Azer Bülbül (Subutay Kesgin) Kars’ın Arpaçay ilçesinde
doğdu, Almanya’da büyüdü, Antalya’da şiddetli lodosun estiği bir kış gecesi (6
Ocak 2012), üçüncü sınıf bir otelde, yalnızlık ve umutsuzluk içinde öldü.
Bülbül’ün kalbinin harap durumda olduğunu belirten
adli tıp uzmanları, “Kalbini çok ihmal etmiş. Damarları tıkanmış ve 43 yaşında
olmasına rağmen kalbi 70 yaşındaki bir insanda görülebilecek derecede yorulmuş”
dediler.
* * *
Azer Bülbül, gerçek “öteki!”lerin şarkıcısıydı. Bu
ülkede bu ülkenin gerçek “öteki”lerini unuttuk biz!
Ahmet Türklerin, Selahattin Demirtaşların temsil
ettikleri değildir “öteki” aslında. Bir avuç zenginin ezip sömürdüğü
milyonlarca isimsiz yoksuldur öteki!
İşte sınıf bilinci olmayan milyonlarca ezileni,
yoksulu Azer Bülbül temsil ediyordu.
Oysa ezilenlere, çaresizlikten başka hiçbir şey
önermiyordu.
Onu dinleyenler gerçekten çaresiz insanlardı. Ama
çaresizliğin de bir bilinci vardır. Çaresizliğin bilincini Azer Bülbül’den
öğreniyorlardı.
Birahanelerde, kuytu kahvelerde, konfeksiyon
atölyelerinde, ucu bucağı belirsiz küçük sanayi sitelerinin rutubetli, beton
çatlaklarında sızıldayan bu ses o kadar umutsuzdu ki teslim oluşu önererek
aslında direnmeyi öneriyordu.
* * *
Edebiyat ve Eleştiri’yi
çıkardığım yıllar matbaacı dergi basımını geciktirmişti. Bir an önce dergiyi
alabilmek için yardım etmek istedim; dergiye kapak takılan, duvarları
Ankaragücü posterleriyle süslü mücellithaneye gittim. İlk kez orada dinledim
Azer Bülbül’ün şarkılarını.
Kaynatılan tutkal kazanının yanına göğsünde kocaman
bir hoparlörü olan bir teybe Azer Bülbül’ün kasetini koymuşlar, sesi sonuna
kadar açarak “Her
An Her Şey Olabilir”, “Dokunmayın
Çok Fenayım”, “Hele
Aney Aney”, “Sol
Yanımdan Vurdular Beni”, “Dayanamıyorum”,
“Üzülmedim ki”yi dinliyorlardı.
Kırım makinesinin mekanik sesi arasında Azer Bülbül’ün
sesi dalga dalga yükseliyordu. Herkesin hiç konuşmadan “Azer” dinleyip
çalıştığı bu iki saat, benim için türlü duyguların ve düşüncelerin yumağı
içinde kavrulduğum saatler olmuştu.
* * *
Uyuşturucudan kurtulmak için mücadele ettiği,
unutturulduğu yıllarda, dergi büromun kapı komşusu beşinci sınıf bir menajerlik
bürosundan çıkarken karşılaştık Azer’le. Tanıdım; asansöre bindik.
İyileşeceğini söyledim; susarak ayaklarının ucuna baktı.
* * *
Sistem bir türlü onu ele geçiremiyordu. Düzenin bir
parçası olmuş ve yoksulları kullanıp kullanıp satmış Orhan Gencebaylar, Müslüm
Gürsesler gibi değildi.
Uyum göster(e)miyordu!
Onu en çok dinleyenler Ankaragüçlülerdi.
Tanıl Boralar, Ahmet Çiğdemler gibi tatlısu yazarları
Gençlerbirliği maçlarına gidiyorlar diye Gençlerbirliği sol -damarı demiyorum-
bir imgeyi bile temsil edemiyor ama tam tersine varoşların tutkulu
taraftarlarına sahip, Bakunin’in balıklama içine dalası oranında çılgın
taraftarıyla Ankaragücü, yoksulları ve isyanı temsil ediyor.
Azer Bülbül, bir sanatçıya yakışır biçimde, kimseye
eyvallah demeden göçtüğünde bile, sistemin NTV’leri CNN’leri cemaatlerin
bilumum STV’leri cenaze törenine ilgi göstermediler.
* * *
700 liraya günde 12 saat bir marketin kasasında
yaşamını çürütmeye hapsolmuş milyonlarca kadının/erkeğin nasıl bir duygular
dünyası olduğunu bilmiyoruz. Cemal Süreya, Edip Cansever, Paul Eluard okuyup
operaya, tiyatroya gidiyoruz. (Buna karşı değilim elbet.)
* * *
Bu ülkede yoksulları tanımıyoruz. Kuş gribi olduğunda
kameralar zorunlu gösterdiği için sefaleti ancak görebiliyoruz. İş kazasında
bile emekçilerimizi ekranlarda göstermiyorlar; onları tanımıyoruz!
Bu ülkede yoksulların yazarı da kalmadı, şairi de,
devrimcisi de, sanatçısı da!
* * *
Bu kadar üzüleceğimi bilmiyordum; yüreğim hâlâ o
mücellithanedeki işçilerde kalmış.
Ahmet Yıldız
31 Ocak 2013
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder