21 Aralık 2016

,

Weimar Analojisi


Yeni yapılan Amerikan seçiminin ölüme mahkûm edilmiş olan Weimar Cumhuriyeti’yle kıyaslanması, uzmanların sıklıkla başvurdukları bir yöntem. Gazetelerde ve sohbet programlarında yorumcular, ABD’nin otuzlarda Alman demokrasinin yürüdüğü yola girdiği konusunda uyarılarda bulunuyorlar. Donald Trump’ın siyaset sahnesine çıkışı ve başkan oluşu, ekonomiye yönelik kaygıların, sağcı milliyetçiliğin ve paramiliter şiddetin bir kez daha dehşet verici bir karışımı meydana getirdiğine dair korkuların artmasına yol açtı.

Çeşitli dergilerde ve yayınlarda çıkan makaleler, bizim bir “Weimar Amerikası”nda yaşadığımız uyarısını yapıyorlar. Bu yazarların iddiasına göre, muhafazakâr siyaset, faşistleşti ve bugün demokrasiye ait en temel kurumları ortadan kaldırmakla tehdit ediyor.

Hitler’in özelliklerine benzeme üzerinden dile getirilen “Hitler safsatası”nı [reductio ad Hitlerum] Yale Üniversitesi tarih bölümü hocası Timothy Snyder kadar kimse kullanmıyor. Synder, Trump’ın Nazi diktatörünün adımlarını izlediğini söylüyor. Ona göre, Amerikalı liberaller, Hitler’e karşı geniş kapsamlı bir direniş örgütleyemeyen Alman solcularından ders çıkartmak zorundadırlar.

Tüm tarihsel kıyaslamalar gibi, bir Twitter ve reality show yıldızı ile soykırım uygulamış bir diktatörü kıyaslama girişimi de kendine has çarpıklıklara sahip. Bazı yorumcular, bu noktada Weimar analojisini sorgulama ihtiyacı duyuyorlar. Trump’a yönelik destek, büyük ölçüde sanayinin geri çekildiği bölgelerde yaşanan kaymalardan kaynaklanıyor. Bu sosyo-ekonomik koşullar, yirmilerin ve otuzların sanayileşmiş, sınıf temelli, savaşın ağır travmalara yol açtığı Almanya’daki koşullardan çok farklı. Daha somut bir ifadeyle, Trump’ın ideolojisi, çelişkili iddiaların üstünkörü bir biçimde tutarlı bir ideoloji ortaya çıkarttığını kabul etsek bile, faşizmin klasik kimi özelliklerine sahip değil. Her şeyden önce Trump, kan ve toprak üzerine kurulu dile nadiren başvuruyor, savaşın aşkın ve gençleştirici deneyiminden dem vurmuyor, seçime tabi kurum ile siyasete açıktan karşı çıkmıyor. Otoriteryanizm, ebedi faşizm veya modası geçmiş olan Amerikan muhafazakârlığı gibi farklı kavramlar, Trump hareketinin izahında daha çok işe yarayacaklardır.

Trump’ın faşist olarak görülüp görülemeyeceğine dair tartışma bir miktar ukalacaymış gibi görünse de bu tartışmanın ilerici düşünce için yol açacağı sonuçların bu şekilde görülmesi pek mümkün değil. Amerika’yı Weimar, Trump’ı da Hitler gibi gördüğümüzde, geçmişin hatalarını yinelemek gibi bir riski de üstlenmiş oluruz.

Bu tehlikeyi en iyi ele veren çalışma ise Eric Weitz’ın son çıkan makalesi. Weitz, liberallere “militan demokrasi”yi diriltme çağrısı yapıyor. Nazi Almanyası’ndan kaçan birçok düşünürce benimsenen bu politik teori, özgür ulusların tüm diktatöryel hareketleri varoluşsal tehdit olarak görmek zorunda olduğunu söylüyor. Bu düşünürlere göre, demokrasinin düşmanı ile birlikte yaşaması mümkün değil. Aşırı radikallerin pratikte aktif olarak imha edilmesi zorunlu. Weitz’ın mantığı uyarınca, bizim kuşağımız, Trump’ın faşist yönetimine direnmek için bu türden duygu ve düşünceleri yüklenmeli.

Antifaşist direnişin o saygıdeğer geleneğinin bir parçası olmanın insana kudret vermesi elbette mümkün, ama militan demokrasiyi canlandırmak, ilerici politika aleyhine çalışma yürütmekle sonuçlanabilir. Bu kesimlerin Weimar Cumhuriyeti analizi, söz konusu Nazi karşıtı düşünürleri seçkinci ve teknokrat kıldı. Bu insanlar, demokrasinin bekasının halkın iktidarının kısıtlanmasına ve kamuoyunun incelemesine karşı koruma altına alınmış, seçimle göreve gelmeyen, bürokratik seçkinlerin oluşmasına tabi olduğuna inanmaya başladılar.

Faşizme yönelik demokratik korkunun demokratik pratiği nasıl erozyona uğrattığını anlamak için militan demokrasinin ilk teorisyenlerine geri dönüp bakmak gerek. Bu insanların hikâyesi, düşüncelerini günümüzde yaşanan açmazlara cevap olarak gören herkesin durup düşünmesini sağlayacaktır.

Halkın Elinden Alınan Güç

Militan demokrasinin ilk ve en etkili teorisyenlerinden Karl Loewenstein ve Hans Speier, liberal anti-faşizmi seçkinci bir teknokrasiye dönüştürdü. Kariyerlerinin başında liberal siyaset teorisyeni olan Loewenstein ve sosyal-demokrat bir sosyolog olan Speier, Weimar Cumhuriyeti’nin birkaç iyi adamından biriydi. İkili, demokrasinin otoriteryan eleştirmenlerine karşı onun meşruiyetini savundu.

Bu iki adamın ajandasının Nazilerin ajandasına pek uymadığı açık. Loewenstein ve Speier 1933’te Almanya’dan kaçıyor. ABD’ye geldikten sonra demokrasi yanlısı kampanyalara katılıyor, ama önemli bir dönüşüm yaşıyor. Onların ifadesiyle, faşizmin elde ettiği zafer, demokratik devletlerin muhaliflerini yenmek için, faşistlerin kullandıkları da dâhil, gerekli her türden aracı kullanmaya hazır ve istekli olan yeni ve “militan” birer rejime dönüşmek zorunda olduğunu gösterdi.

Loewenstein ve Speier’in projesi, üç düşünce üzerine kuruluydu. İlki, tüm özgür ulusların aynı tehditle karşı karşıya oldukları gerçeğini kabul etmeleri gerektiği üzerinde duruyordu. Faşistler, bu isimlere göre, sadece Berlin ve Roma’da değil, Amsterdam, Washington ve Rio’a da iktidara gelmeye çalışıyorlardı. Başarılı olmaları durumunda bunlar, “faşist enternasyonal”i meydana getireceklerdi. Loewenstein, bu enternasyonalin “ulusal sınırları aşacağı” konusunda uyarıda bulunuyordu.

İkinci ve daha somut ifade edilen düşünceye göre, demokrasinin zayıflığı düşmanlarına bahşettiği özgürlüklerde saklı. Yazarlar açısından demokrasi, politik bağlılıklara bakmaksızın toplumun her üyesine ifade özgürlüğü hakkı gibi haklar bahşediyordu. Ancak çocuksu ahlakçılık, anti-demokratik aktivistlerin politik kurumlara sızmasına imkân sağlıyor, özgürlüğü ortadan kaldırmak adına onu istismar ediyordu.

Bugünün kimi teorisyenleri gibi bu yazarlar da bu argümanlarını Weimar Almanyası üzerinden temellendirdiler. Hitler ve onun şiddete meyyal destekçileri, demokratik hakları cumhuriyetin altını iktidara gelmeden çok önce oymak için kullanmaya başlamışlardı. Loewenstein’ın kaynağına göre, “demokrasiye ait mekanizma” “düşmanın şehre girmek için kullandığı Truva atını temsil ediyordu.”

Son ve en önemli düşünce de faşizmin başarısının demokrasinin korunması noktasında halka asla güvenilemeyeceğini ispatladığını söylüyordu. Kriz momentlerinde kitleler, “duygusallık üzerine kurulu bir ideolojik kurgu”ya teslim oluyor, ırkın ve/veya ulusun şerefine dönük boş vaatler lehine haklarından vazgeçebiliyorlardı. Halkın demagoji ustalarının kör gözün parmağına dile getirdikleri gerçek dışı, açıktan aptalca vizyonlarına kul köle olması, avamın gerçek bir politikaya değil, sadece hayallere sahip olduğunu kanıtlamıştı.

Speier, “Weimar’da bir gün Nazi, ertesi gün komünist veya bir gün Nazi ertesi gün komünist olan” birçok insana tanık olduğunu söylüyor. “Bu da kısmen şansa kısmen de bir yerde daha fazla bira bir yerde de daha fazla gürültü olması”na bağlı olarak gelişen bir durum. Demokrasinin en bariz zafiyeti, onun kitlelerin rasyonel düşünceyle ilgili kapasitesine, becerisine bağlı oluşu ki bu kitleler de zaten böylesi bir beceriden çoğunlukla mahrumdurlar.

O vakit demokrasi iç düşmanlarına karşı nasıl korunabilecek? Eğer demokrasinin sırtını dayadığı iddia edilen halk, bile isteye özgürlüklerin kaldırılmasından yana oy kullanırsa, demokratlar başka bir faşist dalgaya nasıl mani olacaklar? Loewenstein ve Speier’in tahayyülüne göre, bu tehditlere ancak yeni türde bir devlet karşı koyabilir. Onların iddiasıyla, seçime dayalı rejimlerin seçkinci ve “militan” bir dizi hat üzerinden yeniden inşa edilmeleri gerekmektedirler.

Gizli Devlet

Loewenstein ve Speier’in yeni teorisi, şu anlayış üzerine kurulu: demokrasi, ancak otorite, sorumluluk sahibi uzmanlara ait olduğu durumda canlanabilir. Eğer kitleler, özyönetime yönelik, kutsallık arz eden güvenlerini diktatörlere bahşederler veya faşist rejimlere karşı koymayı reddederlerse, o vakit sakin bir şekilde düşünmesini bilen teknokratlar iktidarı almalı ve demokrasiyi korumalıdırlar. Daha önemlisi, bu uzmanlar, kamuoyunun onayına, hatta bilgisine bile ihtiyaç duymadan harekete geçme yetkisine sahip olmalıdırlar.

Loewenstein ve Speier, bu seçkinlerin iktidarı suiistimal etmelerine mani olunmasını akıllarına bile getirmemektedir. İkilinin kanaatine göre, demokrasinin hayatta kalması, söz konusu epikrokrasinin [bilge bir kişi veya azınlık idaresinin] oluşturulmasına bağlıdır. Loewenstein’ın 1940’ta dile getirdiği biçimiyle,

Hükümetimizde lider konumdaki insanların samimiyetsiz veya tarafgir güdülerle hareket etmelerine izin vermemeliyiz. Bu insanlar, bizim kadar sorumlu kişilerdir ve bunlar, apaçık ortada olan kimi sebeplerden ötürü kamuoyundan uzak tutulması gereken, bilgiye erişim imkânına ve daha gelişkin fikirlere sahiptirler. Demokratik hükümet, amatörlerin uzmanların yürüttükleri çalışmalara müdahale edip durması demek değildir.

Speier 1949 yılında benzer bir görüşü dile getirmektedir:

“Dünya tarihinde belirli bir eşiğe gelindi. Bu eşikte bazı Amerikalı liderler, el üstünde tuttukları [demokratik] değerleri, ileride hemşerileri bu değerlerle yaşayabilsinler diye gizlice feda etmeyi göz önünde bulundurmak zorundalar.”

Özetle burada söylenen şu: ülkeyi halk yönetmemeli, belirli bir sorumluluk üzerinden, iktidarda sadece uzman teknokratlar bulunmalıdır.

Loewenstein ve Speier’in en fazla odaklandıkları husus ise o günden itibaren ulusal güvenlik dedikleri şey. Faşizmin cazibesi noktasında kilit birer unsur olan ekonomik planlama, refaha dayalı programlama, ırk ve cinsiyet onların yazılarında nadiren karşımıza çıkıyor, yazıların merkezinde her daim devletin şiddeti duruyor. İkilinin kanaatine göre, polis ve ordu, özgürlüğün iki temel dayanağı. Demokrasiler, ülke içinden ve dışından gelen tehditlerin izini sürmek ve bunları etkisizleştirmek için kullanılacak kapsamlı bir güvenlik aygıtı kurmak zorunda.

Eğer bu vizyon okurlarına cazip gelmişse, bunun kısmî sebebi, ilgili vizyonun dikkatleri faşizmin çözdüğünü iddia ettiği sorunlardan başka bir yöne çevirmesi. Bu iki göçmen yazarın iddiasına göre, demokratik rejimler gayet iyi işliyorlar. Kapitalist ekonomi politikalarının reforma tabi tutulmasına veya bu rejimlerin katı sınıfsal ve toplumsal hiyerarşilere bağımlılığına son vermeye gerek yok. Özgür devletlerin sadece cahil halkı etkin biçimde nasıl ezeceğini ve demokrasinin varoluşsal düşmanları olan faşizm ve komünizmi nasıl mağlup edeceğini öğrenmeleri gerek.

Esasında militan demokrasi, ellilerde karşımıza çıkan komünist düşmanlığı ile ilgili olarak uyarlanma kapasitesine sahip olduğunu kanıtladı. Akademisyenler ve siyasetçiler, bu yöntemi önemli bir araç olarak benimsemeyi bildiler. Örneğin 1956’da Alman Yüksek Mahkemesi, komünizmi yasadışı ilân etti ve komünist örgütleri kapattı. Bunu yaparken mahkeme, söz konusu örgütlerin faşizmle türdeş olduğunu söyledi. Adalet mekanizması, kendisini “militan demokrasi” iddiası üzerinden gerekçelendirdi.

Bu seçkinci vizyon, faşizm sonrası dönemde Avrupa genelinde ciddi bir yankı buldu. Soğuk Savaş döneminde ABD’de iyice yüceltildi. Amerika’da anti-komünist dil hâkim oldukça, birçok liberal de Loewenstein ve Speier’in acil güvenlik devletinin hesap vermeyi öngören demokratik mekanizmalardan azade olması gerektiğine dair kanaatini benimsedi. Bu mantık, Merkezî Haber Alma Teşkilâtı ve Ulusal Güvenlik Konseyi gibi kurumların ortaya çıkmasını sağladı. Bu tür kurumlar, ta kuruluşundan itibaren bir gizlilik örtüsü ile örtüldüler. Her iki kurumda kendi kendilerini atayan, halka asla hesap vermeyen uzmanlar, psikolojik savaştan politik suikastlara kadar bir dizi saldırı amaçlı politikayı yürürlüğe soktular. Bu konuda ellerini kollarını bağlayan hiçbir şey yoktu.

Solcu akademisyenler, çoğunlukla derin devletin ortaya çıkışını emperyal, yayılmacı arzulara veya kapitalist genişlemenin yol açtığı baskılara bağlıyorlar. Bu isimlerin hakikatte, çoğunlukla unuttuğu bir şey var. Esasında devlet, bu şekilde faşizmin o dönemde elde ettiği başarıya belirli bir cevap geliştiriyor. Demokrasinin bilhassa Almanya ve Japonya’da yaşadığı çözülme, liberal düşünürleri demokrasinin ana sorununun halkın [demosun] kendisi olduğuna ikna ediyor.

Loewenstein ve Speier’in kendilerini kolaylıkla Amerika’nın güvenlik üzerine kurulu müesses nizamının hizmetkârı ve savunucusu olarak tanımlamaları hiç de şaşırtıcı değil. Loewenstein, Latin Amerika’daki “yıkıcı” faşist ve komünist isimlere karşı kapsamlı gözetim ve gözaltı kampanyalarının koordinasyonuna katkı sunarken, Speier, Doğu Bloku’ndaki rejimlerin istikrarsızlaştırılması için uğraşan dışişleri bakanlığında ve Psikolojik Strateji Kurulu’nda danışman olarak çalıştı.

Tuhaf ki bu türden bir teoriden neşet eden kurumlar, ortadan kaldırmayı düşündükleri tehditleri azaltmak şöyle dursun, daha da arttırdılar. Popülizmin neden cazip hâle geldiğini anlama noktasında yabancı düşmanlığı ve ırkçılığın hâlen ne denli önemli olduğunu görmek gerek. Öte yandan halk, kendi hükümeti üzerinde belirli bir kontrole sahip değil. Güç, daha çok hesap vermeyen seçkinlerin elinde toplaşıyor ki halktaki öfkenin bir sebebi de bu.

Ayrıca Loewenstein ve Speier’in kurulmasını önerdiği kurumlar, demokrasiyi pratikte daha da güçsüzleştirdiler. Trump yönetimiyle alakalı kaygının önemli bir kısmı, bugün yürütmenin denetime tabi olmayan komuta mekanizmasının kullandığı, devlet şiddetine dair araçlardan kaynaklanıyor. Loewenstein, Speier ve onların vizyonunu paylaşanlar, teknokrasinin her iki açıdan da işe yaramayacağını asla anlamıyorlar.

Weimar Analojisinin Ötesine Geçmek

İçinde bulunduğumuz momentte Weimar Cumhuriyeti’nin sunduğu mercekten bakmak, kendi içinde önemli bir riski barındırıyor. Elbette Trump ve bazı destekçileri, bu dönemin yankılarını hâlen canlı tutuyorlar. Demokratik normların sürekli devre dışı bırakılmasına ve şiddet ile ırk ayrımcılığına dönük, beyazların üstün olduğuna dair çağrılara itiraz etmemek tabii ki mümkün değil. Nazi selamına tanık olmanın bu türden bir kıyaslamayı karşı konulamaz bir hâle soktuğu açık.

Jamelle Bouie’nin kısa süre önce dile getirdiği üzre, yoğun bir tarz dâhilinde sergilenen bir tür fanatikliği benimseyen veya hoş gören Trump destekçilerinin demokrasiye bağlılığın verili kapsamının dışına çıkıp çıkmayacaklarını bilmek de pek mümkün değil. Bouie türünden liberallere göre, Trump ve destekçilerine “faşist” demek, dürüst bir yaklaşım olmakla kalmıyor, ayrıca düşmanla diyalog kurulamayacağını, onlara sadece karşı konulabileceğini söylüyor.

Gelgelelim faşizmi mahkûm etmek, ilericiler için verimli bir ajanda değil. Clinton kampanyasının kısa süre önce öğrettiği kadarıyla, bu türden bir stratejinin politik değeri sınırlı. Daha da önemlisi, Loewenstein ve Speier’in projesinin de gösterdiği üzre, bu stratejinin, halkı ilişki kurmak yerine uzak durulması gereken bir güç olarak gören, demokratik ilkeleri kenara atan bir tarza kolaylıkla dönüşmesi muhtemel.

Aksine Trump’ın herkesi rahatsız eden zaferi, sola teknokratik siyasete karşı çıkma ve devletle ekonomideki seçkinler arasındaki sıkı işbirliğini reddetme fırsatı sunuyor. Geri çekilip “militan demokrat” olacaklarına, ilericilerin dağıtıma dair politikaları öneren ve çoğunluğun ihtiyaçlarını ele alan canlı birliktelikler ve ittifaklar oluşturması gerekiyor.

Süreç dâhilinde bizim bu Weimar analojisini terk etmemiz şart. Tarihsel kıyas faydalı olsa da asıl hayırlı olan, karşı karşıya olduğumuz sorunların çözümü noktasında yeni bir yol açmak.

Daniel Bessner
Udi Greenberg
17 Aralık 2016
Kaynak

0 Yorum: