09 Aralık 2016

,

Dip Akıntı


Tarih, tekerrür eden, insan denilen öznenin kaprisleriyle oluşan bir süreç değildir. Bu yönüyle 1926-28 buhranı ile kıyaslanan 2008 krizinin kendi Mustafa Kemal’ini üretmesi gerekliliği görülmelidir. Devlette süreklilik esastır. Liberal mahfillerde bile bu gereklilik, Erdoğan paranteze alınarak, bir biçimde dillendirilmektedir.

Devlet, ekonomi-politik bir güç, jeopolitik bir kudret, biyopolitik bir imkândır. Bu devletin kurucu unsurlarının Prusya’nın sunduğu derslerden istifade ettiğini, Britanya ve Fransa’nın sunduğu derslere ise kayıtsız kalmadığı görülmelidir. Bu, Türkiye formunda Osmanlı, Osmanlı formunda Türkiye’dir. Gerilim, bununla alakalıdır.

Erdoğan’ı bir kimlik (İslam) üzerinden okuyanların kendilerinin de bir(er) kimlik olarak görülmek istedikleri açıktır. Oysa devlet, kim olduğundan önce ne olduğu ile ilgilenir. Bu devlet, krize karşı kitleleri toparlayan, çıkarına uygun kanallara akıtan bir temsilciye muhtaçtır. Mesele, onun yaratacağı olası ihtimallere, kafa karışıklıklarına mani olmaktır. Solun on yıldır görevi budur: o, devletin fiilî operasyonu dâhilinde kendisine biçilen rolden memnundur. En fazla, Osmanlı-Türkiye karşıtlığı temelinde Türkiyecilik yapabilir. Başına ne tür bir sıfat taktığının bir önemi yoktur, çünkü o tasavvur, Osmanlı’dan gelen dinamiklere kördür.

Bu rol dâhilinde Marksizm de eğilip bükülmek zorundadır. Erdoğan bir hizaya çekiliyorsa, Marksizm de benzer bir işleme maruz kalıyor demektir. Ekonomi-politik açısından, üretici güçler tarihe; üretim ilişkileri topluma havale edilmektedir. Tarihsel meşruiyet peşinde koşanlar, üretici güçler teorisini; toplumsal meşruiyet peşinde koşanlarsa, üretim ilişkilerine dair teoriyi istismar etmek zorundadırlar. Meşruiyetin kaynaklandığı hukuku sorgulayana ise rastlanmamaktadır.

Dolayısıyla, “neoliberalizm üretici güçleri geliştiriyor” sözü, “Erdoğan’a her devlet düşman, bu sebeple tüm devletlerle ittifak kurulabilir” sözü birbiriyle bağlantılıdır. Biri diğeri için edilmektedir. Burada ne bağ ne bağlam ne anlam ne de değer söz konusudur. Lenin’le ancak, başarı, şirket yöneticiliği ve halka karşı horgörü düzeyinde ilişki kurulabilmektedir. Bu kesim, Lenin’i her türden bağdan, bağlamdan, anlamdan ve değerden azade bir karikatür hâline getirmeye mecburdur. Çünkü zaten bu azadelik yüzünden solcu olunmuştur. Gerisi teferruattır.

Bugün Marksizm, Marx aynasında görülmek istenenlerden ibarettir. Onun ayrıştırma ve birleştirme iradesi kenara itilmelidir. Marx’sız Marksizm, Ali’siz Alevilik gibidir. Bugün bu kesim, dedelere savaş açmıştır. Ali’ye ve Hüseyin’e karşı sorumluluk, Batılı bireyin tiksineceği bir yüktür. Bireye seslenen eylemlerin ve dilin böylesi bir sorumluluktan münezzeh olması şarttır.

Özünde asıl ve öncelikli olarak, kendimizi görmek için yerleştirilen aynalardan kurtulmak gerekir. Mısır, Suriye gibi coğrafyalar konusunda dile getirilen sözler, buraya yönelik siyasetin basit bir yansımasıdır. Yani Halep’te savaşın mağdurları ile omuzdaş olmak, yüksek siyasetin halkı aşağılayan dilinde asla karşılık bulmamaktadır. Esad dedikleri, varolduğunu düşündükleri veya varolmasını istedikleri babacan Türk devletidir. Gerisin geri gerçeğin yükünün altına girmek, istenilecek en son şeydir. Müslüman’ın, Kürd’ün, Alevi’nin, mazlumun, yoksulun sorumluluğunu almamaktır ana mesele.

Bu devlet ki daha yeryüzünde kontrgerilla teorilerinin yeni filizlendiği yıllarda, 1920’lerin sonunda “Kontrgerilla” diye kitapçık hazırlamış bir yapıdır. 12 Eylül’ün hazırladığı, “demokrasi”ye geçiş öncesi iktidarı uyaran bir çalışmada ise ülke, Samsun-Hatay arasında çizilen bir hatla ikiye bölünmektedir. Değişen bir şey yoktur: bu devlet, “Kürdistan’da işgal gücü” olduğunun her Kürd’den daha fazla bilincindedir. Yeri geldiğinde Arap düşmanlığı üzerinden Kürd’ü yanına çekecek, yeri geldiğinde İran düşmanlığı için onu arkadan itecektir. O, kendi sorumluluğunu bilmeye mecbur olan kadrolarla ilerlemektedir.

Bu devlet ki 2003’te tanık olduğu, Irak savaşı karşıtı kitleyi bir biçimde dağıtmak zorundadır. Bugün sol, İran’a sefer başlasa, alkış tutacak, ses etmeyecek düzeydedir. Suriye konusunda kılını kıpırdatmaması, bunun bir alametidir. Bu noktada ülkenin (alt) emperyal niyetlerine değinmek, içi geçmiş âlimlerin işi hâline gelmiştir artık. Ama hepsi de o kadardır.

Mevcut sıkışmışlıkta gizli komplo yoktur. Her şeyin açıktan yapılması gerekir. Bugün solcu olduğu düşünülen isimlerin de yer aldığı TV dizilerinde MİT daha güncel, popüler ve açık bir konudur. Kişilere takıldığımız ölçüde, devlet denilen, kişileri aşkın yapı gözden kaybolmaktadır. “Mustafa Kemal’in askeriyiz” diyenlere karşı “Mustafa Keser’in askerleriyiz” diyenler, bir bir Mustafa Kemal’in askeri hâline gelmişlerdir.

Suriye bahsinde Avrupa’nın çizdiği sınırlara razı olanlarla, Amerika’nın çizeceği sınırlara kani olanlar arasında bir mücadele söz konusudur. Suriye özünde Türkiye ise, bu tartışma Türkiye ile alakalıdır. Yoksa Halep, Lazkiye, İdlib kimsenin umurunda değildir. Bunun bir göstergesi de denizde boğulan bir çocukla dalga geçen Avrupalı bir mizah dergisine sahip çıkılmasıdır.

Kimilerine göre, Batı’nın kurduğu zemberek boşalmakta, o ilerleme, önüne her şeyi katıp süpürmektedir. Bu güçlüden yana olan tavır, siyaseti ve ideolojiyi belirlemektedir. Bir CHP’linin Dersim Katliamı ile ilgili “modernleşme” değerlendirmesini artık herkes içine sindirmiştir. Batılı birey denilen ölçü ve ölçek, Tanrı’nın yerini almış, mutlaklaşmıştır.

Afrika’daki ilk sömürge faaliyetlerini meşrulaştıran aydınların girişimleri, Müslüman âleme aksettirilmiştir. Kendisi gibi giyinmeyen, yürümeyen, yaşamayan kişi, bağlamından soyutlanmakta, onu kudretli kıldığı görülen imkânlarından soyutlanmakta, bir bilinmeze fırlatılmakta, sonra da “sen olmadın, gel benim fırınımda piş” denilmektedir. Bugün AKP’deki adalet, batı hukuku, kalkınma batı iktisadı ölçüsünde eleştiriye tabi tutulmaktadır. Zira o adaletin kılıcının burada kimleri kestiği, o kalkınmanın kimleri ezdiği kimseyi ilgilendirmemektedir. AKP, Batı’dan uzaklaşırmış gibi yapıyorsa, bu coğrafyada Batı mevzi kazanıyor demektir.

Batının birey putuna yaranmaya ahdetmiş kişiler açısından devlet, en fazla o ilerlemeye mani teşkil ettiği ölçüde bir mesele hâline gelmektedir. Rum, Ermeni, Yahudi azınlığını siyasetinin ve ideolojisinin merkezine alanlar, esasen “ah o azınlıkların zenginlikleri, maharetleri muhafaza edilseydi, her yeri benim gibi bireyler kaplardı” diye düşünmektedir. Aynı yaklaşım, Türkiye’de barış çığırtkanlığı yaparken, Suriye’de savaşa körükle gitmiştir. Gezi’de Kabataş yalanını ilk dillendirenler onlardır. Bugün Wikileaks’ten sızmalarında şaşılacak bir yan yoktur.

Çünkü bu kesim ve ona karşı olduğunu söyleyenler, hazır mevcut olan güçten yana saf tutarlar. Mazlum yoksul kitlelerin güç olmalarını ne isterler ne de beklerler. Siyasetlerinin önemli bir kısmını o güç olma imkânlarını ortadan kaldırmaya, varolan güç kırıntılarını da süpürüp atmaya tahsis ederler. Altmışlarda ABD ile birlikte Sovyetler’e karşı geliştirilmiş tüm solculuk biçimlerini tek potada eritenler, öncü konumuna gelmektedirler. Bunda da şaşılacak bir yan yoktur.

Dip akıntı mühimdir. Bu devleti ve ilerlemeye dair konumunu dikkate alanların, dip akıntıya bakması mümkün değildir. “Ben olsam şöyle yönetirdim” diyenlerin, kuyu suyu olduğunu görmek gerekir. Kayaları çatlatan, katmanları kesen, her türlü zenginliği yoğuran o akıntının güç imkânlarını da içinde barındırdığını anlamak önemlidir. Gözü yukarılarda olanların, ayakları baş kılması mümkün değildir.

Eren Balkır
9 Aralık 2016

0 Yorum: