İsrail-Filistin çatışması üzerine tefekkür ederken ya
da yaptığım tartışmalarda çok az insanın çatışmaya dair temel bir anlayışa
sahip olduğunu, çoğu kişinin onu gereğince tanımlayamadığını gördüm.
Herkes, çatışmanın Arap/Filistinli “terörizm”i,
intihar bombacıları ile alakalı olduğunu duymuş. “Terörist Filistinlilerin tek
hedefinin tüm İsraillileri ölü ya da diri denize dökmek olduğunu” söylüyorlar.
Tek motivasyonları da antisemitizm ve Yahudilerden nefretmiş. Bu görüşe sahip
olanlar, çatışmayı akıldışı bir nefret denizinin orta yerinde hayatta kalmaya
çalışan bir Yahudi devleti ile ilgili bir şey zannediyorlar.
Oysa bu Siyonistlerin görüşü, İsrail’in propagandası.
Onlar, söz konusu görüşün tüm dünya tarafından benimsenmesini istiyorlar.
Bir de çatışmanın Araplar ve Yahudiler arasında
gerçekleştiğini söyleyenler var. Bu çatışma “binlerce yıldır” devam ediyormuş.
Bu yaklaşımların hiçbirisi doğru değil.
Filistinliler, ilk intihar eylemini 1994’te
gerçekleştirdiler, yani Hebron’da İbrahim Camii’nde namaz kılan 29 Müslüman, Bruklinli
Baruch Goldstein tarafından katledildikten kırk gün sonra. 67 Savaşı, İsrail’in
Batı Şeria’yı, Doğu Kudüs’ü, Gazze Şeridi’ni ve Golan Tepeleri’ni işgal
etmesinin üzerinden 25 yıl geçmişti. Dolayısıyla, tüm bir Filistinli kuşağı,
ilk intihar eyleminden önce askerî işgalden başka bir şey tecrübe etmeden
büyümüştü.
“Tüm Yahudileri ölü ya da diri denize dökecekler”
ifadesinin izlerini Başbakan David Ben Gurion’un Knesset’te (İsrail meclisinde)
1961 yılında yaptığı konuşmaya dek sürmek mümkün. Muhtemelen söz konusu ifade,
ilk kez önemli bir politik şahsiyetin ağzından çıkıyordu. Tüm niyet ve amaçları
ile bu ifade Yahudilere ait, Araplara değil. Bu duygusal ifadenin tüm
İsrail-Filistin tartışmasına nüfuz etmesinin kökeni İsrail başbakanının
kendisi.
Çatışmanın dinî olduğuna ve bin yıldır sürdüğüne dair
görüş de yanlış. Yaklaşık iki bin yıldır Yahudiler ve Araplar uyumlu bir ilişki
içerisindeler. Birinci Dünya Savaşı’na kadar geçen dört yüz yıllık dönem
boyunca, Osmanlı yurttaşları olarak eşit haklara sahipler. Esasında Osmanlı’da
yönetimde yüksek kademelere gelenler, çoğunlukla Yahudiler.
Her şey, 1896’da Theodore Herzl’in Der Judenstaat
[“Yahudi Devleti”] isimli kitabını yayımlaması ile başladı. Kitapta Herzl,
antisemitizmin kaçınılmazlığına, değişmezliğine, devamlılığına ve her
yerdeliğine vurgu yapıyor, tek çözümün Yahudiler için ayrı bir devlet olduğunu
söylüyordu.
Herzl’in kitaptaki ifadesine göre:
“Yahudi
sorunu, Yahudilerin fark edilir sayılarda yaşadıkları her yerde mevcuttur.
Yahudilerin bulunmadıkları yerlere ise bu sorun onların gerçekleştirdikleri
göçlerle birlikte taşınmaktadır. Doğalında biz, zulmedilmediğimiz yerlere
gidiyoruz, oradaki varlığımız ise zulme yol açıyor.”
1917 Balfour Deklerasyonu için Britanya’da lobi
faaliyeti yürüten, Siyonist ve İsrail’in ilk cumhurbaşkanı Chaim Weizman,
1912’de bu görüşü Berlin’deki bir toplantıda şu şekilde dillendiriyor:
“[...]
Eğer midesinde bozukluk istemiyorsa, her ülkenin sınırlı sayıda Yahudi’yi
sindirmesi olası. Almanya’da çok fazla Yahudi var.”
Bu fikri yansıttığı 1949 tarihli Deneme-Yanılma isimli
otobiyografisinde Weizmann ise şunları yazıyor:
“Bir ülkede Yahudilerin sayısı doyma
noktasını aştığında, o ülke Yahudilere tepki geliştirir.”
Kimyacı olan Weizmann, bilim alanına ait bir mecaza
başvurarak şunlar söylüyor:
“[...]
Bu meselede belirleyici etmen, Yahudilerin erime becerisi değil ülkedeki eritme
gücüdür. [...] Bu, kaba manada antisemitizm olarak görülemez. Bu, bizim
kurtulamadığımız, Yahudi göçünün ekonomik ve toplumsal düzlemde doğal olarak
ortaya çıkan evrensel bir sonuçtur.”
Herzl’in aynı zamanda Siyonistlerin antisemitizmin
kaçınılmazlığına dair düşünceleri, kendi kendisini doğru çıkartan bir mantığa
dayanır. Burada yirminci yüzyılın ilk yarısında antisemitizme karşı çıkmaya yer
yoktur. Siyonistler, Hitler, Eichmann ve Nazilerle ortak bir davaya sahiptirler
ve antisemitizmle Nazizmi Yahudi devleti kurma hedefleri için bir araç olarak
kullanırlar. İki gerici hareket de Alman Yahudilerinin bu ülkede “yabancı bir
ırk” olarak yaşadıkları ve ırka göre bir ayrışmanın sağlanması gerektiği
tespitinde ortaklaşmaktadır. (Siyonistlerin Nazilerle kurduğu işbirliğine dair
tarihçi Lenny Brenner’ın kaleme aldığı o üç mükemmel kitaba bakılabilir.)
Siyonistlerin başka şeyler yanında Nazileri kullanması, Avrupa’daki Yahudilerin
başka ülkelere kaçışına mani olur. Herkesin yüzü Filistin’e çevrilir. Ölüm
trenleri dolaşmaya başlar kıtada. Hitler’in iktidara gelişine İsrail’in
kurulmasından önce tek bir Siyonist bile karşı gelmez.
1925’te hacimli Yahudi Ansiklopedisi’nin
editörlerinden Jacob Klatzkin şunları yazıyor:
“[...]
halkımız kendi ulusal hayatını yaşamayı hak ediyor ve bunu istiyorsa, demek ki
o artık kendi hayatı üzerindeki hâkimiyetini yitirmiş, ayrıksı ve yabancı bir
kimliktir. Dolayısıyla, halkımız ulusal bütünlüğü için mücadele etmek
zorundadır. [...] haklarımızdan vazgeçmek isteyenlere rağmen antisemitistlere
karşı savunma amaçlı kendi toplumlarımızı kurmalı, kendi haklarını savunmak
isteyen dostlarımıza karşı çalışma yürütmeliyiz.”
Alman Siyonist Federasyonu’nun resmî gazetesi Rundschau’da
çıkan makalesinde başkan Siegfried Moses şunları söylüyor:
[...]
Antisemitizme karşı savunmayı örmenin bizim ana görevimiz olduğu doğrudur.
Filistin için çalışmaksa aynı ölçüde ve önemde bir görev değildir.”
1934’te Amerikan Yahudi Kongresi başkanı Stephen Wise
ise şu kanaattedir:
“[...]
Filistin dışında yaşayan Yahudi diasporası anlamında Galuth’a kayıtsız kalmam
mümkün değil. Eğer Eretz İsrael’in kurulması ile Galuth’un savunulması arasında
bir tercihe zorlansam, ‘Galuth yok olsun’ derim.” [Brenner, Zionism, s.
105]
Nazizm ve Siyonizm, küçük ve önemsiz toplumsal
hareketlerle ilişki içerisinde gelişme kaydetmiştir. Yirminci yüzyılın ilk
kısmında Yahudiler, diğer saf Aryan halkları arasında yaşayan, asimile
edilemeyen yabancı bir güçtür. Her iki hareket de yüzyılın ortalarına doğru bu
argümanı kabul eder hâle gelmiştir. İkisi de bu noktada sorumluluk
üstlenmiştir.
2 Ekim 1937’de iki SS subayı Herbert Hagen ve Adolf
Eichmann Hayfa’ya gider ve burada Gestapo’nun Filistin’deki ajanı Fritz
Reichert ve Haganah ajanı Fevel Polkes ile buluşur. Subaylar, Hayfa’dan Carmel
Dağı’na giderek buradaki kibbutzu ziyaret ederler. Yıllar sonra Arjantin’de
saklanan Eichmann, Filistin seyahatini şu şekilde nakletmektedir:
“Yahudi
yerleşimcilerin toprağı işleme şekillerinden çok etkilendim. Sonraki yıllarda
temas kurduğum Yahudilere Yahudi olduğumu, koşullar el verseydi fanatik bir
Siyonist olabileceğimi söyledim.”
İki subay, gezi raporunda Polkes’in mesajını aktarır:
“Siyonist
devlet, ne şekil altında olursa olsun, en kısa sürede kurulmalıdır. [...]
Yahudi devleti, Peel belgesinde sunulan mevcut öneriler ve İngiltere’nin kısmî
vaatleri uyarınca kurulduğunda, sınırlar istenildiği şekliyle dışa doğru
kaydırılmalıdır.
[...]
Yahudi milliyetçisi mahfillerde insanlar, radikal Alman politikasından
memnundur, zira Filistin’deki Yahudi nüfusunun gücü, Yahudiler ileride
Filistin’de Araplardan sayıca üstün olduğu ölçüde artacaktır.”
Şubat’ta Berlin’e giden Polkes, Haganah’ın Nazi
hükümeti için casusluk yapmasını önerir. Bu iyi niyet işareti olarak sunulan
öneri istihbarata sunulur. Ortaklık kurulması önerisi ortak düşman
komünistlerle ilgilidir.
Tarihte Nazizme karşı çıkan Siyonist Yahudiler
olsaydı, holokost yaşanır mıydı yaşanmaz mıydı bilinmez. Ama kimi Siyonistlerin
de bildiği üzere, şurası kesin: böylesi bir durumda İsrail devleti olmazdı.
Lenni Brenner meseleyi şu şekilde izah ediyor:
“[...]
Nazi Almanya’sını boykot etme fikrine aktif olarak muhalefet eden tüm Yahudiler
içerisinde en önemli yapı Dünya Siyonist Örgütü idi. Alman mallarını satın
almakla kalmadılar, onları sattılar, hatta Hitler ve onu destekleyen
sanayiciler için yeni müşteriler buldular.
