Tarih, tekerrür eden, insan denilen öznenin
kaprisleriyle oluşan bir süreç değildir. Bu yönüyle 1926-28 buhranı ile
kıyaslanan 2008 krizinin kendi Mustafa Kemal’ini üretmesi gerekliliği
görülmelidir. Devlette süreklilik esastır. Liberal mahfillerde bile bu
gereklilik, Erdoğan paranteze alınarak, bir biçimde dillendirilmektedir.
Devlet, ekonomi-politik bir güç, jeopolitik bir
kudret, biyopolitik bir imkândır. Bu devletin kurucu unsurlarının Prusya’nın
sunduğu derslerden istifade ettiğini, Britanya ve Fransa’nın sunduğu derslere
ise kayıtsız kalmadığı görülmelidir. Bu, Türkiye formunda Osmanlı, Osmanlı
formunda Türkiye’dir. Gerilim, bununla alakalıdır.
Erdoğan’ı bir kimlik (İslam) üzerinden okuyanların
kendilerinin de bir(er) kimlik olarak görülmek istedikleri açıktır. Oysa
devlet, kim olduğundan önce ne olduğu ile ilgilenir. Bu devlet, krize karşı
kitleleri toparlayan, çıkarına uygun kanallara akıtan bir temsilciye muhtaçtır.
Mesele, onun yaratacağı olası ihtimallere, kafa karışıklıklarına mani olmaktır.
Solun on yıldır görevi budur: o, devletin fiilî operasyonu dâhilinde kendisine
biçilen rolden memnundur. En fazla, Osmanlı-Türkiye karşıtlığı temelinde
Türkiyecilik yapabilir. Başına ne tür bir sıfat taktığının bir önemi yoktur,
çünkü o tasavvur, Osmanlı’dan gelen dinamiklere kördür.
Bu rol dâhilinde Marksizm de eğilip bükülmek
zorundadır. Erdoğan bir hizaya çekiliyorsa, Marksizm de benzer bir işleme maruz
kalıyor demektir. Ekonomi-politik açısından, üretici güçler tarihe; üretim
ilişkileri topluma havale edilmektedir. Tarihsel meşruiyet peşinde koşanlar,
üretici güçler teorisini; toplumsal meşruiyet peşinde koşanlarsa, üretim
ilişkilerine dair teoriyi istismar etmek zorundadırlar. Meşruiyetin
kaynaklandığı hukuku sorgulayana ise rastlanmamaktadır.
Dolayısıyla, “neoliberalizm üretici güçleri
geliştiriyor” sözü, “Erdoğan’a her devlet düşman, bu sebeple tüm devletlerle
ittifak kurulabilir” sözü birbiriyle bağlantılıdır. Biri diğeri için
edilmektedir. Burada ne bağ ne bağlam ne anlam ne de değer söz konusudur.
Lenin’le ancak, başarı, şirket yöneticiliği ve halka karşı horgörü düzeyinde
ilişki kurulabilmektedir. Bu kesim, Lenin’i her türden bağdan, bağlamdan,
anlamdan ve değerden azade bir karikatür hâline getirmeye mecburdur. Çünkü
zaten bu azadelik yüzünden solcu olunmuştur. Gerisi teferruattır.
Bugün Marksizm, Marx aynasında görülmek istenenlerden
ibarettir. Onun ayrıştırma ve birleştirme iradesi kenara itilmelidir. Marx’sız
Marksizm, Ali’siz Alevilik gibidir. Bugün bu kesim, dedelere savaş açmıştır.
Ali’ye ve Hüseyin’e karşı sorumluluk, Batılı bireyin tiksineceği bir yüktür.
Bireye seslenen eylemlerin ve dilin böylesi bir sorumluluktan münezzeh olması
şarttır.
Özünde asıl ve öncelikli olarak, kendimizi görmek için
yerleştirilen aynalardan kurtulmak gerekir. Mısır, Suriye gibi coğrafyalar
konusunda dile getirilen sözler, buraya yönelik siyasetin basit bir
yansımasıdır. Yani Halep’te savaşın mağdurları ile omuzdaş olmak, yüksek
siyasetin halkı aşağılayan dilinde asla karşılık bulmamaktadır. Esad dedikleri,
varolduğunu düşündükleri veya varolmasını istedikleri babacan Türk devletidir.
Gerisin geri gerçeğin yükünün altına girmek, istenilecek en son şeydir.
Müslüman’ın, Kürd’ün, Alevi’nin, mazlumun, yoksulun sorumluluğunu almamaktır
ana mesele.
Bu devlet ki daha yeryüzünde kontrgerilla teorilerinin
yeni filizlendiği yıllarda, 1920’lerin sonunda “Kontrgerilla” diye kitapçık
hazırlamış bir yapıdır. 12 Eylül’ün hazırladığı, “demokrasi”ye geçiş öncesi
iktidarı uyaran bir çalışmada ise ülke, Samsun-Hatay arasında çizilen bir hatla
ikiye bölünmektedir. Değişen bir şey yoktur: bu devlet, “Kürdistan’da işgal
gücü” olduğunun her Kürd’den daha fazla bilincindedir. Yeri geldiğinde Arap
düşmanlığı üzerinden Kürd’ü yanına çekecek, yeri geldiğinde İran düşmanlığı
için onu arkadan itecektir. O, kendi sorumluluğunu bilmeye mecbur olan
kadrolarla ilerlemektedir.
Bu devlet ki 2003’te tanık olduğu, Irak savaşı karşıtı
kitleyi bir biçimde dağıtmak zorundadır. Bugün sol, İran’a sefer başlasa, alkış
tutacak, ses etmeyecek düzeydedir. Suriye konusunda kılını kıpırdatmaması,
bunun bir alametidir. Bu noktada ülkenin (alt) emperyal niyetlerine değinmek,
içi geçmiş âlimlerin işi hâline gelmiştir artık. Ama hepsi de o kadardır.
Mevcut sıkışmışlıkta gizli komplo yoktur. Her şeyin
açıktan yapılması gerekir. Bugün solcu olduğu düşünülen isimlerin de yer aldığı
TV dizilerinde MİT daha güncel, popüler ve açık bir konudur. Kişilere
takıldığımız ölçüde, devlet denilen, kişileri aşkın yapı gözden kaybolmaktadır.
“Mustafa Kemal’in askeriyiz” diyenlere karşı “Mustafa Keser’in askerleriyiz”
diyenler, bir bir Mustafa Kemal’in askeri hâline gelmişlerdir.
Suriye bahsinde Avrupa’nın çizdiği sınırlara razı
olanlarla, Amerika’nın çizeceği sınırlara kani olanlar arasında bir mücadele
söz konusudur. Suriye özünde Türkiye ise, bu tartışma Türkiye ile alakalıdır.
Yoksa Halep, Lazkiye, İdlib kimsenin umurunda değildir. Bunun bir göstergesi de
denizde boğulan bir çocukla dalga geçen Avrupalı bir mizah dergisine sahip
çıkılmasıdır.
Kimilerine göre, Batı’nın kurduğu zemberek boşalmakta,
o ilerleme, önüne her şeyi katıp süpürmektedir. Bu güçlüden yana olan tavır,
siyaseti ve ideolojiyi belirlemektedir. Bir CHP’linin Dersim Katliamı ile
ilgili “modernleşme” değerlendirmesini artık herkes içine sindirmiştir. Batılı
birey denilen ölçü ve ölçek, Tanrı’nın yerini almış, mutlaklaşmıştır.
Afrika’daki ilk sömürge faaliyetlerini meşrulaştıran
aydınların girişimleri, Müslüman âleme aksettirilmiştir. Kendisi gibi
giyinmeyen, yürümeyen, yaşamayan kişi, bağlamından soyutlanmakta, onu kudretli
kıldığı görülen imkânlarından soyutlanmakta, bir bilinmeze fırlatılmakta, sonra
da “sen olmadın, gel benim fırınımda piş” denilmektedir. Bugün AKP’deki adalet,
batı hukuku, kalkınma batı iktisadı ölçüsünde eleştiriye tabi tutulmaktadır.
Zira o adaletin kılıcının burada kimleri kestiği, o kalkınmanın kimleri ezdiği
kimseyi ilgilendirmemektedir. AKP, Batı’dan uzaklaşırmış gibi yapıyorsa, bu
coğrafyada Batı mevzi kazanıyor demektir.
Batının birey putuna yaranmaya ahdetmiş kişiler
açısından devlet, en fazla o ilerlemeye mani teşkil ettiği ölçüde bir mesele
hâline gelmektedir. Rum, Ermeni, Yahudi azınlığını siyasetinin ve ideolojisinin
merkezine alanlar, esasen “ah o azınlıkların zenginlikleri, maharetleri
muhafaza edilseydi, her yeri benim gibi bireyler kaplardı” diye düşünmektedir.
Aynı yaklaşım, Türkiye’de barış çığırtkanlığı yaparken, Suriye’de savaşa
körükle gitmiştir. Gezi’de Kabataş yalanını ilk dillendirenler onlardır. Bugün
Wikileaks’ten sızmalarında şaşılacak bir yan yoktur.
Çünkü bu kesim ve ona karşı olduğunu söyleyenler,
hazır mevcut olan güçten yana saf tutarlar. Mazlum yoksul kitlelerin güç
olmalarını ne isterler ne de beklerler. Siyasetlerinin önemli bir kısmını o güç
olma imkânlarını ortadan kaldırmaya, varolan güç kırıntılarını da süpürüp
atmaya tahsis ederler. Altmışlarda ABD ile birlikte Sovyetler’e karşı
geliştirilmiş tüm solculuk biçimlerini tek potada eritenler, öncü konumuna
gelmektedirler. Bunda da şaşılacak bir yan yoktur.
Dip akıntı mühimdir. Bu devleti ve ilerlemeye dair
konumunu dikkate alanların, dip akıntıya bakması mümkün değildir. “Ben olsam
şöyle yönetirdim” diyenlerin, kuyu suyu olduğunu görmek gerekir. Kayaları
çatlatan, katmanları kesen, her türlü zenginliği yoğuran o akıntının güç
imkânlarını da içinde barındırdığını anlamak önemlidir. Gözü yukarılarda
olanların, ayakları baş kılması mümkün değildir.
Eren Balkır
9 Aralık 2016
0 Yorum:
Yorum Gönder