Şiirler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Şiirler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Mart 2025

, ,

Halkın Gerçek Şairi



Komünist hareketin önder isimlerinden olan Sibte Hasan, aynı zamanda önemli bir edebiyat insanıdır. Ona göre Habib Calib, Pakistan komünist hareketi için partinin yaptıklarından çok daha fazla şey yapmıştır. Habib Calib, Sibte Hasan’ın ölümü üzerine iki şiir kaleme almıştır. Bunlardan biri şu şekilde başlamaktadır: “O kültürlü hâli ve irfanıyla Sibte Hasan yükseklerde uçan bir kuştu / Ölümü parti için kabustu.” Sibte Hasan, aşağıdaki konuşmayı Habib Calib’e Karaçi Basın Kulübü’ne ömür boyu üyelik ödülü verildiği vakit yapmıştı.

* * *

 

Urduca dilinde, Nazır Ekberabadi’den sonra “halkın gerçek şairi” unvanına layık bir isim varsa o da Habib Calib’dir. Nazır Ekberabadi gibi o da halk adamıdır. Sıradan insanlar gibi yaşar. Onlar gibi düşünür, hisseder ve sever. Sıradan insanların arzularını taşır. O sıradan insanların dilinden onların hüznünü, acısını, sesini ve arzularını aktarır. Yüz binlerce insan Calib’i bu kadar çok seviyorsa, dizelerini işittiklerinde kendilerinden geçiyorlarsa, o vakit ondaki bu sevda da aşk da sebepsiz değildir.

Yunan mitolojisinde aktarıldığı biçimiyle Promete, ateşi insanların hizmetine sunmak gerektiğini düşündüğü, bu anlamda, tanrılara ait bir sırrı insanlara faş ettiği için suç işler. Bu suçu işlediği için bir kayaya bağlanır, burada bir akbaba her gün gelip etini yer. Tanrılar kendisinden özür dilemesini ister, özür dilerse işkence son bulacaktır. Promete şu cevabı verir: “Bu işkenceniz kabulümdür, ama sizin köleniz olmayı reddediyorum”.

Bu, esasında simgelerle örülü bir hikâyedir. İnsanın aklı, tanrıların bahşettikleri bir hediye değildir. İnsan, düşüncesinin gücüyle, deneyler ve gözlemler aracılığıyla sorunlarına çözüm bulmuş, algılama becerisinin ve ferasetinin zirvesine ulaşmıştır.

Fakat öte yandan bir de tehlikeyi seven, bize özgürlüğü öğreten, toplumsal meseleleri idrak etmemizi sağlayan insanlarla da karşılaşırız. Eyüp Han diktatörlüğü, o karanlık dönem, bir yandan da Adalet Kıyami ve Habib Calib gibi insanları öne çıkartmış olmasıyla da anımsanacaktır.

Bu milletin gerçek tarihi yazıldığında, dünya, milletin canının çekildiği, insanların nefes alıp vermeye bile korktukları o korku ve terör döneminde ona ruh üfleyen, can veren insanları da tanıyacaktır.

Ateşten gömleği giymek, Habib Calib’in kaderinde vardır. Ülkedeki hüzne ve acıya son vermek onun hayatının asli amacıdır. Calib, bir gözüyle gülerken diğeriyle ağlayandır. Gülmek de ağlamak da halk içindir.

Calib, halkın içinde bulunduğu sefalet koşullarına ağlar, ama bir yandan da geleceğin parlak olduğu gerçeğini bilerek güler. Onun şiiri, mağlup olmuş yüreklerin sesi, tutkuyla bağlı olunan inançlar için yapılmış bir silâhlanma çağrısıdır. O, zalimlerin iktidarından da servetinden de hiçbir zaman korkmamıştır. Buna karşın, geceleri kıyımdan geçirilenlerin yüzündeki örtüyü kaldırmıştır.

Bazen kendime soruyorum, bu fakir, “hayır” deme gücünü nereden aldı? Bu asil insanın kötülükle mücadele etmesini, hakikati ısrarla dile getirmesini sağlayan güç nedir? Esasında bu güç, halka olan sevgisinin ürünü. O cesaretin de coşkunun da kaynağı bizatihi halk. Habib Calib, kişiliğini ve şiirini halkın iyiliği için feda etmiş bir insan.

Seyyid Sibte Hasan
25 Aralık 1980
Kaynak

30 Kasım 2024

, , , ,

O Günün Tanığı Olacağız


Kampın son günü dik tepenin üzerine kamp kurduk. Sabah kamptan ayrıldık. Yola indik. Bir motosiklet gelip beni aldı. Orman, artık ilk adım attığım andan çok farklı görünüyordu. Fıstık ağaçları, mango ağaçları, pamuk, çiçek açmıştı.

Kudurlu köylüler, taze balık dolu büyük bir tencere göndermişlerdi kampa. Elime 71 ayrı malzemeden oluşan bir liste tutuşturdular. Liste meyvelerden, sebzelerden, tohumlardan ve ormandan toplanan böceklerden oluşuyordu. Yanlarına da pazar fiyatları iliştirilmişti. Bu liste, aynı zamanda onların dünyasının haritası gibiydi.

Orman postası geldi. Bana iki bisküvi getirmişti. Narmada yoldaştan bir şiir ve bir de kitap arasında ezilmiş bir adet çiçek vardı. Maase de hoş bir mektup göndermişti. (Maase kimdi? Onu tanıma imkânı bulabilecek miydim?)

Suhdev yoldaş, “Ipod’undan benim bilgisayara müzik yükleyebilir misin?” diye sordu. Ziya-ül Hak iktidarının uyguladığı zulmün zirveye ulaştığı günlerde Lahor’da verdiği ünlü konserde kaydedilmiş, sözleri Faiz Ahmed Faiz’e ait olan Hum Dekhenge [“Günün Tanığı Olacağız”] isimli şarkıyı dinliyoruz İkbal Banu’dan.

Günün Tanığı Olacağız


Şüphesiz biz de tanık olacağız
Ezelden gelen levhada vaat edilmiş o güne.

Yeryüzü kulakları sağır edercesine tek yürek çarptığında
Hükümdarların başlarına yıldırımlar yağdığında
Dağılacak pamuk misali zulmün dağları
Biz mazlumların ayakları altında

Putlar devrilip arz-ı Hüda’da
Merdud ve haram ilân edilen
Biz ehl-i safa kurulunca yüceye
Tüm taçlar ayrılacak başlardan
Tüm tahtlar yıkılacak birer birer
Sadece Allah kalacak geride

O her yerde hazır ve nazır olan.
“Enel Hak” diye bir çığlık yükselecek sonra.
Bu hem benim hem sen
O vakit hükmedecek dünyaya halk-ı Hüda
Bu hem benim hem sen

Faiz Ahmed Faiz

* * *

O konserde elli bin Pakistanlı, şarkının ardından meydan okuyarak şu sloganı atıyordu: “İnkilab Zindebad! İnkilab Zindebad!” [“Yaşasın Devrim!”]. Onca yılın ardından bu şarkı, bugün Naksalcıların egemen olduğu ormanlarda yankılanıyor. Devrimciler ilginç ittifaklar kurmuştu, burası açık.

O günlerde içişleri bakanı, “Maoistlere fikri ve maddi destek sunanlar”a tehditler savuruyordu. Bu tehdit dolu ifadeler, İkbal Banu’yu da kapsıyor muydu?

Şafak vakti Madhav, Curi, genç Mangtu ve diğer yoldaşlarla vedalaşıyorum. Çandu yoldaş, bisikletleri organize etmek için aramızdan ayrıldı. Onunla ana yolda buluşacaktık. Raju yoldaş bizimle gelmiyordu. O dizlerle o tepeye tırmanması zordu. Niti (ki arananlar listesindeydi adı), Suhdev, Kamla ve diğer beş yoldaşla birlikte tepeye tırmandık. Yürümeye başladığımızda Niti ve Suhdev, bir sebeple, aynı anda kalaşnikoflarının emniyet kilidini açtılar. Bunu yaptıklarına ilk kez şahit oluyordum. Sınıra yaklaşıyorduk. Suhdev o an, “Bize ateş açmaları durumunda ne yapacağını biliyor musun?” diye sordu. Sanki dünyadaki en doğal şeyden bahsediyor gibiydi.

“Evet” dedim, “biliyorum. Hemen sınırsız açlık grevine başlarım.”

Büyükçe bir taşın üzerine oturup gülmeye başladı. Tırmanışımız bir saat daha sürdü. Yolun aşağısında kayanın içinde oluşmuş oyuğa girip oturduk. Pusu kurmuş gibiydik. Bizi görmeleri imkânsızdı. Bisikletlerin sesine kulak kabarttık. Vakit geldiğinde vedalaşma olabildiğince hızlı olmalıydı. “Kızıl selam yoldaşlar” deyip ayrılmalıydık. Öyle de yaptık.

Geriye dönüp baktığımda hâlen daha oradalardı. El sallıyorlardı. Boğazım düğümlendi. Onlar, düşleriyle yaşarken dünyanın geri kalanı kâbuslarıyla baş başaydı.

Her gece bu yolculuk düşer aklıma. O geceki gökyüzü, o orman yolları geçer gözümün önünden. Elindeki meşaleyle yürüyen Kamla yoldaşın o eski püskü terlikleri (şapal) içindeki topuklarını görürüm. Biliyorum, hep yürümek, hareket etmek zorunda. O sadece kendisi için yürümüyor, umut hepimiz için capcanlı kalsın diye yürüyor.

Arundhati Roy

[Kaynak: Walking with the Comrades: Report from Maoist Political Base Areas in India’s DK Forest, Kasama, 9 Mart 2010, s. 36-37]




19 Ekim 2024

, ,

Fedai


Fedai, fedai
Fedai, ülkem, milletim, atalarımın vatanı
Fedai, ebedi halkım.
Azmimle, yüreğimdeki ateşle, alacağım intikamın volkanıyla
Yurdum ve toprağım için dökeceğim kana olan hasretimle
Tırmandım dağları, girdim cenge
İmkânsızı mümkün kıldım, aştım sınırları
Rüzgârlardaki kararlılık ve silâhımdaki ateş ile
Mücadelemin toprağında milletimin dövüşme azmi ile.
Filistin yuvam, Filistin yüreğimdeki ateş, zafere giden yol
Filistin devrimim, sebatın ülkesi.
O bayrağın gölgesinde ettiğim yeminle
Ülkem, halkım ve yaralarımın ateşiyle
Bir fedai olarak yaşayacağım, fedai olarak kalacağım.
Zincirleri kırıp halkımı özgür kılacağım.
Ülkeme dönene dek ömrümü bir fedai olarak geçireceğim.

 


فدائي فدائي
فدائي يا أرضي يا أرض الجدود
فدائي فدائي
فدائي يا شعبي يا شعب الخلود
بعزمي وناري وبركان ثأري
وأشواق دمي لأرضي وداري
صعدت الجبال وخضت النضال
قهرت المحال عبرت الحدود
بعزم الرياح ونار السلاح
وإصرار شعبي لخوض الكفاح
فلسطين داري ودرب إنتصاري
فلسطين ثاري وأرض الصمود
بحق القسم تحت ظل العلم
بأرضي وشعبي ونار الألم
سأحيا فدائي وأمضي فدائي
وأقضي فدائي إلى أن أعود
فدائي

Kaynak

09 Ağustos 2024

, ,

Bir Yazar ve Şairle Sohbet


Bugüne dek gelecekteki Filistin devleti olarak tasavvur ettiğimiz, bugünlerde dünyanın en büyük hapishanesinden ve dünyanın en büyük bekleme odasından (Batı Şeria) döndükten birkaç gün sonra bir rüya gördüm.

Tek başına, belime kadar çıplak hâlde, kızıla çalan çölün orta yerinde, ayakta duruyordum. Sonra biri geldi, yerden bir avuç kum alıp göğsüme fırlattı. Saldırgan bir üslupla değil de kibarca atılmıştı kum. Bu iri taneli kum, bana değmeden evvel muhtemelen pamuktan imal edilmiş kumaş parçalarına dönüştü ve bu parçalar birden gövdemi sardı. Ardından bu lime lime olmuş kumaş parçaları bir kez daha değişip kelimelere ve ifadelere dönüştü. Onları kaleme alan, ben değil, mekânın kendisiydi.

Rüyamı hatırlarken, aklıma daha önce bizzat icat etmiş olduğum “landswept” [“çıplak toprak”] kelimesi geldi. Bu kelime, maddi olan olmayan her şeyin süpürülüp atıldığı, silindiği, söküldüğü, uçup gittiği, suya verildiği, geriye sadece dokunabileceğimiz çıplak toprağın kaldığı mekânı ifade ediyor.

* * *

Ramallah’ın batı yakasında Rabve isminde küçük bir tepe var. Tepe, Tokyo Caddesi’nin sonunda. Bu tepenin üzerinde şair Mahmud Derviş yatıyor. Burası bir mezarlık değil.

Caddenin isminin Tokyo olmasının sebebi, caddenin, tepenin dibinde bulunan ve Japon parasıyla inşa edilmiş olan Kültür Merkezi’ne çıkıyor olması.

Derviş, şiirlerini son kez bu merkezde okumuştu. O gün son kez şiir okuduğunu tabii ki kimse bilmiyordu. Bu kederli günlerde “son” kelimesi ne anlam ifade eder?

O mezarı ziyaret ettim. Mezar taşı konmuştu. Mezarın üzerindeki toprak çıplaktı, şairin yasını tutanlar, bir şiirinde dile getirdiği vasiyeti uyarınca, mezarın üzerine küçük yeşil buğday demetleri koymuşlardı. Ayrıca kızıl dağ laleleri, kâğıt parçaları ve fotoğraflar da gözünüze ilişiyordu.

Derviş, doğduğu, annesinin hâlen daha yaşadığı, ama İsraillilerin girmesini yasak ettiği Celile’de defnedilmek istiyordu.

* * *

Rabve’deki cenaze törenine on binler katıldı. 96 yaşındaki anası bir konuşma yaptı. Ana, orada “o hepinizin evladı” dedi.

Sevdiğimiz, yeni ölmüş veya öldürülmüş insanlarla ilgili konuşurken ayak bastığımız yer tam olarak neresidir? Sözlerimiz, sanki olağan hâliyle yaşadığımız yerden çok daha fazla canlı olan anda yankılanır. Aniden bir tehlikeyle yüzleştiğimiz, seviştiğimiz, geri dönülmez bir karar aldığımız veya tango yaptığımız anla kıyaslanabilecek bir andır bu. Konuştuğumuz yer, yas yüklü sözcüklerimizin yankılandığı, ebedi bir mekân değildir, sanki o sözler, bulunduğumuz yerin o daracık koridorlarında ses bulmaktadır.

* * *

John Berger’ın Mahmud Derviş’in vefatını takip eden günlerde yaptığı bir çizim


O çıplak tepe, Derviş’in sesini anımsamaya çalışıyordu. Onun sesinde bir arıcının sesindeki sakinlik vardı:

Taş duvarlı bir kulübe
Kovandaki petekte mahpus arılar gibi
Kıpırdıyor ölüler ve diriler kuru balçığın içinde
Kuşatma sıkılaşınca
Çiçek yememe grevine gidiyorlar her seferinde
Ve denizden acil çıkış kapısını göstermesini istiyorlar.

Sesini anımsayınca o çıplak, parmaklarımın ucuyla gezinebileceğim toprağa, o yeşil çimenlere oturma ihtiyacı duydum. Sesin emrini dinleyip, olduğum yere oturdum.

Rabve, Arapçada “yeşil çimen kaplı tepe” demek. Sözcükleri geldikleri yere geri döndü. Başka da bir şey kalmadı. O beş milyon insanla paylaşacak bir şey yok artık.

Bir sonraki tepe 500 metre ötede. Çöp toplama alanı. Kargalar halkalar çizip dolanıyorlar üzerinde. Birkaç çocuk, çöplüğü karıştırıp yiyecek bir şeyler arıyor.

Henüz yeni eşilip örtülmüş mezarının kenarında, o çimlerin içinde otururken beklenmedik bir şey oldu. Yaşananı tarif edebilmem için önce başka bir olaydan bahsetmem lazım.

* * *

Birkaç gün önceydi. Oğlum Yves, bizi arabayla Fransız Alpleri’ndeki Cluses kasabasına götürüyordu. Dışarıda kar yağıyordu. Yamaçlar, tarlalar ve ağaçlar beyaza bürünmüştü. İlk yağan kar, çoğunlukla kuşların yönlerini şaşırmasına neden olur, mesafe ve yön anlayışlarını kaybetmelerine yol açar.

Birden arabanın ön camına bir kuş çarptı. Dikiz aynasından kuşu izleyen Yves, kuşun yol kenarına düştüğünü gördü. Frene bastı ve geri geri gitti. Küçük bir kuştu. Kızılgerdan kuşuydu. Sersemlemişti, hâlâ hayattaydı, gözlerini kırpıyordu. Yere eğilip karların içinden aldım, elimin içinde sıcacıktı. Yolumuza devam ettik.

Ara ara kuşa baktım. Bir buçuk saat sonra öldü. Arabanın arka koltuğuna koydum. Erkekti. Beni asıl şaşırtansa ağırlığıydı. Karın üzerinden aldığımdan daha hafifti. İki elimle ayrı ayrı kontrol ettim ağırlığını. Sanki hayattayken, hayatta kalmak için mücadele ederken harcadığı enerji, ağırlığını artırmış gibiydi. Şimdi neredeyse tüy gibiydi.

O Rabve tepesindeki çimenlerin üzerinde oturduktan sonra benzer bir şey oldu. Mahmud’un ölüsü ağırlığını yitirdi. Geriye sadece sözleri kaldı.

* * *

Aylar geçti. Her bir ay sessizlikle ve seziyle yüklendi. İsmi olmayan, sadece sonradan, çok sonradan gelecek olan coğrafyacıların isimlendirecekleri deltaya bir yığın felâket aktı. Bugün o isimsiz deltanın acı suyunda yürümeye çalışmaktan başka bir şey gelmez elimizden.

* * *

Dünya’nın en büyük hapishanesi olarak Gazze, bugün bir mezbahaya dönüştürülüyor. Gazze Şeridi’ndeki o şerit kana bulanıyor, tıpkı 65 yıl önce “getto” sözcüğü gibi.

İsrail ordusu, 1,5 milyon sivilin üzerine havadan, karadan, denizden, gece gündüz, bomba, şarapnel, fosfor bombası, havan ve makineli tüfek mermileri yağdırıyor. İsrail’in Gazze’ye girmesini yasak ettiği yabancı gazetecilerin bildirdiği her haberde, tahmini ölü ve yaralı sayısının arttığı söyleniyor. Tek bir sabit sayı var, o da bir. Neredeyse yarısı kadın ve çocuk olan yüz kadar Filistinliye karşılık sadece bir İsrailli ölüyor. Birçok evde elektrik de su da yok. Hastaneler, doktorsuz, ilâçsız, jeneratörsüz. Katliamı abluka ve kuşatma takip ediyor.

Dünyanın çeşitli yerlerinde eylemler yapılıyor, sesler yükseliyor. Ama zenginlerin uşağı olan hükümetler, o medya organları ve gurur duydukları nükleer silâhlarıyla İsrail’e askerlerinin işledikleri suçların görmezden gelineceğine dair güvence veriyor.

* * *

John Berger’ın Mahmud Derviş’in vefatı ardından yaptığı çizim


Kürd şair Bejan Matur, “bir mekân ağlıyorsa rüyalarımıza girer. Rüyalarımıza girer ve bir daha hiç çıkmaz” diyor.

O çıplak topraktan başka bir şey kalmadı.

* * *

Dört ay önce Ramallah’ta yeraltındaki bir otoparka gittim. Burası, Filistinli ressamlardan ve heykeltraşlardan oluşan küçük bir grup tarafından kullanılıyordu. Orada Randa Mdah ismindeki kadın heykeltraşın Kukla Tiyatrosu ismini verdiği enstalasyon çalışmasını inceledim.

Üç metreye iki metre ebatlarındaki bu büyük yarı kabartma, duvar gibi dimdik duruyordu karşımda. Önünde, yerde, heykeltraş elinden çıkma üç figür bulunuyordu.

Omuzların, yüzlerin ve ellerin göründüğü yarı kabartma, cam elyafı, kil, polyester ve telle örülmüş zırhtan oluşuyordu. Yüzeyi renkli olan bu çalışmada koyu yeşilin, kahverenginin ve kırmızının tonları ilişiyordu göze. Rölyef, Firenze’deki Duomo için hazırlanmış, Ghiberti’nin elinden çıkma tunçtan kapılarla aynı derinlikteydi, yanındaki objeyi küçük gösteren, tahrip eden perspektifler aynı ustalıkla işlenmişti. (Bu eserin sahibi olan sanatçının 26 gibi genç bir yaşta olacağını tahmin bile edemezdim.) Yarı kabartmalı duvar, tüm o kalabalık hâli ve resmiyeti imleyen renkleriyle, “duvar” misali, tiyatro sahnesindeki oyuncunun karşısında duran seyirciyi andırıyordu.

Kabartmanın önünde, yerde doğal boyutlarında iki kadın ve bir adam duruyordu. Bunlar da aynı malzemelerle yapılmıştı ama renkleri daha soluktu.

Biri, seyirciye dokunacak mesafedeyken diğeri iki metre, üçüncüsü de ondan iki kat daha uzaktaydı. Üçünün de üzerinde gündelik kıyafetler vardı ve hepsi de sanki o günün sabahı seçilip giyilmiş gibiydi.

Bedenler, tavanda asılı, birbirine yatay üç çubuğa bağlı iplere tutturulmuştu. Bunlar kuklaydı, çubuklar, görünmez veya orada olmayan kuklacıların elindeydi ve kuklaları kontrol ediyordu.

Yarı kabartmanın üzerindeki figürler, gözlerinin önündeki bir şeye bakıyor ve kendi ellerini acıtırcasına sıkıyorlardı. Elleri tavuk sürüsü gibiydi.

Ellerini sıkmalarının sebebi, müdahale edecek güçten yoksun olmalarıydı. Bunlar yarı kabartmaydı, üç boyutlu değildi, dolayısıyla, sahneye çıkamıyor veya o somut ve gerçek dünyaya müdahale edemiyorlardı.

Bazıları yorumculara, bazıları meleklere, bazıları hükümet sözcülerine, bazıları cumhurbaşkanlarına, bazıları da uzmanlara benziyordu. Hepsi de kudretsizdi. Ellerini acıtırcasına sıksalar da hep birlikte ve topluca susuyorlardı.

Bu üç, yerinde duramayan, ama gözle görünmeyen kuklacıların elindeki iplere bağlı olan figürler, yere savruluyor, başları yere vuruyor, sonra da ayakları havaya kalkıyordu. Bu hareket tekrarlandıktan sonra başları yerinden çıkıyordu. Eller, gövdeler ve yüzler ıstırap içerisinde kıvranıyorlardı. Hiçbiri de amacına ulaşamıyordu. Sonra tekrar ayakları üzerine dikilen üç kukla, yeniden yere çarpıyordu.

Bu yarı kabartmadan oluşan eserde gördüğümüz, gerçek karşısında kudretsiz olan izleyicilerle yere sere serpe uzanmış kurbanlar arasında dolaşmak mümkündü. Ama ben dolaşmadım. Bu eserde daha önce nadiren rastladığım bir enerji vardı. Üzerinde durduğu yeri kendisinin bellemiş gibiydi. Gerçek olmayan izleyicilerle ıstırap çeken kurbanlar arasındaki cinayet mahalini kutsal kılmıştı. O otoparkın zeminini her şeyin silindiği çıplak zemine dönüştürmüştü.

Bu unutamadığım eser, Gazze’nin başına gelecekleri önceden haber vermişti.