Dünya
Siyonist Örgütü, Hitler’in zaferini Almanya’daki kolu Alman Siyonist Örgütü’nün
zaferi olarak gördü. Ona göre bu zafer, tüm Yahudilerin bir yenilgisi değil,
liberalizmin ve asimilasyonun iflas ettiğinin olumlu yönde bir ispatıydı.”
[Brenner, Zionism in the Age of Dictators]
Burada Brenner, Havara ya da “transfer anlaşması”
denilen anlaşmaya atıfta bulunuyor.
1933’te Tel Aviv’deki bir narenciye ihracatı
şirketinin sahibi olan Sam Cohen, Alman hükümetine Alman ürünlerini satın alma
karşılığında Almanya’dan gelen göçmenlerin uçuş vergisinden mahrum
bırakılmaları önerisini sunar. O dönemde Alman ürünleri satın alıcılarla
birlikte Filistin’e gemilerle getirilmekte, kendi hesabına ithalat yapan
tüccarlar ürünleri sattıktan sonra yeni gelenler Filistin’de yatırımlarını
telafi etmektedirler.
Kudüs’teki Alman Konsolosu Heinrich Wolff, böylesi bir
düzenlemenin Almanya’nın ithal mallarının uluslararası planda boykot edilişinin
yol açtığı riskleri azaltabileceğini fark eder ve Berlin’e şunları yazar:
“Nisan
ve Mayıs aylarında Filistin’deki Avrupalı Yahudi Cemaati Yişuv, ABD’den gelecek
boykot talimatlarını bekliyor. Görünüşe göre durum değişti. Talimatları artık
Filistin veriyor. Filistin’de boykotu kırmak çok önemli. Bu, ana cephe olan
ABD’de de etkisini gösterecek bir gelişme.”
Cohen, Heinrich Wolff’a her türden boykot kararını
zayıf düşürmek veya etkisizleştirmek için Londra’da yapılacak Yahudi
konferansında perde arkasından çalışma vaadinde bulunur.
Gestapo’nun Filistin’deki ajanı Dr Fritz Reichert, o
günlerde merkeze şunları yazmaktadır:
“Londra
Boykot Konferansı, Tel Aviv’in saldırıları sonucu boşa düştü, çünkü Kudüs’teki
konsoloslukla yakın temasta olan, Filistin’deki transferin başındaki isim
Londra’ya tüm bilgileri sızdırdı. Bizim ana işlevimiz, burada Dünya
Yahudilerinin Almanya’ya düşmanlık temelinde birleşmelerine mani olmaktır.
[...] Yahudilerin arasında ihtilaflar yaratılmalı, böylelikle politik ve
ekonomik gücüne zarar verilmelidir.”
Nazi hükümetiyle yürütülen müzakereleri Dünya Siyonist
Örgütü ile yürütülür. Cohen’in yerine Yahudi Ajansı Politik Sekreteri Chaim
Arlosoroff getirilir. Arlosoroff, 1933 Mayıs’ında Berlin’e gider ve Naziler
Cohen’in önerdiği düzenlemeye devam edilmesine ilişkin bir ön anlaşma sağlanır.
Arlosoroff Tel Aviv’e döner. Burada suikasta kurban gider. Katiller, Nazilerle
her türden uzlaşmaya karşı olan Jabotinsky’nin başını çektiği Siyonizmin
revizyonist kanadına mensup kimi isimlerdir.
Ancak müzakerelere devam edilir. Naziler, Dünya Yahudi
Örgütü ile 1933’te anlaşma imzalarlar. Bu anlaşma 1939’a, Polonya’nın işgaline
dek varlığını korur. Havara, bir bankacılık ve ticaret şirketine dönüşür.
Faaliyetlerinin zirveye ulaştığı dönemde Kudüs’te bu şirkette çalışan uzman
sayısı 137’ye ulaşmıştır. Alman ürünlerinin satışında hedef ülke artık sadece
Filistin değildir. Ancak gene de Sam Cohen’in ilk müzakere ettiği düzenlemeye
sadık kalınır. Varlıklarının büyük kısmını veya tamamını Alman hükümetine
vermek istemeyen Alman Yahudileri paralarını Alman ithalat ürünlerini satın
almakta kullanan bir Alman bankasına yatırabileceklerdir. Satın alıcı, ardından
yatırımını Filistin’e gittikten sonra mallar satın alındığında telafi
edecektir. Kuralları Alman hükümeti belirlediğinden, göçmen yatırımının yüzde
otuzunu aşkın bir kısmını yitirecektir.
Siyonist-Nazi işbirliği, bu makalenin alt metninin
sadece bir kısmını teşkil etmektedir. Ana derdimiz, Filistin-İsrail çatışmasına
dair bir tanıma ulaşmaktır. Bu konuda Lenni Brenner’in 51 Documents isimli
kitabına bakılabilir. Bu kitap, Nazi-Siyonist işbirliğine dair belgelerin bir
antolojisini sunmaktadır.
“Yanan bir binadan, yani Nazi Holokostundan kaçan
Yahudiler, güvenlik şüphesi sebebiyle İsrail devletini kurmuşlardır” tespiti
tartışmalıdır. Esasında Siyonist proje, ta 1896’da Herzl’in Der Judenstaat isimli
çalışmasının yayınlandığı dönemde, hatta daha öncesinde çıkış almıştır.
Nazilerin otuzlarda iktidara gelişinden önce Siyonistlerin Avrupa’da
Yahudilerin kıyımdan geçirilmesi konusunda pek bir endişesi bulunmamaktadır.
Onlar, esas olarak Filistin’de bir devlet kurma meselesine odaklanmışlardır.
9 Kasım 1938’te Nazilerin Yahudilere saldırdığı,
Kristal Gece [Kristallnacht] olarak anılan olaydan sonra İngilizler, bin
kadar çocuğun ülkesine getirilmesini teklif eder. Bu teklif, Ben Gurion
tarafından reddedilir: Ben Gurion, Aralık 1938’de Emek Siyonistleri
toplantısında şunları söyler:
“Tüm
çocukların Almanya’dan İngiltere’ye getirilerek kurtarılabileceği seçeneğine
karşı bunların sadece yarısının İsrail toprağına aktarılması seçeneği arasında
ben ikincisini seçerim. Bizim için önemli olan, sadece bu çocukların hayatı
değil, İsrail Halkının tarihidir de.” (23, Bölüm 13)
Aralık’ta ise Siyonist yürütme kuruluna ise şunları
söyler:
“Eğer
Yahudiler mülteciler arasında seçim yapmak zorunda ise, toplama kamplarından
Yahudileri kurtarmak gerekliyse ve Filistin’de bir ulusal müze kurulmasına
yardım edilmesi zorunlu ise üstün olana merhamet edilmelidir ve halkın tüm
enerjisi muhtelif ülkelerdeki Yahudilerin kurtarılmasına aktarılmalıdır.
Siyonizm, sadece İngiltere ve ABD’deki kamuoyuna değil, tüm Yahudi kamuoyuna da
kendi gündemini dayatmalıdır. Mülteci sorunu ile Filistin sorunu arasında bir
ayrım yapılmasına izin verirsek, Siyonizmin varlığını riske atmış oluruz.” (24)
Esasında Nazilerin Avrupa Yahudilerini imha etme
programına muhalefet ile Filistin’de bir Yahudi devleti kurma fikri arasında
köklü bir uyumsuzluk söz konusudur. Havara anlaşması, 8.100.000 Filistin
sterlini (40.419.000 dolar) değerindeki varlığın Filistin’e aktarılmasını
sağlar. Bunun karşılığında 1933-39 arası dönemde 60.000 Alman Yahudisi
Filistin’e gider. Ama bir yandan da uluslararası boykot çalışmalarını sekteye
uğratır ve Almanların ürettiği malların yurtdışına satılmasına imkân
sağlayarak, Alman hükümetine sermaye akışı sağlar.
Bu, önemli bir gelişmedir, zira Holokost, İsrail
devleti sempatisinin oluşturulmasında önemli ve merkezî unsur olarak
kullanılmakta, Avrupa hükümetlerinden tazminat alınmasına dönük bir gerekçe
niyetine sunulmaktadır. Yahudi ya da Roman, Holokostun tüm kurbanlarına karşı
duyulacak beğeninin bir gerekçeye ihtiyacı yoktur. Ama şu söylenmelidir: İsrail
devleti masum değildir, süreç milyarlarca dolar tazminat almanın bir gerekçesi
olarak kullanılamaz. Üstelik bu paradan Holokosttan kurtulanların çok azı istifade
edebilmiştir.
1896’da Der Judenstaat’ı yazan ve 1904’te ölen
Herzl, Yahudi devletinin Arjantin’de veya Etiyopya’da kurulmasından memnuniyet
duyacağını söyleyen biridir. Genelde uzlaşılan yerse Filistin’dir.
O gün Filistin’de yaşayanlarla ilgili olarak Herzl
şunları söylemektedir:
“Bizler,
istihdama mani olarak sınır boyunca yaşayan parasız pulsuz nüfusu bölgeden
kaçırmalıyız. Müsadere ve fakirlerin bölgeden çıkartılması yönündeki çalışmalar
ihtiyatlı ve basiretli bir biçimde yürütülmelidir.”
Böylece Filistin, Siyonistlerin etnik temizlik üzerine
kurulu anlayışları ile tanışmış olur.
Bu iş çok da zor değildir. Ortadoğu’nun merkezinde
sadece Avrupalı Yahudilerden müteşekkil bir devlet kurmak istiyorsanız, ilkin
Araplardan kurtulmanız gerekir.
Herzl, sonrasında Dünya Siyonist Örgütü’nü kurar. Bu
örgütün amacı, Filistin’de bir Yahudi devleti kurmak ve onu bir öndevlet hâline
getirerek, içinden bir Yahudi devleti çıkartmaktır.
Dünya Siyonist programını anlamamış olsa da
Siyonistlerin arasında herhangi bir yanlış anlamanın söz konusu olmadığı
açıktır.
1923 tarihli Iron Wall [“Demirden Duvar”] isimli
kitabında Siyonizmin revizyonist kanadının kurucusu Vladimir Jabotinsky şunları
yazmaktadır:
“Araplar
arasında gönüllü bir uzlaşmaya dair herhangi bir tartışmanın bugün ve
öngörülebilir bir gelecekte ortaya çıkması mümkün değil. Doğuştan kör olanlar
hariç tüm iyi niyetli insanlar, uzun zaman önce Filistin’in bir Arap ülkesinden
Yahudi bir azınlığın yaşadığı bir ülkeye dönüştürülmesi konusunda Filistinli
Araplarla gönüllü bir anlaşmaya varılmasının tümüyle imkânsız olduğunu
anlamışlardı.”
Yereldeki her halk, kendi ülkesini ulusal bir vatan
olarak görür ve kendisini oranın tek hâkimi kabul eder. Başka bir efendiye asla
izin vermez. Bu tespit Araplar için de geçerlidir. Arapların temel
hedeflerimize ait gizli formüller ile kandırılabilen aptallar olduğuna bizi
tavizci çevreler ikna etmeye çalışmaktadırlar. Bense Filistinli Araplara dair
bu görüşü tümüyle reddediyorum.
Filistinliler, ellerinde umuda dair tek bir kıvılcım
kalana dek bu şekilde mücadele edeceklerdir.
Yerleşimciliği izah ederken ne tür kelimeler
kullandığımızın bir önemi yoktur. Yerleşimcilik, her Yahudi ve her Arap
tarafından anlaşılan, kendi içinde bütünsel ve kaçınılması mümkün olmayan bir
anlama sahiptir. Onun tek bir hedefi vardır. Mesele olguların doğası ile
ilgilidir. Doğayı değiştirmek imkânsızdır. Yerleşimcilik, Filistinli Arapların
iradesi hilâfına gerçekleştirilmiştir. Bu, hâlâ devam eden bir süreçtir.
“[…]
gönüllü bir anlaşma tasavvur bile edilemez. Tüm yerleşimcilik, hatta en kısıtlı
hâlinde bile, yerli halkın iradesini hiçe sayarak devam etmek zorundadır. Bu
nedenle bu süreç devam etmeli ve sadece yereldeki ahlâkın asla yarıp
geçemeyecekleri bir Demir Duvar’dan müteşekkil bir güç zırhı altında
gelişmelidir. Bizim Arap siyasetimiz budur. Bu siyaseti başka bir şekilde
formüle etmek ikiyüzlülüktür.
[…]
müsamaha göstermeden, belirli bir kudretle hareket edilmelidir. Bu noktada zor
kendi rolünü oynamalıdır. Bu noktada bizim vejetaryenlerimizle
militaristlerimiz arasında anlamlı hiçbir fark bulunmamaktadır. Biri Yahudi
süngülerinden oluşan Demir Duvar’ı, diğeri de İngiliz süngülerinden oluşan
Demir Duvar’ı tercih etmektedir.
Hâlihazırda
kimi insanların yaşadıkları bir toprağa yerleşmek istiyor iseniz, o toprakta
bir garnizon kurmanız gerekir. Başka bir yolu var mı? Yoksa gidin,
yerleşiminizi o toprağa yerleşmenizi imkânsızlaştıran, ona mani olan, bu
ihtimali yok eden her türden girişimi fiziken geçersiz kılan silâhlı bir güçten
mahrum kılın! Siyonizm bir yerleşimcilik macerasıdır. Bu nedenle o, silâhlı güç
meselesinden yanadır. İbranice konuşmak önemlidir ama maalesef birilerini
silâhla vurabilmek daha da önemlidir. Bu beceri yoksa, ben sadece yerleşim
meselesiyle bir oyuncak gibi oynuyorum demektir.
Bu
meseleyi sıradan bir biçimde kınamak ahlak dışı bir konudur, benim bu hususla
ilgili soruya cevap ‘kesinlikle yanlış!’ olacaktır. Bizim ahlâkımız budur.
Başka da bir ahlâk söz konusu değildir. Araplar için bize mani olma konusunda
en ufak bir umut kırıntısı varoldukça onlar bizlere umutlarını
satmayacaklardır. Lezzetli bir lokma için tek bir tatlı söz edilmeyecektir.
Çünkü bu Filistinliler ayaktakımı değil, canlı kanlı bir halktır. Ve hiçbir
halk, kaderini etkileyecek böylesi bir meseleyle ilgili bu tarz bir tavizde
bulunmaz. Bu ancak umut yoksa, Demir Duvar’da tek bir görünür kapı
bırakmadığımızda mümkündür.”
Revizyonistler, Filistin’deki İngiliz mandasını
revizyona tabi tutmak isterler. Bu revizyona göre, Filistin Ürdün’ün doğusunu,
yani bugünkü Ürdün devletini, batı yakasını, o dönemde mandanın doğu sınırını
çizen Ürdün Nehri’ni içermektedir. Revizyonistler, zaman içerisinde bugünkü
Likud partisine dönüşür. Bu parti, Jabonitski’yi model ve felsefî kurucu olarak
kabul eden Menahim Begin’in sağcı partisidir. Jabonitski, Avraham Stern’in
ölümü üzerine onun adını alan Stern Çetesi’nin lideri İshak Şamir’in, Ariel Şaron’un
ve Benjamin Netanyahu’nun kurucu babasıdır. Stern Çetesi, Birleşmiş Milletler
Filistin temsilcisini ve İngilizlerin Ortadoğu’dan sorumlu dışişleri bakanını
öldüren Yahudi terörist örgütüdür.
