31 Aralık 2016

,

Yeni Yıl, Kar Suyu ve Çakıl Taşı

Onca kir pas eşliğinde, arınmanın eşiğinde olduğumuz sanrısı, işte bizi yeni yıla bu sancı taşıyor.

Belki de sabahın köründe, o masum gençlerin çadırları yakılmasa, bu kadar ayaklanmayacaktık Gezi’de. Biraz da bu arınma, günahlardan kurtulma hissidir, yenilen. Günahımız, yapılması gerekenleri yapmamak.

Bugün “Müslüman Noel kutlamaz” lafına bu yüzden sarılıyoruz. O lafa karşı anlamsız siperleri o yüzden kazıyoruz. Kutlamak istediğimiz, biraz da yeni bir sayfa açma umudu çünkü.

Değişen bir şey yok, oysa.

Teori, değişmeyeni görmek demek. O yüzden artık fazla akim. Geçmiş kuşaklar, yeniyi pazarlamaya mecburlar, o yüzden düşünmüyorlar, düşünülmesini istemiyorlar. Sadece “en saf benim” demek için kendisini olan bitenden münezzeh görüyorlar.[1] Devirdikleri çamlar, eski kuşaklara dağıtılan boncuklar… başka bir şey yok.

ÖDP, “AKP sorumluluk alsın”[2] lafını bu sebeple ediyor. Herkes, saf ve masum varlık olarak kendisini işaret ediyor.

Sınıflar mücadelesi, kir demek. O kirden arınık, münezzeh olduğunu yutturan, yarışı kazanacağını sanıyor. Masumiyete çağrı, sorumsuzluğa çağrı…

Ucuz yılbaşı programlarının bayat yeni yıl dilekleri… Ensemizden ayrılmıyor. “Değişen bir şey yok” hissi, ürkütüyor. Masum olana artık daha fazla kaçıp sığınıyorlar. Sığınılan yer, ister birey ister örgüt ister devlet ister sınıf olsun, fark etmiyor.

Kimse, “en saf, en masum benim” yarışını kazanacağını zannetmesin. Sınıflar mücadelesi, korkudan üzerimize attığımız her örtüyü yırtıp atıyor. “Hiçbir şey yapmam” ile “her şey olurum”, kardeş cümleler…

Yeni yıl, TKP ruhuna Fatiha okunacağı bir zemin sunuyor. Koltuk kavgaları, koca bir tarihi içten içe çürütüyor. Tartışmalarda herkes birbirini ihbar ediyor. Bu tartışmalar sayesinde bir kesimin “bu Gezi, Seferberlik Tetkik Kurulu’nun işi”[3] dediğini öğreniyoruz. Ve hatırlıyoruz: Ethem Sarısülük’ün vurulması sonrası yapılan tetkikte polisin bir telsiz konuşması düşüyor sosyal medyaya. Orada polis amirinin, Gezi’nin ikinci günü yürüyen TKP kitlesine yol verilmesini istediğine, partinin yöneticileriyle konuşuldu, parti kitleyi başka bir yöne yönlendirecek” dediğini işitiyoruz. Bu ayrışmada o görüşme doğru ise, onu hangi tarafın yaptığını sormak gerekiyor.

Hangi taraftı o, Beşiktaş’taki bomba sonrası “kirli siyaseti reddeden”?[4] Orada ilkeler sıralanıyor, “kör şiddet”e karşı, “gerçeğe karşı körlük” telkin ediliyor. Bu körlük, saf ve masum olma yalanına dair. Çünkü örgüt, ancak kendisi gibi olanların yan yana dizildiği, kirden pastan ari olunduğu masalının örgütlendiği temel zemin. Bu, siyaset yapmanın imkânsızlığı demek oluyor.

“Emekçi” diye bir boş gösterene iman ediliyor, ama o da yalandan. Kimse, küçük burjuva hırslarından kurtulmak derdinde değil. Emretmek, yönetmek, merkezde olmak… Bu zevklerden kimse vazgeçmiyor.

Yeni yıla yüklenen masumiyet, belirli öznelerin kendileriyle ilgili vehimleri. Gençlik ve kadın vurgusunda dahi bu türden bir masumiyet kurgusu hâkim. Bebeğin saflığına ulaşıldığında, tüm çapaklardan kurtulacağımıza dair bir yalan… Emeklemek, emek zannediliyor. Ne tarihin emri, ne toplumun demiri… Bu ikisinden kaçmak için çocukluk en güzel koyak.

Bu açıdan saf, çocuk ve masum olma konusundaki yarışın teorik ve pratik bir sonuç üretmesi mümkün değil. Son yirmi yıla hâkim olan bu hâl, 12 Eylül, Özal dönemi, Sovyetler’in çözülüşü gibi gelişmelerle alakalı. Tüm bunlara, bozulmamış, kirlenmemiş bir rahimle cevap vermenin hükümsüz olduğu görüldü. Daha nicedir bunca kavga, dalaş, cedel… Kimsenin marksizmi, sosyalizmi, teorisi, örgütü, ideolojisi diğerinkinden daha temiz değil.

Biraz da bu Acun tartışması[5], Taksim’in yerini Kadıköy’ün alması ile ilgili. Kadıköy’ün belediye başkanının Alevilerle ilgili sözleri, onun “Bağdat Caddesi’nde tecavüz oldu demeyin, orası nezih bir yer” sözüyle bağlantılı. Biraz da Mehmet Ağar’ın “sola ekmek verin”[6] emriyle. Burjuvada veya devlette görülen saflığa, masumiyete âşık olunması bundan.

Demek ki her masumiyet arayışı, burjuvaya ve devlete çok şey borçlu. O masum hâl kurgusu, onlardan ödünç alınıyor olmalı. Masum, saf bir yerden, “kör şiddete karşıyız” demek de “bireyin saflığı açısından bu kire karşıyız” demek de bir. Devleti saf gören, sermayeyi kir; sermayeyi saf gören, devleti kir görüyor.

“Bu kiri devrim temizler” lafı, masumiyet çağrısı. Devrimin bireyselleştirilmesi, psikolojiye kapatılması. Kapımızın önü… ama peki meydanlar?

Ortak olanın tasfiye edildiği momentte, solun da kapısının önüne hapsolması.

Çağıldayan hayat, başka bir türküyü çığırıyor.

O hâlde yeni yıl, masumiyetle, saflıkla gelmeyecek. Çam ağacınızın dibine çocuklara dair hediyeler bırakılmayacak. Ezgilerinizi paraladığınız, pazarladığınız bir diyarda, her ıslığınız içinize gömülecek. Çünkü milyonlardır o kirle, çapakla, kavgayla, yanılgılarla, şüphelerle, korkularla ve çarelerle yaşayan. Orada yoksanız, yoksunuz. Masumiyetiniz en sefil, en yok hâliniz.

İşte bu bilinçle, yeni yıl, kavganın idrak edildiği, idrakin kavgayla harrlandığı bir yıl olsun. Ortaklık dava, dava ortak olsun. Kulağınızdan kar suyu, ayakkabınızdan çakıl taşı eksik olmasın!

Eren Balkır
31 Aralık 2016

Dipnotlar:
[1] Metin Çulhaoğlu, “Biz mi Onu O mu Bizi Devirdi?”, 31 Aralık 2016, İleri.

[2] “ÖDP’den Açıklama: Sorumlusu PKK’dir”, 27 Aralık 2016, Cumhuriyet.

[3] Doğan Ergün, “Salonlardaki İşimiz Bitmiştir!”, 02 Şubat 2015, İleri.

[4] “Komünist Parti’den Deklarasyon: Kirli Siyaseti Reddediyoruz”, 2 Aralık 2015, Sol.

[5] Eren Balkır, “Acun ve Acul”, 27 Aralık 2016, İştirakî.

[6] Eren Balkır, “Dümen”, 20 Ekim 2016, İştirakî.

30 Aralık 2016

,

Noel’in Anlamı


“Noel” diye yazar İsveçli ilahiyatçı Hans Urs Von Balthasar, “tarihteki bir olay değil, zamanın ebediyetin istilasına uğramasıdır.” Kastettiği, Noel’in bir ânla ya da hatta bir dönemle kayıtlı olmadığı, Noel’le ortaya serilenin, zamanın sınırlarına tabi olmadığıdır. Zamanı akamete uğratan sonsuzluğun mümkün görünmeyişi, bizatihi Noel hikâyesinin alâmeti farikası olan beklenmedik tersine çevirmeleri içeren uzun listesinin başında yer alır.
Hikâyenin başlama vesilesi, şaşırtıcı birtakım olaylardır: özel bir toplumsal konuma sahip bulunmayan bir kadın, bir melek tarafından ziyaret edilir ve bakire kadın, oracıkta hamile kalır. Nişanlısı, geleneklere ve dinin buyruklarına göre, onu kovma ya da infazına yol verme haklarına sahiptir, ancak o, bunun yerine, onunla evlenmekten geri durmaz. Günışığında dahi görülebilen çok parlak bir yıldızın altında çift, başka bir şehre seyahat eder ve Tanrı’nın oğlunun anasına bir tek oda olsun bulamaz. Böylece Mesih, hayvanlara ayrılmış bir yem teknesinin içine doğar ve oraya yatırılır.
Pek ilginç, bir gariplikler silsilesidir mevzubahis olan. Bunların içinde en garibi ise Tanrı’nın insanlıkla bir münasebette bulunmaya niyetlenmesi hususu. Bu, Søren Kierkegaard’a göre, Hıristiyanlığın bizatihi özünde yer alan bir abesliktir:
Hıristiyanlık, bu insan tekinin -ve buradan da erkek, kadın, hizmetçi kız, kabine üyesi, tüccar, berber, öğrenci vesaire… her kim olursa olsun her bir insan tekinin- Tanrı’dan önce var olduğunu, Tanrı’yla ne zaman isterse O’nun tarafından işitileceğinden emin olarak konuşabileceğini öğretir -sözün özü, bu insan, Tanrı’yla en büyük bir yakınlık içinde yaşamaya davet edilmektedir! Dahası […] Tanrı, bu insanın hatırına dünyaya gelir, kendi doğumuna, acı çekişine ve ölümüne rıza gösterir ve bu acı çeken Tanrı, ona önerilen yardımı kabul etmesi için bu kişiye neredeyse yalvarır! Gerçekten de birini aklını yitirme noktasına getirecek bir şey varsa, o da budur.
Kierkegaard haklıdır: bu kadar çok sayıdaki sıradan insan ve güneş huzmeleri içindeki toz zerrecikleri için -evrenin yaratıcısı, sonsuz ve her şeye kadir- Tanrı’nın insan bedenini ve dünyevi hayatı kabul etmesi fikrinde gerçekten de bir delilik emaresi mevcuttur. Bu anlamda Noel, bütünüyle hayret uyandırıcı bir planın uygulamaya konması mahiyetindedir.
Oysa çoğunlukla Hristiyan düşüncesi sterilize edilip seyreltildi ve zamanla halka ait basit bir akla, daha da kötüsü, sağduyuya dönüştürüldü. Kierkegaard’un tespitiyle, tüm insan aklı, bu ‘altın’ (daha doğru bir ifadeyle ‘zırhlı’) ortalamaya indirgendi ve işte artık aşırılıklardan kurtulmuştuk. Çok ufak, ama çok miktarda olan bir şey, her şeyi mahvetti. Akıl ve irfan konusunda insanlar arasında süren tartışmada ortaya çıkan sonuç, hayranlıkla karşılanıp yüceltildi. […] Ama Hristiyanlık, 'artık aşırılık yok' anlayışını aşıp devasa bir adım attı ve abesliğe vardı. İşte Hristiyanlığın başladığı yer de burası.”
Kierkegaard’un gözlemine göre, Hristiyanlığın başladığı yer Noel. O, tuhaf ve beklenmedik olanla yüklü. O hâlde en uygun olanı, onun Hristiyanlar tarafından geleneği geçmişten söküp çıkartacak bir zaman kesiti olarak iş görmesi gerek. Bu gelenek, o yorgun düşmüş uygulamalar değil, beklenmedik olan uygulamalar, bizi beklenmedik olanın peşinde mücadele etmemizi sağlayacak pratikler için olmalı.
Her şeyden önce Hristiyanlığın içerisinde devrimci bir şeyler var. Bu, her şeyi baş aşağı çeviren, terse döndüren, kökten dönüştüren bir eğilim. Meryem’in magnificat isimli hamdüsenası, kuzeni Elizabeth’le buluştuğunda söylediği ezgi, şunları söylüyor: “Ruhum Rabbimize hamdüsena ediyor, kalbim Kurtarıcım olan Tanrı karşısında sevinç doluyor, çünkü O, kulunun sadeliğini hoş karşılıyor. […] Güçlü olanları tahtlarından indiren O, O’dur aşağıdakileri yukarı çıkartan. Açları güzel şeylerle doyurdu, zenginleri ise eli boş gönderdi.” Burada zikredilenler, önceden tahayyül bile edilemeyecek olan bir konuma taşınmış köylü bir kızın ağzından dökülüyor. Noel’in kökünden altüst ettiği şeyleri bize bir bir sıralayan bu genç kadın, toplumsal bir mevkiden mahrum ki bu, inanılması güç bir sapma hâli.
Hristiyanlığın devrimci niteliği, genelde onun içinden sökülüp alınıyor ve bu dine atıfta bulunmanın faydalı olacağı özel politik momentlere hapsediliyor. İşte bu seçiciliğin de ters yüz edilmesi şart. 
Hristiyanlık, her zaman yoksullarla, zayıflarla ve ezilenlerle ilgili. O, bu düzeni altüst etmeye dönük ilgisini hiç yitirmemiş, her daim beklenmedik olanı hedeflemiş ve oraya ulaşmaya çalışmış. Ebediyetin ele geçirdiği bir zaman olarak Noel, tüm zulmün ortadan kalktığı ânın hem mümkün hem de gerekli olduğunun bir ifadesi. En imkânsızmış gibi görünen, düzenin altüst oluşu gerçekleşir ve Hristiyanlık Noel ânıyla başlar, bu, onun ana özelliği olarak varlığını korur.
Dolayısıyla devrimci olmayan bir Hristiyanlık yoktur. Noel’i teselli edici ve keyifli Hristiyan kutlamalarından biri olarak yorumlamak mümkünse de en doğrusu onu bir devrim çağrısı olarak yorumlamaktır. O ândan itibaren artık eski düzene ait hiçbir şey olduğu gibi kalamaz: İsa, yoksulu ve yaralı olanı yüceltmek için gelmiştir, O’nun örnekliği, Hristiyanlığın fermanıdır.
Elizabeth Stoker Bruenig
25 Aralık 2016

