29 Aralık 2011

, ,

Halkın Sesi: Seyyid Derviş


Ölümünden çok uzun süre sonra, besteci ve icracı Seyyid Derviş, Mısır devriminin müzikal ruhunun arkasındaki ana ilham kaynağı olmaya devam ediyor.

Beş gün boyunca süren, Merkezî Güvenlik Güçleri’nin ve ordunun Kahire’de protestoculara yönelik saldırılarına rağmen yüz binler, 23 Aralık Cuma günü, Silâhlı Kuvvetler Yüksek Konseyi yönetimine karşı gösteri düzenlediler.

Gösterilere katılan birçok insan, Mısır ulusal marşı “Beledi, Beledi”yi (“Ülkem, Ülkem”) söyledi. Bu marşın sözü ve bestesi, devrimci besteci Seyyid Derviş’e (1892-1923) ait.

Bunu yaparak kitleler, SKYK karşısında duran muhalefetin resmî medya tarafından vatansever ve hatta yıkıcı olmakla etiketlendiği günlerde, Mısır’a olan aşklarını bir kez daha ilân etmiş oldular.

Sokağın Müziğini Yapmak

1892’de doğan Seyyid Derviş, aşka, gündelik hayata, politikaya, sefalete ve dünyevi olana dair şarkılar söyledi ömrü boyunca. Devrimci, anti-emperyalist, halkçı ve vatansever olan Derviş’in şarkıları Mısır’ın toplumsal ruhunu ince bir zekâ ve mizahla aktardı insanlara. Bu sebeple Mısırlılar, 2011’de, Derviş’in ölümünden onlarca yıl sonra, iktidara başkaldırırken, onun şarkıları her zamankinden daha fazla denk düştü halkın gerçeğine.

Henüz 31 yaşında iken ölen Derviş hayli üretken bir besteciydi. İskenderiyeli fakir bir ailenin evladıydı. Sıradan işlerde çalıştı. Bu sayede ülkesinin muhalif kesimleri ile temas kurma fırsatı buldu. Ülkesindeki orta ya da üst sınıfa mensup devrimci sanatçıların aksine, halkı ile kendisi arasına asla bir mesafe koymadı. Onun sesinin yegâne kaynağı, şarkılarında canlı kanlı yaşayan insanlardı.

Yaşadığı dönemin anlamı, onun müziğindeki titreşimler üzerinde şüphesiz ki etkide bulundu. Derviş Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüne ve Mısır ulusal kimliğinin yeniden biçimlenişine tanık oldu.

Tam da bu gerçekle bağlantılı olarak, Derviş, İngiliz emperyalizmine karşı verilen devrimci mücadeleye müziği ile omuz verdi. Örneğin “Ya Beleh Zeglul”, İngilizler tarafından yasaklanan ve bugünkü Vafd Partisi’nin kurucusu olan Mısırlı milliyetçi lider Saad Zeglul’un isminin açıktan zikredilemediği bir dönemde, imparatorluğa yöneltilmiş örtülü bir taşlamadır.

“Zeglul bir hurma çeşidi. Sokaklarda zeglul satan bir kadınla ilgili olan bu şarkı, İngilizlerin dayattığı sansürün duvarını tek başına yıkmıştır” diyor, İngiltere’de ikamet eden, Derviş âşığı Filistinli şarkıcı Rim Kelani.

“Derviş, o ince zekâsı ve mizahı ile tüm tabuları yıktı. O, sokakta doğrudan karşılığı olan kimi semboller icat eden bir devrimciydi.” diye devam ediyor Kelani ve ekliyor: “Ya Beleh Zeglul, yazıldığı dönemde hayli popüler olmuş bir şarkıdır.”

Derviş’in sesindeki acemilik, esasta ondaki albeninin önemli bir parçasıdır. Mükemmellik yalanına hiç başvurmadan, kötü koşullarda kaydedilmiş şarkıları Feyruz gibi onlarca müzisyen tarafından yeniden yorumlandı.

Bölgenin en önemli simgesel sanatçılarından biri olan Feyruz, Derviş’in “El-Hilve Di” gibi şarkılarını söyledi. Bugünlerde popüler kültürün ve Arap çocukların repertuarlarının önemli bir parçası olan bu şarkı, sabah erken kalkıp fırında ekmek pişiren genç ve güzel bir kızın hikâyesini anlatır.

“El-Hilve Di”, güne başlamaya hazırlanan işçilerin dertlerinden bahseder. Devrimci içeriğe sahip dizeleriyle zenginlere “fakirin de Allah’ı, onun da hakları olduğu”nu hatırlatır.

Ulusal Marşı Yeniden Hatırlamak

Halkın bir kimliği olarak Mısır ulusal marşının yeniden hatırlanışı, Mübarek’in temsil ettiği sisteme karşı gerçekleştirilen devrimin aslî bir parçasıdır.

Halkın egemenliğinin yeniden tasdiklenişi, iktidara karşı direnişin her eyleminde, bayrak ve ulusal marş gibi kimi ulusal sembolleri içermiştir. “Beledi, Beledi” isimli bu marşın önemi, biraz da sözlerinin İngiliz karşıtı, Mısırlı milliyetçi lider Mustafa Kamil’in bir konuşmasına dayanıyor olması ile ilgilidir.

Genç eylemci ve eski 6 Nisan Hareketi’nin üyesi Muhammed Hamidi, “Mübarek’e muhalif insanlar yıllarca TV ya da radyoda çıktığında ulusal marşla zerre ilgilenmezlerdi, çünkü tüm anlamını yitirmişti”. diyor.

Ve devam ediyor: “Ama halk ayağa kalktıktan sonra şarkı anlamına yeniden kavuştu.” Hamidi’ye göre, “Mübarek’in gasp etmesinden sonra marş, ulusal televizyona kıyasla, sokaklarda daha fazla dillendirildi.”

Geçen yıl içinde Derviş’in diğer şarkıları da sokakların dili oldu. Bunlardan en önemlisi, 1919’da yazılmış olan “Qum ya Masri” (“Ayağa Kalk Ey Mısırlı!”). Bu tarih, İngiliz hükümetine karşı devrimin başladığı yıl. Üç yıl sonra ise Mısır bağımsız oldu.

Derviş’in Çocukları: Mısır’ın Yeni Sesini Bulmak

Derviş’in mirasından ilham almayan ilerici bir Arap sanatçı bulmak neredeyse imkânsız. 31 yaşındaki şarkı sözü yazarı ve sokak sanatçısı Fadi Ferid, Derviş gibi sokaklarda yaşadığını ve onun yolundan gittiğini söylüyor.

Bugün Kahire’deki oturma eylemlerinin ayrılmaz parçası Ferid: “Devrim başladığından beri büyük bir ilerleme kaydettim.” Ud çalan, şarkılar ve besteleyip söyleyen Ferid, “sokak benim evim şimdi.” diyor.

Mısır Hükümet Binası önünde 25 Kasım’da başlayan ve üç hafta süren oturma eyleminde Ferid, toplaşan dost eylemciler için irticalen müzik yapıyor. Müziği blues ile aslen Sudanlı olan Nubyanların etkilerini taşıyor ve o şarkılarında Mısır’daki sokak argosunu fazlasıyla kullanıyor.

Ferid, şarkısında doğrudan halka ve yöneticilere atıfla, hayvanın sırtına vurmayı asla düşünmemesi gereken bir adamla ona ait bir eşekten bahsediyor. Derviş gibi bu genç besteci de konuşma dili ile şarkıyı harmanlıyor ve Mısırlı olmayan bir Arap’ın zor anlayacağı bir sokak dili kullanıyor.

Ama Ferid’in ya da diğer devrimci müzisyenlerin müziklerini etkileyen sadece Derviş değil. Besteci Şeyh İmam’ın da altmışların ve yetmişlerin popüler kültürü üzerinde büyük bir etkisi oldu. Şeyh İmam, “Ey Mısr Ayağa Kalk ve Harekete Geç!” şeklinde tercüme edilebilecek olan “Ya Masr Umi ve Şiddi el-Hel” gibi şarkılar yazdı.

İmam, Ahmet Fuad Necmi gibi bir şairle sıkı ilişki içinde çalıştı. İkilinin çalışmaları politikti ve iktidarları eleştiriyordu. Necmi ve İmam, birçok kez tutuklanıp hapse atıldılar ve kendilerini özgürce ifade ettikleri için sürekli cezalandırıldılar.

Ancak Derviş, İmam’dan farklı olarak, gündelik hayattan beslenen çalışmalar yaptı. Onun şarkıları, Mısır kadar aşk ve dünyevi konularla da ilgiliydi. Mısırlıların gerçekliğini sadece politik ülkülerle değil, tüm hayatî konularla çok boyutlu olarak bağlama becerisi, şarkılarının onun ölümünden sonra onlarca yıl güncel kalmasını sağladı.

İskenderella isimli grubun üyesi 23 yaşındaki Aya Himeyda’ya göre, 2011’de bile, Derviş kadar, Mübarek’in devrilmesine yol açan milyonlarla bağ kurabilen herhangi bir müzisyene rastlamak mümkün değil.

“Zulme karşı ayaklanmış halka ses vermeden önce katetmemiz gereken çok uzun bir yol var önümüzde. Kültürel ve politik eylemciler olarak bizler belki ünlenmiş olabiliriz. Ama bedeli ödeyen bizler değil, sahaya inip dövüşen fakirler. Biz sadece oturduğumuz yerden tezahürat yapıyoruz o kadar.”

On kişiden oluşan İskenderella grubunun en çok etkilendikleri isimler, Derviş ve şair Fuad Haddad. Grup, hem 25 Ocak devrimi süresince hem de sonrasında, SKYK şiddetine karşı yapılan protestolarda sokaktaki yerini her daim almış.

İskenderella, “Qum Ya Masri” gibi Derviş şarkıları ile kitleleri ateşlemiş. Bu şarkılara bir de kendilerine ait olan “Ragein” (“Geri Döneceğiz”) isimli şarkı eklenmiş. Şarkı, “ışık elbette doğacak” diyor.

Himeyda’ya göre, gerçek özgürlüğe giden yol henüz başlandı yürünmeye: “Bugün tanık olduklarımız sadece başlangıç.” Bu sözler izah ediyor, halkın İskenderella gibi grupların politik müziğinde yeterli ölçüde ifade bulamamasını.

Himeyda ekliyor:

“Enerji patlaması henüz gerçekleşmedi. Yerin altında kitli. Elbette çok şey değişti. Ama sanat, Derviş’in müziği örnekliğinde görüldüğü üzere, halk için gerçek bir ayna olana dek, bizler devrimin tamamlandığından asla bahsedemeyeceğiz.”

Beledi, Beledi (“Ülkem, Ülkem”). Mısır ulusal marşından alıntı:

Ülkem, ülkem, ülkem,
Aşkım ve kalbim sana dair.
Ülkem, ülkem, ülkem,
Aşkım ve kalbim sana dair.
Mısır! Hey tüm ülkelerin anası,
Umudum, sevdam,
Kim sayabilir
Nil’in insanlık için ettiği duaları?

* * *

Qum Ya Masri (“Ayağa Kalk Ey Mısırlı”)

Ayağa kalk ey Mısırlı, her zaman seni çağırır Mısır
Götür beni zafere, o senin borcun, senin vazifendir,
Saadetim ziyan olduktan sonra gözlerinin önünde
Ellerinden kayıp gittikten sonra gururum, şerefim,
Dön bak ecdadına
Öldükleri güne, geceye
Sadakatin onların vaadini yerine getiriyor.

El-Hilve Di

[Şarkıcı]

Hamur yoğurmaya gidiyor güzel
Horoz ötüyor şafakta “ü ürü ü”
Allah’ın inayetiyle düşelim yola hey işçiler
Sabahın güzel olsun Atiye Usta
Sabahımız güzel, Allah’ın izniyle
Ama cebimizde tek bir kuruş yok
Tüm umutlarımızı teslim ediyoruz Allah’a

[Koro]

Sabırlı olursak eğer
Her şey daha iyi olacak

[Şarkıcı]

Hey sen, kimin elinde mal mülk
Fakirin de Allah’ı kerimdir.

[Koro]

Hamur yoğurmaya gidiyor güzel
Horoz ötüyor şafakta “ü ürü ü”
Allah’ın inayetiyle düşelim yola hey işçiler
Sabahın güzel olsun Atiye Usta
Elim elinde, Salah’ın babası
Madem Allah’la birliktesin
Demek ki rahat yaşayacaksın
Her şeyi bırak o kadir olana
Zaman geçiyor haydi gidelim

[Şarkıcı]

Güneş doğdu!

[Koro]

Tüm mülk Allah’ındır

[Şarkıcı]

Koş işe

[Koro]

Allah sana baht versin

[Şarkıcı]

Al eline baltanı

[Koro]

Tüm alet edevatı, hadi gidelim!

[Şarkıcı]

Horoz ötüyor “ü ürü ü”

[Koro]

Allah’ın inayetiyle düşelim yola hey işçiler

[Şarkıcı]

Sabahın güzel olsun Atiye Usta

[Koro]

Ah Atiye Usta, ah Atiye Usta

Serene Assir

27 Aralık 2011

,

Hakiki Bir Noel Hikâyesi


Bu Noel birçok insan için çok zor geçiyor. Tüm hediyeler, partiler ve tatil eğlenceleri arasında biraz da İsa’nın doğumunu kutladığımız bu ayinin hakiki hikâyesine bakmak gerekiyor.

Uzun yıllardır hatırlatmaya çalıştığım üzere, hakiki hikâyenin tatille bir ilişkisi yok. Bu hikâye, Romalı işgalciler tarafından kolay sayılabilsinler diye kayıt altına alınmaları için zorla yola dökülen iki insanla ilgili. Çiftin kalacak yerleri yoktur. Hancı onları biraz süzdükten sonra handa yer olmadığını söyler. Bebekleri soğuk bir ambarda, samanla örtülü bir zeminin üzerindeki gayet sert bir yem teknesinde dünyaya gelir.

Bugün olduğu gibi o günler de pek olağan bir seyir içerisinde değildir. Roma işgali şiddetli ve zalimdir. Fukara ve mazlum halk büyük bir beklenti içindedir. Kâhinler, güçlü bir mesihin, kralların kralının, dünyaya gelip mazlumları kurtaracağını söylerler. Herkes, kılıcının gücüyle halkını özgürleştirecek kudretli bir savaşçıyı beklemektedir.

Doğulu bilgeler semada parlak bir yıldız görürler ve böylelikle Mesih’in geldiğini bilirler. Yeni kralın önünde secde etmek için uzun yolları aşarlar. Kudüs’te kendilerini karşılayan Herod onlara görevlerini söyler. O, iç huzursuzluğuyla, Mecusilerden çocuğu bulduklarında kendilerine bildirmelerini ister. Mecusiler çocuğu bulup secdeye dururlar. Ancak rüyalarında ikaz edildiklerinden Herod’dan sakınıp dönüş yolunda başka bir güzergâhı izlerler. Öfkesinden deliye dönen Herod, Beytüllahim’deki tüm çocukların öldürülmesini emreder. Ancak bir melek gelip çifti uyarır ve onların izin kâğıtları olmayan birer göçmen olarak Mısır’a kaçmalarını sağlar.

O pek kudretli Herod neden bu kadar korkmaktadır? İshak Peygamber’in kehanetine göre bir çocuk doğacak ve “fakirlere iyi haberler iletecek, kırık kalpleri tamir edecek, esirlere hürriyet vaat edecek”tir. Luka İncili de İsa’nın İshak’ı okuyup “fakirlere iyi haberler iletme” görevini üstlendiğini anlatır.

Mesih’in doğumu, Roma valilerini, sarrafları ve dönemin tüm seçkinlerini tehdit edecek bir dönüşümün habercisidir. Herkes kudretli bir asker beklemektedir. Ancak Elçi asla kılıç ya da zırh kuşanmaz, makam sahibi olmaz, servet biriktirmez. Dillendirdiği hakikat dünyayı dönüştürür. O bize aşkın, umudun ve yardımseverliğin gücünü öğretir.

Noel, bu mesajı işitmemiz gereken bir zaman olmalıdır. O, fakirlerin ve mazlumların dikkate alındığı bir zamandır.

2010 Noel’inde ABD dünyanın diğer tarafında iki savaş yürüttü. İşsizlikle, evsizlikle ve açlıkla yüzleşti. Birçok Amerikalı, bizim en fazla el üstünde tuttuğumuz kurumlarımıza dönük şüpheli kimi ifadeler dillendirdi.

Bu yıl Başkan Obama Irak’taki savaşa son verdi ve askerler yurda dönmeye başladılar. Wall Street’i İşgal Et hareketi, Wall Street’teki ifrat konusunda milyonlarca insanın gözlerini açtı. Ve Amerikalılar, Wisconsin, Ohio ve diğer birçok yerde, temel işçi haklarını korumak için hep birlikte ayağa kalktılar.

Hayır dualarımızı hiç eksik etmiyoruz. Ama geçen yıla nazaran bazılarımızın daha iyi durumda olması gerekirdi. Stoklarımız bu yıl da boş. 2011 Noel’i gösteriyor ki daha yapılacak çok şey var. Amerika’da 49 milyon insan sefalet koşullarında yaşıyor. Yarısı ise düşük gelire sahip. 17 milyon çocuk aç. Yaklaşık 50 milyon insanın sağlık sigortası yok. 24 milyondan fazla insan tam zamanlı işe muhtaç. Mahkûmların sayısı ise rekor düzeyde. The Army Times raporuna göre, her gün 18 eski asker intihar ediyor.

Bu Noel'de herkes anlatılan hakiki hikâye için biraz zaman ayırsın. Hayatın şafağındaki gence, hayatın çukurundaki fakire ve hayatın alacakaranlığındaki yaşlıya nasıl davrandığımızı oturup düşünelim. Gerçek hediye, Bilgelerin getirdikleri değil, yem teknesinde kundak bezine sarılı çocuktur.

Herkese mutlu Noeller.

Rahip Jesse L. Jackson
PUSH (İnsanlığa Hizmet için Birleşmiş İnsanlar)
Gökkuşağı Koalisyonu kurucusu ve başkanı
23 Aralık 2011
Kaynak

,

Kraliçe Nanny ve Marunlar

Jamaika bağımsızlığını 6 Ağustos 1962’de elde etti. Ancak adadaki bağımsızlık mücadelesi 1962’den yüzlerce yıl öncesinde başladı.

18. yüzyılda İngiliz sömürgeciler İspanyol istilacıların (conquistador) yerini aldığında eski köleler adadaki dağlarda kendi yerleşimlerini kurmaya başlamışlardı bile. Bu eski köleler ve onların halefleri tarihsel planda Jamaikalı Marunlar olarak biliniyorlar. Kraliçe Nanny ve kardeşlerinin önderliğinde hareket eden Marunlar İngilizleri nihayetinde anlaşma yapmaya zorlayacak ciddi bir muhalefet örgütlemeyi becerdiler.

Marunlar, Britanya İmparatorluğu’ndan bağımsızlıklarını almak amacıyla hem gerilla savaşı verirler hem de karşı ekonomi olarak özetlenebilecek kimi faaliyetler içine girerler. Geceleri plantasyonlara saldırıp köleleri özgürleştirirler, öte yandan da geçimlik tarımla ve kendi kendine yeterli topluluğa ait kimi işlerle uğraşırlar. Emperyalistlerce yasaklanmış, salt kendi ihtiyaçları temelinde yürüttükleri ekonomik faaliyetlerinde kendi refahları esastır. İngiliz plantasyon sahipleri ile farklı Marun yerleşimleri arasındaki çarpışmalar Birinci Marun Savaşı’na yol açar. Marunlar, çalılıklarla kamufle olmak, mağaralara saklanmak ve İngiliz askerlerine pusu kurmak gibi bir dizi taktiğe başvururlar.

Bu kararlı mücadelenin sonunda zafer Marunların olur. Ancak Birinci Marun Savaşı sonrası onların yerleşimlerine saldırmama şartı karşısında İngilizler kölelerin yakalanıp plantasyonlara geri getirilmesinde yardımcı olmalarını talep ederler. Hepsi değilse de bir kısım topluluk bu talebi kabul eder. Gene de bu gelişme İngilizlerin nihayetinde Marunları mağlup edeceği İkinci Marun Savaşı’nın patlak vermesine mani olmaz. Kraliçe Nanny’nin yaşadığı Nanny Kasabası 1734’te yok edilir.

Maalesef Jamaika yıllar sonra Marunların karşı çıktığı plantasyon ekonomisinden pek farklı olmayan IMF politikalarının demir yumruğu altında ezilen bir ülke hâline geldi.

Ancak Marunların ortaya koydukları bu direniş tarzı, gerçek bir karşı ekonominin, devlet tarafından yasaklanan insanî etkileşimin ve devlet kapitalizmine karşı oluşturulacak bir devrimci yolun en güzel ve en etkin örneklerinden biri. Karşı ekonomi teorisinin önemli isimlerinden Samuel Edward Konkin, karşı ekonomiyi eleştiren ekonomist Murray Rothbard’a verdiği cevapta Marunların taktiklerinin geleneksel politik sisteme dayanan taktiklerden hayli farklı bir strateji olduğunu söylüyor:

“Köleleri bir plantasyonda efendileri için oy kullanıp, tüm enerjilerini kampanya ve adaylar için harcarken hayal edebilir misiniz? Kesin olan şu ki köleler bir seçenek olarak karşı ekonomiyi tercih edebilirler. Dr. Rothbard da onları bu tercih için teşvik etmeli ve kölelik karşıtı köle sahipleri partisi seçilene dek plantasyonda kalmaları konusunda kandırmamalıdır.”

Marunlar, plantasyonda oturup kölelerin kuralları değiştirmeyi isteyip istemediklerini görmek için seçimler tertiplemediler. Onlar, zorla çalıştıkları ve köle sahibi tarafından ezildikleri bir yere “demokrasi” getirmek için de uğraşmadılar. Sadece doğrudan eylemle kendilerini beslemek için çalıştılar ve kiraya verdiği gayrimenkulden uzakta yaşayıp onunla pek ilgilenmeyen, parazit birer toprak sahibi de olmadılar. Yerleşimlerini tesis eder etmez, devlete karşı mücadele edebilmek için askerî güç biriktirdiler. Marun stratejisi, karşı ekonominin sol-sağ ayrımının ötesine nasıl geçtiğini ve gerçek bir sınıf savaşının neye benzediğini göstermektedir.

Amerikan plantasyonunun mevcut hâlinde benzer eleştirel niteliklere sahip Marun taktiklerini paylaşan bir dizi farklı çağdaş örneğe rastlamak mümkündür. En dikkat çeken örnek, gıda güvenliğine ilişkin sorunlarla yüzleşen Siyah toplulukların yürüttüğü şehirli halkın tarım hareketidir. Gerilla savaşı bahsinde, şehirli çetelerin örgütlenmesi için yapılacak daha çok iş vardır. Ama ben bu konuda gayet iyimserim.

The Daily Attack

13 Aralık 2011

,

Şam Şeytanı


Bugün özellikle Suriye konusunda bir “Müslüman namusu” varsa, o da Nureddin Şirin’dir.

Ama politika, “namussuz ve puşt” bir pratikse, o da Adem Özköse’dir.

İlki için Filistin davası kutsî, ikincisi için talidir. Özköse, Hizbullah ya da Hamas, Filistin davasının hiçbir sınır neferini ve akıncısını önemsemez. Bunlar, Türkiye’nin âli menfaatleri yanında gölgededir. Burada o sınırsızlıkla ilgili edebî laf salatasına daldırır kaşığını. “Kemalizm” der, “misak-ı millî” der, “Baas” der ama o sınırlarda dökülen kanları görmez. Bunları zaten görmeyen zalimin koltuğunun yanına sığınır. Birden sınırsızlık edebiyatı yapar ve o sınırları kan ve terle silecek pratiği ayaklar altına alır. Özköse gibilerin ağzındaki sınırsızlık esasta, zalim karşısında eylemli olarak sınır çeken mazlumu silmeyi, bu kanın ve terin kokusundan efendisini kurtarmayı ifade eder. Özköse gibilerin kan görünce midesi bulanır, ter kokusunda ise kaçacak delik arar bunlar. Mossad ve MGK ağzıyla durmadan “çocuklar ölüyor” der, ama o çocukları sırtlarından vuran, kollarını kıran zalime de ses etmez. Bu sınırsızlık edebiyatı, “sen şiddetinle sınır çekmezsen, zulüm de görmezsin ey mazlum!” telkinlerine kadar uzanır. Zalimin ilk yaptığı, mazluma gördüğü zulüm karşısında yükselttiği feryadın zulmün “temel” sebebi olduğunu öğretip onu susturmaktır. Özköse gibiler, bu iş için para alırlar.

Oysa mesele sınırsa, hicret Mekke’ye karşı sınır çekmektir.

“Senin dinin sana, benim dinim bana” demek sınırlayıcıdır. Sınırsızlık ise bugünde dinsizleşmektir. Hakikatin sınırsızlığı ve sınıfsızlığı, sınır savaşları ve sınıf mücadelelerine tabidir.

Yüksek siyasetten bakmak, ülke devlet başkanlarının yanı başında durup onların stratejik hesaplarına göre gazeteci kafası ile yazılar döşenmek ve bir tür siyaset belirlemek, Nureddin Şirin örneğinde, sorunludur. “Hazır İran, Suriye, Hizbullah, hatta Hamas arasında bir direniş hattı örülmüş, bunu dağıtmayalım” demek ise bugünün gerçekliğinde apolitiktir. Apolitizm ise antipolitizme varır ve antipolitizm de efendilerin somut verili politikalarına bağlanır. Belki de bugün aynı hat üzerinde, bu hattın mevcut direniş imkânlarının genişleyip derinleşmesine ilişkin durumların da araştırılması gerekir. Şirin ve Özköse, bu devrimci politik ihtiyaçlara karşı kördür. Körleşme, ilkinde mevcut direnişin ışıltısından, ikincisinde davud yıldızının oğlu Ahmed’in parıltılı tayyibî retoriğinden kaynaklanmaktadır.

Kimi Müslüman çevrelerin kemalizm ve Baas eleştirileri bağlamında, zihinsel manada, liberal bir temrine ve temrene sarılmaları anlaşılır gibi değildir. Liberalizm, meta ve paranın özgürlüğünün peşindedir. Bunlarla kendi mevcudiyetini tanımlamış kölelerin surları yıkmak için başlattığı huruc ile İslam’ın Allah’la ezeli-ebedi hurucu örtüştürülemez. Birincisi ikincisinin yerini aldığında ricat kaçınılmazdır. Bu ricat, geri çekilme, düşmanın kucağına doğrudur.

Sınır tanımayan gazeteciler liberal bir formasyondur ve bunun Müslüman temsilcisi Özköse, Nepal’den Mısır’a kadar yaptığı gezileri paraya tahvil edip dünyalığını biriktirme peşindedir sadece. “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz” ilkesi uyarınca, Mavi Marmara’da çektiği yaralı İsrail askeri fotoğrafını batıdaki sınır tanımayan gazeteci dostlarına, Reuters’e, satması muhtemeldir. Bu bir tezviratsa da Özköse’nin ahlâkının ve aklının böyle işlediği kesindir.

Bugün liberalizm, piyasalara özgürlük şiarı ile sınırlara saldırırken, örneğin İran’da Humeyni eliyle kurulmuş mustazaf kuruluşlarına bağlı kamu mülkiyetindeki tüm varlıkların Ahmedinecad’ın olduğu yalanını pazarlamaktadır. Aynı yalan, o uyduruk iş dünyası ve ekonomi dergilerinde hazırlanan yılın zenginleri listesinin üst sıralarına Castro’yu koymak suretiyle yinelenmektedir.

Aynı kafa, aynı tıynet Özköse’nin Esad değerlendirmesinde de vardır. Garip bir Müslüman “bugünde ne olursa her şeyi Erdoğan’dan biliyorlar” demektedir. Ama aynı zamanda “ona dokunmak Peygamber’e dokunmaktır” sözünü de sarf edebilmektedir. Kesin olan şu ki Peygamber’in kendi döneminde Tayyip kadar yaygın ve derin bir kudreti mevcut değildir.

Özköse’nin dediği gibi, Hüsnü Mahalli “Baas sözcüsü” ise kendisi İsrail gazetecisidir. Hüsnü Mahalli, yıllar önce Kaddafi’nin “Yeşil Kitap”ını kendisinin çevirdiğini, kitabın değersiz olduğunu, Kaddafi’nin başına gelenleri hak ettiğini söylemiştir. Çeviri için aldığı paradansa söz etmemektedir. Her dönemin adamı olma mecburiyetindeki gazeteci kişiliği ve kimliğinin bu türden politik mevzularla ilgili kalem oynatması değersizdir. Gazeteciden sanatçı, filozof, edebiyatçı ve magazinci (ya da tersinden) türeten bir ülkede gazeteciliğin lâyıkıyla yapıldığı iddia edilemez.

Gazetecilik mizanpaj, kadraj ve kuşatmadır. Hakikati küçük kurgulara kapatıp çarpıtmaktır. O, Çetin Altan’ın ifadesiyle, “şeytanın gör dediği”dir. Adem Özköse ise bu anlamda şeytanın uzattığı elmayı herkese tattırmak derdindedir.

O, “İsrail hapishanelerinde kadınlara tecavüz edilmediğini” kendi şeytanından, somut konuşursak, Mossad’lı dostlarından öğreniyor olmalıdır. Suriye’nin İsrail’den daha fazla zalim olduğunu söylerken kullandığı bu cümleler, sırf gezmek ve “ekmek” derdiyle bindiği Mavi Marmara gemisine neden Ak Partili milletvekillerin binmediği gerçeğini karartmak içindir.

Bu cümleler, “İsrail’i unutun, Filistin’e bakmayın, Suriye’ye bakın” demektir. Suriye ile ilgili kafa karışıklığının buradan, yani İsrail husumetinden kaynaklandığını bilerek, kendince bir hamle yapmakta ve İsrail’e övgüler düzmektedir. Bu kafa İsrail’i övmek zorundadır, zira tüm teorik-politik ve ideolojik kurguları Yahudicedir. İsrail’i inkâr etmek bunlar için Osmanlıcılığı, bir nevi ümmetçiliği ve içi boş İslamcılığı da inkâr etmek demektir.

Kimi Müslümanların ağzındaki Yahudi’nin ya da İsrail’in eğretilemesi, örtmecesi ya da mecazı “Türkiye” sözcüğünde dile gelir. Türkiye ise Osmanlı bakiyesidir. Türkiye “makul İsrail” olarak görülür. Müslümanların bir kesimine, içeride kemalist nizama zarar vermesinler diye, dış diyarlara giriş imkânı veren “kırmızı pasaportlar” takdim edilmiştir devlet tarafından. İçerideki Türkçü direnci kırmak için milliyetçileri Turan kapılarına gönderen Özal gibi kemalizmin çeşitli varisleri, Müslümanlara ve sol-sosyalistlere de aynı oyunu oynamıştır. Turan diyarlarına giden Türk işadamları eşlerinin üzerine gül koklamış, oralarda gayrimeşru çocuklar edinmiş, oralı kadınların mallarını gasp etmiş, ganimetleriyle gene evlerine dönmüşlerdir.

Özköse henüz gençtir ve ona ancak Filistinli küçük bir kızın ayakkabısını alıp evine götürmek düşmüştür. Oraya bıraktığı ise bir şey yoktur, halifelik ve Osmanlılık yalanından başka.

Kimi Yahudi dindarlara göre İsrail devleti dine aykırıdır, zira Yahudi devleti belli bir toprak kesitine değil, tüm dünyaya ait olmalıdır. “Vaat edilmiş topraklar” Fırat-Nil arası değil, tüm yeryüzüdür. Özköse gibilerinin kafasındaki Osmanlıcılık ve ümmetçilik bu kafanın uzantısıdır.

Dedesi olduğunu söylediği Abdülhamit Han, Filistin toprağını karış karış Yahudilere satıp, içteki ikinci tür, yani dünya Yahudiliğinin direnci ile karşılaştığında, kurtuluşu boğazdaki bir Yahudi bankerin villasına sığınmakta bulmuş bir isimdir. Bugün Esad rejiminin zulmü karşısında yiğitlenenlerin o dönemin istibdadına karşı edecek tek lafları yoktur.

Bu kafayla Özköse, Suriye rejimini “Alevi diktatörlüğü” olarak nitelemektedir. Tıpkı gayrimüslimlerden yeterli vergiyi alamadığı için İran toprağındaki halklardan daha fazla vergi almak adına onları gayrimüslim statüsüne taşıyan Emevilere benzemektedir bu tavrı. Emevilik tarihsel olarak Özköse şahsında başkenti olan Şam’ı geri istemektedir. Özköse ise o günlerde Alevi-Şii halkın Muaviye için taktığı “Şam şeytanı” lakabını bugünde bizzat üstlenmektedir.

Sınır tanımayan gazeteci Özköse, Afganistan’daki anti-sovyet direnişinden ve Bosna direnişinden etkilenip Müslüman olduğunu söylemektedir. “Sınırları kaldıralım” diyen Özköse, her iki ülkenin direniş sonrası emperyalist müdahale ile lime lime edildiğini, küçük kabilelerin otağları etrafında küçük birimlerin oluştuğunu görmemektedir. Bugün Türkiye sermayesinin gücünü arkasına alıp bu topraklara akın etmek için Müslüman gençlere telkinlerde bulunmaktadır. Müslüman gençler, üç kuruşa köle ücretiyle çalıştığı işlerin patronlarına askerlik etmeye çağrılmaktadırlar. 30.000 dolarlık “vatan sevgisi” ve “Peygamber Ocağı”, ol fukara gençlere hitap etmemektedir.

Özköse için Şam, Anadolu’nun devamıdır. Bu coğrafya bilgisi ve kurgusu ile işten eve gitmek için üç kuruşunu düşünen emekçinin değil, eskiden Şanzelize’de kahvaltı edip akşam yemeğini New York’ta yiyen zenginin duygularına tercüman olmaktadır.

“Gençler açılın!” diye haykırmaktadır ak tolgalı beylerbeyi… “Özal çocuğu” olan Özköse, bir zamanlar “açın Türkiye’nin önünü” diyen Cem Uzan türünden, “açın İslam’ın önünü” demektedir. Uzak diyarlara uzanıp Cem Uzan gibi patronların iradesi için köle ticaretine çıkmaktadır. “Açın önünü” dediği İslam ise ne Kur’an’ın ne de Hz. Muhammed’in İslam’ıdır. O Yahudi-Mason patronların kemalize “İslam”ıdır.

Yiğit fukara gençler cihad aşkına sınırları tepeleyerek giderlerken, Özköse gibiler, bu sınırları uçakla aşıp manzarayı izlemekle yetinmektedirler. Bu değirmen nasıl döner, bu yürek kimin için atar, bellidir. Derdi ise cihadın geçersiz ve gereksiz kılınması içindir.

Özal’ın Adriyatik’ten Çin Seddi’ne uzanan turan koşusu, yerini İslam coğrafyasına dönük akına bırakmıştır. Tayyib’in ülkesinde gençler, Afgan sınırında, yoklukta, beş vakit namaz kılıp Müslümanca yaşayan fukara halklarla dalga geçen “snob” Müslümanlara dönüştürülmektedir. Cebinde IPod’u, dizinde laptop’u, ağzında lolipopu ile bu gençler, Müslüman coğrafyasında ticaret akınlarına nefer niyetine sürülmektedirler. Ve bunlar, Afrika’ya gelip oradaki yerlileri küçümseyen Hıristiyan misyonerlere fena hâlde benzemektedirler.

Duclesmeur isminde bir gemici, çıktığı yolculuğu anlatır Jean Jacques Rousseau’ya. Ona Yeni Zelanda’ya gittiklerinden, burada gemi kaptanının ve seyahatin baş sorumlusu Fresne’nin yerli Maorilere yem olduğundan bahseder. Her iki olay üzerine uzun uzun düşündükten sonra Rousseau, “Doğanın iyi çocuklarının gerçekte bu denli kötü olmaları mümkün mü?” demekle yetinir.

Kötü olan, Maoriler mi yoksa Fransızlar mı?

Kötü olan, “kırk yıllık diktatörlük”le en azından belli bir mesafede tutulmuş Fransızların bugün Özgür Suriye Ordusu’na savaş teknikleri öğretmesi mi yoksa bu teknikleri kendisine de uygulandığından onları uygulayanlara karşı çıkan Hizbullah mı?

Revize edilmiş bir “turan ülküsü”nü pazarlayan Özköse’nin bu soruya cevap vermesi gerek. “Halife torunu” olduğunu iddia etmesinin neye ve kime hizmet ettiğini görmesi gerek. O halifenin polisleri, bugün yeni getirilen puan sistemiyle daha fazla para kazanma hırsıyla, evsiz insanların gözlerini çıkartıyorsa ve Özköse de Müslümansa buna itiraz etmesi gerek. Onun ekmek yediği yere tükürmemek derdiyle, çanağı dünya, dünyayı çanak zannetmekten vazgeçmesi gerek.

Şunu da hatırlatmak gerek: o, gittiği yerlerde yüreğini serinleten hilafet ve Osmanlı ile ilgili anılarını anlatırken, İslam açısından emrolunanın insanların hilafete ya da Osmanlı ecdadına değil, yalnızca Allah’a iman etmek ve güven duymak olduğunu bilmeli ve bildirmeli. Salih amel bu değil de petro-dolarların ve banka işlemlerinin akış güzergâhını rahatlatmak mı yoksa?

İslam olmakla üstün olduğunu zannediyor Özköse, bu zandan kurtulmalı. Osmanlıcılık Müslümanlığı örtüyor, bunu görmeli.

Üstünlüğün takvada olduğunu unutuyor, unutmamalı.

Gasp edilmiş bir hilafeti, köleleri, cariyeleri ve “ululemr”in tüm esareti ile mazlumlara kan kusturmuş bir devleti yüceltiyor, yüceltmemeli.

Sınır tanımayan gazetecilerin neoliberal iktidara hizmet etmesi türünden, Türkiye’nin gaz almış dış siyasetine cephane taşımamalı. Nil’in huzurlu sahilinde otururken aklına gelen Seyyid Kutub’un “Osmanlı’yı İslam’ı mahveden bir lânet güç” olarak niteleyen sözlerini hatırlamalı.

“Esad diktası”nın Suriye’de yaptıkları karşısında coşa gelen Özköse, Kürd’e karşı bilenen zalim kılıçların karşısına da dikilebilmeli.

Bunları yapmıyorsa, Allah, sürekli mazlumlardan, kadınlardan ve çocuklardan bahseden Özköse gibi “dostlar”dan onları korusun!

Eren Balkır
13 Aralık 2011

, ,

Bahreyn Baharı


Bahreyn Baharı: Televizyonların Yüz Vermediği Devrim


Geçtiğimiz hafta Bahreyn Bağımsız Soruşturma Komisyonu (BBSK) raporuna ilişkin haberler belli bir ilgi uyandırmış olmakla beraber Bahreyn’deki ayaklanmalar “Arap Baharı” zinciri içinde hakkında en az haber yapılanlar arasında. Bu tespit Batı medyasının büyük çoğunluğu için olduğu kadar devamlı yayınları ve tezahüratlarıyla başka ülkelerdeki başkaldırıların başarısına belli oranda katkı sunmuş olan bölgesel Arap medyası için de geçerli. Üstelik Bahreyn’deki şiddet bazı örneklerde diğer bölge ülkelerindekini de aşıyor.

Engellenmeye çalışılan Bahreyn devrimi Batı ülkelerinden de retorik ve maddi planda pek az destek görmüş durumda. Tunus’ta ve Mısır’da eski müttefiklerinin yozlaşmışlığına ve baskısına karşı “halkın iktidarı” söylemini belli bir gecikmeyle destekler göründüler. Suriye’de açıktan rejim değişikliği çağrısı yaptılar, Libya’daysa Kaddafi’nin 42 yıllık iktidarının devrilmesine fiilî olarak iştirak ettiler. Bunlarla tezat halinde baskıcı Halife rejiminin şiddetinin sona ermesine ve politik reformların gerçekleştirilmesine yönelik seyreltilmiş birkaç çağrı duyuldu ancak. Batılı hükümetleri Bahreyn hususunda bekleyen kayıplar düşünüldüğünde bu pek şaşırtıcı olmayabilir.

En önemlisi, gelip tartışmalı bir biçimde ülkenin limanına yerleşmesiyle ada tarihinin merkezî önemde anti-demokratik momentlerinden birinin kaynağı olan ABD 5. filosunun Bahreyn’de bulunması. 1975 yılının Ağustos ayında Kral Hamad bin İsa El Halife’nin babası Emir İsa bin Salman El Halife ABD donanma birimlerinin kira sözleşmesinin süresinin uzatılmasına onay vermeyen millî meclisi resmen feshetti. Böylelikle ülkenin kısa ömürlü parlamenter monarşi deneyine de son vermiş oldu.

Bahreyn’in ABD açısından stratejik öneminin yakın gelecekte azalacağına dair bir işaret bulunmuyor. Eski 5. filo komutanı koramiral Charles Moore’un eski ABD genelkurmay başkanı ve Ortadoğu güçleri komutanı Amiral William Crowe’dan alıntı yaparak söylediği gibi, “Bahreyn ABD’nin dünyadaki en iyi müttefikidir”.

Bu tür çifte standartlar protestocuların gözünden kaçıyor değil elbette. Bahreyn İnsan Hakları Merkezi'nin başkanı Nebil Recep’in sözleri de bu durumu anlatıyor: Demokrasi sadece ABD’nin sorunlu olduğu ülkelerle ilgili bir mesele değildir.

Halife Rejiminin Suçlarında ABD ve Birleşik Krallığın Ortaklığı

Bir başka gecikmiş tepki örneği olarak ABD hükümeti Ekim ayında Bahreyn’e 53 milyon dolarlık silâh satışını geri çektiğini açıkladı. Ancak Mısır ve Tunus örneklerinde olduğu gibi birçok Bahreynli bu adımı, İngiliz hükümetinin baskıcı Halife rejimine silah ihracatı izinlerini geçici bir süre için askıya alması gibi, aldatıcı bir önlem olarak değerlendirdi. Zira Şubat’ta protestolar başlamadan önce 760.000’i ateşli silâhlardan oluşmak üzere ABD Bahreyn’e zaten 200 milyon dolarlık bir silâh ve mühimmat satışı gerçekleştirmişti.

Yakın zamanlarda Philadelphia ve Miami eski polis şefi John Timoney’nin Bahreyn İçişleri Bakanlığınca Bahreyn’e güvenlik stratejileri üzerine danışmanlık yapmak üzere işe alındığı yönünde yapılan haberler bir sonraki Amerikan müdahalesinin daha yapıcı olacağını düşünen muhalif unsurları pek rahatlatacak nitelikte değil herhâlde. Bu konudaki kuşkular haklı görülmeli zira bu adamın güvenliği sağlama üslubu o kadar kötü nam salmıştı ki 2000 yılında Cumhuriyetçi Parti’nin ulusal kongresine ve 2003 yılında Miami’de Amerika Ülkeleri Serbest Ticaret Bölgesi zirvesine yönelik gerçekleştirilen protestolardaki zalimliği nedeniyle bu protestoları haber yapan gazeteci Jeremy Scahill söz konusu güvenlik stratejisine Timoney’nin Miami Modeli adını vermişti. Timoney’nin militarize “kitle denetim” stratejisi şok bombası, biber gazı, göz yaşartıcı gaz ve plastik mermileri yoğun olarak kullanmak ve kitleyi dağıtmak için eli coplu adamlarını saldırtmakla tanımlı.

Geçenlerde ortaya çıktığına göre Bahreyn ordusundan bir birim ABD’ye kitle denetimini öğrenmek üzere davet edildi. Eğitime İsrail sınır polisi ve Wall Street zincirinin halkalarından olan “Oakland İşgali” eylemcilerine geçen ay vahşice saldıran Oakland polisi de katkı sundu.

Eğer muhalifler ülkelerinin bir diğer sadık müttefiki olan Birleşik Krallıktan daha destekleyici bir tutum bekliyorlarsa kesinlikle hayal kırıklığına uğrayacaklar. İngiliz hükümetinin silâh ihracatı izinlerini askıya alması aylar aldı. Bu işlemin ardından bile kralın temsilcilerini Birleşik Krallık Silâh Fuarı’na davet etmekte beis görmediler. Bu fuarda rejime insansız uçaktan F16’ya, “kitle denetim” silahlarından göz yaşartıcı gaza kadar türlü silah ve mühimmat satışı yapıldı.

BBSK raporunun İngilizlerin muhaliflere daha yandaş bir tutum almaları sonucunu doğuracağını umanlar varsa İngiltere’deki tele-kulak skandalının ardından görevinden istifa etmek mecburiyetinde kalan eski emniyet müdür yardımcısı John Yates’in Bahreyn polis gücü bünyesinde gerçekleştirilen reformların denetimi ile görevlendirildiğini duyunca hevesleri kursaklarında kalacaktır.

BBSK kral tarafından 29 Haziran 2011’de Şubat ayından itibaren gerçekleşen toplumsal olaylar ve bunların sonuçları hakkında rapor hazırlamak üzere kurduruldu. İlgili emirnamenin içeriğine rağmen raporun hedef kitlesinin ülkede çoğunluğu oluşturan Bahreyn Şiileri olmadığı açık.

Komisyon kralın emirleri doğrultusunda protestoların meydana gelmesine yol açan temel meselelerle ilgilenmekten azadeydi. Bu meseleler arasında Şiilere;

a) meslek ve konut edindirme ve eğitim sağlama gibi konularda kurumsal olarak,

b) hükümette ve güvenlik kurumlarında güçlü bir mevki elde etmelerinin önlenmesi, seçim bölgelerinde mezhep tabanlı türlü dalaverenin çevrilmesi ve Bahreyn’in demografik yapısının yabancılara vatandaşlık verilmesi - oy hakkının diğer ülkelerin Sünni vatandaşlarını kapsayacak biçimde genişletilmesi uygulamaları yoluyla maniple edilmesi gibi yöntemlerle sistemli bir biçimde siyasi olarak ayrımcılık uygulanması gibi konular da var. Bütün bunlar Suudi ve batılı liderlerin korku yayıcı uyarılarında işaret edilen ilkel türde değil, Bahreyn oligarşisinin siyasî çıkarları uyarınca meydana getirilmiş bir mezhepçiliğin varlığı anlamına geliyor.

Bu raporun Şubat ve Mart ayları arasında yaşanan ölüm ve işkence olaylarında 20 düşük rütbeli subayın rolüne odaklanması muhalefeti tatmin edeceğe benzemiyor. Suçu birkaç “çürük elma”ya yükleme girişimi iki karşı ucun anlatımları arasındaki büyük boşluğu da ortaya seriyor.

Bahreyn’deki olaylarda İran’ın dahli olduğu iddiaları ise BBSK’nin raporuyla bile çelişiyor. Bu da kralın hala dikkatleri başka yöne çekme taktiklerine bel bağladığını gösteriyor.

Bölgenin jeopolitiği ve Bahreyn’in bağımlı statüsü dikkate alındığında iktidarın ayak oyunlarının sadece kral sarayına bakarak izah edilemeyeceği anlaşılıyor. Daha ziyade Bahreyn’in ülkeye askerî, ekonomik ve diplomatik destek sağlayan uzak-yakın hamilerine bakmak gerekiyor. Meşruiyet son tahlilde silâhla -bu silâh, ister ülkenin Suudi komşularınca tehditkâr bir edayla muhalefete doğru sallanıyor olsun, ister İngilizlerden satın alınmış olsun, isterse de bir Amerikan savaş gemisinin tepesine yerleştirilmiş olsun- sağlanıyor.

Corinna Mullin
Azade Şahşahani
6 Aralık 2011
Kaynak

12 Aralık 2011

,

İcat Edilmiş Halk


Cuma günü haberleri izlerken (ki her zaman izlerim… Zira CNN, Filistinliler için bir sosyal aktivitedir) Newt Gingrich’in sarf ettiği şu cümleyi duydum:

CNN’de Newt: “İnancıma göre, Yahudi halkının bir devlete sahip olma hakkı vardır.”

Bense evde: “Peki.”

CNN’de Newt: “Hatırlayın, eskiden Filistin diye bir devlet yoktu. Filistin, Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçasıydı.”

Ben: “Oy!”

Newt: “Ve bence bugün elimizde, esasında Arap olan ve tarihsel açıdan Arap toplumunun bir parçası durumundaki icat edilmiş bir Filistin halkı var.”

Ben: “Ne?”

Şimdiye kadar Filistinli olarak bize dair bir yığın ırkçı saçmalık duydum. Abba Eban, “Filistinliler “bir fırsat kaçıracak duruma bile gelmediler” dedi. Menahim Begin bize “hayvan”, Ehud Barak ise “timsah” dedi. Ariel Şaron’dan da “gerektiği kadar Arap’ı öldüreceğini” işitmiştik.

Şimdi de “icat edilmiş halk” oluverdik. Ben, hâlâ bunun ne anlama geldiğinden emin değilim. Yani biz, İsrail’den önce de orada var değil miydik? Orada hiç yok muyduk? Bu zamana dek söylenen yalanlarda en azından belli düzeyde açıklık mevcuttu. Bu ise sadece kafa karıştırıcı. Delirmek işten değil.

Âdil olmak ve bu konuda Newt’in yalnız olmadığını da söylemek gerek.

Golda Meir, 1969-1974 arasında İsrail başbakanıydı ve o da bizim hakkımızda bir yığın zırvayı dillendiriyordu. En ünlüsü de şuydu: “Filistin halkı diye bir halk yoktur. […] Bizim gelip onları topraklarından attığımız doğru değil. Onlar hiç var olmadılar.” Filistinlilerin vatanlarına geri dönme haklarına ilişkin olarak da şunları söyledi: “Bunun gerçekleşmesine asla izin vermeyeceğiz. Kudüs’te Arap egemenliği hiç yaşanmayacak. En önemlisi de şunu söyledi: “İşgal edilmiş bölgeleri nasıl geri verelim? Oraya dönecek kimse yok ki.”

Tahminimce Newt Gingrich, Golda Meir’ın bir nevi arkadaşı. Ama bunun gurur duyacak bir yanı da yok. Zira Meir, Ann Coulter, Casey Anthony, Lady Macbeth ya da “The Devil Wears Prada” filmindeki Meryl Streep’in bileşkesinden daha kötü biri.

Tabiî Newt, onların duymak istediği şeyleri söyleyerek Yahudi seçmenlerle sıkı fıkı olmak istiyor. Ama o, bizim varlığımızı inkâr etmenin artık demode bir yaklaşım olduğunu bilmiyor mu? İsrailliler bile bugün bizim varlığımızı tanıyor. Benjamin Netanyahu, bizim için “demografik bir tehdit” diyor. Gördün mü Newt, yoksan, tehdit de olamazsın!

Ama belki de “icat edilmiş olmak” o kadar da kötü bir şey değil. İnsanlar penisilin, duman detektörü ve emniyet kemeri gibi iyi şeyler de icat ettiler. Ama Newt’in konuşmasının tonundan anlaşılıyor ki o, “iyi” bir şeyin icat edildiğinden bahsetmiyor. O bizden Snuggie, Makarena ve Farmville gibi kötü bir icatmışız gibi söz ediyor. Newt, “icat edilmiş Filistinliler” derken, dünyanın Kim Kardashian’ı icat etmesi gibi bir şeyden bahsediyor.

Cumhuriyetçilerin yürüttüğü son tartışmada Newt, dile getirdiği yorumları savundu ve sözlerinin “doğru” olduğunu söyledi. Ama orada da kalmadı ve Filistinlilere “terörist” dedi, bizim ders kitaplarımıza “13 Yahudi’den 9’u öldürülürse geriye kaç tane kalır?” gibi sorular koyduğumuzu iddia etti. Elbette bu türden iddia edilen şeyler yanlış ve gayet ırkçı. Ama merak ediyorsa söyleyeyim, cevap 4. Bizler acımasız teröristler değiliz, ama neticede aptal da değiliz.

Biz Filistinliler uzun zamandır buralardayız. Bunu İsa Peygamber’e sorun. Ama bizim icat edilmiş bir halk olduğumuza ilişkin tüm bu konuşmalar, İsrail’in baş “mucid”i David Ben-Gurion’un ünlü lafını hatırlattı bana:

“Yahudi köyleri Arap köylerinin olduğu yerlere inşa edildi. Bu Arap köylerinin isimlerini bile bilmiyorsunuz ve ben sizi bu hususta suçlamıyorum, zira coğrafya kitapları artık yok elimizde. Sadece bu kitaplar değil, Arap köyleri de yok artık. Nahlal, Mahlul’un, Gvat kibutzu Cibta’nın, Sarid kibutzu Huneyfis’in ve Kefar Yehuşua da Talâl Şuman’ın olduğu yerde bugün. Bu ülkede eskiden Arap nüfusun yaşadığı tek bir yer bile kalmadı.”

Biz “icat” edilmedik. Ama mücadelemizin tam da bu halkı inkâr edenlerce icat edildiği doğrudur.

Emir Zahir
12 Aralık 2011
Kaynak

10 Aralık 2011

,

ABD Neden Suriye’de Rejim Değişikliği İstiyor?


ABD hükümeti, Arap dünyasını ve Kuzey Afrika’yı yerinden oynatan büyük toplumsal patlamayı desteklediğini iddia ediyor. Daha yakından bakıldığındaysa, onun ilgili yerlerdeki gücünü takviye etmek üzere mevcut mücadelelerden istifade etmeye çalıştığı görülüyor.

ABD, Arap yönetimlerine muhalif hareketleri “desteklerken” seçici davranıyor. Yemen’de Ali Abdullah Salih hükümeti geçen hafta 100 kişiyi öldürdü. Bu, bir katliamdı ama hiçbir ABD yetkilisi, Salih’i “kendi halkını katleden bir canavar” olarak adlandırmadı. Birleşmiş Milletler’de uçuşa yasak bölge ilân edilmesine yönelik bir kıpırdanma olmadı. Aslına bakılırsa, ABD’nin insansız uçakları Amerika’ya bağımlı bir yönetimi olan ve stratejik suyolları üzerinde bulunan Yemen’i düzenli olarak bombalıyor. 21 Eylül tarihli Birleşmiş Milletler konuşmasında Obama, olabilecek en ılımlı yorumlar eşliğinde, Yemen için barışçıl bir geçiş öngören bir çağrıda bulundu.

Beyaz Saray, Kongre ve Pentagon’un peşine düştükleri emperyalizmden görece bağımsız olan birkaç Arap yönetimi oldu: Libya ve şimdi de Suriye.

Suriye’de Ortadoğu’nun geri kalanında olduğu gibi işçiler ve yoksul köylüleri büyük tehlikeler bekliyor. Suriye İran’la, Lübnan’da Hizbullah’la ve Gazze’de Hamas’la stratejik bir anti-emperyalist ve anti-siyonist işbirliği içinde. Bu ittifak, çapulcu ve talancı Siyonist devletin bütün bölgeyi ele geçirmesini önlemek noktasında ciddi bir öneme sahip. Washington, bu ittifakı parçalamak ve tüm ittifak üyelerine karşı harekete geçmek niyetinde.

Bununla birlikte Ortadoğu’daki kimi ilerici güçler Kaddafi’ye olduğu gibi Suriye yönetimine de karşılar. Peki, bunun nedeni ne?

Marksist Politik Perspektife İhtiyaç Var

Suriye’deki gibi rejimlere Marksist literatürde “burjuva milliyetçi” deniyor. Bu rejimler milliyetçidirler, zira emperyalist tahakkümden bağımsız olarak ülkelerini geliştirmek istiyorlar. Burjuvadırlar, zira sömürücü bir sınıfın -kapitalistlerin- hükmü altındadırlar. Marksistler, bu gibi hükümetleri emperyalizme karşı ezilenlerin kendi kaderini tayin hakkı çerçevesinde destekleyebilirler. Bu, Marksistlerin bu türden iktidarların her siyasetini savunacakları anlamına gelmez.

Marksistler, aynı zamanda bu rejimlerin ikili bir nitelik taşıdığını da kabul ederler. Burjuva milliyetçileri olarak kendi işçilerini sömürme noktasında emperyalizmle çelişki hâlindedirler. Ancak ülkenin bağımsızlığı söz konusu olduğunda bu işçilerle çıkarları ortaklaşabilir. Bu tip hükümetlerin, işçiler gibi tutarlı olarak, emperyalizm karşıtı olmaları beklenemez.

Örneğin Suriye İsrail’le olan sınırı dolayısıyla “cephe hattı”nda olan bir ülkedir. Bu gerçek, Suriye tarihini bütünüyle etkilemiş ve ülkeyi sürekli bir emperyalist-siyonist baskının hedefi hâline getirmiştir. Bu durum, Suriye halkının kaderini Filistin mücadelesine bağlamaktadır.

Suriye’nin bir ABD petrol boru hattını millîleştirmesi 67 savaşında belirleyici bir rol oynamış ve İsrail’in Suriye’ye saldırarak Golan Tepeleri’ni, Batı Şeria’yı ve Gazze Şeridi’ni ve Mısır’ın Sina yarımadasını işgal etmesi sonuçlarını doğurmuştu. Golan Tepeleri o günden bu yana İsrail’in ilhakı altındadır.

Suriye, şu ânda bölgesel olarak ilerici bir rol oynuyor gibi görünüyorsa da durum her zaman böyle değildi. 1976’da Suriye hükümeti Lübnan iç savaşına, İsrail tarafından devrimci bir Lübnan-Filistin ittifakına karşı silâhlandırılmış Lübnan faşistlerinin yanında, müdahil oldu. Suriyeli kapitalistler, devrimci bir Lübnan’ın varlığının Arap Sosyalist Baas Partisi rejiminin devrilmesine varacak bir yolu açabileceğinden korktular.

ABD ve İsrail’in dur durak bilmeyen baskısı ve İsrail’in Golan Tepeleri’ni geri vermeyi reddetmesi Suriye’nin idarecilerini anti-emperyalist bir noktaya çekti.

Suriye, diğer burjuva milliyetçi ülkeler gibi, ne kapitalist dünya pazarı ile bağlarını kopardı ne de bu tür bir tavır geliştirebilecek bir perspektif edindi. Bunun yerine Batılı bankaların egemenliğinde olan bu pazarda “pazarlık etme” yolunu seçti.

Ekonomik kriz dönemlerinde Suriye gibi milliyetçi hükümetler Wall Street tarafından iktisadî tavizler vermeye zorlanırlar; bu durum işçilerin hükümetlerinin hücumuna uğramasına ve mevcut rejimin emperyalizmden görece bağımsızlığının temelini çürüten ve işçileri tecrit eden, emperyalizm yanlısı bir elitin, komprador burjuvazinin doğumuna yol açar.

2006 yılında Suriye IMF’nin tasarruf önlemlerini uygulamaya koydu, ücretleri dondurdu, ekonomisini yabancı bankalara açtı ve devletin elinde bulunan sanayiyi özelleştirmeye başladı. Emekçiler için bu işsizlik, enflasyon ve toplumsal çürüme anlamına geliyor. Bu politikalar Esad ailesine yakın bir grup elit işadamına yaradı.

Emperyalist Müdahalenin Doğası

“Suriye devleti bir zamanlar bütün ülkeye elektrik getirmişti ama artık insanların ihtiyaçlarını karşılayacağını öngören toplumsal sözleşmenin gereklerini yerine getiremiyor.” [New York Times, 30 Nisan]

Toplumsal sözleşmenin dinî azınlıklar özelinde anlamı şuydu: “Sizi koruyacağız ama siyasetin dışında kalın.” Devlet aygıtı 40 yıldır aynı aile tarafından yönetiliyor. Buna itirazı olanlar baskı altında tutuluyorlar.

Esad yönetimi haklı olarak birçok Suriyelinin canına tak etti. Ancak emperyalizmin Suriye’ye dayattığı müeyyidelerin nedeni hükümetin toplumsal katılıma açık olmaması yahut işçilerin giderek yoksullaşması değil.

ABD emperyalizmi, Suriye’den, Filistin direnişinin liderlerine ev sahipliği yaptığı, Golan Tepeleri üzerinde hak iddia etmekten vazgeçmediği, İsrail ile bir barış anlaşması imzalamayı reddettiği, Hizbullah’la, Lübnan direniş hareketiyle ve İran’la olan ilişkisini devam ettirdiği ve 2003’te Irak’a saldırı ittifakına katılmadığı için nefret ediyor.

Kısacası, emperyalizm Suriye'ye yaptığı kötü şeyler için değil, yaptığı iyi şeyler için yükleniyor.

Emperyalizm reaksiyoner ve baskıcı bir sistemdir. Emperyalistler yardıma geldiklerinde yardım ettikleri kendileridir. Emperyalist müdahale her zaman emperyalistlerin çıkarınadır ve bu çıkarlar emekçi halkınkine bütünüyle terstir.

NATO yardımının Libya halkına neye mal olduğuna bakın: altyapının ve ekonominin çökmesi, seyreltilmiş uranyum silahlarından çıkan kansere sebebiyet veren radyoaktif çökelti ve talan örgütü Afrikom’un Afrika toprağına askeri olarak hükmetmesi için Libya’nın kullanılması.

Suriye’ye yönelik bir NATO ve ABD müdahalesi Ortadoğu’nun bütün ezilen halkları için felâket olacaktır ve buna kesinlikle karşı durulmalıdır. Emperyalistlerin kendi ülkelerinin dışında kazandıkları bir savaş içeride ülke kapitalistlerinin işçilere yönelik saldırılarını cesaretlendirmeye yarar.

Joyce Chediac
14 Ekim 2011
Kaynak

,

Temsilciler Meclisi Kimi Temsil Ediyor?


Wall Street’i işgal hareketi Amerikalıların kalplerinin derinliklerinde yuvalanmış hoşnutsuzluğu gözler önüne serdi sermesine; ancak zemherinin memleketi esir almaya başladığı bugünlerde kendini sokaklara vurmayı yeğ tutanların yüzdesi az.

Sayıları ve kapladıkları alan (kimi yüzün üzerinde şehirden söz ediyor, kimi ise bine yakın şehirden!) çarpıcı olabilir ama birçok insan onların hedeflerini canı gönülden paylaşıyorsa da henüz sokağa fırlama noktasında değiller, en azından şimdilik. Fakat ekonomik eliti ve onların uşaklarını saran tedirginliğin giderek yayıldığını kim inkâr edebilir?

En son anketlere göre Kongre, Amerikalıların sadece yüzde onunun, o da gönülsüzce olmak üzere, desteğini alıyor. Yani mesele şöyle özetlenebilir: Amerikalıların yüzde doksanı Kongre’yi desteklemiyor. Yüzde doksan!

Vatandaşlar arasında işbaşındaki politikacılara karşıt olanları gösteren böyle baskın bir yüzdelik oran varken bu düzene hangi anlamda demokrasi denebilir?

Avrupa’nın birçok yerinde mevcut olan parlamenter sistemde halk desteğinin bu kadar düşük olması güvensizlik oyunu gerektirirdi. Ama burada, Birleşik Devletler’de kaskatı, kemikleşmiş bir politik sistem halkın büyük bir çoğunluğu için yaşamın önünde bir engele, bir hapishaneye dönüşmüş durumda; politikacılarsa açıkça ve gururla işgalcilerin yüzde bir diye alay ettiği zengin azınlığın dar çıkarlarına hizmet ediyorlar.

Thomas Jefferson, New England Eyaletini sallayan büyük Shays isyanı dönemindeki kargaşaya doğal ve sağlıklı bir süreç diye bakıyordu. Şöyle diyordu Jefferson: “Arada sırada böyle küçük isyanların olmasını iyi bir şey olarak görüyorum. Hükümetin sağlığı namına gerekli ilaç gibidir böyle şeyler. Tanrı bizi böylesi bir isyan olmadan bir 20 yıl geçirmekten korusun.” [Howard Zinn, ABD Halklarının Tarihi, s. 101]

Bir daha neokonun birinin ya da bir “Çay Partili”nin işgalcilere “Amerikan-karşıtı” dediğini duyduğunuzda bunu düşünün. İnsanlar plütokrasinin kuklasından başka bir şey olmayan politikacılara öfkelenmekte sonuna kadar haklılar. Zira yeni-Roma alevler içindeyken onlar 100 dolarlık banknotlarla ithal purolarını yakıyorlar.

Mumya Ebu Cemal