Halk Kaba ve Cahil Bir Kitle Değildir
Popülizmin her yandan mahkûm edilmediği tek bir
gün bile geçmiyor. Öte yandan kelimenin neyi ifade ettiğini kavramak da pek o
kadar kolay değil.
Nedir popülist?
Farklı anlamlar yüklenmesine karşın, hâkim
söylem, kelimeyi üç temel özellik üzerinden karakterize ediyor: doğrudan halka
yapılan konuşmanın tarzı, temsilcilerin ve yüksek mevkidekilerin baypas edilmesi;
hükümetlerin ve yönetici elitlerin kamu çıkarından çok kendi çıkarlarını
düşünmesine dair iddianın dillendirilmesi; ve yabancılara yönelik korku ile
reddiyeyi açıktan ifade eden, kimliğe dayalı bir retorik.
Oysa bu özellikler arasında belirli bir bağlantı
söz konusu değil. Eski günlerde cumhuriyetçiler de sosyalistler de politik
söylemin asli muhatabı ve iktidara uzanan yolu tayin edenin “halk” olduğuna,
böylesi bir yapının bulunduğuna kesin olarak kaniydiler. Bu anlayış, herhangi
bir ırkçı veya yabancı düşmanı duyguyu içermez. Siyasetçilerimizin, yurttaşlarının
geleceğinden çok kariyerlerini düşündüklerini veya bizi yönetenlerin büyük finans
merkezlerinin çıkarlarını temsil edenlerle simbiyotik bir ilişki içerisinde
olduklarını söylemek için demagoji yapmaya gerek yok. “Popülist” eğilimleri mahkûm
eden aynı basın, her gün bu konuda epey ayrıntılı kanıtlar sunuyor oysa.
Silvio
Berlusconi veya Nicolas Sarkozy gibi “popülist” olarak adlandırılan devlet ya
da hükümet başkanları, elitlerin yozlaştığına dair “popülist” fikri propaganda
edip duruyorlar. Bu terim, layıkıyla tanımlanmış herhangi bir politik gücü
karakterize etmek için kullanılmıyor. Ne bir ideolojiyi ne de tutarlı bir
politik tarzı ifade ediyor. O, sadece belirli insanlara dair bir imaj
oluşturmaya yarıyor.
Esasen böylesi bir “halk” yok. Asıl varolan,
belirli becerilere veya beceriksizliklere sahip olan, belirli birleşme
tarzlarını ve belirli özel vasıfları imtiyazlı kılmak suretiyle ortaya çıkan, farklı, hatta çelişkili kimi figürler ve imajlar. Popülizm anlayışının
niteliğini, belirli bir becerinin korkutucu düzeylerde varolması belirliyor. Bu
noktada çok sayıda insana ham bir güç, belirli bir beceriksizlik, özünde
belirli bir tür cehalet atfediliyor. Böylelikle ırkçılık, üçüncü özellik olarak
esası teşkil ediyor.
Demokratların asıl meselesi, halkın sırtını yasladığı
“idealizm”den şüphe duymak. Esas olarak itiraz etmek üzerinden harekete geçen
ayaktakımı, hem iktidardakileri hem de demografik, ekonomik ve sosyal
gelişmenin tehdidi altındaki yaşamın genel bağlamına eklemlenmiş ecdada
bağlılık üzerinden, korkulan yabancıları tehdit ediyor. İktidardakilerse, bu
ayaktakımını politik mekanizmaların karmaşık yanlarını anlayamayan birer hain
olarak niteleyip mahkûm ediyorlar.
Dolayısıyla popülizm anlayışı, Paris Komünü’nden
ve işçi hareketinin yükselişinden korkan Hippolyte Taine ve Gustave Le Bon
gibi, on dokuzuncu yüzyılın sonlarında yaşamış düşünürlerin geliştirdikleri bir
halk imajına yaslanıyor. Burada asıl korkulan unsur, her yana yayılan korkular
ve kontrol edilemeyen dedikoduların dolaşımı üzerinden şiddetin zirveye
ulaşmasına neden olan, “ajitatörler”in etkileyici sözlerinden etkilenen cahil
kalabalıklar.
Peki bizim gibi ülkelerde karizmatik liderlerin
önderlik ettikleri kör kalabalıkların bir salgın gibi her yanı kaplaması, yeni
bir olgu mu? Göçmenler hakkında, bilhassa özel mekânlardaki gençlerden her gün
ne türden şikâyetler yükselirse yükselsin, bu şikâyetler, kitlesel gösterilerde
herhangi bir karşılık bulmuyor.
Bugün ülkemizde ırkçılık denilen şey, esasında
iki hususun birbirine bağlanması ile alakalı. Bunlardan biri, istihdam ve
barınma alanında, steril bürolarda en dibine kadar uygulanan ayrımcılık
biçimleri, diğeri de herhangi bir kitle hareketinin sonucu olmayan hükümet
politikaları: bu politikalar, göçün sınırlandırılması, yıllardır Fransa’da
çalışıp vergi ödeyen insanlara ikamet izinlerinin verilmemesi, doğumdan
itibaren milliyete mensubiyetin iptal edilmesi, çifte cezalar, başörtü ve burka
karşıtı kanunlar, insanların ülkeden çıkartılması ve seyyahların kamplarının
sökülmesi bağlamında karşılık buluyor. Söz konusu tedbirlerin amacı, temelde
hem çalışma hayatı hem de yurttaşlık bağlamında nüfusun belirli bir kesimine
hak bahşetmek ve her an geldikleri yerlere gönderilebilecek bir işçi nüfusu ve
statüleri güvence altında olmayan bir Fransız nüfusu oluşturmak.
Bu tedbirler, belirli bir ideolojik kampanya ile
destekleniyor. İlgili kampanya, kişilerin ulusal kimliği tanımlayan belirli
özelliklere sahip olamadıklarına dair deliller üzerinden hakların sınırlandırılmasını
meşrulaştırıyor. Burada mesele, söz konusu kampanyanın fitilini yakan Ulusal
Cephe mensubu “popülistler” değil. Asıl üzerinde durulan kesim, solcu olduğunu
iddia eden belirli aydınlar. Bu aydınlar, “bu insanlar gerçek anlamda Fransız
olamazlar, çünkü laik değiller” diyen, kimsenin itiraz dahi edemeyeceğini
düşündükleri o argümanı dillendiriyorlar.
Marine Le Pen'in son feveranını bu bağlamda
değerlendirmek gerek. Burada esasında belirli bir söylem dizgesi, tek bir imaj
dâhilinde yoğunlaştırılıyor: Müslüman = İslamcı = Nazi. Bu yaklaşım,
cumhuriyetçi yazının her yanına sinmiş durumda. “Popülist” aşırı sağ, halk
kütlesinin derinliklerinden neşet eden, yabancı düşmanlığına dair özel bir
tutku ortaya koymuyor. O, özünde seçkin aydınların yürüttükleri kampanyalardan ve
hükümetin geliştirdiği stratejilerden nemalanan basit bir uşak. Devletse kalıcı
güvensizlik hissini süreklileştiriyor. Bu his dâhilinde krizin ve işsizliğin
yol açacağı riskler, yolda karşılaşılan tehlikeler ve önlemlerle harmanlanıyor,
sonuçta da ortaya “Müslüman terörist” denilen o yüce tehdit çıkıyor. Aşırı sağ,
ideolojistlerin yazılarında ve bakanlık kararnamelerinde bulunan standart
resmin bedenlenmesini sağlıyor.
Popülizme yönelik, artık
birer ritüel hâlini almış suçlamalarda takdim edilen “popülistler” ve halkın bizatihi kendisi, bu kavramlara dair tanımlarla asla örtüşmüyor. Zaten gulyabani
hikâyeleri anlatıp duranların da böylesi bir derdi yok. Onlar için asıl mesele,
demokrat insanlara dair fikirle tehlikeli kalabalık imajını mezcetmek. Buradan
da şu sonuca ulaşıyorlar: hepimiz bizi yönetenlere güvenmeliyiz, dolayısıyla
onların meşruiyetine ve bütünlüğüne yönelik her itiraz, totalitarizme kapı
aralayacaktır. Nisan 2002’de Le Pen karşıtı o meşum sloganlardan biri, “Fransa
faşist olacağına muz cumhuriyeti olsun daha iyi”ydi. Bugün popülizmin ölümcül
tehlikelerine dair dile dolanan lafların amacı ise “başka bir seçeneğimiz yok”
diyen fikir için gerekli teorik zemini sağlamak.
Jacques Rancière
30 Ocak 2013
30 Ocak 2013
0 Yorum:
Yorum Gönder