29 Aralık 2016

,

Noel'in Önemi

Noel Amerika’da bir kültür savaşının ortasında kaldı. Muhafazakârlar, kendi kuruntuları olan bir “Noel’e karşı savaş”ın kurbanı olduklarını ve bu savaştan ancak İsa’sız Noel’i reddederek galip çıkılabileceğini iddia etmeyi sürdürüyorlar. İlericiler ise bu tüketime yönelik bayramın maddiyatçılığını eleştiriyorlar.
Ancak tartışmanın tarihi daha eskilere dayanıyor. Noel, bin yıldır ne anlama geldiği konusunda yürütülen kültürel, siyasî ve dinî savaşların merkezinde yer alıyor. İncil’in kendisi de İsa’nın doğumuna ilişkin çelişen anlatılar barındırıyor.
Bu bayram bizim için ne ifade etmeli? İster Hıristiyan, ister ateist, ister başka inançlara mensup olsunlar, sol siyasî hareketler için bu bayramın ne kıymeti olabilir?
Dinî bağlarınızdan (ya da herhangi bir dinle kendinizi bağlı hissetmeyişinizden) bağımsız olarak, Yeni Ahit’in İsa’nın doğumu ile ilgili neler anlattığını ve bu hikâyelere ilişkin tefsiratın bizim davamıza nasıl destek ya da köstek olacağını bilmek başlı başına değerlidir. Ayrıca işe buradan başlandığında, kitabın kendisinin bizzat birbiri ile uyumsuz anlatılar içerdiği görülür.
İncillerdeki doğuma ilişkin anlatılar, her şeyden önce birer hikâyedirler. İsa’nın hayatını anlatan bu metinlerin yazarları onun doğumunda bulunmuş değillerdi. Ayrıca her iyi hikâye için geçerli olduğu gibi, her biri aslında belli bir noktaya dikkat çekmek üzere yazılmıştır.
Matta: İsa Kral Hirodes’e Karşı
Matta İncili Yeni Ahit’in ilk kitabıdır. Kitap, İsa’nın doğumunun Musa’nınkine koşut olduğu iddiasındadır: her ikisi de bir kriz zamanında dünyaya gelmiş, ölümden kıl payı kurtulmuş ve halk tarafından kurtarıcı olarak anılmışlardır.
Matta’da İsa’nın doğumuna ilişkin uzun anlatı, doğumun kendisi ile değil de bebek İsa ile ilgilenir. Doğulu astrologlar, bir takım hediyeler taşıyarak kendilerini bebek kral İsa’ya götürecek olan bir yıldızı izlerler, ancak bundan evvel Kral Hirodes’in karşısına çıkarlar. Ya yıldız onları oraya götürmüştür ya da onlar kralların saraylarda doğmasının bekleneceğine hükmetmişlerdir. Kral Hirodes, onlara bu asil bebeğin nerede olduğu bildirmek üzere geri dönmeleri talimatı verir. Ancak onlar bunu asla yapmayacaklardır.
Hikâyenin anlatıcısı siyasî niyetlerini de ifşa eder: tepesinde yıldızların belirmesine yetecek kadar önem arz eden iktidar sahipleri değil, henüz tümce bile kuramayan bir bebektir.
Kral Hirodes astrologların dönmeyişi karşısında köpürür. Tehdit altındaki birçok imparator gibi onun da verdiği karşılık şiddetli olur.
Hirodes, Beytüllahim’de iki yaşının altında ne kadar erkek çocuk varsa öldürülmeleri için bir ferman çıkarır. Allah’tan, İsa’nın üvey babası Yusuf’a rüyasında kutlu ailesini de alıp Mısır’ın yolunu tutması bildirilmiştir.
İsa’nın ailesi mülteci olur. Peşlerinde onları katletmek isteyenler vardır. Zalim bir diktatör eliyle yurtlarından edilmişlerdir.
Sonunda İsa ve ailesi, Hirodes’in ölümünün ardından yurtlarına -ancak İsa’nın doğduğu Beytüllahim’e değil de kuzeyin dağlık şehri Nasıra’ya- dönerler. Bu dönüşün ardından İsa yoksul çiftçilerin yaşadığı bir kasabada büyümüştür. Şu işe bakın ki Hirodes’in daha bebekken katletmeye niyetlendiği bu “yeni kral” iktidarın merkezi Roma’da ya da yine mühim bir şehir olan Beytüllahim’de değil de taşrada yaşamaya gelmiştir.
İsa’nın annesi Meryem bu sırada 15’inden büyük olmamalı. Yusuf’sa muhtemelen otuzun üzerindedir ve icracısı olduğu marangozluk mesleği itibarlı olmaktan hayli uzaktır. Bugünün toplumunda Meryem, ekmeğini yaptığı parça başı işlerden kazanan bir emekçi ile evli hamile bir liseli olurdu.
Matta’da mülksüzler, en alt sınıfın mensupları ve toplumsal/siyasî sermayeden yoksun olanlar kurtuluşu getirecek olan devrimci kudretin asıl sahipleridir.
Luka: İsyan Şarkıları, Dışlanmışlar ve Zındıklık
Yeni Ahit’in üçüncü kitabı Luka İncilinde de İsa’nın doğumundan bahsedilir. Bu kez mülteci değil ancak fakirlerdir. Ayrıca hikâye burada Meryem yönünden aktarılmaktadır.
İsa, Meryem’in karnında büyüyedururken annesine birdenbire bir ilham gelir ve fevkalade bir şarkı tutturur; mülk sahiplerine yöneltilmiş radikal bir isyanın ilanıdır şarkı. Meryem şunları söyler: “Tanrı güçlü olanları tahtlarından indirdi ve aşağıda olanları yükseğe çıkardı”. Ve ekler: “Aç olanları güzel şeylerle doyurdu, zenginleri ise eli boş gönderdi.”
Meryem, siyasi ve toplumsal iktidarın altüst oluşunu ilan eder, bu altüst oluş Tanrı eliyle getirilecektir. Tanrı’nın karnı tokların, yüksek tahtlarına kurulmuş olanların değil, mazlum ve yoksulların safında olduğunu bildirir.
Meryem’in şarkısı sadece dindarların diline düşmez. Dünyanın her yanında adalet arayan hareketlerin tümünce sahiplenilir. Bu şarkı, çağrısının emperyal güçlere yönelttiği tehdit nedeniyle totaliter hükümetlerce defaten yasaklanmıştır: Britanya hâkimiyetindeki Hindistan’da, Arjantin’deki Kirli Savaş sırasında, Guatemala’daki iç savaş boyunca ve 70’lerin ve 80’lerin El Salvador’unda.
Luka’da ayrıca İsa doğarken bir melekler ordusunun çobanlara görünüşte masum bir tümceyle seslendiği bilgisi yer alır: “En yücelerdeki Tanrıya hamd-ü senalar, dünya üzerindekilerin tümüne hayr-ü selamet olsun.”
Bu söz, o zamanlar bugünkü okuyucuya göründüğü kadar zararsız değildi. İmparator Agustus’a coşkulu bir karşı çıkıştı bu.
Milattan önce 9 yılı civarında taşa kazılmış olan Priene Yazıtı, Agustus’un doğumunu yüceltiyor ve onun tanrısallığını ilan ediyordu. Şöyle:
Bize ve zürriyetimize Mesih olarak gönderilmiş bulunan [İmparator Agustus] savaşa son verdi ve her şeye bir nizam getirdi; işte o Tanrı’nın tecessümüne dönüşmüş olmaklığıyla eski zamanlarda umulan her şeyi mümkün kıldı. […] Tanrı Agustus’un doğduğu gün bütün âlem için ondan sadır olan müjdelerin bidayeti oldu.
Roma İmparatorluğu’nun görüşünce imparator Agustus tanrısal bir kişilikti ve selametin bedenleşmiş haliydi. Bunun aksini iddia eden ya öldürülür ya da özgürlüğünden edilirdi. Gökten gelen meleklerin daha dakikalar önce iktidar ve zenginliğin mekânı sarayların uzağında doğmuş bu bebeğin dünyaya esenlik getireceğini ilan etmesi imparatorluğun suratına inmiş bir tokattı.
Gökten gelen bu duyuruyu alan çobanlar yeni doğanı görmeye gittiler. Tarihsel olarak çobanlar dışlanmış paryalardı: kimileri henüz çocuktu ve hepsi büyük bir sefalet içindeydi. Ama onlar yemek yemek ve hacet gidermek için de kullanılan, pire ve kemirgenlerin cirit attığı bir ahırı ziyarete gittiklerinde bu sefaletin bir ehemmiyeti yoktu.
Şayet Matta’nın hikâyesinin sorusu iktidarın kimde olduğuna dairse, Luka’nın sorduğu soru şu olmak gerekir: “Yoksulların devrimi ne zaman vuku bulacak?” Luka, dönüp dolaşıp kadınların ve yoksulların muktedirlere karşı önderlik ettiği aşağıdan yukarı doğru bir devrimci ahlakı vurgular.
İncil yazarları, hikâyelerinin olgusal olarak doğrulanabilir olması ile ilgili değillerdi. Onlar, imparatorluk karşıtı bir anlatıyı inşa eden polemikçilerdi. İncillerdeki İmparator dünyaya esenlik getiren biri değildir. Getirdiği, şiddet ve işgal altındakilere esarettir.
İncil yazarları için pireler arasında bu yoksul bebektir esenliği getiren ve söz konusu olan esenlik ve barış varlıklı elit için değil, unutulmuş ve haksızlığa uğramışlar içindir.
Noel’in Kültürel Tarihi
Aslında söylemek yersiz; bu tevillerimiz bütün Hıristiyanlarca sahipleniliyor değildir. Öyle ki Kutsal Kitap’taki karmaşık metinlerin temel oluşturmasıyla Noel defalarca yeniden ve yeniden şekillendirilegelmiştir. Yüzyıllar içinde sayısız biçimlerde sahip çıkılmış, reddedilmiş ve yeniden sahiplenilmiştir. Pagan ritüellerinin ve baskın kültürün kaçınılmaz sızmasının bu bayramın anlamını ve tatbikatını biçimlendirmesine ne oranda izin verilebileceği üzerine bir kavga yürütülmüştür.
Gerry Bowler’ın Hedefteki Noel isimli çalışmasında gösterdiği gibi, Ortaçağ’a kadar uzanan tarih dilimi içinde dindar ve seküler elitler bayramın kutlanışına eşlik eden ve ahlak düşkünlüğü gösteren davranışlarla -müzik, dans, oburca yiyip içme- ilgilidirler. İngiltere’deki Püritenler daha da ileri gidip insanları bayram boyunca oruç tutmaya teşvik etmiş, o gün açık olan dükkânlara yönelik saldırıları tahrik etmişlerdir.
Modern çağda kimi ilerici Hıristiyanlar Noel’i reforme edip onu liberal değerlerle uyumlulaştırmanın yollarını aradılar. Bill McKibben gibi bazıları bayrama eşlik eden tüketimciliğe bir son verilmesi çağrısında bulunmuş ve tüketim azgınlığından kaynaklanan fosil yakıtların fazladan kullanımı ve muazzam miktarda fazladan çöple ilgili ekolojik endişeleri öne çıkarmıştır. Adbusters uzun bir süre boyunca bir “Hiçbir Şey Satın Almama Günü” için kampanya yürütmüştür, Alışverişi Durdurun Kilisesi ile ismiyle müsemmadır zaten. Bütün bunlar insanları daha az alışveriş yapmaya ve bayramı sevdikleriyle geçirip bağışta bulunmaya ya da yardım kampanyaları için gönüllü olmaya teşvik etmiştir.
Noel tüketimciliğinin bir sorun olduğu şüphesiz doğrudur ve bu durum emekçi sınıftan ailelerin daha fazla borçlanması yönünde bir baskı yaratıp mağaza çalışanlarının uzun saatler boyunca az bir ücret karşılığında, üstelik kendileri de tatilden/bayramdan mahrum olarak sefil kalabalıklarla karşı karşıya kalmaları sonucunu doğurmaktadır. Ancak tüketimciliğin bu eleştirmenleri, Noel’in devrimci ruhunun ne olabileceği konusunda sessizdir. Daha kötüsü, bir anlamda emekçi sınıfa kültür ve davranış alanlarında polislik taslayan elitleri çağrıştırıyor olmalarıdır.
Kapitalizmin yıkımı, tüketime karşı düzenlenen boykotlar eliyle olmayacaktır. Bunu yapabilecek olan, ancak örgütlü işçi sınıfıdır. Bugünlerde ise işçiler biraz nefes almayı ve gelmekte olan mücadeleye hazırlanmak üzere kendilerini yenileme fırsatını hak ediyorlar. Böylesi bir tutum bize muhafazakâr kültür savaşçılarının “İsa olmasaydı Noel de olmazdı” diye hakkında çığrışıp durdukları Noel hikâyelerinin gerçekte kurtuluş için derhal mücadeleye girişilmesine dair olduğunu hatırlama şansı verecektir. Altta olanları yukarıya taşırken güçlü olanları tahtlarından eden ritüeller kutlanmaya layıktır.
Ama bu bayramı hak kılan şeylerden biri de muhtaç olanlara vereceği umut ve neşedir. Noel zamanı aynı zamanda kasvetli ve bunaltıcı da olabilir elbette, bununla beraber bazıları için bu zaman dilimi işten başlarını kaldırıp ailelerini görebilecekleri ve evlatlarına keyifli bir zaman sağlayabildiklerini hissedebilecekleri nadir dönemlerdendir. Bu kutlama, bugünde de bir bağlamı bulunan kadim bir devrimci hikâyenin onuruna cereyan etmektedir.
Noel, yoksullara müjde, mahkûmlara özgürlük getiren birinin dünyaya gelişinin kutlanmasıdır. Bunu kutlamanınsa tek bir “doğru” yolu yoktur. Ancak bu bayramda hak etiğimiz adalet için mücadele eden bizlere ziyadesiyle yer vardır. İlahiyatçı Howard Thurman’ın sözleriyle:
Meleklerin şarkısı durduğunda,
gökteki yıldız kaybolduğunda,
krallar ve prensler yurtlarına,
çobanlar sürülerine döndüğünde,
Noel’in işleri başlar:
kayıplar bulunacak,
kırılanlar onarılacak,
açlar doyurulacak,
mahkûmlar salınacak,
milletler yeniden inşa edilecek,
insanlar arasında barış hâkim kılınacak,
kalpler musiki ile dolacaktır.
Katrina Forman
Timothy Wotring
25 Aralık 2016

27 Aralık 2016

Ayağa Kalk Hindistan


İnsanları neden astınız diye sorduk
Onlar eğitim doğru verilmiyor
O maldır satılır dediler.
Ülkeyi neden satıyorsunuz diye sorduk
Onlar Orissa Ormanı’nda 38 insanı katlettiler.
Sorduk, gözünüz neden aşımızda ekmeğimizde
Onlar bizi taşladılar, astılar, öldüresiye dövdüler.
Biz “toprak ekenin olsun” dedik
Onlar bizi hapsettiler, işkenceden geçirdiler,
Pusuya düşürüp öldürdüler.
Biz sorduk, Malkangiri’de o 300 çocuk niye öldü
Onlar gülüp geçti,
Hindistan’ı bilgisayarla tanıştırdık dediler.
Hintliler bu olan bitene neden göz yumuyor
Neden demokrat toplar dövüyor Kaşmirlileri diye sorduk
Onlarsa askerlerin cesetleriyle geldiler.
Bu askerleri neden öldürdünüz diye sorduk
Onlar “siz milletin düşmanısınız” diye bağırdılar.
O asker neden intihar etti diye sorduk
Onlar git bankaya, 500 lira yatır dediler.
Sıfırı tüketmiş bir ekonominin sürmesi için
Ödedik vergilerimizi
Onlar bize dayanın dediler.
Sorduk, niye oy kullanıyoruz o vakit
Onlar burjuvazinin kanallarına çıkıp
Bize siz Naksalcısınız dediler.
Lalit Şukla
1 Aralık 2016
,

Acun ve Acul


İranlı bir müzisyenin konserinden önce, Türkiye’ye kaçmış, İranlı muhalif bir gençle sohbet ediyoruz. Rejime yığınla küfrediyor. Sosyalistlerle müzik çalışmaları yaptığından bahsediyor. Birkaç hafta sonra aynı genci Acun’un Yetenek Sizsiniz yarışmasında görüyoruz. O muhalefetle o sonuç arasında bir bağ olmalı.

İranlı bir müzisyen kadın, belgesel çekiyor. İran’da kadınların sahneye çıkamamasını protesto etmek için bir çalışma başlatıyor. Bu amaçla Fransız şarkıcılarla buluşuyor. İran şarkılarını çalışan bir müzisyen, “benim İran’da çalmam çok zor. İranlı müzisyenlerin videolarını izledim, yerlerinde sabit duruyorlar, bense deli gibi oramı buramı oynatıp duruyorum” diyor. Öte yandan, kadınların sahneye çıkamadığı İran’da bu şarkıcılar konser veriyorlar.

İlerleme ile ilgili yalan dolan, bu düzlemde örgütleniyor. Yalçın Küçük gibi Ali Koç da “Atatürk’ün gerisine düşemeyiz. Kadın istihdamı çok önemli” diyor. İlerleme iki kol buluyor, çarkı çevirmek için: gençlik ve kadın.

İkisi de doksanların çok kanallı dünyasında başka bir kıvama kavuşturuluyor. Magazin programları pıtrak gibi çoğalıyor. Futbolcularla mankenler üzerine kurulu bu kurgu, İzmit depreminin yaşandığı günlerde, genelkurmay başkanının bile “bu magazin programları insanı komünist yapar” tepkisine yol açıyor. İşte Acun, o magazin dünyasının bir çalışanı. Sonrasında aynı Acun’a gezi programı yaptırılıyor. Bir bölümünde Küba’ya gidiyor ve meydandaki Guevara resmine açıktan küfrediyor. Bugün kimi solcuların da Castro’ya “diktatör” dediği momentte, Acun belirli bir düzeyi temsil ediyor. Kimse, onca kana ve zulme rağmen oturup ses yarışması izlemeyi nasıl içine sindirebildiğini sorgulamıyor bile.

Bugün Dodan üzerinden açığa çıkan tartışma, bu bağlamda gerçekleşiyor. Kimse, o magazin dünyasına Ahmet Kaya’nın attığı çentiği tartışmıyor. “Ne var yani, çıksın, ünlensin, zenginleşsin” deniliyor. Sonuçta Radikal yazarı Ali Duran Topuz bile Acun’a ve yarışmasına dair kalem oynatıyorsa, ona soldan destek sunuyorsa, Acun’u gerçekten başarılı saymak gerekiyor.

Acun’sa, kendisi anlatıyor, mesleğe başladığı yıllarda Fransa’daki dünya kupasında olması gerekirken canlı yayına Kadıköy’de bağlandığını. O gün mesleğinin bitmesi gereken birinin bu kadar güçlenmesinin sebeplerini başka yerlerde aramak gerekiyor. Sahip olduğu mülkün gerçek sahibinin o olmaması lazım.

Asıl önemli olan, “bereyi Türk ordusuna saygımdan takıyorum” diyen bir jürinin karşısına çıkan Kürd-Alevi müzisyenin varlığının sorgulanmaması. Dolayısıyla, internet âleminde “faşizme karşı birleşemeyenler, zindanlarda birleşirler” diyenler, Acun’un zindanına hapsediyorlar kendilerini. O hapishanenin gardiyanı olan Acun, magazincilik günlerinden biliyor, lüks diskoların kapısında bekleyen tinercilerin başlarının okşanması gerektiğini.

O kadar bireyin imkânları, becerileri, yaldızları konuşuluyor ki… Artık böylece ana akımın aşındığı yalanına güvenle sarılma imkânı bulunuyor. Aman bireye halel gelmesin!.. Ana akım, sistemi eleştiren sanat ürünlerini kendi teknesinde yoğurmayı biliyor oysa. O, hoşgörülü, kültürel renklere açık, kapsayıcı bir güç olarak örgütleniyor. “Kürdler, Aleviler, sosyalistler birleşecek, özgürlük gelecek” manisini ağzından eksik etmeyenler, birliğin nerede ve nasıl gerçekleştiğini anlamıyorlar bile. Bu kadar kim’lik, ne olduğunu da unutturuyor insana.

Acun’un yarışmaları, kendiliğinden, plansız programsız gerçekleşmiyor. Ses yarışması, sosyolojik ve politik belirli hesaplar üzerinden işliyor. Kenar mahallelerde artan rap-hip hopun derhal sisteme entegre edilmesi, fukara gençlerin servet ve şöhret düşkünü kılınması gerekliyse, Acun devreye sokuluyor hemen. Bu konuda ince hesapların yapıldığı açık.

Kürd’ün tepesine bombalar inerken, Batman’dan bir genç bulunup hemen şampiyon yapılıyor. Birinci olan gence devletine, milletine teşekkür ettiriliyor. Mesela bir diğer örnek de “çözüm süreci”nin tüm esintileriyle yaşandığı dönemde Ahmet Kaya şarkıları söyleyen birinin şampiyon olması. Birkaç sene önce de Rıza Zarrab kavga ettiği jüri üyesi eşine Azerbaycan’dan şarkıcı ithal ediyor, o kişi birinci oluyor. Dodan’a sevinenler, işte bu gerçeği, buradaki ihtimalleri seviyorlar. Tunalı Hilmi’de buluşabilme ihtimali, diri tutuyor onları.

Dodan’sa kötü yorumu konusunda gelebilecek eleştirilerden kurtuluyor böylelikle. Özünde Topuz, bir reklâm çalışması dâhilinde yazıyor yazısını. Belirli bir cemaat, kendi yıldızına sahip olmak istiyor. Sistemse “tabii ne demek” diyor. Kimse, o barlardan başını çıkartmak bile istemiyor.

O ses yarışmasının kurgu olduğu açık. Dolayısıyla Erdal Bayrakoğlu, Dodan, Şeyhmus gibi isimlerin önceden aranmış olması muhtemel. Çünkü güruh-u naciye katmamak için özü, biraz R’leri kırarak, biraz ucuz rakçı gibi esriyerek şarkı söylemek para etmeli. Sözün, mânânın ne kıymeti var. Çok mütevazıyız nasıl olsa!

Ve bir de Hrant’ın arkadaşları gibi “Dodan’ın arkadaşları” çıkmalı piyasaya. Kimdir onlar, nedir, nerede yaşarlar, nereye hitap ederler, belli değil. Hrant gibi Alevi-Kürd müziği de piyasaya açılmalı, muhtevasını yitirmeli, ağırlığını kaybetmeli, herkes kimliği ile para edebilmeli. Hrant’ı ikinci kez, anma esnasında “duduk çalıyor arkadaşlar, slogan atmayın” diyenler öldürdü aslında. Şimdi de Türkiye’ye “o sesi dinle” diyorlar.

Alevi-Kürd veya Alevi/Kürd müziğinin doksanların bar-pavyon kültürüyle açılan yarasını Dodan’la kapatması mümkün değil. Dodan, o yaranın irini. Acun’un kucağına koşmadaki aculluk, bu yaranın merheminin bulunduğunun düşünülmesi. Yarayı açan onlar, merhemi satan da. Kimsenin bir eşiğe yüz sürüp, bir ustanın, dedenin yanına diz çökme niyeti yok. Acun el edince, tabii ki koşa koşa gider bunlar. Tabii ki yüzdeki o benler aldırılır.

Devrimin ne olduğu, biraz da İran müziğinin gelişiminde görülebiliyor. Sanatçı, ait olduğu muhtevayı, tarihi, sesi ve tavrı gözeterek yapıyor müziğini. O yüzden üç kişilik bir grup, orkestraya denk bir ağırlıkta icra edebiliyor şarkısını. Aritmetik toplama dayalı birlik edebiyatçılarını, para sayma makinesi gibi düşünenleri, bireysel varlığını yaldızlama derdinde olanları idrake sevk eden bir gerçeklik var orada. Ama önce kendimize dair, kendimize ait iğvalardan kurtulmak gerek.

Eren Balkır
27 Aralık 2016

Dipnot:
[1] Ali Duran Topuz, “Dodan’ın Parçalandığı An”, 26 Aralık 2016, Duvar.

,

FHKC'nin Kuruluş Bildirisi

Filistin Halk Kurtuluş Cephesi Kuruluş Bildirisi

Arap milletine… Filistin halkına…
Elli yıl önce halkımız, Siyonizmin ve sömürgeciliğin milletimize yönelik bir dizi saldırısına maruz kaldı. Özgürlük ve yaşamakla ilgili haklarımız saldırıya uğradı. Elli yıl sonra Siyonizm ve emperyalizm, planlarıyla, saldırılarıyla ve savaşlarıyla bize İsrail devleti denilen düşünceyi dayatıyor. Tarihsel sürecin bu aşamasında her gün halkımız, bu programlarla tek tek mücadele ediyor. Filistin halkı varolduğundan beri bu mücadele, ayaklanmalar ve başkaldırılarla birlikte devam etti. Son dönemde mücadele, teslimiyete, boyun eğmeye ve uzlaşmaya itiraz eden halk öncüleriyle birlikte savaşçılık üzerine kurulu bir çalışmaya evrildi. Bu aşamada politik eylemin farklı biçim ve yöntemleri devreye sokuldu. Bu ilerleme, Filistin halkının özgürlük yolunda attığı adımı temsil ediyor. O özgürlük, tüm Arap kitlelerin önemli bir sorumluluğu.
Mücadele eden halkımız…
Arap ordularının yaşadığı askerî yenilgi, yeni bir aşamanın başlamasına neden oldu. Bu aşamada devrimci kitleler, emperyalizmin ve Siyonizmin silâhlarına ve onların elindeki güce karşı koymak için liderlik sorumluluğunu üstlenmek zorunda. Tarih, sömürgeci saldırganlığın tüm biçimlerinin ezilmesinde ve geleceğin kendi iradeleri ve çıkarları uyarınca formüle edilmesi noktasında inisiyatifin halk kitlelerine verilmesinde en etkili silâhın bu liderliğin üstlenilmesi olduğunu ortaya koyuyor. Tarihi rayına sokacak, uzun vadede düşmanları ve muhtemel düşmanları yenmemizi sağlayacak yegâne silâh, Siyonist şiddete ve gericiliğe karşı koyma noktasında devreye sokulacak devrimci şiddettir. Arap milletinin karşısında bundan başka bir seçenek bulunmamaktadır. Arap milleti, bugün kendisini koşulsuz teslim almak isteyen en azgın düşmanla karşı karşıyadır. Arap kitlelerin umutları ve beklentileri, beş Haziran öncesine göre, niteliksel açıdan yeni bir aşamaya ulaşmıştır. Onlar, uzun soluklu mücadele dâhilinde zafere ulaşana dek, halkın silâhlı mücadelesi sloganını yükseltmek için mevcut aşamanın niteliğinin ve nesnel koşulların geldiği düzeyin bilincindedirler. Bu zafere kitlelerin istek ve arzuları üzerinden ulaşılmalıdır.
Tüm Filistin halkı, bugün 1948’deki felâketten beri ilk kez, tümüyle işgal altındaki bir Filistin toprağında yaşamaktadır. O, zorba düşmanla her gün karşı karşıya gelmektedir. Bu sorunu bilince çıkartmak, düşmanın hırsına teslim mi olacağız, her gün aşağılanmaya ve dağılmaya ses çıkartmayacak mıyız sorularına cevap vermek zorundayız. Onların elimizdeki zenginliklere el koymaları karşısında harekete geçmeye mecburuz. Son yıllarda yerinden yurdundan edilmiş, oraya buraya dağılmış olma hâli, Siyonist işgalcilere karşı koymanın bir zorunluluk olduğunu göstermiştir. Halkımızın kaderi, davamızın seyri, Filistin’deki her insanın kurtuluşu, Filistin’in haysiyeti, toprağı ve haklarını korumak için işgalciye karşı savaşma kararlılığına bağlıdır.
Yerinden yurdundan edilmiş, yalnızlığa mahkûm onca Filistinli kamplara tıkılmışken ülkemiz alev alev yanmaktadır. Filistinlilere kamplarda sefalet, kentlerinde ve köylerinde sabırdan başka bir şey kalmamaktadır.
Düşmana karşı direnişinizde ve gösterdiğiniz cesaretinizde başa tek bir slogan yazılmalı ve her gün dillendirilmelidir: Hedeflerimiz ve mücadelemiz konusunda halkın silâhlı mücadelesinden başka bir hayat yok bize. Siyonist düşmana, onun çıkarlarına ve varlığına karşı koymak için halk kitlelerinin başvurabileceği yegâne etkili yöntem, silâhlı direniştir. Nihayetinde bizi zafere ulaştıracak olan, rehber, otorite ve lider olan, kitlelerin ta kendisidir. Halk kitlelerini kazanmak ve onları aktif bir katılımcı ve lider olarak harekete geçirmek gerekmektedir. Bu da ancak silâhlı mücadelenin kitlelerle yürütülmesini öngören sistemli bir örgüt ile mümkündür. Bu noktada savaşın tüm boyutları ve aşamaları bilince çıkartılmalı, silâhlı örgüt için gerekli insan gücü saflara kazanılabilmelidir. Direnişin tüm güçlüklere ve engellere rağmen uygulanması ve sürdürülebilmesi için devrimci liderlik şarttır. Bu nedenle işgal altındaki topraklarda Filistinlilerin gücü ve enerjisini birleştirmek için şu örgütlerle bir toplantı gerçekleştirdik: Geri Dönüşün Kahramanları, Filistin Kurtuluş Cephesi bölükleri (Şehid Abdullatif Şurur Örgütü, Şehid Kassam Örgütü, Şehid Abdulkadir Hüseyni Örgütü), Filistin Ulusal Kurtuluş Cephesi (Genç İntikam Örgütü) ve anavatanda faal bir dizi başka Filistinli grup. Bu örgütler, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi bayrağı altında birleşmeyi kabul ettiler. Böylelikle söz konusu güçler, kendi aralarında bir kader birliği meydana getirdiler. Bu örgütler, mücadelenin niteliğinin ve boyutlarının tüm çabaları devrimci saflarda bir araya getirmenin düşmanlarımıza karşı verdiğimiz uzun ve ağır mücadele noktasında zorunlu olduğunun bilincindeler.
FHKC, bir grup devrimcinin iradesiyle biçimlenen ve yönetilen bir örgüt. Silâhlı mücadele içerisindeki tüm gruplar arasında birliği tesis etmek için en geniş ulusal devrimci cepheyi kurma adına, bütün Filistinli güçlere ve gruplara açık bir yapı. Halkımızın ana talebi, tüm özgürlük savaşçılarının birleşmesi yönünde. Savaş, uzun ve zor. Ulusal hareketin saflarında kopuşların yaşanması kaçınılmaz. Bu nedenle FHKC, tüm çabasını bu ihtiyacın giderilmesine hasrediyor, zira kendisi de bu temel üzerine inşa edilmiş bir yapı. Bugün kitleler silâhlı mücadelenin eşiğinden geçiyorlar. Kitlelerin bu silâhlı mücadeledeki liderliğinin, azmin ve mücadelenin yükselmesinin yegâne güvencesi olduğuna inanıyoruz. O mücadele, tüm içeriği ve boyutlarıyla Filistin devrimine erişmek zorunda.
Düşmanın anladığı tek dil, devrimci şiddetin dilidir. Silâhlı mücadele, işgale karşı verdiğimiz o uzun soluklu mücadelemizin temel müfredatıdır. Düşman, yerleşim siyaseti ile mücadelemizi tasfiye etmeye çalışıyor. Anavatanın bazı bölgelerini yeniden işgal ediyor. İşgali dayatıyor. Biz, onların askerlerinin adım attığı her karış toprakta düşmana karşı mücadelemizi sürdürüyoruz. Sürece dair tarihsel yaklaşımımız budur. Düşmana karşı en geniş cepheyi tesis edene dek yola devam edeceğiz ve topraklarımızı işgalciler için cehenneme çevireceğiz. Silâhlı mücadelenin sınırları belirsiz, silâhlı direnişin salt militanlarla kısıtlanmaması zorunlu. O, düşmana karşı Filistin direnişinin tüm bileşenlerini ve kesimlerini kucaklamalı. Düşmana askerî düzlemde dert olmalı, ama aynı zamanda tüm bağlar kopartılıp düşmana ait ekonomik, sivil ve politik bütün kurumlar boykot edilmeli.
Kitlelerimizin ana şiarı, “zafere dek direniş” olmalı. Bu şiar kalbimizden kök almalı, ayaklarımızsa toprağımıza olan derin bağlılıkla atmalı adımlarını. Bugün FHKC, bu çağrıyla halkımızın karşısında selam duruyor. Bu çağrı her gün yinelenmeli. Her bir şehidimizin bağrını delen kurşun, toprağa düşen can bunu emrediyor. Onlar, Filistin’in kitlelere ait olduğunu haykırıyorlar. Ülkemizin her karış toprağı kendisini gasıba karşı savunan, her taşı ondan sakınan halk kitlelerine aittir. Halkımız, yoksul, aç ve yurtsuz insanlara ait bu toprağı asla terk etmeyecektir. Bu ülkeyi özgürleştirmek için azmi ve sabrı bilen halkımız, savaşçılarıyla birlikte bugün başkaldırıyor. Kahraman halkımızın evlatları, savaşçılarımızın aldığı nefes bilsin ki zafere bizi kitlelerin savaşa katılımı ulaştıracak. Halkın militanlara her düzeyde verdiği destek, gerçek, sağlam ve ilerlemesini bilen mücadelenin temelini teşkil edecek. O azim ve sabır, düşmanın kafasını ezecek.
İşgal altındaki ülkemiz için yürüttüğümüz bu savaşta işbirlikçiler ve hainler, işgalci düşmanın kaderini paylaşacak ve ezilecekler. FHKC, ülkemizde mücadeleyi ertelemeden, tereddüt etmeden sürdürmeye kararlıdır. O, aşağılanmaya karşı itirazını sürekli dillendirme kararını tüm açıklığı ile ilân etmektedir. Bugün halkımızın karşısına çıkıp ona hakikati sunacağımıza söz veriyoruz. O hakikat ki mücadelemize, başarılarımıza ve silâhlı faaliyetimizin yüzleştiği engellere dairdir. Hakikat, halkımıza aittir. Halkın çıkarlarına bağlı olan başka bir güç yoktur. Kitleler, silâhlı mücadelenin başarılarının ve sorunlarının bilincine kendilerini kandırmadan, onları abartmadan varmalıdırlar. Çünkü bu mücadelenin hedeflerinin ve arzularının yegâne bekçisi onlardır. Bu mücadele, elindeki tüm imkânlarla kanının son damlasına dek sürmelidir. Filistinli savaşçılar, bugün yeni bir politik eylem yoluna girmekte, kitlelerle gerçeklik ve açıklık üzerinden ilişki kurmaktadır.
Arap milleti…
Bu savaş uzun ve çetindir. Bugün azmini muhafaza etmesini bilen Arap cephesinin yanında savaşanların öncüsü, silâhlı direniştir. Her Arap, bugün her düzeyde silâhlı birliklerinin yürüyüşüne tam destek sunmalıdır. Filistin’in savaşan halk kitleleri, Arapların emperyalizme ve uşaklarına karşı gerçekleştirdiği devrimci yürüyüşün asli bileşenidirler. Siyonistlere ve sömürgeciliğe karşı verdiğimiz cevapta Filistin halkının mücadelesiyle Arapların mücadelesini birleştirmek zorundayız. Her ikisi de aynı programlardan muzdarip, aynı risklerle karşılaşıyor. Bu nedenle Filistin’deki silâhlı mücadele Arapları ikiye bölüyor. Onlar, ya bu mücadelenin safında olacaklar ya da karşısında. Filistin halkının mücadelesi, dünyadaki devrimci ve ilerici güçlerin mücadelelerini de birbirine bağlıyor. Bu birlik, dünyanın her yerinde anti-emperyalist güçleri kucaklamamızı bir zorunluluk hâline getiriyor.
Filistin toprağında mücadele eden kitleler, işçiler, köylüler, yoksul halkımız, mülteciler, öğrenciler, memurlar, zanaatkârlar…
Halkın hareketi, fedanın, azmin ve zorluğun bayrağını dalgalandırmaya başladı. Ayaklarımız toprağa sağlam basıyor. Silâhlı mücadelenin tozpembe hayallerden ibaret olmadığını biliyoruz. O, saldırılara ve zulme karşı kendisini savunamayanı koruyan, halk kitlelerinin öncülük ettiği bir mücadele. Adım adım ilerliyoruz. Uzun, çetin ve ağır bir savaşa hazırlanıyoruz. Liderimiz sizsiniz, sizsiniz davanın gerçek sahibi. Savaş, ne kolay ne de bir çırpıda bitecek bir süreç. Bu kaderimizi tayin edecek savaş, onu sürdürme becerimize, bağlılığımıza ve sebatımıza bağlı.
Şan olsun halkımızın şerefli mücadelesine, şan olsun Arap milletinin azmine. Yaşasın Filistin yurdunda dövüşenlerin birliği.
Ve elbette ki biz kazanacağız.
FHKC
11 Aralık 1967
,

İttihat-Terakki


AKP devleti, tek dişi kalmış canavar, karşısında ise iman dolu bir göğüs yok.

ABD’de demokratik başkanlık olduğunu da Kandil’den öğreniyoruz. Ama ellerinde silâh var, kutsal. Laf edemiyoruz.

Rejim tartışmalarının 1923’te sona erdiğiniyse AKP’den öğreniyoruz. Ama bir elinde bayrak, bir elinde Kur’an var. Laf edemiyoruz.

ABD’de başkanlığın demokrat olup olmadığını Siyahlara sormak gerek. Doğu’nun beyazı olmaya çalışanların, beyaz maske takmayı sevenlerin bu soruyu sormaları mümkün değil. “Sadece liderimizin bekası önemli, onca insan ölmüş, bizi bağlamaz” diyenlerin bu soruyu sorma niyeti yok. Çünkü onlar da biliyorlar, halkın çok fazla Siyahîleştiğini, kendilerinin çok fazla Beyazlaştığını.

O yüzden iç güvenlik yasasına da laf etmediler vaktiyle. Mecliste havaya kaldırılmış bir iki zafer ve metal işareti, o kadar. Bugün o yasa atıyor kayyımı, yumruğu o indiriyor halkın yüzüne. Perde gerisinde süren pazarlık, müzakere, anlaşma, adı neyse ne, bu momentte kitleleri de dilsizleştiriyor.

1923’te biten, başlayacak olana mani. Her ideolojinin müntesibi, o noktaya kazık çakmak zorunda. O yüzden mecazı gerçek, dolayımı düz çizgi zannediyorlar. Herkes, iddiasından vuruluyor. Onlar da biliyorlar, Müslümanlığın fazla beyazlaştığını.

Herkes bildiklerinin esiri. O bildikleri fısıldıyor, “çaktırma, ses etme, bizim günümüz gelecek.” Tuzluklar seviliyor sadece, halk değil. O yüzden hıyar bahçelerine dalıyorlar, bahçe sahiplerine bazen kızıyorlar bazen de sırtlarını sıvazlıyorlar.

Belki de o yüzden Ayhan Bilgen, “Suriye’de rejim değişikliği yapılmaması yönünde Rusya, İran ve Türkiye ortaklaşmış. Meclise gelen taslak da zaten orayı model almış gibi” diyor. [Ayhan Bilgen -20.12.16] Yani Bilgen’e göre, Erdoğan Esad’ı örnek alıyor. YPG Komutanı Polat Can “Halep düştü” lafını bu bağlamda dile getiriyor. “Rejim değişikliği” derken, hepimiz liberal olana kul edilmek zorundayız.

Koca bir coğrafyanın dönüşümü bu laflarla gizleniyor, yaldızlanıyor ya da derinleştiriliyor. O ki İttihat-Terakki coğrafyası. Bu çizgi, emperyal olanla tanımlı. Japonlar bile ondan feyz alıyorlar. Hint coğrafyası buradan temas kuruyor. Cengelî isyancıları ondaki iradeyi seviyorlar. Bugün İran Azerbaycan’ında bir futbol maçında “Türkiye” diye tezahürat edildiğini söyleyip zafer naraları atıyorlar.

O İttihat-Terakki ki Kaddafi, Nasır ve Esad çizgisini dahi kesiyor. İzzeddin Kassam’ın bu hatla rabıtalı olması muhtemel. Fatih Tezcan, o nedenle “ben O. çocuğuyum aga!” diye bağırıyor. O noktalı o, Osmanlı’yı ifade ediyor. Osmanlı, sermayenin pazar rekabetini ifade etmekten başka bir anlam taşımıyor. Üç saatte Şam’a gireceklerini söyleyenlere, “ne Rakka’sı, Şam’a gitmek lazım” diyen “enternasyonalist taburlar” eşlik ediyor. Hepimiz, siyasetle ancak ittihat-terakki ile ilişki kurabiliyoruz zira.

İttihat, halkın zalime ve sömürücüye karşı birleşme ihtimalinin ortadan kaldırılması; Terakki, efendilerin ordularının ilerlemesinden ibaret. Siyasetle kurduğumuz ilişki biçimini efendiler tayin ediyorlar. Bu belirlenim zincirini kıracak iradeye rastlanmıyor.

Halkı gazetecilikle birleştirebileceğimizi; bulunduğumuz yeri akademisyenlikle ilerletebileceğimizi düşünüyoruz. Gazetecilik ve akademisyenlikse, batıdan kuruluyor, batıya koşuyor, batıyla varoluyor. İkisi de kolektife düşman. Kolektifin her tezahürüne bireysel mızraklarla saldırıyorlar. Sadece düşman belledikleri şeyin kolektif yanını hedefe koyuyorlar. Süreç, buradan örgütleniyor, itaat ve ittihatın zemini, bu şekilde tesis ediliyor.

AKP açısındansa birlik (ittihat) güya Kur’an’a, ilerleme (terakki) güya bayrağa dair.

Batılı stratejistler, dış siyaset için içerinin itaatinin şart olduğunu söylüyorlar. O açıdan AKP elinde görüldüğü düşünülen Kur’an’ın gerçek Kur’an’la bir alakası olmasa gerek. Terakki ise beton dökmekten ibaret. Bayrak, onun süsü, örtüsü sadece.

Patricia Crone gibi İslam araştırmacıları, İslam’ın diğer dinlerden farklı olduğunu, modern batılıların dini “Tanrı ile birey arasındaki manevi sevgi”ye indirgediklerini, İslam’ın kolektife baktığını, Ortaçağ ile birlikte İslam âleminde dinle devletin ayrıştığını, bu kolektifin yerini birey-hükümdarın çıkarlarının aldığını söylüyor.

Dolayısıyla, bugün itaat, İslam’a ve Allah’a değil, bireysel çıkarlara yöneliktir. Bu anlamda ittihat-terakkinin hem iktidar hem de muhalefet nezdinde ikili olarak örgütlendiğini görmek gerekir. Muhalif dildeki argümanların kolektife, eşitliğe düşman olan kesimlerin bilgi yekûnundan beslenmesi, bu gerçeğin bir tezahürüdür.

Muhalif dilde, özellikle sosyal medya ile birlikte türeyen günlük hezeyanlar, bu kolektife düşmanlıkla birlikte biçimlenmektedirler. “Cumhuriyet elden gidiyor”, “biz de laikiz”, “kahrolsun bu cahil Müslüman halk” türünden öfke nöbetleri, zaten varolduğu düşünülen birlik hâlinin korunması ile ilgilidir. Onlardaki devrimcilik, en fazla, ucuz bir silâh edebiyatıdır, o da zaten hükümsüz olduğu düşünüldüğü için başvurulan bir yalandır. Çünkü Türkiye solu, onlara göre, çoktan “post-devrimcilik dönemi”ne girmiştir. Karikatür olmak, marksizmi falcılık zannetmek, Karl Popper’cı yalana örgütlemektir. Terakki için mevcut birlik hâli korunmalıdır. Üretici güçler dizginsiz ilerlemeli ki bize layık bir dünya şekillensin!

Gazeteciliğin ve akademisyenliğin dili ve mevcut mevkileri eleştirilmelidir. Devletteki ittihat ve terakki, kendisini bu iki alanda örgütlemektedir. Bu örgütleme pratiği, eldeki kırıntı düşünce ve bilgileri, kutsal bir mülk olarak sandığına kilitlemeyi beraberinde getirmektedir. Herkesi kendisi gibi bireysel çıkarı peşinde koşan mahlûkat zannedenlerin tek yapacağı, tek tek herkesi kendisi gibi kılmaya çalışmaktır. İlerlemeyi akademiden, birliği gazetecilikten öğrenen solun bu topraklarda yol alması mümkün değildir.

Devlet, muhalefetini de örgütlemek zorundadır. Bunun için herkesi kendisine mecbur etmelidir. “TV kanallarında ben niye yokum” diye ağlamak da bu örgütleme pratiğinin bir parçasıdır. Meclisten çekilme kararı üzerine, “artık halkımızla birlikte olacağız” diyenler, örtük olarak o âna kadar halkla birlikte olmadıklarını da itiraf etmektedirler. Zaten birlik, ilerleme yoksa anlamsızdır.

Cahil halkla birlik olmamak için onca edebiyat parçalamanın anlamı yoktur. Akademinin rolü buradadır. Herkes, farklı birçok yerde yazısını yayınlama, şöhret sahibi olma, imzasını mülk edinme derdindedir. Söylenen sözün hiçbir hükmü yoktur. İttihadı tarumar edecek, terakkiye mani olacak bir güç örgütlemek, kimsenin umurunda değildir. Sol, yüz yıl önce Lenin’i liberallerin ilerleticiliğine inanmadığı için eleştiren Axelrod’un yanına dizilmiştir. Yüz yıl sonra o terakkicilik, devletle birleşmiştir. Bize lazım gelen, halkın mevzilerindeki ilerleme, halk güçlerinin o mevzilerle birliğidir.

Eren Balkır
27 Aralık 2016

26 Aralık 2016

,

Çekiç ve Haç


Her yanı saran tüketimciliği ve kurtarıcı figürünü yücelten içeriği ile Noel soldaki birçok insanın lanetlediği bir olgu. Doğalında seküler ve bilimsel düşünen solcular arasındaki bu inancı yitirme hâli, en geniş mânâda Hristiyanlık ve dini kapsayacak bir içeriğe kavuşuyor.
Ne var ki sol siyaset ve Hristiyanlık, yoğun ideolojik kuşkularına karşın, birbiriyle çelişmeyecek yollar dâhilinde etkileşime giriyor ve birbirlerine tesadüf ediyorlar. Marksizm sert din eleştirileri ile bilinirken, Marx “dinî ızdırabı” gerçek ızdıraba karşı bir protesto ve gerçek ızdırabın bir ifadesi” olarak değerlendiriyor. Engels ise Hristiyanlığı direnişin dip dalgasının ortaya çıkışı olarak görüyor ve “Hristiyanlık da tıpkı tüm diğer büyük devrimci hareketler gibi kitleler eliyle meydana getirilmiştir” diyor.
İşçi sınıfına mensup Hristiyanlar, Hristiyanlık içerisindeki ilerici kesimi teşkil ettiler ve kilise bünyesinde varolan hiyerarşilere ve eşitsizliklere meydan okudular. Bu kesim emek, toprak ve barınma haklarını savundu. Militarizme, ırkçılığa ve yoksulluğa karşı faaliyet yürüttü. 1800’lerin sonlarında ve 1900’lerin başlarında Protestanlar içinden çıkan Sosyal İncil hareketi sadece bireysel değil sosyal kurtuluşa ve selamete uzanan yolu gösterdiler. Katolik İşçi hareketi ise militarizm karşıtı vaazlar verip yoksullara hizmet etti.
Dünya Sanayi İşçileri isimli sendikanın kuruluşunda önemli bir rol oynayan Thomas J. Hagerty gibi bazı Hristiyanlar (açıktan Marksist değilse de) sosyalist ve komünist fikirleri toplum analizi ve politik pratikle birleştirdiler. Güney Amerika bağlamında Hristiyanlık ve Marksizm kaynaşarak kurtuluş teolojisini meydana getirdiler. Bu hareket yoksulları ve ezilenleri ekonomik sömürü, diktatörlük, baskılar ve ABD emperyalizmi ile mücadelenin asli failleri olarak gördü.
Resmî Hristiyanlık ise bu türden bir sapma, heterodoksi karşısında küplere bindi. 1949’da Papa XII. Pius, Katoliklerin komünist örgütlere girmesini, bu örgütleri desteklemesini, hatta onlara ait yayınları okumasını yasaklayan bir ferman yayınladı. Kurtuluş teolojisi San Salvador piskoposu Oscar Romero gibi isimler üzerinden yirmi otuz yıl içerisinde önemli mevziler elde edince, Vatikan sol öğretiyi sert bir dille eleştirme ihtiyacı duydu. 1979’da Papa II. John Paul açıktan şunu söylemek durumunda kaldı: “Kurtuluş teolojisi Kilise’nin ilmihaliyle kesinlikle örtüşmüyor.”
Kimilerini rahatsız eden, Hristiyanlık ve Marksizm arasındaki ilişkinin iki hasım görülen unsur üzerinden suçlanması mümkün değil. Marksizmin ateizmle kurduğu güçlü ilişki üzerinden solcular, dinin ve kiliselerin yönetici sınıfa ait araçlar olduğunu düşündüler. Ara sıra bu iki kesim birbirine karşı şiddet de uyguladı. Dolayısıyla ilişkiye daha baştan şüpheyle yaklaşanların, Marksizm ve Hristiyanlığın temelde uyumsuz olduğu konusunda epey bir kanıta sahip olduklarını görmek gerek.
Bazı düşünürler ise bu türden gerilimlerin bir kısmını inceleyip iki geleneğin birbirine yakınlaşması için belirli bir zeminin olduğunu söylediler. Andrew Collier’in Christianity and Marxism: A Philosophical Contribution to Their Reconciliation [“Hristiyanlık ve Marksizm: İki Geleneğin Uzlaşmasına Dönük Felsefî Bir Katkı”] bu türden bir girişimi temsil ediyor.
2014’te aramızdan ayrılan Collier, Hristiyanlık ve Marksizmi birbirinden ayıran fay hatlarını hasıraltı etme yoluna gitmiyor. Kitapta bilhassa bir bölüm sahip olduğu önemle öne çıkıyor: “Hristiyanlar ve Marksistler birbirlerinden neler öğrenebilirler?” başlıklı bu bölümde yazar, Marksizmin ateizmi, tarihsel materyalizm ve şiddete başvurmama meselesi gibi konu başlıklarına değiniyor.
İlk başlıkla ilgili olarak Collier, “Marx’ın ateizminin onun bilimsel sosyalizmi üzerinde herhangi bir etkisi yok, ondaki ateizm, sosyalist politik pratik üzerinde de önemli bir etkiye sahip değil” diyor. Devamında ütopyacılık gibi diğer temel meselelerde önemli örtüşmelerin olduğundan bahsediyor: “Hem o Cennet’ten düşüşle ilgili öğretisiyle Hristiyanlık hem de gerçek anlamda materyalist olan Marksizm, mükemmel bir toplum olamayacağına vurgu yapıyor ve insan toplumlarında bu türden ihtimallere dönük aşırı iyimserlik konusunda uyarılarda bulunuyor.”
Her iki gelenek de ortak bir tehdidi paylaşıyor: “Burjuvalaşma”. Hristiyanlık saflarına zengin insanlar katıldıkça işçi sınıfına mensup Hristiyanlarla aradaki toplumsal mesafe açılıyor. Bu eğilimle mücadele gayreti ile ilgili olarak Collier şunu söylüyor:
“Bu mücadele, Hristiyanları nerede yaşıyorlarsa orada bulunan, işçi sınıfına ait politik hareketlere girmeye sevk etmeli. Bunu, o hareketlerin davasının adalet davası olması sebebiyle yapmalı. Bu türden bir bağlılığın, işçi sınıfının hayatına ait gerçeklere karşı kayıtsız olan burjuvazinin iddialarının toprağa gömülmesi gibi bir hayrı olacaktır.”
Collier, Doğu Bloku’nun yıkılışı konusunda kimi Hristiyanlara sövüp sayıyor. Onların “yeniden güç kazanan kapitalistlerle barış yaptıklarını, Stalinizm sonrası rejimlerin hayal ettiği ama kurmayı başaramadığı, gerçek anlamda sınıfsız ve adil bir toplum için çalışmadıklarını” söylüyor.
Diğer yandan yazar, Sovyetler’in “imtiyazlı bürokrasi”sinin “burjuva arzularını zemmediyor ve devletlerin “sosyalist bir sivil toplum” kuramamasını eleştiriyor, bunların “bireyleri yukarıda ağır bir gülle gibi duran devletle başbaşa bıraktığını” söylüyor. Bu noktada Collier, sosyalistlerin “totaliter ticaret anlayışı”na karşı geliştirdiği refleksif muhalefetten ve modaya uygun düşüncelere yönelik direnişinden bir şeyler öğrenmesini tavsiye ediyor.
Devamında ise toplumsal kontrolün önemine bir kez daha vurgu yapıyor:
“Esas olarak toplumun bireyler hatta doğa üzerindeki kontrolünden bahsetmiyorum, asıl bahsettiğim husus, toplumun ürettiği toplumsal güçlerin kontrol altına alınmasıdır. Bu güçler doğa ve insanlar üzerinde yıkıcı ve derin etkilere yol açmaktadır. Bu güçlerin kapitalizm koşullarında kontrol altına alınması mümkün değildir.”
Marksizmin insanlığı “yabancılaşmış piyasa güçlerinden kurtarmaya çalıştığını” söyleyen Collier, Hristiyanlık içerisinde ittifak kurulacak unsurlar bulunduğunu söylüyor. Ona göre, her iki öğreti de “her şeyin alınıp satılabilirliğini sınırlamaya çalışıyor (“İsa tapınakta tefecilerin masalarını devirdi, Peter da Simon Magus’u lanetledi. Bu tür örnekler, bugün Amerika’daki birçok evanjelisti cehennem ateşini görmüş gibi korkutuyor olmalı.”)
Aynı zamanda iki öğretinin felsefe alanında da müttefik olarak hareket etmesi mümkün. Zira ikisi de liberalizme ve postmodernizme karşı. Piyasa mantığının teşvik ettiği “atomculuğa” ve “parçalanmaya” itiraz ediyorlar. Yazarın ifadesiyle, “Marksizm ve Hristiyanlık, kapitalizm koşullarında sadece toplumun değil insanın da yaşadığı parçalanmaya bir açıklama getirebilir ve sürece karşı koyabilir.”
Collier’in Marksizmle Hristiyanlığı uzlaştırma çabası, sadece bir ittifakla alakalı politik ihtimallerin altını çizmekle kalmıyor, aynı zamanda ikisi arasında varolan o kalıcı uçuruma da işaret ediyor. Çekiçle haçın buluşması, ihtimal dışı bir Noel mucizesi değil, Trump çağında karşı karşıya kaldığımız politik bir zorunluluk.
Rajeev Ravisankar
25 Aralık 2016