* * *

Mahmud Derviş’in Rabve tepesindeki mezarı, Filistin Yönetimi’nin aldığı kararla, çitle çevrildi. Üzerine camdan bir piramit inşa edildi. Artık diz kırıp onun yanı başına oturmak mümkün değil. Ama gene de sözlerini kulaklarımız hâlen daha işitmekte. O kulaklar o sözleri işitmeye devam edecek, dilimiz o kelimeleri yinelemeyi sürdürecek.

Bir daha hiç yaşamayacakmışçasına
O hâlâ bana tanıdık gelen arzuyla
Kendimi harap edip
Volkanların coğrafyasını çalışmak zorundayım.
Bugün uzaklaştı, dün daha da yakınlaştı
Demek ki artık Şimdi’nin elini tutup
Tarihin kıyısında yürüyebilir
Dağkeçilerinin düzensiz adımlarıyla
O döngüsel zamandan uzak durabilirim.
Benim yarınım nasıl kurtarılabilir?
Elektronik zamanın hızı mı
Yoksa çöl karavanımın yavaşlığı mı kurtaracak onu?
Son nefesime dek işlerim var
Yarını görmek istemezmiş gibi çalışacağım.
Burada olmayan bugünde yapacak işlerim var
O zaman sessiz sessiz oturup
Karıncanın adımları kadar ses çıkartan
Kalbimi dinleyeyim…

–Ramallah ve Haute Savoie
Güz başı, 2008

John Berger
9 Ağustos 2017
Kaynak

16 Mart 2024

,

İnanmışlığımızın Filistin’i


 

Ali Devabşe’ye ve nicelerine…

Tanımsız bir kötülük bu sevgilim
Çocukların oyun bahçelerine tam tekmil silahlarla giriyor
Bir defa vurduğuna dönüp bin kurşun daha sıkıyor
Omuzlarımda sütten kesilmemiş ölümlerin yarası
Uzaklarda hep Rachel’ın yüzü
Kalbi buldozer altında
Kemikleri kırgın
Salıncakları delik deşik canımın

-Duvarlarında intikam yazılı bir mezarlıktı bizi yutan
Filistin,
Benim güzel insanlığım…

Söylesene kaç yüzyıldır
Taşlaşmış bir öfkeyi avuçlarına sığdırıyor çocuklar
Artık kimse dokuztaş oynamıyor mu?
En masumumuz en önce ölenimizdir, istisnası yok!
İnsan kanı vişne şerbeti değildir bayım, yanıldınız!
Ya öfkemizi bir gün karşılayabilecek mi yanılmışlığınız?

Bu tanımsız bir kötülük sevgilim
Bu Allahsız bir azap
Korkma, kırıldığı yerden bir daha kırılsın kemiklerimiz
Biliyorsun insan olmakla yetinmeyeceğiz
Biliyorsun insan ölmekle övüneceğiz

Varacağız bir gün çok hırpalanmış toprağımıza
Yorgun atların yüzünü okşamaya
Kederinden başlayacağız
Ve güzellikle yıkayacağız kanla yıkanan bayrakların vahşetini –evet güzellikle
Temiz çarşaflara yeniden inanacağız
Kaygısız uykulara yeniden inanacağız
Tabutsuz, sıradan hüzünlere
Yeryüzünün erdemine
Yeniden

İnanacağız
Hiç yoksa, inanmışlığımıza

İmgesu Ünal
İştirakî
dergisi
Sayı 7-8, s. 79

10 Şubat 2024

,

Şiir Kapitalizmi Yıkabilir mi?

Sanatın ve beşerî bilimlerin sağlık emekçilerinin, genelde halkın eğitiminde nasıl tatbik edileceği hususunda elimizde sağlam temellere sahip bir yazınsal birikim var. Bu çalışmaların büyük bir çoğunluğunun amacı, sağlık hizmetleri alanını hastalarla empati kurmayı, onların yanında olmayı ve onlara karşı hassasiyet geliştirmeyi teşvik etmek suretiyle geliştirmek.

Buna karşılık, sağlık emekçilerinin ve genel kamuoyunun yaşam ve çalışma koşullarının hastalığın ve hastalık sürecinin yönetilmesindeki güçlüklerin ana sebebi olduğunu anlamalarını sağlayacak bir eğitim faaliyeti içine pek girilmiyor.

Ayrıca sanatın ve beşerî bilimlerin kapitalist ekonomik sistem dâhil, tüm toplumun sağlıklı koşulların geliştirilmesi için dönüştürülmesinde bir rol oynayabileceği üzerinde duran kişi ve eserler de çok az. Böylesi bir hedefe ulaşma konusunda Alman oyun yazarı ve şair Bertolt Brecht’in eserleri mükemmel birer kaynak olabilir.

Bertolt Brecht, komünist olduğunu açıktan söyleyen, onlarca yıl boyunca kapitalizme ait yapıları ve süreçleri, bunların hayatın tüm yönleri üzerindeki etkilerini keşfetmek için uğraşmış bir isim.

Elimizde onun geride bıraktığı, yirminci yüzyılda politikayla, kamu politikalarıyla ve bireylerin edindikleri tecrübelerle ilgili oyunlardan, şiirlerden, düzyazı çalışmalarından ve başka türden eserlerden oluşan muazzam bir hazine var.

Brecht’in şiirlerinin niteliği ve sahip oldukları çeşitlilik yüzünden birçokları, onun yirminci yüzyıl Alman şiirinin en önemli isimlerinden biri olduğunu düşünüyor. David Constantine ve Tom Kuhn gibi Brecht otoriteleri, onun tüm Alman edebiyat tarihinin en iyi dört şairi içerisinde üçüncü sırada yer alan isim olduğunu söylüyor.

Eserleri, kapitalizm koşullarında yaşam ve çalışma koşullarının hastalıklara nasıl sebep olduğunu ortaya koyuyor. Bu eserlerinden biri, 1938’de kaleme aldığı “Bir İşçinin Doktorla Konuşması” isimli şiiri.

Bu şiirde muayene olan bir işçi, doktorun “sağlık sorunlarına önerebileceğim yegâne çözüm kilo alman” lafı üzerine sinirlenip şunları söylüyor:

“Sana her gelişimizde
Üstümüz başımız yırtık pırtık
Sonra sen parmak uçlarına vura vura
Geziniyorsun çıplak etimizde.
Öyle ya hastalığın sebebini arıyorsun.
Oysa bir baksan üzerimizdeki paçavraya
O sana daha çok şey söyler.
Çünkü bedenimiz de kıyafetimiz de
Aynı sebeple eskiyip tükenir.”

Şiir, dikkatleri yoksulluk içinde yaşayanların yaşam ve çalışma koşullarına çekiyor. Buna karşılık, şiirin kapitalist ekonomik sisteme yönelik örtük saldırısı genelde dikkatlerden kaçıyor.

İşçinin Konuşması” isimli bu şiir, yaşam ve çalışma koşulları açısından sağlığın sahip olduğu önemi vurgulamak için onlarca kez kullanılmış olsa da nedense şiiri kullananlar, sayısız insanı hasta edip öldüren kapitalist ekonomik sistemi somutta inceleyip ve eleştirme çabası içine girmiyorlar.

İşçinin Konuşması” isimli şiirde kapitalizm örtük olarak eleştirilirken, Brecht, aynı dönemde yazdığı üç şiirinde eleştirisini açıktan yöneltiyor.

Şairin 1937 tarihli Askerliğe Çağrı Üçlemesi’nde daha militan ve daha eleştirel bir dil kullanılıyor. “Hasta Komüniste Hitap”, “Hasta Komünistin Yoldaşlarına Cevabı” ve “Doktorlarla Hemşirelere Hitap” isimli şiirlerde Brecht, hastalığın kaynağını tespit ediyor, mücadeleye devam etme konusunda gösterilecek kararlılığa ve bağlılığa vurgu yapıyor ve doktorlarla hemşirelerin desteğini istiyor:

Hasta Komüniste Hitap

Duyduk ki verem olmuşsun.
N’olur bunu kaderin bir cilvesi değil de
Seni üzerinde iki parça çaput
Rutubetli bir viranede açlığa maruz bırakan
Zalimlerin gerçekleştirdiği bir saldırı olarak gör.
O zalimdir seni hasta eden.

Hasta Komünistin Yoldaşlarına Cevabı

O hâlde ben de ne kadar yaralı
Ne kadar hasta olsam da
Sizinle hep aynı safta olacağım.
Son nefesime dek
Sizi asla bırakmayacağım.
Teslim olmak hiç aklıma gelmedi.
Size yalvarıyorum,
Bana güvenmeye devam edin.

Doktorlarla Hemşirelere Hitap

Hastalık sandıklarına ve
Hastanelerin uygulamalarına
Karşı verdikleri mücadelede
Hastalarımıza destek vermek için
Ezilenlerin safında
Girdik bir kavgaya.
Biliyoruz, siz sömürü ve yalanın
İtaatkâr unsurlarına karşı da mücadeleye giriştiniz.
Biz istiyoruz ki
Bunları da düşmanınız olarak görün.
Siz her şeyden önce
Yoldaşımızı küçük düşüren aynı açlıkla
Her saat sizi tehdit eden
Sömürücülere karşı mücadele yürütüyorsunuz.”

Dennis Raphael
William MacGregor
Martin Horn

3 Mayıs 2023
Kaynak

09 Ocak 2024

Viro Major

O muazzam kıyımı ve savaşı gören insanlarıyla Paris,
Senin çarpıcı ifadenle,
Uzanıyor demirden yatağında.
Sense tüm çılgın ruhlar gibi
Savaşmaktan, düşlemekten ve sefaletten bıkarak
“Ben öldürdüm” diye haykırdın, ölümün kıyısında.

Yalan söyledin kendine, o korkunç ve üst insana,
Ağırbaşlı Yahudi Judith ve Romalı Aria
Sen konuşurken alkışlarını esirgemedi.
O azametli insanlara dönerek
“Sarayları ben yaktım” diye bağırdın.
Yücelttin mazlumları ve yoksulları.
Haykırdın: “Ben öldürdüm! Vurun beni!”
Kalabalık bu mağrur kadını dinledi.
Kendi kabrine bir öpücük yolladın;
Dik başlı duruşun hâkimlerin öfkesini yokladı.
Düş kurdun, vakur Eumenide gibi.

Ölümün soluk nefesi ensendeydi.
O geniş salon terörün elindeydi.
Kanayan insanlar iç savaştan usanmış,
Şehrin sesi yükseliyordu dışarıdan.
Bu kadın hayatın gürültülü sesini
Sert bir ret ile dinledi.
Teşhir direğinden başka kördü her şeye,
O güzel ve çileli mücadelenin ardından
Hakaretlere ve kötülüklere karşı
Tırmandı kabrin merdivenlerini.
Hâkimlerin “Haydi öldürelim onu!
En âdil olan bu” mırıltıları,
“Berbat bir kişilik,
En azından bir majeste değil” lafları...
Bilinçlerinin sesi buydu. Hâkimler dalgın,
Suçluyu izleyerek tereddüt ettiler
Evet-hayır arasında.

Senin kahramanlığını ve faziletini
Tanımayı kâfi görmeyen benim gibiler,
“Nerelisin?” diye sorduklarında,
“Sefaletle yüklü geceden gelen,
Uçurumun dibinde gördüğünüz işle yüklü
İnsanım ben” cevabını vereceğini biliyor.
O esrarlı ve hoş mısralarını tanıyanlar bilirler ki,
Yaşadığın her gün,
Her gece,
Her çaba,
Ve her gözyaşı tüm halka aittir.
Başkalarına yardım etmek için kendini unutmanı
Havarilerin gözlerindeki ateşe benzeyen sözlerini
Çok iyi bilir
Ocağı sönmüş, havasız ve ekmeksiz evler.
Ağaç yataklar tüm sefaletiyle yakından tanır
Kadınlığında taşıdığın fazileti, gururu ve
Öfkenin ardında uyuyan o keskin hissi.

İnsansız insanlara attığı o uzun bakış,
Ellerinde ısıttığı çocukların ayakları
Utangaç, ama görkemli bu kadında,
Ağzının kenarındaki sert kıvrımlara,
Köpek gibi iz sürüp küfredenlere,
Hukukun onursuz çığlıklarıyla tehdit savuranlara,
Kendini suçlayan o öldürücü ve yüksek sesine rağmen,
Medusa’nın ötesindeki heybetli meleği görüyorlar.

Yapılan münazaralarda
O uzun boyunla
Yabancıydın bir miktar:
Yere yakın olanların canını hiçbir şey sıkmadı
Çelişkili iki ruh,
O fırtınalı yüreklerin derinliklerinde görülen
Yıldızlı gerçeğin ilâhî karmaşası
Ve alevlerin yükselttiği ışık kadar.

Victor Hugo
18 Aralık 1871

[Kaynak: Louise Michel, Yayına Hz.: Nic Maclellan, Ocean Press, 2004, s. 24-25.]

23 Ağustos 2023

Richmond’ın Kuzeyindeki Zengin Adamlar


Donald Trump 2016 başkanlık seçiminde Hillary Clinton’ı mağlup ettikten sonra iki önemli şey yaşandı: ilki, seçimi kaybeden Demokratların seçimin çalındığını sürekli ve her yerde dile getirmesiydi.

İkinci şeyse Clinton’ın başkan adaylığı yarışında rakibi olan Senatör Bernie Sanders’ın Demokratları toplumsal eşitsizlikler ve sınıf bilinci yerine kimlik politikasına odaklanarak büyük bir yanlış yaptıkları konusunda uyarmasıydı.

2016 yılının Kasım ayının sonlarında Sanders şunu söylüyordu: “Ben kadınım, bana oy verin lafı kimse için yeterli değil. Bize Wall Street’in, sigorta şirketlerinin, ilâç şirketlerinin, fosil yakıt endüstrisinin karşısına dikilecek cüreti olan bir kadın lazım.”

Eskiden ilericiler şunu söylerdi: “Bize kadın ya da erkek, kendisini üstinsan zannedenlerin karşısına dikilecek biri lazım.”

Geçen hafta sonu “Rich Men North of Richmond” [“Richmond’ın Kuzeyindeki Zengin Adamlar”] dünya müzik listelerinde bir numaraya yükseldi. Daha önce adı hiç duyulmamış olan bir sanatçının seslendirdiği bu popülist baladda herkesi sömüren elitler hedefe konuluyor.

Şarkıcının adı Oliver Anthony. Şarkısında şunlar söyleniyor:

“Her gün çalışıyorum, ruhumu satıyorum.
Üç kuruşluk ücrete ömrümü fazla mesaide geçiriyorum.”
[…]
Tanrı biliyor ya
Şu Richmond’ın kuzeyindeki zengin adamlar
Cümlemizi kontrol etmek istiyor.
Ne düşündüğünüzü
Ne yaptığınızı bilmek istiyor.
Ama ben biliyorum ki cebinizdeki para pul olmuş
ve sizden sonsuza dek vergi alacaklar.”

Şarkıda Anthony kimleri hedef alıyor? Şirketler dünyasını. Merkezi hükümeti. Jeffrey Epstein ve ona yol verenleri. Vergileri.

Elitlerin kontrolünü.

Peki şarkıya elitler ne cevap veriyor? “Bu şarkı sağcı ya!”

Anthony’nin şarkısı, “cümlemizi kontrol etmek isteyen” zenginlere ve muktedirlere karşı dile dökülmüş bir figan. Solcu elitler de şarkıya hemen “sağcı bu ya!” diye tepki gösterdi. Oysa aslında şarkı, Demokratların kimlik politikası, trans ideolojisi ve sansürcülüğe karşı sınıf savaşına odaklanacağı farklı bir dönemde pekâlâ Bernie Sanders’ın kampanyası için kullanılabilirdi.

En azından bu süreçte bir Demokrat Parti senatörü, şarkıyı “sağcı” diye etiketlemedeki tuhaflığın farkına vardı.

Huffington Post’ta yazan bir yazar, daha da ileri giderek, bu Chris Murphy isimli Demokrat Parti senatörünün şarkıyı eskiden ilericilere ait olan konu başlıklarını ele aldığı için övdüğünü, ayrıca bu başlıkların artık “sağcı popülistler”in hâkimiyetine girdiklerini söylediğini dile getirdi.

Bazı isimlerse şarkıyı “sağcı” olarak nitelemenin saçma olduğu üzerinde durdular.

Bugün sol eğilimli elitlerin hedefi, bir vakitler yaptıkları gibi, orta sınıfı veya yoksulları savunmak değil, herkesin dilini kontrol altına almak ve halka aktarılan hikâyeleri ve sözleri kendilerince yönetmek. Elitlerin kontrolüne karşı koyma çabaları, kimlik politikasına, trans ideolojisine, sansüre vs. karşı geliştirilen direniş, bugün hemen “sağcı” olarak etiketleniyor.

Bu şarkıya yönelik tepkiler bunun son örneği.

Mesele, sağcıların otoriterliğe eğilimli olmaları değil ki birçoğu gerçekten de bu tür bir eğilim içerisinde. Mesele, bu otoriterlik eğiliminin tüm sağı tanımlamıyor olması. Esasında bugün Amerikan sağını, sahip olduğu söylenen otoriter dürtülerden çok saman altından su yürüten sol otoriterliğe karşı koyan pratik tanımlıyor.

Bugün Amerikan solunu herkesi kontrol altına almaya yönelik pratik tanımlıyor. Bu giderek güçlenen özgürlük düşmanlığına karşı koyanlara hemen “sağcı” yaftası vuruluyor.

Efendilere bekçilik yapanlar, Oliver Anthony’nin hakkından gelmek için hemen görev yerlerine dağıldılar. Çünkü o efendiler, “bizim ne düşündüğümüzü, ne yaptığımızı bilmek istiyor. Hepsi de cümlemizi kontrol etmek istiyor.”

Bernie Sanders’ın 2016’da dillendirdiği, solun kimlik politikasını sınıf bilincinin önüne koyduğuna dair eleştirisinin bugün solcu değil sağcı olarak nitelendirileceğiyle ilgili tespitimiz, hiç de abartılı değil. Sanders’ın o günden beri bu endişelerini dile dökmemiş olmasına kimse şaşmasın.

Samimiyetle ifade etmek gerekirse, “Richmond’ın Kuzeyindeki Zengin Adamlar” şarkısı ne sağcı ne de solcu. O, elitlere sıkılmış bir kurşun.

Elitler, şarkıdan hiç hoşlanmadılar. 2023 yılında bir şeyin sağcı olması için elitlerin o şeyden hoşlanmaması kâfi.

* * *

Richmond’ın Kuzeyindeki Zengin Adamlar


Şuracıkta oturabileyim, ömrümü tüketeyim
Evimde sürünüp dertlerimi başımdan defedebileyim diye
Tüm gün çalışarak ruhumu satıyordum,
Boktan bir ücrete mesai yapıyordum.

Benim ve sizin gibi insanlar için
Dünyanın hâli utanç verici.
Keşke uyansam uykumdan da gerçek olmadığını görsem
Ama ne yazık ki gerçek.

İhtiyarlamış ruhumuzla yaşıyoruz
Yeni dünyada.
Tanrı biliyor ya
Şu Richmond’ın kuzeyindeki zengin adamlar
Cümlemizi kontrol etmek istiyor.
Ne düşündüğünüzü
Ne yaptığınızı bilmek istiyor.
Bildiklerinizi dert etmiyor, bense yaptıklarınızı biliyorum.
Ben biliyorum,
O Richmond’ın kuzeyindeki zengin adamlar yüzünden
Cebinizdeki para pul olmuş
Ve sizden sonsuza dek vergi alacaklar.

Keşke siyasetçiler sadece o adada tutulan ufak çocuklara değil
Madencilere de sahip çıksalardı.
Tanrım, sokaklar yiyecek ekmeği olmayan insanlarla dolu.
Bir yandan bir obez, sosyal yardımları emiyor.

Boyun 1,60, kilon 150 ise ne âlâ
Vergiler o vakit akıyor çikolatalı kurabiye çantalarına.
Gençlerse yerin dibini boyluyor.
Çünkü şu lanet ülkenin tek yaptığı
Onları günbegün süründürmek.

Benim ve sizin gibi insanlar için
Dünyanın hâli utanç verici.
Keşke uyansam uykumdan da gerçek olmadığını görsem
Ama ne yazık ki gerçek.

İhtiyarlamış ruhumuzla yaşıyoruz
Yeni dünyada.
Tanrı biliyor ya
Şu Richmond’ın kuzeyindeki zengin adamlar
Cümlemizi kontrol etmek istiyor.
Ne düşündüğünüzü
Ne yaptığınızı bilmek istiyor.
Bildiklerinizi dert etmiyor, bense yaptıklarınızı biliyorum.
Ben biliyorum,
O Richmond’ın kuzeyindeki zengin adamlar yüzünden
Cebinizdeki para pul olmuş
Ve sizden sonsuza dek vergi alacaklar.

Tüm gün çalışarak ruhumu satıyordum,
Boktan bir ücrete mesai yapıyordum.

Söz-Müzik: Oliver Anthony


09 Temmuz 2022

, ,

BDS İçin Şarkı


Aralarında kadınların ve çocukların da bulunduğu yüzlerce Filistinli sivilin savaş mekanizması tarafından canice katledildiği, İsrail tarafından gerçekleştirilen hava bombardımanının üzerinden bir yıl geçti. O dönemde Gazze’deki kurumlar, ırk ayrımcısı İsrail’in cinayetlere imza atan, zulüm rejimini tecrit etmek amacıyla, uluslararası düzeyde BDS’ye destek sunan kişi ve örgütlere BDS kampanyalarını hızlandırma çağrısında bulundular. Bu şarkı, esasen geçen yıl İsrail’in Irk Ayrımcılığı Haftası kapsamında dinleyicisiyle buluşacaktı, ama Kovid salgını ve İsrail saldırıları sebebiyle gün ışığına çıkma imkânı bulamamıştı.

Irk ayrımcısı İsrail’i boykot çağrısı yapan şarkı, BDS hareketinin de sahiplendiği, Filistin halkına ait talepleri dillendiriyor: “Hürriyet ve geri dönüş hakkı istiyoruz.” Şarkı, “Hayfa’dan (1948) Batı Şeria’ya (1967)” uzanan boykot kültürüne vurgu yapıyor. Bugün yeniden tutuşturulması gereken “meşale”den ve “altında büyük fikirler kuşanmış devrimci kahramanların hikâyesini anlatacağımız, yaklaşmakta olan yağmur ile sulanacak ağacın meyvelerinden” bahsediyor.

Şarkının sözleri, Filistinli şair Yakup İsmail’in birinci intifada esnasında kaleme aldığı şiir. Büyük Filistinli şarkıcı Velid Abdüsselam’ın bestelediği şarkı, BDS taleplerini dile getirmek amacıyla bir miktar değiştirildi. Özgün şarkı, esasen çocuklara söylenen bir türkü. Sözleri ise genel grev ve sivil itaatsizlik çağrısı içeren, devrimci bir şiir. Bu yeni versiyonun hazırlanmasındaki amaç, BDS faaliyetlerinin özünü ortaya koymak, onu güçlü ve etkili bir biçimde dile getirmek. Bu versiyonu, aramızdan ayrılmış olan, ruhu, Gazze semalarında bizimle birlikte dolaşan yoldaşımız Samah İdris’e ithaf ediyoruz.

BDS… BDS
Bugün ve yarın… BDS
Hayfa ve Batı Şeria… BDS
Haklarımız meşru:
Geri Dönüş ve Hürriyet
Hürriyet devrimle gelir ancak
Devrimse kıvılcıma muhtaç
Kıvılcımı bize verecek olan fırıncı
Fırıncı ise açlıktan vurmuş yastığa başını
Meyve lazım ona
Meyve ağaçta
Ağacı ya pınarlar
Ya da yağmurlar sulamalı
Yağmur geliyor
Büyük fikirler kuşanmış,
Devrim ateşini tutuşturacak
Kıvılcıma sahip
Devrimci yiğitlere dair hikâyelerle birlikte.
Fikirler… fikirler
Yeni günü onlar getirecekler.

Haydar Eyd
14 Haziran 2022
Kaynak