Filistin’in Ürdün’ü de içerecek biçimde Yahudi ve Arap
devleti şeklinde ikiye bölünmesini öneren, Peel Kraliyet Komisyonu’nun 1937
tarihli önerine cevaben David Ben Gurion şunları söylemektedir:
“[…]
Devletin tesis edilmesi ardından büyük bir güç inşa ettikten sonra ülkenin
parçalı hâline son vereceğiz ve tüm İsrail ülkesini kapsayacak şekilde
genişleyeceğiz.” [Masalha, Expulsion of the Palestinians, s. 107]
1937’de ise şu tespiti yapar:
“Arapların
önerilen Yahudi devletine ait vadilere zoraki nakli Birinci ve İkinci Tapınağın
ilk günleri esnasında o kendi ayaklarımız üzerinde durduğumuz günlerden beri
sahip olmadığımız bir şey verecek bize.”
Aynı yıl oğluna yazdığı mektubunda da şunları
söylemektedir:
“Arapları
kovmak, onların yerlerini ellerinden almak zorundayız, eğer onların yerlerine
yerleşme hakkımızı güvence altına almak için güç kullanmamız gerekiyorsa
elimizde bu konuda yeterli güç mevcuttur.”
1940 yılında Dünya Yahudi Örgütü için toprak satın
alma çalışmasının ve (Arapları Filistin’den transfer etme yolları üzerine
çalışma yürüten) bir dizi “transfer komiteleri”nden birinin başındaki isim olan
Joseph Weitz şunları yazıyor:
“Transfer,
sadece Arap nüfusunu azaltma amacını gütmüyor bu işlem ayrıca daha az önemli
olmayan ikinci bir amaca hizmet ediyor: Arapların işlediği toprakları boşaltmak
ve onları Yahudi yerleşimi için özgürleştirmek.
Biz,
bu ülkede iki halka yer olmadığı konusunda net olmalıyız. Araplar bu ülkede
oldukça hedefimize ulaşamayız. Arapların, hem de hepsinin komşu ülkelere
transfer edilmesinden başka bir yol yok. Geride tek bir köy, tek bir kabile
kalmamalı.”
1948’de Ben Gurion, Savaş Günlükleri’nde
şunları yazıyor:
“Saldırı
esnasında nihai darbeyi indirmeye hazır olmalıyız. Yani ya köyleri yok edeceğiz
ya da insanlarımız onların yerini alsın diye orada yaşayanları oralardan
kovacağız.”
Şubat 1948’de Ben Gurion, Yosef Weitz’a şunu söylüyor:
“Savaş,
bizim toprak sahibi olmamızı sağlayacak. ‘Bizim toprağımız’ ve ‘onların
toprağı’ türünden kavramlar barış dönemine ait kavramlar. Savaş döneminde bu
kavramlar tüm anlamlarını yitiriyor.”
1978’de Başkan Jimmy Carter, Başbakan Menahim Begin
tarafından davet edilir. İlk kez bir Yahudi olmayan kişi İsrail kabinesindeki
bir toplantıya katılır. Carter’a burada o günlerde Tarım Bakanı Ariel Şaron
onun birkaç yıl içerisinde işgal altındaki topraklarda 2 ila 3 milyon
Yahudi’nin yaşadığını görünce şaşırmaması gerektiğini söyler. Devamında da şunu
ifade eder:
“Şuan konuşurken bile Judea ve
Samarya’ya Yahudi aileler göç ediyorlar.”
1983’te o günlerde İsrail Savunma Kuvvetleri kurmay
başkanı Rafael Eytan şunu söylüyor:
“Eretz
İsrail’in tek bir santimetresinde bile Arapların ikamet etme hakkı yoktur. […]
Bunu er geç anlayacaklar. Filistinliler yanımıza sürünerek gelene dek zor
kullanacağız. […] Bu toprağa yerleşince tüm Araplar şişenin içindeki
hamamböcekleri gibi hızla kaçışacaklar.”
Bu noktada önemli bir hususu aktarmam lazım. Ocak
1948’de etnik temizlik ilk ayını doldurur. Esasında bu işlem 29 Kasım 1947’deki
taksim kararının ardından, sabah erkenden başlamıştır. O gün Hayfa’daki 75.000
Arap terörist örgüt İrgun’un saldırısına maruz kalır. Örgütün başında Menahim
Begin vardır. Saldırıda ayrıca David Ben Gurion’un düzenli milis kuvveti Hagana
da rol oynar. Önceki on yıl içerisinde ülkeye gelen Yahudi yerleşimciler
evlerini dağlara kurarlar ve böylelikle yüksek yerleri işgal ederler. Bu sayede
yüksek noktalardan diledikleri zaman köylülere ateş açarlar. Bu saldırılarla
birlikte Yahudi birlikleri yollara benzin döküp ateşe verirler. Ateşi söndürmek
için dışarı çıkan köylülere makineli tüfeklerle ateş açılır. Diğer bir teknik
de tamir edilmesi için Arapların atölyelerine içi bomba dolu otomobiller
bırakmaktır.
Hagana’nın özel bir birimi olan Palmah’a bağlı resmi
tarihe bağlı bir isim web sitesinde şunu söylüyor:
“Hayfa’daki Filistinliler Aralık’tan
beri kuşatma ve tehdit altındalar.”
Etnik temizlik böylece başlar ve 15 Mayıs 1948’de
Filistin’e Arap devletini kuşatacak ilk düzenli askerî birliklerin gelmesine
dek altı ay süreyle devam eder.
Deyr Yassin Katliamı 9 Nisan 1948’de gerçekleşir. 15
Mayıs’ta bu katliamın bir benzerine tanık olunur. Filistin’in tüm büyük
şehirleri Araplardan temizlenir. Yaklaşık 300 ila 400 bin Filistinli mülteci
etnik temizliğe maruz kalır.
Arapların Hayfa ve Filistin’den kovulma süreci böylece
başlar. 21 Nisan akşamı Hamursuz Bayramı’nda süreç sona erer. O gün İngiliz
komutan Stockwell, dört Arap lideri ofisine çağırır ve onlara şehri terk
edeceklerini ve kendilerini koruyacak kimsenin kalmayacağını söyler.
Ilan Pappe’nin değerlendirmesi şu yönde:
Filistinli liderler ve Stockwell arasında önceden gerçekleşmiş olan yazışmaların da gösterdiği üzere, liderler, Stockwell’i kanunun ve şehirdeki düzenin koruyucusu görüp ona güvenmişlerdi. İngiliz subayı, onlara halkının şehri terk etmesinin daha iyi olacağını söyledi. Oysa o şehir, on sekizinci yüzyılın ortalarından beri aileleriyle birlikte yaşayıp çalıştıkları yerdi. O dönemde Hayfa, modern bir kasaba olarak öne çıkmaktaydı.” [Pappe, The Ethnic Cleansing of Palestine, s. 94.]
Pappe şöyle devam ediyor:
“Ateş emrini Levi değil, Karmeli Tugayı’nda operasyon subayı olarak çalışan Mordehay Maklef verdi. Etnik temizlik sürecini bizzat Maklef yönetti. Askerlere verdiği emir açık ve netti: “Karşınıza çıkan tüm Arapları öldürün. Ateşe verilebilecek her şeyi yakın, kapıları patlayıcılarla patlatın.’
Bu emirlerin uygulanması ile birlikte Hayfa’daki binlerce savunmasız Filistinlinin yaşadığı 1,5 kilometrekarelik alandaki terör saldırılarıyla ve oluşan şokla birlikte herkes, eşyasını bile toplayamadan, ne yaptığını bile bilmeden, kasabayı terk etmeye başladı. Filistinliler, o panikle limana koştular. Burada kenti terk etmelerini sağlayacak bir gemi ya da tekne bulmayı umuyorlardı. Kaçmalarının hemen ardından Yahudi askerler evlere girip her şeyi yağmaladılar.
22 Nisan gününün şafağında insanlar sel gibi limana aktılar. Sokaklar, kurtulmak için çabalayan insan kalabalığı ile doluydu. Arapların bizzat atadıkları liderler, bu kaotik sahneyi biraz olsun düzene sokmaya çalıştılar. Megafonlarla bağırılıyor, insanlardan limanın yanındaki eski pazar yerinde toplanmaları ve denizden tahliye işlemi düzene sokulana dek bir yere sığınmaları isteniyordu. Megafonlardan “Yahudiler Stanton yolunu işgal etmişler, buraya geliyorlar” deniliyordu.
Savaş esnasında yaptıklarının kaydını tutan Karmeli Tugayı’nın savaş kitabında, yaşananlara dair pişmanlık ifadesi içeren tek bir cümleye bile rastlanmıyordu.
Subaylar, insanlara liman kapısının yanına toplanmalarının tavsiye edildiğini biliyorlardı. Bu sebeple, askerlerine pazar yerini ve limanı gören dağın eteğine üç inçlik havan topu yerleştirmeleri emri verdiler. Bugün burada Rothchild Hastanesi bulunuyor. Sonrasında, aşağıdaki kalabalığa havan mermileriyle ateş açıldı. Bu plan sayesinde insanların düşünmek için bir saniye bile vakit bulamamaları ve kaçışın sadece tek yönde gerçekleşmesi istenmişti. Filistinliler, pazar yerinde, Osmanlı’dan kalan ama İsrail Devleti’nin kurulması sonrası, tanınmanın ardından yıkılan beyaz kemerli bir kubbenin altında toplandıklarından, Yahudi askerler için kolay birer hedef hâline geldiler.
Hayfa pazarı, limanın ana kapısından yaklaşık yüz metre uzaklıktaydı. Topçu atışı başladığında, burası Filistinlilerin panikle kaçacakları yerdi. Kalabalık, kapıyı tutan polisleri kenara iterek zorla limana girdi. Çok sayıda insan, limana demirlemiş teknelere binip kentten kaçmaya başladı. Kısa süre önce o günkü saldırılardan kurtulanların yayımlanan anılarından, sonrasında yaşanan korkunç gelişmeleri öğrenmek mümkün. Birinde şunlar söyleniyor:
'İnsanlar, dostlarını, kadınlar kendi çocuklarını çiğnemek zorunda kaldı. Limandaki tekneler, kısa bir süre sonra yük gemisi misali dolup taştı. Kalabalık, korkunç düzeydeydi. Birçoğu, alabora olup yolcularıyla birlikte battı […]” [Pappe s. 96]
Demek ki Yahudileri denize döken Filistinliler değil,
Filistinlileri denize döken Yahudilermiş.
Mart 1948’de, yukarıda aktarılan olaylardan bir ay
önce “Plan D” veya “Dilet Planı” olarak anılan, A, B, C planlarının
somutlaşması olan plan David Ben Gurion ve kendisine sürekli danışmanlık yapan
isimler tarafından tamamlanıp Hagana komutanlarına dağıtılır. Bu belge,
Filistin’in %78’inde Arap köylerinin yıkılması, o köylerde yaşayanların
kovulması planının temelidir. O dönemde 30 köy yıkılır ya da boşaltılır. Yılın
sonunda yıkılan köy sayısı 531’e çıkar. Ayrıca kentlerde de 11 Arap mahallesi
boşaltılır.
