dışlanmayı azaltmayı başarabilirse, Rohith Vemula’nın anısı da layıkıyla onurlandırılmış olacaktır.
Rohith’in vefatı son dönemlerde Hindistan toplumunun yakalandığı hastalığın bir semptomudur. Hindu sağcılarla bağlantılı güçler devleti ve iktidarı kendi malları olarak görmekte, insanların düşünme, düşüncelerini ifade etme ve kimi görüşlere katılmama özgürlüğünü ortadan kaldırmaya çalışmaktadır. Bu sağcıların arkaik, patriarkal, ayrımcı ve dışlayıcı dünya görüşlerine uymayan herkes “millet karşıtı” ve “gayrimillî” olarak damgalanmaktadır. Bu terimler boştur, duygusaldır ve her türden yoruma açıktır, ayrıca tümüyle somut bir halk kütlesinden çok soyut bir varlığa atıfta bulunmaktadır. Biri çıkıp halk için toplumsal, ekonomik ve politik adaletten bahsetse derhal gayrimillî ilân edilmektedir.
Steve Biko’nun katilleri ikinci derece kanıtlar ve fotoğraflara dayalı kanıtlara rağmen hiçbir zaman açığa çıkartılmadı. Irk ayrımcısı sistem öylesine duygusuz, öylesine kibirli ve adaletten uzaktı ki bu meseleden bir an önce kurtulmayı düşündü. Böylesi bir olaya karşı hassasiyet geliştirmenin ve adaleti tesis etmenin korkaklık alameti olduğuna kanaat getirdi. Bugün aynı şey Rohith vakası için de geçerlidir.
Rohith için eylemler yapan öğrencileri gören başbakan Rohith’in vefatının yol açtığı acıya cevap olarak hemen bir tür sembolizme başvurdu ve onun soyut bir yapıyla ile ilişkili, üzerinde durulması gerekmeyecek biri olarak andı. Genel manada bu olayın bir Dalit meselesi olduğu iddia edildi. TV kanallarında, gazetelerde ve sosyal medyada Rohith’in kimliğine karşı saldırılar gerçekleştirildi ve o bir kez daha öldürüldü.
Tüm Hindistan genelinde öfkeli Dalit öğrenciler eğitim sisteminde Dalit gençlerine karşı kökleri derinde olan yoğun bir ayrımcılığın tatbik edildiğini söylüyorlar. Bu öğrenciler artık kendilerini Rohith Vemula ile tanımlıyorlar. Öğrenci eylemleri, hakkını savunan ve mağdur edilmiş Dalitler arasında yeni bir gençliğin ortaya çıktığının bir göstergesi.
Bugün Dalit öğrenciler devlete yakın öğrenci örgütlerinin kendi isteklerinin dillendirilmesine imkân vermeyeceklerini, kendilerine asla alan açmayacaklarını anlıyorlar. Onlar kendi göbeklerini kendileri kesecekler, kendi yollarını kendileri açacaklar ve liberallerin merhametine muhtaç kalmayacaklar.
Dalit gerçekliği ile ilgili yeni bir sözlükçe oluşturmanın ve bu cemaati güçlendirmenin vaktidir. Hindistan’daki zalim toplumsal sisteme karşı verdikleri mücadelede onların Güney Afrika’da dile dökülmüş olan siyah bilinç gibi alternatif bir anlatıya ihtiyaçları vardır.
Bu anlatı, Güney Afrika’da olduğu gibi, onların özgürleşme yolunda ilk adımları atarken birer Dalit olarak tanımlanmasını sağlayacaktır. Onlar artık kendilerine aşağılık varlık damgası vuran kast sistemini kullanan tüm güçlere karşı mücadele etmeye başlamışlardır. Bu gençler birer mağdur olma hâlinin devam etmesini sağlayan zincirlerden kurtulmak için bir grup olarak örgütlenmek zorundadırlar.
Bugün Dalit gençliğine gereken, kendi aralarında bilinçli olanların bir dayanışma ilişkisi teşkil etmeleridir. Onlara gereken (Hinduizm eleştirisinden farklı olarak) tüm Hindistan’a seslenecek bir ideolojidir. Bu ideoloji tüm o gençleri birbirine bağlamalı, öncelikle psikolojik olarak onları özgürleştirmeli ve onları kesintisiz bir eylemlilik süreci içerisine sokabilmelidir.
Bugün Rohith Vemula’nın doğum günü. Bugün bu yürüyüşün başlangıç noktası olarak iş görmelidir.
Pushkar Raj
30 Ocak 2016

30 Ocak 2016

, ,

Maskara

Burjuvazi azdır. Devlet, onun mekânda, demokrasi zamanda çok görünmekte kullandığı yöntemlerdir. O hâlde siyaset yapabilmek için nesnel bir değerlendirmeye ve bu değerlendirmenin bir tarihçeye ve toplumsal hitabet alanına ihtiyacı vardır. Tarihçe açısından başta 1789 olmak üzere tüm burjuva devrimleri çıkış noktasıdır. Toplumsal düzlemde ise o devrime layık kesimlere hitap edilmelidir. Gerisi çöplüktür.
Burjuvazinin tayin ettiği siyaset alanına girmek, az olmayı ama çokmuş gibi görünmeyi gerekli kılar. Din, millet ve sınıf aza indirgenmeli, sonrasında o az, çoğu kuşatıyormuş gibi görünmelidir. Bu üç dinamik de politik alanda çok alanı tasfiye etmek, etkisiz kılmak için yeniden kalıba dökülür.
Masada olmak, az olanla eşitlenmek, özgürleşmek için tek çareymiş gibi görünür. Önemli olan zevahirdir, makyajdır, görüntüdür. Her momentte bu al pul dökülür. Daha az olana meyledilir. Burjuvazi, hep az olmayı, çokmuş gibi görünmeyi emreder. Gözler, kirpikler, yüz hatları, emtia dünyası, ünlü kişilikler, bedenin kendisi vs. hep fazlasını işaret etmeli, çoğa seslenmelidir.
Az olanın çok görünmek istemesi, mızrağın ucuna Kur’an sayfası asmayı gerekli kılar. Kılların dolgunlaştırılması zorunludur. Burjuvazinin estetiğine uygun bireyler olmak isteniyorsa, onun boyasıyla boyanmak şarttır. Burjuvazinin estetiğine kurban olup bugün birilerini çirkinlikle eleştirmek, bu teslimiyetin alametidir.
Az olan, çok görünmek zorundadır. Devlet ve demokrasi, gerçekte çok ve bu açıdan düşman/tehlikeli olanın darmaduman edilmesini gerektirir. Burjuvazinin yanına oturmak isteyen, bu tasfiye hareketine asla ses etmez. Onun için de az olan özdür, güzeldir, anlamlıdır. Batıdaki sessizliğe bir de buradan bakılmalıdır.
Devlet, kademe kademe çok olanı çözmek, etkisizleştirmek demektir. Burjuva iktidarı açısından bu, bir zorunluluktur. O, kendisine soldan bir ses de bulmaya mecburdur. Amerikan emperyalizminin ve İsrail siyonizminin “batılı burjuva devrimlerinin gerçek varisleri” olduklarını düşünenler öne çıkarlar. Onlar için laiklik, aydınlanma, ilerleme ve modernizm “emekçi” boyasına daldırılır. “Emekçi laiklik”[1] kavramı bu yüzden icat edilir. Mustafa Koç’a bu nedenle yas tutulur.[2] “IŞİD’i var eden emperyalizm, aydınlanma değil”, sırf bu yüzden denilir. Aydınlanma’nın emperyalizmle, laikliğin burjuvazi ile bir alakasının olmadığı söylenir. Eğer öyle ise “AKP’yi var eden milliyetçilik ve İslam değil, emperyalizm” de denilmelidir. IŞİD ile ilgili bu lafı edenin kime işmar ettiğini görmesi gerekir.
Bunlar, hep de “ortak insanlık mirası”ndan bahsederler. İşlerine geldiği yerde sınıflar mücadelesinden dem vuranlar, aslında bu mücadeleden münezzeh bir yerden konuşurlar. O mücadelenin üzerinde bir cennet katı vardır, adı da “ortak insanlık mirası”dır. Buradan da emperyalizmin ve kapitalizmin insanlığa bahşettiği güzellikler hemen dile dolanır.
Bu nedenle kimi Marksistler, orada Reagan’ın, burada Özalgillerin yanına otururlar. ABD emperyalizminin bölgedeki hamleleri, ilerleme ve insanlık adına alkışlanır. Az olanlar, kendileri gibi az olanların başarılarından kendilerine pay çıkartırlar.
İnternet, bir Pentagon icadıdır. Egemenler, bir silâhın posası çıktığında ondan kâr etmenin yollarını iyi bilmektedirler. Bu silâh, artık avamın bir oyuncağıdır.
Aydınlanma da geçmişte krallara, kraliçelere verilen aklın avama satılmasıdır. Avam, saçlarından tutup kendisini yukarı çektiğinde, bataklıktan çıkabileceğine ikna edilir. Akıl yoluyla, burjuvaziyle eşitlenmek mümkündür.
Bu akıl, az olanın çokmuş gibi görünmesine dair bir yanılsamayı üretir. Tıpkı zengin gibi oturup akşam şarap içtiğinde kendisini bir anlığına zengin zanneden fakir gibi, aydınlanmacılar da siyaseten burjuva gibi özgürleşebileceklerine iman ederler. Buradan da “ben sosyalistim nasılsa, bana bir şey olmaz” derler ama rüzgârın kendilerini ne yöne savurduğunu fark etmezler. Artık sosyalizm bile farklılaşmıştır.
Ölçü, burjuvaziden ve emperyalistlerden çekilince eylemin niteliği de değişir. Sanki her eylem bir fotoğrafı çekilsin, bir videoya kaydedilsin diye yapılmaktadır. Dolgun görünme zorunluluğu, burjuvazinin ve emperyalistin adımlarını takip etmeyi gerekli kılar. Buna da “nesnellik” denilir, ona uygun hareket etmeyenler, “ilkel, cahil, apolitik ve çocuk” olarak nitelendirilir. Düşman, çoğu az yapmak zorundadır. Az ve öz olduğunu düşünense bu tasfiye işlemine hayatta kalmak adına ses etmez.
* * *
Gramsci, 1916’da yazdığı “Savaş ve Sömürgeler” isimli makalede, “sömürgeciliğin ahlâkî bir gerekçesi olabilir. Esasında sömürgecilik, değişimi gecikmiş halklar için toplumsal medeniyet noktasında tarihsel bir itki görevi görebilir, o, bu halkları disipline eder, dünyadaki varoluşlarına dair bir bilinç katar ve evrensel hayata katkı yapma görevi yükler.” demektedir.
Burjuvaziden ve emperyalistlerden feyz alanlar, ikiye bölünmüştür. Bu, kimseyi yanıltmamalıdır. Her ikisi de yerellik-genellik açısından bir ayrışma yaşamaktadır, o kadar. Yoksa her iki kesim de erken dönem Gramsci’nin fikrinden uzak değildir. Onun “evrensel hayat” kelimesi yerine “işçi sınıfı” kelimesini ikame etmesinin bir anlamı yoktur. “Radikal demokrasiye karşı Marksizmi”[3] savunanlar için işlem bu kadar basittir. Mesele, Sovyetler sonrası ölçü ve ölçeğin dağılması, gerisin geri tekrar burjuva devrimlerinin hülyalı gerçeğine rücu edilmesidir. İrade de, öznellik de, akıl da, bilinç de, varlık da burjuvanın mirasıdır. Bunları burjuvaya borçlu olduğunu düşünenlerin çok olan, sömürülen-mazlum halklara verebileceği bir şey yoktur.
* * *
Yazının başındaki fotoğraf, Vietkong gerillalarına ait. Bir Amerikan dergisinde yayınlanmış. Esasında yandaki fotoğrafın intikamını almak gibi bir işlevi var fotoğrafın. Gerillaların elindeki namlunun hedefi belirsiz. Bağlamından çıkartılmış. Yandaki fotoğrafta yer alan, Amerikan paraşütçüsünü esir alan genç kız, böylelikle burjuvazinin dünyasına teslim alınmıştır.
O artık az, öz, özel ve güzel olanların masasına mezedir. Demek ki mesele, o kızın ardındaki çokluğa, vatana örgütlenmek, düşmanın iğvasına kapılıp kendini az, öz, özel ve güzel zannetmemektir. Vietnam, çirkinliğin, çamurlu toprakların, nasırlı ellerin üzerine basarak muzaffer olmuştur.
Eren Balkır
30 Ocak 2016
Dipnotlar
[1] Can Soyer, “Koç Gibi Laiklik”, 27 Ocak 2016, İleri.
[2] Eren Balkır, “Faş”, 24 Ocak 2016, İştirakî.
[3] Çağdaş Oklap, “Bir Ayrımın Çerçevesi”, 24 Ocak 2016, İleri.
,

İhtidâ Etmek


İhtidâ Etmek:
Uluslararası Komünist Harekette
Gözle Görünmeyen Hizipleşme
Kara Panter Partisi 41 yıl önce, 15 Ekim’de kuruldu. Bu, Maoist enternasyonalist hareket için önemli bir tarihtir.
Eylül ayı içerisinde yayınlanan videosunda Usame Bin Ladin, Amerikalıların İslam’a girmesini istiyor.[1] Kısa süre önce Rusya’da Limonof, Müslüman oldu. Gazetelerde El-Kaide bağlantılı insanların bugünlerde Malcolm X hakkında konuştuklarından bahsediliyor.[2] Malcolm X, Kara Panterler için yerele ait manevi bir ilham kaynağı. Mao ise kimilerine ideolojik ve bilimsel açıdan ilham veriyor. Bu denemede ihtidâ etme, Müslüman olma ile ilgili düşüncelerimizi aktaracağız.
Denemenin yazarı, İslam’ı incelemeye kısa süre önce başlamış bir isimdir. Tespitlerimize göre Müslüman Sultan Galiyef’in çıkarımları, kendisinden bağımsız olarak, emek-değer teorisinin derinlemesine incelenmesini içermektedir. Sultan Galiyef, Lenin ve Stalin’den sonra önde gelen liderlerden birisidir.
Stalin ve Sultan Galiyef, “eşitsiz” gelişim” tezi konusunda anlaşma içerisindedir. Bu tez, tarihsel süreç içerisinde kabul etmedikleri hususlara kıyasla daha da önemli hâle gelmiştir. Zira Stalin, nihayetinde Sultan Galiyef’i ezmiş, bu sebeple ondan ilham alan komünist hareketin ilgili sektörünü Batılılar görmemiş, bu eğilimi kimse tanımamıştır. Oysa aynı durum, Trotsky’nin yolundan gidenler için geçerli değildir.
Sultan Galiyef’le yaşanan ayrışmada suç, Stalin’indir. Galiyef, uzun bir süre Trotsky üzerinden ciddi bir baskıya muhatap olmuştur. Bu baskının ana öznesi, Rus işçi aristokrasisidir. Öte yandan Rus yerleşimciler, Müslüman topraklarına taşınmaya başlamışlardır. Galiyef, burjuva milliyetçiliği konusunda aşırıya kaçtığı için suçlu olsa da hatta adı emperyalist olmayan devletlerin yöneticileri ile komplolara karıştığı iddia edilse de ona yönelik ihmalin anlaşılır bir yanı yoktur. Burada sorulması gereken soru ise şudur:
Üçüncü Dünya burjuvazisine yönelik yapılan hatalar, Batılı işçi aristokrasisinin burjuva kanadına yapılan hatalardan daha az mı önemsizdir?
Keşke iki hata da yaşanmamış olsaydı. Bu hataların olmaması, bireylerin ideolojik zihinleri dışında pek mümkün değildir. Komünist hareketler, hiçbir zaman saf olmayacaklardır. Bizim gibi Galiyef de asalaklığa vurgu yapan “eşitsiz gelişim” kampına ait bir isimdir.
Bildiğimiz gibi Alman devrimi gerçekleşmedi. Daha da önemlisi Üçüncü Dünya, ekonomik gelişme yoluna giren Almanya’nın on ila yirmi yıl gerisindeymişçesine eşitlenip homojenleşmedi.
Diyalektikten ve Stalin’den dem vuruyorsak, “eşitsiz gelişim”e atıfta bulunuyoruz demektir. Aynı fikrin kimi akademik ifadeleri dâhilinde “azgelişmişlik” veya “merkez-çevre” kavramları gündeme gelmiştir. Samir Amin, bu konularla alakalı çokça metin kaleme almıştır. Rus devrimini bir kenara koyacak olursak, devrim güdüsü sadece “çevre”de, Stalin ile Galiyef’in “sömürgeler” dediği yerlerde varlık imkânı bulmuştur.
Emek-değer teorisi eşitsiz gelişmenin, emperyalist sömürünün yegâne gerçek izahıdır. Emek-değer teorisi ile sermaye birikimini, dolayısıyla değişimin kendisini izah etmek mümkündür. Diğer izahatlar, genelde Troçkizm dâhil, Batı’nın üstünlüğünü öngören, tarihdışı, kendisini övüp duran ideolojilere aittir.
Tüm ülkeler, “yedek işsizler ordusu”na aittir. Bazıları, yoğun biçimde sömürülmeyi işsiz olmaya yeğlerler. Emperyalizm, Üçüncü Dünya’yı iliğine kadar sömürmektedir. Zenginlik üretme siyaseti, bu pratiğe katkı sunar. Troçkist teori, emperyalist küresel genişlemenin Üçüncü Dünya’yı ilerleteceğini, sömürgelerin birbirleriyle “eşitleneceğini” öngörür. Troçkizmdeki dinamik unsur, Batı’daki işçi sınıfının örgütlenmeyle teknik beceri açısından ilerlemesi ve üretici güçlerdeki büyümedir. Buna karşılık Maoist Enternasyonalist Hareket [MEH] ve Galiyef, Batı’daki sermaye birikiminin genişleyerek işçileri burjuvalaştırdığı üzerinde durmaktadır.
Enternasyonal komünist hareket içerisindeki ilk ayrışma, enternasyonalist olmayan sosyal demokratları emperyalizmin kucağına itti. Troçkistler, enternasyonalist olduklarını iddia etseler de sosyal demokratların başına gelen onların da başına geldi. Zira Troçkizm, menşevizmin tutarlı ve belagatli bir versiyonu idi.
Batı’da Stalin ve Trotsky takipçileri arasında komünizm dâhilinde bir diyalog yaşanıyor. Maoist enternasyonalist hareket ise bu diyalogdan hiç hoşnut değil. Tarihsel ayrışma, Trotsky’ye hak ettiğinden fazla bilimsellik bahşedilmesi ile son buluyor. Trotsky, kendiliğinden liberal, muhalif ve devrimci bir imaja sahip olmayı biliyor. Diğer yandan Sultan Galiyef takipçileri ise bilimsel komünizm akımının dışında tutuluyorlar. Bu, aydınların sömürülenlerle uygunsuz bir ilişki içerisine girdiğinin bir kanıtı olarak ele alınmalı.
Oysa Sultan Galiyef, aydınların sömürülenlerle ilişkisini düzelttiği için bilimsel bir önemi haiz. Bizleri okuyanlar, Galiyef’in ana ekonomik gelişme tezine vakıftırlar. Biz Galiyef’i tanımazdan önce, mazlum milletler proletaryasının ortak diktatörlüğü görüşüne ulaşmıştık. Bizim yazdıklarımıza bakıp komünist pozu kesen Batılı şovenistlerin gözüne hiç ilişmeyen Galiyefçilere itibarları verildiği takdirde, Trotsky’nin kusurları daha net görülecektir.
Emperyalistlerin ve onların sahte Marksist savunucularının bizde bıraktıkları izlenim şudur: Müslüman milliyetçiler, tümüyle akıldışıdırlar. Mevcut uluslararası durum dâhilinde zalimin yanlış algısı karşısında şu söylenmelidir: İslam’a bağlı olan halkın pozitif ve negatif kimi yönleri mevcuttur.
Zalimler arasında, esasen önemsiz olan şeklî meseleler[3], saldırıya daha çok sebebiyet vermektedirler. İşçi aristokrasisi ve cinsiyet aristokrasisi, doğaları gereği, hep doğruda durmaktadırlar. Öte yanda ise milyonlarca insanı ölüme gönderen Hitler durmaktadır. Almanya, onun yolunu devam ettirmiştir. Eğer Türkiye, Pakistan ve Endonezya’da maoist devrim olur ise ABD emperyalizmi, bu zorbalığına belki son verebilir. O günden önce Amerikalıların bu işleri bırakacağını beklemek gerçekdışıdır. Diğer emperyalistleri Filistin’de iki devletli çözümü kabul etmeye, Suudi Arabistan’dan ve Irak’tan çıkmaya ikna etmeye çalışmak, nafiledir.
CIA analizcisi Michael Scheuer’e göre, Usame Bin Ladin pratik bir insandır ve asla akıldışılığa meyilli değildir. Ona göre Ladin, Amerikalı politik liderlere kıyasla daha gerçekçidir. Çok sayıda CIA analizcisinin Ortadoğu’daki görevlerinden istifa etmesinin bir sebebi de budur: “Korkarım El-Kaide, dünyayı bizden daha net görüyor.”[4] Michael Scheuer, ABD’nin ya daha yoğun ve gerçekçi bir savaşın içine sürükleneceğini ya da pes edeceğini söylemektedir.[5]
Medyadaki niteliksizlik ortada olduğuna göre, bizim El-Kaide hakkında pek bir şey bilmediğimiz de açık olmalıdır. Eğer Scheuer’in bu örgütle ilgili tasviri doğru ise El-Kaide dünyadaki en önemli anti-emperyalist örgüttür. Örgüt, Afrika’da, Ortadoğu’da ve Asya’da silâhlı mücadele yürütmektedir. Öte yandan Batı’da ise bize, silâhlı mücadeleyle hiç bağlantısı olmayan kitaplar ya da mazlum-sömürülen kitleler kalmaktadır. Bugünlerde silâhlı mücadele sayesinde El-Kaide, Pakistan’ı yönetme iddiasını dillendirebilmektedir. Bu gerçeği Butto’nun arkadaşları da öğrenmiştir.[6]
Troçkizmin ve diğer menşevizm türlerinin şovenist baskıları karşısında enternasyonalist komünist hareket, Hamas’ın, Hizbullah’ın ve El-Kaide’nin yaptıklarına bakmalıdır. Bizce mesele şudur: “Bizi Allah kurtaracak” cümlesi, “bizi Batılı işçi kurtaracak” cümlesinden daha fazla gerçeklik barındırmaktadır.
Bugün Müslümanlar, zulme uğramakta ve sömürülmektedirler. Bir Taliban üyesi, Avrupalı ve Amerikalı işçilerin sömürüldüğünü, her an ayaklanabileceğini söyleyen sahte komüniste kıyasla daha az ütopiktir. Taliban, emperyalizme karşı savaşmayı somut olarak bilmektedir. Batı’da o hep bahsedilen “işçi sınıfı” ise sadece kanepesini tanımaktadır.
Afganistan’daki özgürlük savaşçıları, Sovyet sosyal-emperyalizmini yenmenin keyfini iyi biliyorlar. Şimdi onlar, ABD emperyalizmi ile savaşıyorlar. Maalesef Troçkistler, Lenin’in ölümünden beri tek bir devrim yapmadan, seksen yıldan fazla bir süredir palavralarını hararetle dile getirmekten başka bir şey bilmiyorlar. Demek ki her şey altüst olmuş: bilim insanı olduklarını iddia eden Troçkistlerin gerçekle bağları yok ama dindar olduğunu söyleyen Taliban, emperyalizmin askerî birliklerine karşı mücadele eden savaşçıları bir araya getirebiliyor. Bu, Marx’ın bizim için hazırladığı ama böyle sonuçlara yol açacağını ummadığı bir tür girdap diyalektiği. Marx’ın döneminde Avrupa’nın mücadelenin merkezi olacağı düşünülüyordu. Stalin ise Marx’ın hatalı olduğunu, devrimin “en zayıf halka”da gerçekleşeceğini söyledi. Afganistan ve Somali, Stalin’in tezinin kanıtı.
İslam’da komünistlerin troçkizmde buldukları dünya anlayışına kıyasla bin kat daha önemli görülmesi gereken bir yan mevcuttur. İslam, kutsal kitabı Kur’an’ın da ifade ettiği üzere, her daim enternasyonalisttir ve ırkçılık karşıtıdır.
Haçlılara karşı mücadele etmiş olan Selahaddin Eyyübi, burjuva sosyal devrimini savunma cihadı kavramıyla takdim eden isimdir. İncil, komünizme dair kimi emarelere sahip olsa da Selahaddin’in Haçlılara karşı verdiği mücadele ve onun üzerinden yükselen efsane, bugün sosyal devrim için sağlam bir İslamî tarihsel temel olarak önümüzde durmaktadır.
Bir de buna Sultan Galiyef’i eklemek gerek. O, öncü parti ihtiyacı üzerinde durmuş, bir ekonomik kalkınma teorisi geliştirmiş, yerleşimci güçlerin politik ekonomisini eleştirmiştir. Yaygın kanaatin aksine Galiyef, İslam’daki feminizmin öncüsü, kadınların eşitliğinden yana saf duran bir isimdir.
Umarız, emperyalist ülkelerde Galiyef’in fikirlerini kabul eden yeni hücreler kurulur. Batı’da ve İslam içerisinde bizim çizgimizde bir mücadele ortaya koymanın en zor yanı, kadın meselesidir. Sömürgecilikle ve emperyalizmle ilgili onca yıldır süren çalışmanın anlamlı bir biçim kazanması bu bağlamda zordur. Gene de emperyalist ülkeler için uygun bir cinsiyet teorisi, ancak buradan neşet edebilir. Eğer gençlere gidip bizim çizgimiz dâhilinde kabul edilir bir cinsiyet teorisi sunarsak, o vakit sağlam ve yeni hücreler kurmamız mümkün olabilir.
Bugün Galiyef çizgisini takip eden muhtelif örgütler mevcuttur. Bunların bazıları onun eserine sadıkken, diğerlerinde bu sadakat daha düşük düzeydedir. Hamas’ın, Hizbullah’ın ve El-Kaide’nin atalarına baktığımızda, doğrudan kendimizi bulmaktayız. Böylelikle emperyalistlerin “İslamokomünizm” ile ilgili alaycı yaklaşımları karşısında ufak da olsa somut bir gerçeklik bulmuş olunur. Batılı aydınlar, sırf “Stalin Galiyef’i idam etti” dedikodusundan ötürü bu gerçeği bilmemektedirler. Bu dedikodu sebebiyle Galiyef’in eserleri, İngilizceye ve Rusça dışında diğer Avrupa dillerine çevrilmemiştir. Bugün Rusça ve Türkçe bilen insanlar Galiyef’i daha fazla tanımaktadırlar.
Kur’an’ın kökeninde Arapça durur. İslam’ın Araplar arasında ulusal açıdan önemli görülmesinin sebebi budur. Burada sadece dinî bir önem söz konusu değildir. Kur’an’ın amacı, Arapların karşısına tektanrıcılığın somut bir ifadesini çıkartmaktır. Kur’an’ın Arapça dışında başka bir dile çevrilmesine pek sıcak bakılmamaktadır.[7] bu da Mao’nun “somut olmayan bir Marksizm yoktur” sözüne benzer. Kim İl Sung (Juche) da evrensel olana sıçrama konusunda kimi endişelere sahip bir kişidir. Kur’an konusunda esas olarak çeviri esnasında ortaya çıkacak metne şeytanın sızacağından endişe edilmektedir.
İslam’ın ulusal ve kültürel bir ifade olarak anlaşılması, bizim neden sekter olmadığımızı da izah eder. İşçi aristokrasisine takık ve sadece ona odaklanmış partiler, bizim Devrimci Enternasyonalist Hareket’ten nasıl koptuğumuzu anlamamaktadırlar. Bilahare biz, Uluslararası Marksist-Leninist Parti ve Örgütler Konferansı’ndan da ayrıldık. Hatta Rusya Maoist Partisi’ndeki yoldaşlarımızla da tartıştık. Her ayrışmada söz konusu sınıfa koştuk, milyarlarca insanın derdiyle hemhal olduk. Geride bıraktığımız bireylerle veya örgütlerle müşterek tek bir endişe ve derde sahip değiliz. Gene de bugün hareketimiz konum itibarıyla tarihsel planda en yoğun nüfuza sahip olduğu döneme tanıklık etmektedir.
Diğer örgütler, bize oy vermeyi ve liderleri seçmeyi sorgulamamızı isteyip duruyorlar. Bizim kibirli olduğumuzu söylüyorlar. Oysa milyarlarca insan söz konusu olduğunda, Batılı işçi aristokrasisi ya vardır ya da yoktur. Bu aristokrasi, ya İslam’a saldırıyordur ya da saldırmıyordur. Bu, kişisel bir çatışma değildir. Bizim politik gerçekliğimizde duran az insan vardır, ama bu, bizim hatalı olduğumuzun bir kanıtı olarak gösterilemez. Bu şekilde düşünenler, bilimsel her türden örgütten kovulmalıdırlar. Bunların emperyalizmden bağımsız bir şekilde meselenin özüne odaklanmaları mümkün değildir.
İşe koyulmanın en doğru yolu, pragmatizmden, sekterlikten ve niceliksel büyüklük düşkünlüğünden kopmaktır. Sınıfsal ve ulusal yapı önce gelir, strateji ve taktikse sonra. Bu gerçeği anlamayanlar, öncü partilerden birer oportünist olmaları sebebiyle atılmalıdırlar. Rasyonel bilgi, rolünü gereğince oynamalıdır. Emperyalist ülkelerde yaşayanlar olarak bizlerin çok sayıda insanı harekete geçirmek için elinden geleni yapanlara sunabileceğimiz bir şey yoktur. Aksini düşünen, gerici bir oportünisttir.
Bizim bilimsel bir üretim yöntemimiz vardır. Bugün uluslararası komünist hareket içerisinde gözle görünmeyen bir hizipleşmeyi ifşa ediyor ve kafanın gövdeden ayrılmasına yönelik olarak gereken tedaviden bahsediyoruz.
Usame Bin Ladin’e göre, İslam âlimleri içerisinde reformcular ve devrimciler hapse girmişlerdir. “Olağan koşullarda Müslüman âlimler, fakihler ve din adamları cihadın başında olmalı, eylemi yönetmeli ve yürüyüşe yön vermelidirler.”[8] Diğer aydınlarsa, Arap krallıklarının emziğini ellerine almışlardır. Bu nedenle baş ve gövde arasındaki ayrım, daha da kötü bir hâl almıştır. Batı’da bu ayrım uzun süredir vardır ve orada baş, kendi gövdesini tanımamaktadır.
Uluslararası planda ortaya çıkan sonuç şu şekilde özetlenebilir:
Bugün Maoist Enternasyonalist Hareket’in sağındakiler, sömürücüleri “proleter” olarak etiketlemektedirler. Bugün insanlar, yüzde onluk bir orana sahip olan düşmanın dünyanın neresinde olduğunu netleştirememektedirler. Bunlara göre, düşmanın oranı binde bir, hatta sıfırdır. Bu kesim, Marksizm maskesi takan liberaller, anarşistler ve New Age fikirlere sahip isimlerden oluşmaktadır. Pratikte bu şovenistler, İslam ülkelerinin düşman olduklarına, öte yandan da Avrupalı-Amerikalı kadınların taklit edilmesi gereken birer kusursuzluk abidesi olduğuna inanmaktadırlar. Biz, bu tip fikirleri çöpe atmış bulunuyoruz.
Bunlar, daha çok emperyalist ülkelerde yoğunlaşıyorlar, üçüncü dünyadaki örgütler de bu kişilerin peşlerine takılıyorlar. Bunlar, aslında geleneksel manada birer sosyal demokrat ve Menşevik.
Dünyada birçok örgüt, kendisini Mao’nun takipçisi olarak niteliyor. Bizse bunların Marksizmi tümüyle terk etmelerini ve yarı-feodalizme karşı hâlihazırda devrim gerçekleştiren ülkelerle dayanışma içerisinde olan Jakoben enternasyonalizmi veya sosyal demokrat enternasyonalizmi benimsemelerini diliyoruz.
Somut konuşmak gerekirse; bugün dünyanın yüzde onunu düşman olarak tanımlayan hiçbir örgüt bulunmamaktadır. Bunu sadece biz yapıyoruz. Beyazlara ait çöp partiler, düşmanı net olarak tanımlayamıyorlar. Aşırı sol da sadece kendisini “Marksist” olarak tanımlamakla yetiniyor.
Bize göre, bazı ulusların proleterleri sömürücüdür. Bazılarının küçük sömürücüleri de emperyalisttir. Scheuer’e göre İslamcılar, bazen “emperyalist” ile “misyonerlik” sözcüğünü birbiriyle yer değiştirilebilecek biçimde kullanmaktadırlar. Aşırı sola doğru gittikçe biz bedeni, sağımıza gittikçe düşünsel materyalizmi buluyoruz. Biz, bedenimizi aşırı solda, fikrimizi materyalizmde buluyoruz.
Bazı bireylerin ve örgütlerin sağımızda hizalanmaları artık pek mümkün değil. Yirmi yıldan fazla bir süredir mücadele eden insanlarsa, bizim çalışmamıza mani olmaya gayret eden bir karşı istihbarat unsuruna dönüşmüş durumda.
Sonuçta asıl tehlike, düşünsel materyalizm ve sağ oportünizmdir. Emperyalistlerin bedeni satın alması imkânsız, ama emperyalist ülkelerde bizim sağımızdaki örgütlerin tamamı satın alınmış durumda. İslam bilgisinden yoksun olmak, sağcılara özgü sapmalara veya hatalara açık olmak demektir. Bizim, içinden çıktığımız keşmekeşten daha fazla çürük ve çökük olmamız artık imkânsız.
Aşırı sol eleştirimiz dâhilinde, proletarya arasında güdülen anti-militarist stratejilerin bazen etkisizmiş gibi göründüğünü söylüyoruz. Etnisitelerin şovenist olduğu, bunların bulunduğu ülkelerin emperyalist olmadığı koşullarda bile bu stratejilere bağlı kalmak zorundayız. Milliyetler arasında birçok sorun mevcut. Bunların gerçek manada komünist bir sovyetin veya hilafetin merkeze çeken gücü olmaksızın çözülmesi mümkün değil.
Proleter milletler arasındaki çelişkileri büyük bir sovyet sistemi kurulana, insanlara eski endişelerini ve nefretlerini unutturana dek askıya almalıyız. Mesleklerin bir millet içindeki akışkanlığı, seyahat hakkı, iş yapma imkânları, dünyada proleterler içi kavgayı önemli ölçüde geçersiz kılmıştır. Birbirinden nefret eden etnisiteler arasında devrim öncesinde yaşanan kavga, devrimin ilerlemesiyle azalacaktır.
Liberalizm ve Troçkizm, üçüncü dünyaya mensup İslam ülkelerindeki aydınlara da cazip gelmektedir. Bu sebeple CIA’in malı olan liberallerden ayrıştırılmaları pek mümkün olmayan kimi Maoistlere rastlanmaktadır. Bu sorunlar, aydınlarla sömürülenler arasında doğru ilişki kurulamamasından kaynaklanmaktadır. İkisi arasında belirli bir fay hattı mevcuttur.
Oysa doğru fay hattını tanımlamak mümkündür. Lenin’in işçi sınıfı içerisinde belirlediği uluslararası ayrışma kültürel bir biçim kazanmıştır, zira bu ayrışmaya aydınlar imkân sağlamışlardır. Gerçeği pasif ve yansıtmacı bir şekilde ele almak bilim kisvesine büründürülmüş, Marx düşünsel materyalizme mahkûm edilmiştir. Bunun en iyi örneği, Troçkizmdir.
Bu düşünsel materyalistler, Stalin’i ve Mao’yu takip ettiklerini söyleyenlere hâkim olmaya başlamıştır. Sonuçta beden, yani sömürülen, silâhlı mücadelenin İslamî biçimlerini benimsemiştir. Bugün sömürülenler, gerçek Marksizm-Leninizm-Maoizmi bilmemekte, hatta ona düşmanca yaklaşmaktadırlar. Bilhassa Ortadoğu’da beden, batıda kendisine komünist hareket diyenlerdeki Troçkist kafadan daha fazla bilimsel bilgiye sahiptir. Taliban, Spartakist Birliği’ne kıyasla daha bilimseldir. Biz Batıdakiler, düşlerimizi suyun yüzünde tutan, kendi içinde tutarlı ideolojilerle arzı endam etmekte mahiriz ama Taliban kadar gerçeğe bağlı kalma ve bir şeyler yapma hususunda pek becerikli değiliz. Bu üzücü durum, Lenin’in bahsini ettiği uluslararası işçi sınıfı içerisindeki ayrışmanın ve eşitsiz gelişmenin ürünüdür.
George Bush, Irak’ı Müslüman devrimciler için uygun bir savaş alanı hâline getirmiştir. Böylelikle Iraklı isyancılar, bugün Kore, Vietnam ve Çin’deki yaşlı gaziler hariç, kendisine “Maoist” diyen herkese kıyasla emperyalizmle mücadeleyi daha fazla tecrübe etmektedirler. Bu gerçeği “terörizm” diyerek kenara atmak mümkün değildir. Maoist askerî öğreti açısından hem Afganistan hem de Irak’ta mesele, “terörizm”in ötesine geçmiştir. Mao’nun ifadesine atıfla, ancak baş düşmanlar bu meseleyi bu şekilde ele alabilirler. Bunların amacı da zaten mazlumların Mao silâhını bilimsel askerî deneyimleri dâhilinde kuşanmalarına mani olmaktır. Mao, “terörizm” edebiyatı etrafında dönüp duran Batılı eleştirmenlerin değil, mazlum Müslüman halkların malıdır. Biz, Müslümanlara Mao’nun zalimlerin değil, kendilerinin malı olduğunu söylüyoruz. 11 Eylül sonrasında çıkan bir haberde El-Kaide’nin 180 savaşçısı olduğu iddia edilmiştir.[9] 2007’de ise ABD ordusunun Irak’ta bir ay içinde 1.500 El-Kaide savaşçısı öldürdüğünü söylediğini işittik.[10]
Bu yazıyı yazan, ne İncil’i ne de Kur’an’ı anlamaktadır. Anlamak için çalışmak gerekmektedir. Gene de bizler “Maoist” olduğunu iddia edenlere, uluslararası işçi sınıfı içerisinde meydana gelen ayrışmanın gerçek formunu kabul etmelerini ve kendilerinin, ayrıca örgütlerinin cahil bir akımın, işçi aristokrasisi akımının birer temsilcisi olduğunu görmelerini söylüyoruz. Gerçek proletarya ile Batılı işçi aristokrasisi arasında yaşanan ayrışmanın yol açtığı mutlak kaos, kafa ile beden arasında yanlış bir ilişkinin kurulmasına sebep olmuştur. Bunun sonucunda zengin ülkelerde aydınlar fildişi kulelerine çekilmiş, yanlışlıkla “proletarya” olarak tanımlanan küçük burjuvazi ile etkileşime girmeyi tercih etmişlerdir. Bu nedenle Batılı aydınlar, Taliban’ın ikna ettiği insanlara kıyasla, gerçeği kavrama konusunda çifte engele sahiptir; ilki fildişi kulesi, diğeri de “dış dünya”daki işçi aristokrasisidir.
Lenin’in bahsini ettiği uluslararası işçi sınıfı içi ayrışma, Batı’daki öncülük edecek sömürülen kitlelerden mahrum küçük örgütlerle Trotsky ya da Brejnev geleneğine mensup Batılı diğer küçük örgütler, ayrıca onlarla müttefik olan Üçüncü Dünya partileri arasında cereyan etmemektedir. Bu, bir beyaz yalandır. Söz konusu ayrışma, kendisini daha çok “neden El-Kaide, Hamas ve Hizbullah ortaya çıkıp Maoist partilerin yerini alıyor?” sorusunda ifade etmektedir. Bugün kendisine “Maoist” diyen örgütlerin ekseriyetinin bu gerçeği gördüklerinde politik durumun nasıl böylesi bir sonuç verdiğini anlamaları da kolay olacaktır.
“Marksizm”, mazlumların ve sömürülenlerin zihinlerinde sömürü ve liberalizm için kullanılan başka bir sözcük hâline gelmektedir. İşçi aristokrasisinin yaydığı pis koku, kesif bir hâl almıştır.
Şu sözler Usame Bin Ladin’e aittir:
“Amerikalılar, hükümetlerinin politikalarına karşı çıkma becerisine ve tercihine sahiptirler, oysa anketler, bu halkın hükümetin politikalarına destek verdiğini ortaya koymaktadır. […] İşte tam da bu sebeple Amerikan halkı masum değildir. O, işlenen tüm bu suçların aktif bir parçasıdır.”[11]
Eylül 2007’de yayınladığı bir videoda Ladin, İslam’ın iki kaidesinden bahsetmiştir. En önemlisi, tevhittir. Onun tespitiyle, Yahudilik ve Hristiyanlık İslam’a içerilmiş, tektanrılı dinlerdir. Bu ikisinin Tanrı’sı aynıdır. Ladin, sonrasında zekâttan, gelirinin en az yüzde 2,5’ini bağışlamaktan, ayrıca tefecilikten bahsetmiştir.
İslam’da zekâta dair yorumlar net değildir. İpotek ve diğer tefecilik biçimleri de söz konusudur. Genelde zekât, gelirin kırkta birini teşkil eder. Andrew Rippin’e göre kimi radikal İslamcılar, bu konuda sadece tevhit ilkesi üzerinde durmaktadırlar.[12]
Radikal İslam’ın tevhide odaklanması, her şeyi kuşatan, her şeye kadir bir Tanrı algısına sahip olma konusunda akli melekelerin gelişimini ifade eder. Buna soyutlama gücü ve evrensellik denebilir. Kavram, Hinduizmin ve Budizmin çoktanrıcılığına, tektanrıcılık öncesi dinlerin anlayışına karşıdır. Kimileri, Hinduizmin liberalizmi daha kolay destekleyeceğini, zira onun çok sayıda tanrının düzenli bir biçimde rol oynadığı, hoşgörülü bir din olduğunu söylemektedir. Burada günümüzde Hindistan’da tanık olduğumuz üzere, dinî pratiklerin harmanlanması üzerinde durulmaktadır. Kıyaslandığında, İslam daha basittir. Bu dinin kökünde rahiplik yoktur. Sultan Galiyef de bir Müslüman olarak faaliyet yürütürken bu hususlar üzerinde durmuştur.
Allah’a alan açtıkları için, Sultan Galiyefçilerin diğer komünistlere nazaran yanılgıya daha fazla meyyal olabilecekleri iddia edilmektedir. Oysa bu tespit, pratikte gözlemlenen bir gerçekliğe dayanıyor olmalıdır.
Esasında Batılı aydınlar ve sözde komünistler arasında gözlemlenen şey, bir tür dinî olmayan idealizmdir. Pratikte diyalektik materyalizmin seküler veya dindar insanlarda daha iyi sonuç verdiğine dair elde bir kanıt bulunmamaktadır. Bu noktada komünist hareketin Sultan Galiyefçi kanadının fiiliyatta ateist kanattan daha az idealist olup olmadığının anlaşılması gerekir. Sultan Galiyefçiliğin idealist hatalara daha az meyyal olmasının sebebi, onun kavga ateşine daha açık kitleler arasında pratik imkânı bulabilmesidir. Bu kitleler, teori-pratik arasında daha iyi ve daha sağlıklı bir ilişki kurabilmekte, eylemi daha sağlam bir zemin üzerinden icra edebilmektedirler. Bu, belki de coğrafî bir şanstır.
O altı şarta iman etmeleri, savunma cihadı, imana tanıklık ve tektanrıcılıkla Müslümanlar, belki de muhtelif Troçkist, neo-Troçkist ve kripto-Troçkist akımlardan daha devrimci bir potansiyele sahiptirler. Uluslararası düzlemde yoldaşlarımız, bu soruna bu açıdan yaklaşmalıdırlar.
Marksist felsefî açıdan belki de her yoldaşımızda idealizm mevcuttur ve bu idealizm hatalara yol açmaktadır. Ancak bizim bir yandan da bir miktar idealizme izin vermemenin maliyetine bakmamız gerekmektedir. Arap coğrafyasında Stalin’in anladığı şekliyle millet meselesini Kur’an’sız ele almamızın bir yolu yoktur. Burada dil, tarihsel düzlemde farklı bir yere sahip olmuştur. Arap yarımadasında petrolden önce en önde gelen iş hac ile bağlantılı işlerdir. Ayrıca Mao’nun diyalektik anlayışını devreye sokmak mümkündür. Gelgelelim bu da epey zaman alacak bir iştir. Zira Müslümanlar, Selahaddin efsanesinden beri, dış koşullarla ve toplumsal devrimle ilgili bir fikre zaten sahiptirler. Görünüşe göre en uygun yaklaşım, Mao’yu Müslümanların zaten kendi kültürlerinden bildikleri şeyleri pekiştirmek ve savunma cihadını evrensel bir düzeye taşımak için devreye sokmak olacaktır.
Mesele, “somut olmayan bir Marksizmin olmamasıdır.” Mao’yu katı bir biçimde Mao’nun kitaplarından öğretmek bir şeydir, idraki güvence altına almaksa başka bir şeydir. Çin’de Kültür Devrimi üzerinden eğitilmiş insanlar arasında bile Das Kapital’in idrak edilmesi su götürür bir meseledir. Asıl üzerinde durulması gereken, hâlihazırda insanlar arasında hangi kavramların mevcut olduğu, idrak noktasında hangi referans noktalarının belirlendiğidir.
Sebebi ne olursa olsun Mao “Peking Review”i Arapça dilinde yayınlamamıştır. Eğer Mao’nun bu yayını gerçekleştirmeme konusunda bir sebebi varsa, bizim de Sultan Galiyefçiliği desteklememizin de geçerli kimi sebepleri mevcuttur.
Elbette Hristiyan ve Yahudi Arapların da olduğu su götürmez bir gerçeklik. Ama gene de belirtmek gerekir ki en geniş kitleye ulaşma meselesi, gerçekte bir dil meselesidir. Bugün emperyalist bir ülkeden gelen Rus yerleşimciler ve Çinliler, Amerikan uşakları gibi görünmektedirler. Bu nedenle evrensel ilkelere dair tartışma noktalarının aktarılması ırkçı veya şovenist şüphesi ile karşılanmaktadır. İslam, ırkçılığa ve şovenizme asla izin vermez. Bugün tartışmamız gereken ana mesele, Batı, İsrail, Rusya veya Çin değil, Sultan Galiyef ve Usame Bin Ladin’dir.
Batılı profesörlerin Marksizmi, politik doğruculuğa dayalı bir orta sınıf entegrasyonculuk programından başka bir şey değildir. Bu programın öncüsü olan söz konusu profesörler, ortalama bir Taliban üyesine kıyasla, daha ütopiktirler.
Batılı aydının vizyonunu karartan bir dogma da sahte feminist beyaz milliyetçiliğidir. Sahte feminizmden bir dirençle karşılaşılmadığı için beyaz üstünlükçü örtüyü yırtıp atma ihtiyacı da duyulmamaktadır. Batıda işçi aristokrasisini gerçek manada sarsmaya başlanıldığında kadın profesör hemen şunu düşünecektir: “Ah sıra bana geliyor, ne yapacağım? İşçi aristokrasisini kabul edip cinsiyet aristokrasisini ret mi edeceğim? Yoksa her ikisini birden mi reddedeceğim? Ya da Ipod’uma mı kulak vereceğim?”
Temel çelişki, bugün küresel manada mazlum milletlerle emperyalizm arasındadır. 8 Mart 2006’daki yürüyüş konusunda birileri çıkıp temel çelişki temel çelişkidir demektedir. Ama bu kesim, zalim kadınlarla ilgili fantezilerden de vazgeçmeyi telkin etmektedir.
İranlı kadınların zalim kadınlar gibi olmaları gerektiği üzerinde durulmazsa bu sözde komünistler, bindikleri tekneden inmekte ve o dillerine sakız ettikleri temel çelişkiyi hemen fırlatıp atmaktadırlar. Dolayısıyla sahte feminizm, temel çelişkiyi terk etmenin bir bahanesidir ve “temel çelişki”nin tanımına karşıdır. Birçok kez karşımıza işçi aristokrasisi çıkmakta, bu kesim hep en ön safta durmaktadır. Bu cepheyi yarıp geçtiğimizde, bu sefer de karşımıza beyaz milliyetçiliğin cinsiyet aristokrasisi hattı çıkmaktadır. Bu hatta ise beyaz kadınlar, İranlı Amerikalılar ve onlara hayran olanlar çıkmakta, bu kesim cinsiyetle ilgili imtiyazları liberal formlar dâhilinde talep etmektedirler. Zira zalimler, her daim liberalizmi tercih ederler. Liberalizmin meselesi ise bireyleri ayırmasıdır.
Liberal sahte feminizmin benimsediği beyaz milliyetçilik formunun işçi aristokrasisini eleştirmesinde bir sorun yoktur; sorun, kadınlara karşı mücadeleye asla izin verilmemesidir. Kadınlar küçük burjuvalaştırılmakta, sırf kadın oldukları için her iki yönden her şeye sahip olmak istemektedirler. Beyaz milliyetçiliğin savunma hattı tam da burasıdır. Bu, küçük burjuvazinin sarsak, sallantılı hâliyle alakalı bir meseledir.
“Orospu” ve” fahişe” gibi kelimelerden ürkenler saflardan uzaklaştırılmalıdır.[13] Oysa böylesi bir mücadele ortaya konduğunda sizi kovacak olanlar, ütopik profesörler olacaktır. Üzerine beyaz bir çarşaf geçirmek, beyaz milliyetçiliğin tuhaf hâliyle alakalıdır. Birkaç nesildir bu milliyetçilik, hâkim tür olmamıştır. Biz, hem mücadeleyi hem de feminizmi öne alan bir felsefeye sahibiz. Yani kadınlar mücadele edebilirler ama aynı zamanda düşman da olabilirler. Emperyalist ülkelerdeki kadınlar genel manada düşmandırlar.
Batılı emperyalist ülkelerdeki beyaz milliyetçiliğin bulaştığı tek bir isyan bile yoktur. Hadi diyelim ki sarhoşlara veya bir çetedeki lümpenlere has bir ayaklanma oldu, buna ilkin beyaz milliyetçilerin saldıracağına hiç şüphe yoktur. Onların gerçek gündemi ise sadece politik doğruculuktur. Tek stratejileri, mazlumlarla sömürülenleri emperyalistlerle bütünleştirmektir. Mazlumla zalimi birleştirmenin bir yolu da mazlumun zulmü unutmasını sağlamaktır.
Batıda sözde bilim insanları, kimin sömürülüp kimin sömürülmediğini tanımlama becerisinden uzaklaştıkça, proletaryanın bilime meyyal üyeleri İslam’ı benimsemektedirler. Bu, çelişkili bir ifadeymiş gibi gelebilir ama değildir. Söz konusu gelişme, daha dolambaçsız yollardan konuşabileceğimiz bu dünyanın insanı mesut etmeyen, tuhaf bir hakikatidir. Batı burjuvazisi, Batılı aydınları ve yozlaşmış Marksizmi tepeden tırnağa satın almıştır. Ne var ki bu, Karl Marx’ın hak ettiği bir kader değildir.
Emek-değer teorisi ile diyalektik materyalizm yerine konulabilecek bir şey yoktur ama bunları bildiğini iddia eden Batılı insanlardan bir şeyler öğrenilmesi de mümkün değildir. Bu, gerçekliğe dair belirli bir anlayışı bulunan insanların İslam’ı benimsediği, birçok ütopik insanınsa Marksizmle ilgilendiği koşullarda, kaçınılmaz bir sonuçtur.
Buraya kadar uluslararası komünist hareket içerisindeki ayrışmayı tam olarak tanımladığımız söylenemez. Yaptığımız tespitler dâhilinde, sadece fay hattının nereden geçtiğine dair bilimsel, ekonomik bir tartışmayı kışkırtmayı tercih ettik. Sosyolojik ve politik hakikati dillendirme konusunda çekinceli hareket ettiğimiz tabii ki söylenebilir. Bu çekince, önceden görmeyip şimdi gördükleri fırsatlarla karşılaştıklarında oportünistlerin, İslam’ın diliyle kâfirlerin bayrağımız altına toplanmaları ihtimali ile alakalıdır. Kelle saymayı öne alan bir yaklaşımı siyasete dayatmak pragmatist oportünizmdir, nicel büyüklüklere tapmaktır.
Bizler süslü sözlere meftun değiliz. Kruşçef, “toprağın tuzu” olduğunu, köylülükten geldiğini iddia eden biridir, lâkin o, şaklabandan başka bir şey değildir. Kruşçef’in Mao veya Zhou Enlai’ye karşı gelme nedeninin yetiştirilme tarzı olduğunu söylemesiyse tam bir şaka malzemesidir.
Dolayısıyla bu noktada belirtmek gerekir ki bizim meselemiz, sömürülenlere ait bir kimlik siyaseti üretmek değildir. Biz Müslüman isyancıların, aralarında kendilerine “Marksistim” diyenlerin de bulundukları Batılı aydınlara kıyasla daha az ütopik oldukları gerçeği üzerinde duruyoruz. Bunun ana nedeni, eşitsiz gelişimin uluslararası planda işçi sınıfı içerisinde bir ayrışmaya sebebiyet vermesidir. Daha fazla boş zamana sahip olanlar, orantısız bir biçimde, Batı’da bulunmaktadırlar. Batı’da bu insanlar, işbölümü dâhilinde, fikir işleri kısmında ve cinsiyet aristokrasisinde iş bulmaktadırlar. En entelektüel unsurları ile birlikte sömürülenlerse, İslam dünyasındadırlar. Bu da Marksistler olarak bizim sırtımıza diyalektik bir yol dâhilinde daha güç bir işi yüklemektedir. Komünist hareketin şifa bulması için gerekli ilk adım, gözle görünmeyen bu hizipleşmeyi tanımak, onun varlığını kabul etmektir.
Maoist Enternasyonalist Hareket
23 Ekim 2007
Dipnotlar
[3] Michael Scheuer, Imperial Hubris: Why the West is Losing the War on Terror (Washington, DC: Potomac Books, 2005) s. 39.
[4] Michael Scheuer, Through Our Enemies' Eyes: Osama bin Laden, Radical Islam and the Future of America (Washington, DC: Potomac Books, 2006), s. xxi.
[5] “Hâlâ askerî kayıplara karşı nefretle yaklaşıyoruz. Bu sebeple El-Kaide ve Taliban’a askerî teknolojimizin ve hava gücümüzün yaptığı tesire gereğinden fazla kıymet veriyoruz. Gücümüzü gösterdik, ama bu gücü tam manasıyla tatbik edemedik. […] Basit bir ifadeyle, yeterince Taliban ve El-Kaide savaşçısı öldüremedik.” [Scheuer Scheuer-2006 içinde, s. 278.]
[7] Thomas W. Lippman, Understanding Islam: An Introduction to the Muslim World (NY: Penguin, 1990), s. 59.
[8] Scheuer, 2005, s. 132, 151.
[9] Scheuer, 2005, s. 67.
[10] Nation.
[11] Scheuer, 2005, s. 157.
[12] Andrew Rippin, Muslims: Their Religious Beliefs and Practices, Cilt. 2: The Contemporary Period (NY: Routledge, 1993), s. 135.

İkbal’in Sosyalizmi

İkbal’in birçok öğrencisi Cavid İkbal’in “İkbal: Teist Bir Sosyalist” başlıklı uzun makalesi karşısında şaşkına döndü. Makale, Pakistan Times gazetesinin 9, 10 ve 11 Haziran 1973 tarihli nüshalarında yayınlandı. Cavid İkbal’in yazısının şaşkınlığa yol açmasının sebebi, Muhammed İkbal’in felsefesini ve kişiliğini saptırması, aynı zamanda büyük düşünürün oğlunun babasının yazılarını ve şiirlerini daha iyi anlamasının beklenmesi idi.
İkbal’in bir sosyalist olmadığını göstermek amacıyla Dr. Cavid İkbal, Muhammed İkbal’in sosyalizme dönük atıflarının çoğuna dair bir izahat sunuyor, daha doğrusu bu atıfları örtbas ediyor. Muhammed İkbal’in felsefesinin savunulamaz olduğunu düşünen yazar İkbal’in sosyalizmle ilgili görüşleriyle alakasız birçok malzemenin içine dalarak meseleleri karıştırıyor. Baba ve oğlu arasındaki ihtilafa karışmak istemeyenlerse, Muhammed İkbal’in konumunu netleştirmeye çalışmaktadırlar. Burada okuma, entelektüel elitlere özgü bir biçimde, başka kişilerin düşüncelerine şahsi anlamlar yükleyerek yapılmamalı, bu okuma basit gerçekleri anlamaya çalışan, safsatalara vakti olmayan, din adamları sınıfı dışı bir kişiyi anlamak yönünde olmalıdır.
Tarafgir
İkbal’in sosyalist harekete tarafgir olduğuna şüphe yok. Zira ona göre sosyalizm “atmosferdeki tüm kirli havayı süpürüp atan bir fırtına.” [Stray Reflections, s. 110] Seçkin bir felsefeci olan K. A. Hâkim, İkbal’in yaklaşımını koşullayan sebebi şu şekilde izah ediyor: “Endüstriyel kapitalizmin bırakınız yapsınlarcı kapitalizmi insanlığı birbirine düşman millî gruplara ayrıştırdı, her bir millet içerisinde de sahip olanlarla olmayanlar arasında bir sınıf savaşı yaşanıyor. İkbal’in ülkesi büyük ölçüde bir tarım ülkesi, endüstriyel proletaryanın gelişmediği bir yer ama toprak ağaları ile köylüler arasındaki çatışma derin bir sosyo-ekonomik sorun hâline gelmiş. Tefeciler bile toprak ağalarından daha katı yürekli. İkbal başka ülkelerde ikamet eden, aylak toprak ağalarının veya tefecilerin kökünü kurutacak bir devrimi muhakkak baş üzerinde tutardı.” [Iqbal and Communism, s. 136]
Muhtemelen İkbal’in görmek istediği devrimin, “herkesten becerisine göre, herkese ihtiyacına göre” ilkesinde ifadesini bulan, devlet aygıtının sınırsız genişletilmesinde temsil olunan, mutlak eşitlik idealini içeren komünist sosyalizmle bir alakası yoktu. Bu devrim, Saint-Simon’cuların takipçilerinin belirlediği ilke olan “herkesten becerisine göre, herkese marifetine göre” bağlamında, toplumun tüm üyelerinin mekanik eşitliğinden çok potansiyel bir eşitliği ideal bellemiş bir sosyalizm çizgisine yakındır. Burada ortak mülkiyetin temel yönleri değil, tüm hak edilmemiş, kazanılmamış kazancın ortadan kaldırılması söz konusudur.” [The Encyclopedia of Social Sciences, ed. Seligman ve Johnson, Cilt XIII-XIV, s. 189]
İkbal’in sosyalizme tarafgir oluşunun sebebi adaletsizlik ve despotizme dönük hoşnutsuzluğudur. Ekonomik adaletsizlik bedeni aç bırakmış, ahlaken yoldan çıkartmıştır. Dinî despotizmse ruha pranga vurmuştur. O Allah’ın huzurunda Batı medeniyetine karşı tepkisini koyan Lenin ile birliktedir:
Ticaret dedikleri bir tür zar oyunu
Birileri kâr ediyor birileri de ölüme koşuyor
Orada bilim, felsefe, âlimlik, devlet,
Vaizlerin eşitliği, orada insanın kanı içiliyor
Çıplaklık, ahlaksızlık, sefalet ve işsizlik
Bu mu Fransız sanatlarının zaferi!
[Bal-e-Jibril, s. 146; Çev.: V. G. Kiernan, Poems from Iqbal, s. 42-43]
İkbal ayrıca Beytullah’ın putlardan arındırılmasını istiyor:
Gizliden işliyor Tanrı’nın fermanı, kim biliyor
Aklın derinlerinde ne fikirler canlanıyor
Rahipleri devirmek için görevlendirilmiş olanlar
Sonradan selamet için onları koruyor
Tanrısız Rusya’da emirler yağıyor
Parçalayın kilisedeki tüm putları diyor!
[Zarb-e-Kalim, s. 143; Poems from Iqbal, s. 72]
İkbal Rusya’nın tanrısız olduğunu biliyor. Ama onun tanrısız yaşayamayacağını düşünüyor. Sör Francis Younghusband’a yazdığı mektupta bu öngörüsünden bahsediyor: “Rusya’da aklın mevcut olumsuz hâli sonsuza dek süremez, zira hiçbir toplum sistemi ateizm temelinde yaşayamaz.” [Speeches and Statements of Iqbal, s. 167]
İkbal ateist sosyalizme saldırıyor ama sosyalizme hiçbir zaman laf etmiyor. Zira ona göre “İslam Bolşevizmin Allah’lı hâlidir.” [Speeches and Statements of Iqbal, s. 167] Muhammed Ali Cinnah’a [Kaydi Azam: Büyük Lider] yazdığı bir mektupta şunları söylüyor: “Eğer Hinduizm sosyal demokrasiyi kabul ederse, ister istemez Hinduizm olmaktan çıkmak zorundadır. Ama İslam’ın sosyal demokrasiyi uygun bir form dâhilinde benimsemesi bir devrim değil, İslam’ın ilk saflığına geri dönmesidir.” (Letters of Iqbal to Jinnah, s. 19] İkbal bir Müslüman devletin başına geçse onu ilkin sosyalist bir devlet yapacağını söyler (M. D. Taseer İkbal’in bu sözünü Aspects of Iqbal isimli çalışmasının giriş bölümünde alıntılar. Aktaran: W. C. Smith, Modern Islam in India içinde, s. 11] Burada onun aklında sosyal demokrasi olduğu Cinnah’a yazdığı, yukarıda bahsi edilen mektuptan anlaşılmaktadır.
W.C. Smith’in ardından son yıllarda birçok insan İkbal’in sosyalizmin ne olduğunu bilmediğini söylemiştir. “Sosyalizmin bir türü olarak diyalektik materyalizm doğayı öncül kabul etmek, maddeyi bağımsız bir gerçeklik olarak görmek ve zihnin maddî olan üzerinden geliştiğini, fizikî ifadelerle izah edilmesi gerektiğini düşünmektir. Bu görüş Hegelci idealizmin inkârıdır. Düşüncenin ve diğer zihinsel olguların gerçekliği yegâne muhtemel felsefî konumlarmış gibi görünmektedir.” [The Concise Encyclopaedia of Western Philosophy and Philosophers, s. 117] Eğer sosyalizmden kastedilen sadece Engels ve Lenin’in yazılarına dayanan diyalektik materyalizmse ve komünist dünyanın resmî felsefesi ise o vakit İkbal muhtemelen bunun felsefî temelini soruşturmamıştır. Oysa, W.C. Smith’in ifadesiyle, İkbal’in “fikriyatında madde ve ruh ikiliği söz konusudur” [Modern Islam in India, s. 113] ve “komünizmin bedeni kurtarması hiçbir şey ifade etmez.” [Javid Nama, s. 69] İnsanın manevi ve fizikî ihtiyaçları olduğunu söylemek felsefî açıdan ruh ve madde ikiliğini kabul etmek zorundadır. İkbal’e göre insan hayatı organik bir bütündür ama farklı yönlere sahiptir. O ateist sosyalizmi öncelikle hayatın manevi yönünü ihmal ettiği için eleştirir.
W.C. Smith ve takipçileri İkbal’in yazılarının “bütünüyle sosyalizme çaldığını” kabul ederler. Aynı zamanda İkbal’in ne yaptığını bilmeden, sosyalist biri gibi yazdığı söylenir. Bir şairin şeytanın tarafında olduğunu bilmeden onun yanında durması mümkündür (Bu, Milton için de yapılan bir tespittir), ama eğer İkbal sosyalistmiş gibi yazıyorsa onun bir tür sosyalizme vakıf olması gerekir. The Encyclopaedia of Social Sciences’a göre [Cilt XIV, s. 188] tarih boyunca tüm sosyalist ideolojilerde altı ortak özellik mevcuttur:
Varolan politik ve toplumsal düzeni adaletsiz olması sebebiyle mahkûm etmek;
Ahlâkî değerlere uygun yeni bir düzen savunmak;
Bu idealin gerçekleşebileceğine inanmak;
Müesses nizamın ahlâkdışının değişmez bir dünya düzeni olmadığını, insanın doğasının değiştiğini, kurumların yozlaştığını düşünmek;
İnsan doğası ile kurumları yeniden biçimlendirerek ideale giden yolda bir eylem programı belirlemek;
Bu programı uygulamak için devrimci bir iradeye sahip olmak.
Tüm bu altı özellik İkbal’in politik fikriyatında mevcuttur.
İkbal’in yirminci yüzyıl diyalektik materyalizminin karmaşık yönlerini anlamamış olması (ki biraz daha yaşasaydı bunları muhtemelen idrak edecekti) onun sosyalizm hakkında hiçbir şey bilmediği anlamına gelmez. Sosyalizm oldukça kapsamlı bir kavramdır. O ne “modern endüstrinin doğal bir sonucu ne de Nietzsche ve gerici takipçilerinin kanaat getirdikleri üzere, basit manada mazlumun ve açların öfkesi, üstinsanın doğal imtiyazlarına karşı gerçekleştirilen bir tür köle ayaklanmasıdır. Sosyalist hareket içerisinde göze çarpan açık bir süreklilik mevcuttur. Bu sürekliliğin kaynağı derinlere kök salmış bir fikir ve duygu yığınıdır. Herhangi bir toplumsal veya ekonomik örgütlenmeye tabi değildir, insan doğasına ait müşterek mirasa ne vakit saldırılsa o her yerde ortaya çıkar.” [The Encyclopedia of Social Sciences, Cilt XIV, s. 209]
Sosyalist Hareket
İkbal’e göre ilk özgün hâliyle İslam sosyalist bir harekettir. Sosyal demokrasiyi inşa etmek İslam’ın ilk saf hâline geri dönmektir, zira M. Sıddıkî’nin de tespit ettiği üzere, “İslam sadece vasatî bir sosyalizme uyumlu olmakla kalmaz, ayrıca O’nun sosyo-ekonomik ilkeler ve düzenlemeler kümesi olarak uygulanması da sosyalist bir toplumun kurulmasına bağlıdır. İslam’ın geçmişteki başarısı O’ndaki eşitlikçi eğilim ve ruh sayesindedir. Bu özelliği O’na her intisap edene toplumsal bir haysiyet kazandırmış, ayrıca herkes için ekonomik adaleti güvence altına almıştır.” [“Socialistic trends in Islam,” Iqbal içinde, Temmuz 1952, s. 81]
Dr. Cavid İkbal’e göre İkbal’in inandığı her şey, İslam dairesi içerisinde toplanıp ifade edilebilir. Bu nedenle Müslümanların kafasını karıştırmak ve onları istismar konusu hâline getirmekten başka bir işe yaramayacak “sosyalizm” gibi terimlere de ihtiyaç yoktur. Ama Dr. Cavid İkbal, “İslam”ın oldukça geniş bir kavram olduğunu, belirli fikirleri ve bakış açılarını açıklığa kavuşturmak için ara sıra da olsa O’nunla birlikte başka terimlerin kullanılmasının gerekeceğini unutmaktadır. Kelimeler her daim yanlış yorumlanıp yanlış kullanımlara konu olabilir ama sırf böyle diye bu türden kelimeleri birlikte kullanmaktan vazgeçilmemelidir. İkbal’in “İslamî sosyalizm” terimini kullanmaktan çekinmeyeceği açık, asıl merak ettiğimiz ona dair yorumlar neşreden kimi isimlerin bu terime neden böylesi bir alerji ile yaklaştıkları.
Rıfat Hasan