Bu belgede şöyle söyleniyor:
“Bu
operasyonlar aşağıda belirtilen tarzda gerçekleştirilecektir: köyler, bilhassa
halkı zor kontrol edilen merkezlerdeki köyler ya (ateşe verilerek, havaya
uçurularak ya da enkazlar altına mayınlar döşenerek) yok edilecek ya da
aşağıdaki yönetmelik uyarınca kontrol altına alınacaktır: köylerin kuşatılması,
arama çalışmalarının yapılması. Direnmeleri hâlinde silâhlı kuvvetlere
direnenler öldürülecek, halk devletin sınırları dışına atılacaktır.”
İsrailli tarihçi Ilan Pappe’ye göre, İsrail’in devlet
hâline geldiği Mayıs 1948 ile 2005 yazı arasında İsrail elli bin Filistinli
öldürdü. If American Knew isimli internet sitesi ise Ekim 2000’den beri
ölenlerin sayısının 6.430 olduğunu söylüyor. Buna göre, İsrail her gün ortalama
2 Filistinli öldürmüş.
İsrail Ev Yıkımlarına Karşı Mücadele Komitesi’ne göre,
İsrail Batı Şeria’da ve Doğu Kudüs’te 1967’den beri 34.000 ev yıkmış. Gazze ve
Batı Şeria’da sökülen narenciye ve zeytin ağaçlarının sayısı 800.000 civarında.
Böylelikle Filistinliler 55 milyon dolar zarara uğramış. Oxfam’ın tahmini bu
yönde. 2009’da İsrail’in gerçekleştirdiği saldırıda dört ilâ beş bin ev
yıkılmış. Zarar gören ev sayısı ise 50.000. Birçok Gazzeli aile 2010 kışını
yıkılan evlerinin enkazları altına kazdıkları yerlerde geçirmiş, zira kuşatma
altındaki bölgede inşaat malzemelerinin girmesi yasak.
Gazze kuşatması sebebiyle yeni doğan bebeklerde
sıklıkla kansızlık gözlemleniyor, bunun sebebi annelerinin yeterince
beslenmemesi, Gazze’ye giren gıdanın yetersiz olması, şehirdeki tarım
arazilerinin yok edilmesi. Çocuklar yeterli beslenemiyorlar.
İsrail sınırlarını hiçbir zaman net olarak tarif
etmeyen bir devlet. Tüm dünyadaki Yahudilerin İsrail’e göç etmesini istiyor,
gelenleri Arap topraklarına sınır olan yerlere yerleştiriyor.
Şurası kesin: İsrail ne kadar bağırırsa bağırsın, bir
mağdur değil, herkesi mağdur eden bir devlet.
O hâlde bu çatışma ne diye yaşanıyor? Tüm Siyonizm
tarihinde işleyen ana hikâye nedir?
Bu hikâye, Siyonizmin Filistinlileri bir halk olarak
yok etme ve onların atalarından kalan toprakları mülk edinme üzerine kesintisiz
tatbik edilen bir programla ilgilidir.
Bazı Siyonistler, iki devletli çözüme razı ve
İsrail’in 1967 sınırlarına çekilmesini, Filistin’in %22’sinde küçük bir
Filistin devleti olarak varlığını sürdürmesini istiyorlar. Ama sahadaki
gerçeklik şu: İsrail, Batı Şeria’daki 300.000 yerleşimcinin geri çekilmesi
maddesinin gereklerini yerine getirmek şöyle dursun, bu yazının yazıldığı
günlerde Doğu Kudüs’e 193.000 kişi daha yerleştirdi. Batı Şeria’da iki yüzden
fazla yerleşim daha kuruldu. Bunlar, Manhattan’ın iki katı büyüklüğünde yerler.
Okulları, üniversiteleri, AVM’leri, kamu ve özel milyar dolarlık altyapısı,
sadece Yahudilerin kullandıkları 500 kilometre uzunluğunda bir otoban sistemi
var. Oysa Filistinliler, beton ve asfalt bariyerler arasında bağlantısız
adacıklarda mahkûm hâlde yaşıyorlar.
67 sınırlarına çekilmeyi isteyen bu ılımlı Siyonistler
ne derse desinler, İsrail her daim genişleme yönünde işleyen bir dinamiğe
sahip. Genişleme sürecini dayatan merkezkaç kuvvetlerse çok katmanlı ve epey
karmaşık. Siyonistleri motive eden dinleri ve mitolojileri, sahip oldukları
ordusu, güvenlik istekleri, yaşam alanı istemeleri, kendi çıkarlarına olacak
şekilde güç ve büyüme arzuları. Hâlâ ısrar ediyorlar, o yüzyıllık ivme ve
Siyonizm yüzyılı hâlâ akmasını biliyor.
Demek ki Filistin-İsrail çatışması, Filistin halkının
yok edilmesi, ülkeden kovulması, Filistin’in en azından Ürdün Nehri’ne kadar
Yahudi devletince ele geçirilmesi meselesi. Filistinlilerin ayrı bir kültür ve
tarihe, doğdukları toprağa, ebeveynlerinin ve atalarının doğduğu yurda
bağlılıkları ile bir halkın imha edilip edilmeyeceği hususu henüz karara
bağlanmış değil.
William James Martin
5 Ocak 2015
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder