Pakistan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Pakistan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Mart 2025

, ,

Halkın Gerçek Şairi



Komünist hareketin önder isimlerinden olan Sibte Hasan, aynı zamanda önemli bir edebiyat insanıdır. Ona göre Habib Calib, Pakistan komünist hareketi için partinin yaptıklarından çok daha fazla şey yapmıştır. Habib Calib, Sibte Hasan’ın ölümü üzerine iki şiir kaleme almıştır. Bunlardan biri şu şekilde başlamaktadır: “O kültürlü hâli ve irfanıyla Sibte Hasan yükseklerde uçan bir kuştu / Ölümü parti için kabustu.” Sibte Hasan, aşağıdaki konuşmayı Habib Calib’e Karaçi Basın Kulübü’ne ömür boyu üyelik ödülü verildiği vakit yapmıştı.

* * *

 

Urduca dilinde, Nazır Ekberabadi’den sonra “halkın gerçek şairi” unvanına layık bir isim varsa o da Habib Calib’dir. Nazır Ekberabadi gibi o da halk adamıdır. Sıradan insanlar gibi yaşar. Onlar gibi düşünür, hisseder ve sever. Sıradan insanların arzularını taşır. O sıradan insanların dilinden onların hüznünü, acısını, sesini ve arzularını aktarır. Yüz binlerce insan Calib’i bu kadar çok seviyorsa, dizelerini işittiklerinde kendilerinden geçiyorlarsa, o vakit ondaki bu sevda da aşk da sebepsiz değildir.

Yunan mitolojisinde aktarıldığı biçimiyle Promete, ateşi insanların hizmetine sunmak gerektiğini düşündüğü, bu anlamda, tanrılara ait bir sırrı insanlara faş ettiği için suç işler. Bu suçu işlediği için bir kayaya bağlanır, burada bir akbaba her gün gelip etini yer. Tanrılar kendisinden özür dilemesini ister, özür dilerse işkence son bulacaktır. Promete şu cevabı verir: “Bu işkenceniz kabulümdür, ama sizin köleniz olmayı reddediyorum”.

Bu, esasında simgelerle örülü bir hikâyedir. İnsanın aklı, tanrıların bahşettikleri bir hediye değildir. İnsan, düşüncesinin gücüyle, deneyler ve gözlemler aracılığıyla sorunlarına çözüm bulmuş, algılama becerisinin ve ferasetinin zirvesine ulaşmıştır.

Fakat öte yandan bir de tehlikeyi seven, bize özgürlüğü öğreten, toplumsal meseleleri idrak etmemizi sağlayan insanlarla da karşılaşırız. Eyüp Han diktatörlüğü, o karanlık dönem, bir yandan da Adalet Kıyami ve Habib Calib gibi insanları öne çıkartmış olmasıyla da anımsanacaktır.

Bu milletin gerçek tarihi yazıldığında, dünya, milletin canının çekildiği, insanların nefes alıp vermeye bile korktukları o korku ve terör döneminde ona ruh üfleyen, can veren insanları da tanıyacaktır.

Ateşten gömleği giymek, Habib Calib’in kaderinde vardır. Ülkedeki hüzne ve acıya son vermek onun hayatının asli amacıdır. Calib, bir gözüyle gülerken diğeriyle ağlayandır. Gülmek de ağlamak da halk içindir.

Calib, halkın içinde bulunduğu sefalet koşullarına ağlar, ama bir yandan da geleceğin parlak olduğu gerçeğini bilerek güler. Onun şiiri, mağlup olmuş yüreklerin sesi, tutkuyla bağlı olunan inançlar için yapılmış bir silâhlanma çağrısıdır. O, zalimlerin iktidarından da servetinden de hiçbir zaman korkmamıştır. Buna karşın, geceleri kıyımdan geçirilenlerin yüzündeki örtüyü kaldırmıştır.

Bazen kendime soruyorum, bu fakir, “hayır” deme gücünü nereden aldı? Bu asil insanın kötülükle mücadele etmesini, hakikati ısrarla dile getirmesini sağlayan güç nedir? Esasında bu güç, halka olan sevgisinin ürünü. O cesaretin de coşkunun da kaynağı bizatihi halk. Habib Calib, kişiliğini ve şiirini halkın iyiliği için feda etmiş bir insan.

Seyyid Sibte Hasan
25 Aralık 1980
Kaynak

30 Kasım 2024

, , , ,

O Günün Tanığı Olacağız


Kampın son günü dik tepenin üzerine kamp kurduk. Sabah kamptan ayrıldık. Yola indik. Bir motosiklet gelip beni aldı. Orman, artık ilk adım attığım andan çok farklı görünüyordu. Fıstık ağaçları, mango ağaçları, pamuk, çiçek açmıştı.

Kudurlu köylüler, taze balık dolu büyük bir tencere göndermişlerdi kampa. Elime 71 ayrı malzemeden oluşan bir liste tutuşturdular. Liste meyvelerden, sebzelerden, tohumlardan ve ormandan toplanan böceklerden oluşuyordu. Yanlarına da pazar fiyatları iliştirilmişti. Bu liste, aynı zamanda onların dünyasının haritası gibiydi.

Orman postası geldi. Bana iki bisküvi getirmişti. Narmada yoldaştan bir şiir ve bir de kitap arasında ezilmiş bir adet çiçek vardı. Maase de hoş bir mektup göndermişti. (Maase kimdi? Onu tanıma imkânı bulabilecek miydim?)

Suhdev yoldaş, “Ipod’undan benim bilgisayara müzik yükleyebilir misin?” diye sordu. Ziya-ül Hak iktidarının uyguladığı zulmün zirveye ulaştığı günlerde Lahor’da verdiği ünlü konserde kaydedilmiş, sözleri Faiz Ahmed Faiz’e ait olan Hum Dekhenge [“Günün Tanığı Olacağız”] isimli şarkıyı dinliyoruz İkbal Banu’dan.

Günün Tanığı Olacağız


Şüphesiz biz de tanık olacağız
Ezelden gelen levhada vaat edilmiş o güne.

Yeryüzü kulakları sağır edercesine tek yürek çarptığında
Hükümdarların başlarına yıldırımlar yağdığında
Dağılacak pamuk misali zulmün dağları
Biz mazlumların ayakları altında

Putlar devrilip arz-ı Hüda’da
Merdud ve haram ilân edilen
Biz ehl-i safa kurulunca yüceye
Tüm taçlar ayrılacak başlardan
Tüm tahtlar yıkılacak birer birer
Sadece Allah kalacak geride

O her yerde hazır ve nazır olan.
“Enel Hak” diye bir çığlık yükselecek sonra.
Bu hem benim hem sen
O vakit hükmedecek dünyaya halk-ı Hüda
Bu hem benim hem sen

Faiz Ahmed Faiz

* * *

O konserde elli bin Pakistanlı, şarkının ardından meydan okuyarak şu sloganı atıyordu: “İnkilab Zindebad! İnkilab Zindebad!” [“Yaşasın Devrim!”]. Onca yılın ardından bu şarkı, bugün Naksalcıların egemen olduğu ormanlarda yankılanıyor. Devrimciler ilginç ittifaklar kurmuştu, burası açık.

O günlerde içişleri bakanı, “Maoistlere fikri ve maddi destek sunanlar”a tehditler savuruyordu. Bu tehdit dolu ifadeler, İkbal Banu’yu da kapsıyor muydu?

Şafak vakti Madhav, Curi, genç Mangtu ve diğer yoldaşlarla vedalaşıyorum. Çandu yoldaş, bisikletleri organize etmek için aramızdan ayrıldı. Onunla ana yolda buluşacaktık. Raju yoldaş bizimle gelmiyordu. O dizlerle o tepeye tırmanması zordu. Niti (ki arananlar listesindeydi adı), Suhdev, Kamla ve diğer beş yoldaşla birlikte tepeye tırmandık. Yürümeye başladığımızda Niti ve Suhdev, bir sebeple, aynı anda kalaşnikoflarının emniyet kilidini açtılar. Bunu yaptıklarına ilk kez şahit oluyordum. Sınıra yaklaşıyorduk. Suhdev o an, “Bize ateş açmaları durumunda ne yapacağını biliyor musun?” diye sordu. Sanki dünyadaki en doğal şeyden bahsediyor gibiydi.

“Evet” dedim, “biliyorum. Hemen sınırsız açlık grevine başlarım.”

Büyükçe bir taşın üzerine oturup gülmeye başladı. Tırmanışımız bir saat daha sürdü. Yolun aşağısında kayanın içinde oluşmuş oyuğa girip oturduk. Pusu kurmuş gibiydik. Bizi görmeleri imkânsızdı. Bisikletlerin sesine kulak kabarttık. Vakit geldiğinde vedalaşma olabildiğince hızlı olmalıydı. “Kızıl selam yoldaşlar” deyip ayrılmalıydık. Öyle de yaptık.

Geriye dönüp baktığımda hâlen daha oradalardı. El sallıyorlardı. Boğazım düğümlendi. Onlar, düşleriyle yaşarken dünyanın geri kalanı kâbuslarıyla baş başaydı.

Her gece bu yolculuk düşer aklıma. O geceki gökyüzü, o orman yolları geçer gözümün önünden. Elindeki meşaleyle yürüyen Kamla yoldaşın o eski püskü terlikleri (şapal) içindeki topuklarını görürüm. Biliyorum, hep yürümek, hareket etmek zorunda. O sadece kendisi için yürümüyor, umut hepimiz için capcanlı kalsın diye yürüyor.

Arundhati Roy

[Kaynak: Walking with the Comrades: Report from Maoist Political Base Areas in India’s DK Forest, Kasama, 9 Mart 2010, s. 36-37]




16 Ağustos 2023

,

Nusret Fatih Ali Han


1990 yılında “kevvâlî müziğinin en parlak yıldızı” olarak anılan Nusret Fatih Ali Han, Londra’nın doğusunda bulunan Hackney Empire isimli konser salonunda verdiği konserde, sahnede yalınayak bağdaş kurup oturmuş hâliyle çıktı karşımıza. Solunda grubunun diğer üyeleri bulunuyordu: sekiz kişiden oluşan koroya bir tablacı, çift körüklü enstrümanıyla bir akordeoncu ve biraz ötesinde duran ve grubun en genç üyesi olan, Nusret’in oğlu duruyordu.

Akordeonun sesine koro, alkışlarla eşlik etmeye başladı. Her şey, bu kadar yalın ve basitti. Alkışla birlikte ritim, sizin bir şeyler beklemenize neden oluyordu. Daha fazla şeyin arzulandığı ortamda bir an önce ses girsin istiyordunuz. Sonra o sesi duyduğunuz andan itibaren başınız dönüyor, saatlerce süren performans sizi vecde sürüklüyor, Nusret’in sesindeki güce teslim oluyordunuz.

Yüzyılımız, bu türden bir sesi bir iki kez dinlemiştir. Bunlar, hem insanın içini paralayan hem de sakinleştiren sesler. Maria Callas veya Mısır’ın büyük şarkıcısı Ümmü Gülsüm gibi sesler, sahip oldukları güzellikleri ölçüsünde dinlenilmek isterler. O ses, dinleyeni yükseltir. Yükseklere ve ötelere götürür, dinlenildikçe kendisini tüketip yok eder. Ya da Tanrı’sına kavuşur.

Tam da bu sebeple, Peter Gabriel, Martin Scorsese’in Günaha Son Çağrı filmi (1988) için yaptığı müzikte İsa’nın çektiği çilenin zirveye ulaştığı anlarda Nusret’in sesini kullanmıştır. Oliver Stone Doğuştan Katiller’de (1994), Tim Robbins Ölüm Yolunda (1995) filminde Nusret’in sesinin sahip olduğu potansiyeli görmüştür. Stone Nusret’i delice coşkuyu, Robbins ise tahammülü zor acıyı aktarmak için kullanmıştır.

Nusret, Bruce Springsteen ve Pearl Jam grubundan Eddie Vedder’ın albümünde de karşımıza çıkar. Popüler bir isim hâline gelen Nusret, birçok onur ödülü almıştır. Ayrıca 1995 yılında Unesco ödülü de kendisine verilmiştir. Tüm bunlar, onun ne kadar çok saygı gören biri olduğunun ispatıdır.

Ülkesi Pakistan’da ve komşusu Hindistan’da epey hürmet gören Nusret, muazzam hikâyeler anlatan şarkılarıyla, en seküler dinleyicilerini bile kendilerinden geçirmekte, Tanrı’ya teslim olmanın yol açtığı vecd hâliyle tanıştırabilmektedir. Bu noktada, o dinleyicilerin şarkıların özüne, tasavvufla aralarındaki bağa ve onuncu yüzyılda İran’da kurulmuş olan tarikatla ilişkisine vakıf olmalarına gerek yoktur.

Dini müziğin bir türü olan (“söz” anlamına gelen “kavil”den türetilmiş olan) “kevvâlî”nin bugünkü hâli, on üçüncü yüzyılın sonlarında Hindistan’ın alt kısmında inşa edildi. Altı yüz yıllık bir kevvâlî geleneğinin ürünü.

1948’de Pakistan’da, bugün Faysalabad olarak bilinen Lyallpur şehrinde dünyaya gelen Nusret, kevvâlî üstadı olan babası Üstad Fatih Ali Han’dan ilk müzik derslerini aldı. Baba 1964 yılında ölünce Nusret babasının ağabeylerinin öğrencisi oldu. 1971 yılında amcası Mübarek Ali Han öldü, bunun üzerine Nusret, yaşayan en büyük kevvâllardan biri hâline geldi. O günden beri, bilhassa ömrünün son sekiz-dokuz yıllık diliminde, bu müziği dünya sahnesine taşıdı.

Popülaritesinin önemli bir kısmını Dünya Müzik, Sanat ve Dans Festivali’ne (WOMAD) ve Peter Gabriel’ın Real World albümüne borçlu. Nusret, ilk WOMAD konserini 1985’te İngiltere’de verdi. En çok dinlenen şarkılarının toplandığı albümlerin sayısı yirminin üzerinde, ayrıca konser kayıtlarından oluşan onlarca albümü var. Ama bence en iyi albümleri, Gabriel’ın şirketinden çıkan Shahen Shah (“Şehinşah” -1989) ve Shahbaaz (“Şahbaz” -1991). Ayrıca Asya’daki dans müziği kanallarında akıp duran, yeniden düzenlenmiş ve Nusret’in şarkılarından alıntı yapan çok sayıda şarkıya rastlıyoruz. En çok dinlenenleri, gene Real World’den çıkanlar. Mustt Mustt (1990) ve Night Song (“Gece Şarkısı” -1996) bu tür şarkılardan. İkisinde de Nusret’e Kanadalı elektronik müzikçi Michael Brook eşlik ediyor.

Massive Attack grubunun remikslediği “Mustt Mustt” Nusret’in kulüplerde dans eden insanlarca tanınmasını sağladı. İlk başta bu kuşak, Nusret’in gelenekselden beslenen eserleriyle kendinden geçme, vecd deneyimi dâhilinde ilgilendi. Peygamberlere, imamlara ve tarikat pirlerine duyulan sevgi ve onlara yönelik bağlılığın bir biçimi olarak gelişmiş olan kevvâlî müziği, seküler duygusal aşkın bir ifadesiymiş gibi değerlendirildi. Bu sayede Nusret, hep istediği şekilde, kendi müziğini batılı elektronik dans müziğiyle buluşturma imkânı buldu. Ama bunun sonucunda müziğin dini yönünün değersizleşip yavanlaşacağını düşünen Pakistan’daki kimi muhafazakâr isimler, Nusret’e suçlamalar yönelttiler.

Oysa Nusret’in farklı kültürleri harmanlayan çalışmalarında ne tavizden ne de ihanetten eser vardı. Onun müziği, açık fikirli ve sınırları zorlayacak ölçüde keşif meraklısıydı.

Birçok dinleyiciye göre, Nusret’in doğu ve batıyı kucaklayan albümleri, farklı şirketlerin çıkarttığı, geleneksel çalışmalara ait kayıtlara uzanan yolu açmaktaydı. Gene Real World’den çıkan The Last Prophet (“Son Peygamber” -1994) geleneksel müziğin ölçütlerine sıkı sıkıya sarılan, peygamberlere ve tarikat pirlerine adanmış şarkılara yeni şarkılar katan, değerli bir çalışma. Albümün zirvesinde Şahbaz için yazılmış 25 dakikalık “Cevle Lal” şarkısı duruyor. Şahbaz, Kalenderî tarikatına mensup olup on üçüncü yüzyılda yaşamış olan Osman-ı Merendî’nin öteki adı.

Ama öte yandan, Nusret’in o güçlü sesini en iyi canlı performans esnasında işitebiliyorsunuz. Onu sahnede dinlediğinizde, “bu ses daha ne kadar süre kesilmeyecek, daha ne kadar yükseğe çıkacak?” sorusunu soruyorsunuz.

Son demde Londra’daki Barbican gösteri sanatları merkezinde konser verdi. Orada söylerken sesindeki o yorgunluk belirtilerini alabiliyordunuz. Sesi sanki hareket alanını az çok yitirmiş gibiydi. Bunun bir sebebi de kevvâlî müziği konusunda cahil veya ilgisiz olan salon çalışanlarının seyirci aralarına sandalye atmasıydı. Sahnede veya sahne yakınında dans etmek isteyen seyirci, bu kısıtlılık yüzünden rahatsız oldu, aynı zamanda sahnedekileri de rahatsız etti. Nispeten rahat ortamlarda, şarkılar havalandıkça seyirci de kendinden geçiyor, hatta üstada para yağdırıyordu.

Nusret şarkı söylerken ellerini indirip kaldırıyor, böylelikle ritim tutuyor, bir yandan da havada gözle görülmeyen dans figürleri çiziyordu. Koroyla yarış içine giren Nusret, şarkıdaki ana ifadeleri duygu yüküyle birlikte aktarıyor, koroya öncülük ediyor, dinleyeni hipnoza sokacak tekrarlarla o sözleri yineliyor, şarkı, giderek dinleyeni kendinden geçiren kreşendolarla zirveye ulaşıyordu. İşte o noktadan sonra Nusret, artık ses çıkartan kişi olmaktan çıkıp bizatihi Ses’in kendisi oluyordu.

Batıdaki birçok dini müzik örnekleri ölüm kadar soğuk ve rahatsız edici gelebiliyor dinleyene. El çırpmalarıyla verilen ritmiyle ve tablanın yol açtığı girdapla Nusret’in müziği, hem kendisini hem de dinleyeni arşa çıkartıyor. Akkor gibi ateş fışkırıyor her yerinden. On üçüncü yüzyılda yaşamış mutasavvıf Mevlânâ’nın şu sözünü anımsatıyor:

“Ben ses değilim, şarkı söyleyen ateşim.
Duyduğun şey, yüreğindeki çıtırtı.”

Geoff Dyer
17 Ağustos 1997
Kaynak

31 Mart 2020

, ,

Pakistan’da Solun Koronavirüsle Mücadele Stratejisi


Krizin Yoğunlaşması

Kimsenin kayıtsız ve bitaraf kalamayacağı, insanlığın yüzleştiği en ağır krizlerinden birine tanıklık ediyoruz. Krizin yönetici sınıfın önceliklerine bağlı olarak ağırlaştığı açık. Bu sınıf, halkın refahı yerine bölgesel hâkimiyet hayalleri peşinde koşuyor. Tanklarımız, füzelerimiz hatta nükleer silâhımız bile var ama yatağımız, suni solunum cihazımız ve ilâcımız yok.

Devlet, tam da politik irade yoksunluğu ve yapısal zafiyetlerin birikmesi sonucu krizde. Toplumsal hayatın her bir kısmı, allak bullak ve darmaduman. Zira medeniyetimizin bekçisi olan devlet, en zor zamanlarda kifayetsiz ve zalim olduğunu ortaya koydu. Toplumumuz, olağanüstü koşullarda devletsizliği tecrübe ediyor. Bugün devlet yok, tüm asli işleri sağlık emekçileri yapıyor.

Herkes, bu tür kriz momentlerinde bir araya gelip politik farklılıklarımızı unutmamız gerektiğini söylüyor. Oysa mevcut sorun, esasen yıllardır yönetici elitlerimizin yaptıkları tercihlere bağlı olarak yaşanan hazırlıksızlık, kaynak yetersizliği ve altyapı düzleminde uygulanan ırk ayrımcılığı sebebiyle krize dönüştü. Yönetici sınıfın uyguladığı politikalar iflas etti, zira bunlar insanlığın bekasını riske attı.

Öte yandan hayatımızın en önemli kararlarını kriz zamanlarında alıyoruz. Ama kararlarımızın kapitalistlerin, ordudaki şahinlerin ve hesap sorulmayan teknokratların cepleri karşısında hiçbir anlam ve değer ifade etmiyor. Yöneticiler, ısrarla avamın kriz dönemlerinde siyasetten uzak durması gerektiğini söylüyor. Oysa geleceğimizi ilgilendiren önemli kararlar bu türden olağanüstü durumlarda alınıyorsa, o vakit bizim de krizi politik düzlemde ele almamız, siyasetle iştigal etme hakkımızı kimseye teslim etmememiz gerekiyor.

Koronavirüs politik açıdan nötr bir mesele değil, medeniyetimize yönelik en önemli tehditlerden biri olarak bu virüs salgını, küresel düzeni biçimlendiren toplumsal, ekonomik ve politik çelişkilerin yoğunlaşmış bir ifadesi olarak çıkıyor karşımıza. Dolayısıyla onu genelde düzgün işleyen sistemdeki bir sapma olarak görmememiz gerekiyor. İklim felaketinin varoluşumuzun genel dokusunu tehdit ettiği koşullarda bizi kapıda daha fazla sağlık krizi bekliyor. Bu krizlerden kaçış yok.

Bugünün değer ve uygulamalarından ayrı, herkesin paylaştığı değerler ve uygulamalar üzerine yeni bir dünya kurmamız gerekiyor. Temel gelir ve kamu hizmetlerinin ücretsiz olması gibi halkçı talepler önemli ama yetersiz, zira sistem bu talepleri karşılayacak bir yapıya sahip değil. Bu nedenle solun sistemi onun imkânsız gördüğü rasyonel taleplerle topa tutmayla yetinmemesi, ayrıca teoriye ve pratiğe yeniden yön vermek adına uzun soluklu bir strateji geliştirmesi gerekiyor. Solun ve sağın elindeki politik kurumlar, bugünün güçlüklerine cevap verecek düzeyde değil. Bu bağlamda eğer yüzleştiğimiz krizlerin aciliyeti karşısında ezilmek istemiyorsak, yeni bir sosyalizm pratiği ve dili geliştirmemiz şart.

Koronavirüs Krize Ait Bir Temsildir

Çin Kızıl Haçı’ndan bir doktorun dediği gibi: “bizim zamanı, tüm ekonomik faaliyeti durdurmamız gerekiyor.” Bu tuhaf açıklamanın doğru bir yanı var. Doktor, farkında olmadan, bizim bugünkü kapitalist tarzın akışını durdurmamız, bu akışın işçilerin sömürüsü, emtianın dolaşımı, sermayenin dizginsiz biçimde birikmesi ile dönen çarklarını kırmamız gerektiğini söylüyor. Başka bir ifadeyle, COVID-19’un yayılımını durdurmak istiyorsak, bizim üretim sürecini ve emtia dolaşımını durdurmamız şart.

Tüm bu yaşananlar kumdan kaleyi yıktı. Yanılsamalardan, kendini aldatma biçimlerinden ve safsatalardan oluşan dünya yıkıldı. Bir sürecin sonuna geldik. Emtia dolaşımı ile ilgili kriz kapıda. COVID-19, piyasa ekonomisinin saçma sapan olduğunu ortaya koydu.

Öncelikle tanık olduğumuz şeyin “resesyon” olmadığını net olarak görmeliyiz. Bu, bir “finansal kriz” değil. Koronavirüs salgını, ekonomik ve toplumsal hayata ait temel bileşenleri yerinden yurdundan etti. İmran Han hükümeti gibi meseleyi bu şekilde ele alıp olağan koşullarda yönetilebilecek bir şeymiş gibi görürsek ve sıcak havanın virüsü öldüreceği beklentisi içine girersek, devletin geliştirdiği modelin de gösterdiği üzere, yüz binlerce insan ölür. Bu ağır sonuçtan kaçınmak için olağan ekonomik ve toplumsal hayat kökten değiştirilmelidir. Peki daha önce Pakistan’da olağan ekonomik ve toplumsal hayat nasıldı?

Orta sınıf ve elitler için olağan hayat demek, güzel alışkanlıklar ve mutlu yaşamak için gerekli kaynakları kullanmak demekti. Öte yandan bu virüsten önce işçilerin hayatı tam bir kâbustu. Asgari ücret, sosyal güvenlik ve iş güvenliği resmi kayıtlı işçilerin temel talepleriyken gayriresmi, sözleşmeli işçiler her gün mücadele yürütmekte, fabrikada, atölyede veya eğitim kurumunda duyuru veya ikaz yapılmadan işten atılabilmekteydi.

Demek ki virüsten kurtulmak demek, olağan toplumsal ve ekonomik hayatı kökünden değiştirmek demek. Yani işçilerin kullanılıp atılan birer mal olarak görüldükleri kapitalist ekonomiyi değiştirmek zorundayız. Devletle işbirliği içerisinde olan kapitalistler fabrikaları, işletmeleri ve diğer üretim alanlarını yoksul işçilerin hayatını umursamaksızın kapatabileceklerini düşünüyorlar. Bununsa iki sonucu olacak.

İlk sonuç dâhilinde sosyal izolasyon ve mesafelenme üzerinden ekonominin büyük bir kısmı duracak, dolayısıyla halk sağlığı hiçbir şekilde umursanmayacak. Virüs salgını zirveye ulaşıp kriz son bulana dek toplumun virüsün yayılımının yavaşlayacağı gerekli uyku süresi devreye giremeyecek. İşçiler yeterli sağlık hizmeti, yemek desteği ve temel gelir alamazsa evlerinde kalma imkânı da bulamayacaklar. İnsanlar dışarı çıkıp iş bulmaya çalışacak ki bu da salgının süresini uzatacak. İşçilerin evde izolasyonda kalmaları için gerekli tüm kaynaklara sahip olması gibi bir durum söz konusu değilse herkesin belirsiz bir süre karantina alınması da mümkün değil. Çünkü bilindiği gibi, halk sağlığı bağlamında insanlara para verilmeli ki sosyal mesafeyi muhafaza edebilsinler, kendilerini güvenli bir biçimde izole etsinler ve çalışmaya hiç ihtiyaç duymasınlar.

Güvencesiz, sigortasız, geçici ve gündelik işlerde çalışan işçilerin, yarı zamanlı çalışanların önemli bir yer tuttuğu ekonomide herkesin sağlık hizmeti ve maddi yardım alabilmesi için servetin yeniden dağıtılması gerekir. Bu krizde asıl kaybedenler, işçiler ve işçi aileleri. Limelight, Generations ve Outfitters gibi giysi markaları işçilere ücret hatta ücretli izin bile vermeden onları işten çıkartıyor, bazı fabrikalarsa tüm işçilerin işine son veriyor.

O uzun ve daha önce görmediğimiz kriz böyle başladı. Artık temel gelir yardımını istemenin yanında kendi kendimize yardım etmemizi sağlayacak komiteler oluşturmalıyız. Çünkü önümüzdeki günlerde her şey daha da güçleşecek.

Devletin işçilere yardım etmemesinin veya edememesinin ikinci sonucu ise şudur: işçilere gıda, barınma, gelir ve sağlık imkânları sağlanmadığı takdirde işçiler sokağa dökülecek ve bu yönde talepler dile getireceklerdir. Çünkü devlet, ücretli izin ve yiyecek kartı verememekte, işçilerin sağlık imkânlarından yararlanmasını güvence altına alamamaktadır.

Eğer tüm işletmeler, fabrikalar ve işyerleri işçileri ücretsiz olarak izne ayırırsa veya işten atarsa kısa süre sonra Pakistanlı işçiler, “bu karantina altındaki yeni gerçeklikte bizim yerimiz nedir?” olarak özetlenebilecek o can alıcı soruyu soracaklar.

Koronavirüs krizinde hem sağlık hem de eğitim sistemindeki çöküşün hem ücret ve sosyal güvenlik yetersizliğinin hem de işçilerin insanlıktan çıkartılmasına dönük adımların ve rantiyeci, aşırı şişmiş devletin bir araya toplaştığı bir krizdir.

Bu ülkenin yoksulları karşısında zulmün kaleleri üzerine işçi grevleriyle, Peştun Tahafuz Hareketi ile, kadın hareketiyle, öğrenci hareketiyle ve köylü hareketiyle yürüyor. Bu kriz, sermayenin dolaşımındaki sınırlar sebebiyle işçilerin “neoliberal kapitalist toplumda ne tür insani ilişkilere yer var?” olarak özetlenebilecek temel soruya cevap vermek için mevcut yapıları olumsuzlamanın ötesine geçmesini sağlayacak. Tüm kapitalist ekonominin bu ikinci olumsuzlamasının (olumsuzlamanın olumsuzlanmasının) devrimci sonuçları olacak.

İyi Yönetişim mi İkili İktidar mı?

Birçok yorumcu, krizi ihmal edilecek kötü yönetişim olarak görüyor. Oysa mevcut rejimin yetersizliği, sadece ondaki kararsızlıktan kaynaklı olarak oluşan tehdidi büyüttü. Daha önce izah ettiğimiz üzere bu kriz, basit bir politikanın ürünü değil, devletimizin ve politik ekonominin genel yöneliminin bir sonucudur. Daha da önemlisi geri dönebileceğimiz bir olağan durum mevcut değildir. Zira devlet, krizde işçilere ödeme yapmayarak işçi sömürüsünü daha da hızlandırmaktadır.

Dolayısıyla makul herhangi bir yönetim modelinin yokluğunda bizim sermaye birikim mantığına ve devlete tabi olmayan başka varolma ve aidiyet biçimleri tahayyül etmeye başlamamız gerekmektedir. Bunun için de devleti aşan yeni dayanışma alanları oluşturmalıyız. Devletin terk ettiği işçi mahalleleri gibi yerlerde bakım konusunda ağlar meydana getirmeliyiz.

Peki bu dayanışma ne tür bir biçim alacak? Bilinçlendirme faaliyeti dâhilinde devletin olmadığı yerlerde yardım grupları ve gönüllü ekipler oluşturulmalı, işverenlerin attığı işçilerin sesine ses katılmalı, sağlık emekçileriyle toplum arasında gerekli olan koordinasyon sağlanmalıdır.

Bu tür faaliyetler, yoksullara acıma üzerine kurulu yardım çalışmalarına dönüşmemeli. Bu pratikler politik olarak ele alınmalı, kapitalizmin dayattığı sınırların ötesine uzanıp yeni bir dünya kurulmalı. Bizim amacımız, gücünü topluluklar içerisinde güven ve dayanışma duygusu oluşturmaktan ve topluma hizmet etmekten alan insan ve örgüt ağları oluşturmak olmalıdır.

Devlet aygıtının zayıfladığı koşullarda biz, ya toplumun askerîleştirilmesi ile mevcut toplumsal çürümenin kontrol altına alındığına ya da kurumsal temsil ötesine uzanan özerk işçi iktidarı kurmayı öngören strateji olarak ikili iktidar anlayışının öne çıkışına tanıklık edeceğiz.

Biliyoruz ki kriz bitince yönetici sınıflar, halkı krizin bedelini işsizlikle, yetersiz istihdamla, borçla ve artan fiyatlarla ödemeye mecbur edecek. Böylesi bir durumda mücadelenin ömrünü uzatmak için karşılıklı yardım ağlarını kullanan özörgütlenme ve direnme becerileri, halkın kendisini savunmasını sağlayacaklar.

İkili iktidar, insanî ihtiyaçların karşılanması noktasında üretimi ve dağıtımı yöneten ve mevcut toplumsal ilişkileri dönüştüren bir kopuş stratejisinin ana bileşenidir. Bu bağlamda işçi sınıfı, yaratıcı potansiyelini açığa çıkartacağı ağlar oluşturur ve işçilerin geliştirdiği yeni irade tüm topluma dayatılır. Bilhassa insanların işlerine geri döndüğü koşullarda bu işçi komiteleri sermaye birikimine sınır koymak için gereklidirler.

Yüksek siyaset elitler arasında kilitlenmiş bir pratiktir, dolayısıyla halkın karar alma organları önemli hâle gelir. Bunun nedeni, önümüzdeki aylar içerisinde seçim veya kitlesel hareketliliğin hayal bile edilemeyecek olmasıdır. Yüksek siyasetin hükmünü yitirdiği koşullara geleceğin toplumu için alternatif görüşler ve pratikler geliştirmeliyiz. Kurumsal çerçevelerin dışında, onlardan bağımsız varolabilen alternatif iktidar biçimleri için bir çekirdek oluşturmaya başlamalıyız.

Halk, kendisine dayatılan, tahammülü zor koşullara başkaldıracaktır. Zor zamanlarda yardımları sağlayacak merkezi güç olarak işçi komiteleri, kitlelere sisteme karşı mücadelede öncülük edecektir. İşçi sınıfının en sağlam unsurlarında vücut bulan sosyalizm pratiği, en iyi böylesi koşullarda gelişecektir.

“Tüm İktidar Halka”

Devletten bir şeyler isteme üzerine kurulu olağan siyaset tarzı artık işe yaramadığından Pakistan solu cesur fikirler geliştirmelidir. Yönetici sınıfının açgözlülüğünün, IMF kredilerinin, özelleştirmelerin, aşırı şişmiş devlet yapısının bu krizi çözemeyeceğini hepimiz biliyoruz. Bunların işçileri hiç umursamadıklarının da farkındayız. Hareketin fitili tam da bu krizin orta yerinde ateşlenmelidir. Devletin ve fabrika sahiplerinin kendilerini terk edeceklerini bilen işçilerin yanında olmak, bizim sorumluluğumuzdur. İşçi, halk ve yardım komiteleri işlerine şimdi başlamalıdır. Bu krizle mücadele konusunda zaten çok geç kaldık.

Bir yandan bu komiteler virüsün yayılmasına mani olmak için gerekli tedbirler konusunda halkı bilinçlendirmeli bir yandan da işçiler, üretim sürecinin kontrolü, gıda ve kaynak dağıtımının halk kontrolüne girmesi, sağlık ve tıbbi gereçlerin ayrıca hastanelerin halk tarafından kontrol edilmesi gibi konularda eğitilmelidirler.

Bilim insanları tıp uzmanları net mesajlar veriyorlar. Çinli doktorun da dediği gibi “bizim zamanı, tüm ekonomik faaliyeti durdurmamız gerekiyor.” Bu, tüm üretim sürecini dolayısıyla emtia dolaşım sürecini durdurmayı ifade ediyor. Böylesi bir adım sermayenin dünya genelinde yaşadığı krizde sıçramaya yol açacaktır. Sermaye üretiminin ve dolaşımının gerçekleşmediği koşullarda Pakistan gibi Güney’in yoksul ülkeleri çöküşün eşiğine gelecektir.

Bugünün en acil sloganı “tüm iktidar halka”dır. Bu küresel salgın koşullarında cesaretle, netlikle ve davaya bağlılıkla hareket edilmeli, alternatif bir iktidar örgütlenmelidir. Bu süreçte bir tıp emekçisi gibi kendimizi eğitmeli, işçilerle ve mahallelerle dayanışma ilişkisi kurmalı, yiyeceklerin ve temel araç gereçlerin envanterini çıkartacak, halk kliniklerini yönetecek, temel gereksinimlerin kontrollü biçimde teminini kontrol eden topluluklar ve işçiler için sistemler geliştirecek temsilciler seçilmelidir. Bu dönemde geçmişin zincirlerinden başka kaybedeceğimiz bir şey yok, kazanacağımız yeni bir dünya vardır!

Ammar Ali Can
Zahid Ali
26 Mart 2020
Kaynak

21 Ocak 2020

, ,

Lenin Allah’ın Huzurunda

Muhammed İkbal, “Lenin Allah’ın Huzurunda” isimli şiirinde, öldükten sonra dirilen Lenin’i Allah’ın huzuruna çıkartır. Dünyada iken sahip olduğu görüşler konusunda eleştirilerini dile getirdikten sonra Lenin, konuşmasının devamında geride bıraktığı dünyaya dair bir tarif sunar ve Allah’a dünyanın gidişatıyla ilgili bazı sorular sorar.

İkbal’in şiiri dört bölümden oluşmaktadır. İlk bölümde Lenin, hayatta iken yanlış yaptığını kabul eder, yanlışından bahseder ve ardından da o hatanın gerisindeki sebeplere dair eleştirisini dillendirir:

Tüm gök kubbe, altındaki ervah ile
Senin ayetindir.
O capcanlı hakikat ve hayat
Senin mevcudiyetindir.
Varolup olmadığına
Ben nasıl karar veririm?
Aklın ürettiği fikirler ki sürekli değişir.
Gökbilimciler yıldızlara bakar,
Biyologlar bitkileri inceler.
Ezeli tabiatın gerçekliğine dair
İkisi de bilgisizdir.
Baktım ki dine ait uydurulmuş masallar
Dediğim şeyler gerçekmiş.
Biz insanlar gece ve gündüzün
döngüsünde mahpusmuşuz.
Sensin zamanın yaratıcısı, cümle mahlûkatın efendisi.[1]

İkbal’ın aktardığı biçimiyle, Lenin’in dünyada iken yaptığı en büyük yanlış, Allah’ın varlığını görememiş olmasıdır. Ama artık bu yanlışının farkındadır çünkü o, gök kubbenin ve onun altındaki her şeyin yüzünün Allah’a dönük olduğunu bilmektedir, onlar Allah’ın ayetleridir. Şiirde açıktan ifade edilmese de diğer bir önemli husus da Lenin’in dünyada iken ölümden sonra hayatı bizatihi tecrübe edeceği hususunun üzerinde hiç durmamış olmasıdır.

Bu şiirden anladığımız kadarıyla Muhammed İkbal, Lenin’den oldukça farklı bir yolu yürümektedir. Lenin’in felsefesi tepeden tırnağa ateisttir, zira o, Marx’ın materyalist ateizmine bağlıdır ve bu felsefe, Tanrı’yı insanî ihtiyaçların bir yansıması ve mitlerin temel aldığı konuya dair idealler olarak görür.[2] Lenin’e Allah’ın varolduğunu söyletmek suretiyle İkbal, esasen Lenin’in sosyalizmini ateist dayanaklar temelinde, gerçeklik konusunda kafası karışık olduğu için eleştirir ve onun capcanlı hakikati ve hayatı redde tabi tuttuğunu söyler.

“İnsanın Tanrı’yı allak bullak olmuş ve yabancılaşmış hayatının bir yansıması olarak yarattığı dünya düzenini tersyüz eden” esasen din değildir[3] Bilâkis, İkbal’e göre bu suçu asıl, insanı Allah’a, nihai gerçekliğe yabancılaştıran ateizmi benimsemek suretiyle Lenin’in sosyalizmi işlemektedir. Şiirde Lenin bu suçunu ikrar etmektedir.

Hatasını yiğitçe kabul ettikten sonra Lenin, şiirin ikinci bölümünde, Allah’tan en zor soruyu sormak için izin ister:

İzninle Sana bir soru sormak isterim,
Bu soru ki tüm felsefecilerin cevaplayamadığı sorudur.
Bu sema altında yaşadığım süre boyunca
Bu soru beynimi kemirip durdu.
Önce kusura bakma:
Bazı sorular ruhu şahlandırır
O vakit sohbetin adabına uymaz insan.
Nerede bulacağız
Sana ibadet eden fanileri?
Onlar yeryüzünde yaşayan
Ölülerin arasında mıdır?
Doğu’da tapılan ilah, beyaz Avrupalıdır,
Batı’da tapılan ilahsa parlak bir metaldir.[4]

Bu soru, hem cüretkâr hem de çok basit bir sorudur. Dünyada yaşar iken Lenin, birçok insanın Tanrı’nın varolduğunu söylediğini işitmiştir. Bu konuda çok şey işitmiş olsa da Lenin, O’na gerçekten ibadet eden tek bir kişi bile görmemiştir. Doğu’da yaşayan insanlar için en yüce ideal, Beyaz Avrupalı’dır. Onlar, büyük bir hevesle kendi kültürlerini ve geleneklerini Batı kültürü lehine terk etmektedirler. Batı’daki insanlarsa parlak metallere tapmaktadır. İkbal’in diğer şiirlerinde olduğu gibi bu şiirinde de “parlak metal”in altın veya gümüş sikkeyi mi yoksa makineleri mi ifade ettiği sorusunun cevabını okura bırakmaktadır. Esasında dünyada tapılan ilahlar, Lenin’in hakkında çok şey işittiği Tek Tanrı’dan çok farklıdır. Yaşadığı süre boyunca ona elem veren ve ciddi bir kafa karışıklığına yol açan, esasen bu ilahlardır.

Dünyada tapılan ilâhlar, gerçekte modern Batı’dan ayrı ele alınamayacağından Lenin, şiirin üçüncü bölümünde, kendisinin geride bıraktığı Batı kültürünün farklı yönlerini tarif eder:

Batı’da fazla parlaklık, ilim ve zarafet var.
Bunlar karanlık hayatın karşısında neye yarar.
Mimari görkemi, itibarı ve verdiği hizmetle
Bankalar kiliseleri geride bırakır.
Ekonomik faaliyet dedikleri
Barbut atmaktan ibarettir.
Birinin çıkarı başkalarının ölümüdür.
Bu bilim, bu felsefe, bu araştırma ve siyaset
İnsanın kanını emer ama
Bir yandan da eşitlik vaaz eder.
Bu işsizlik, bu sefahat, bu sarhoşluk ve israf
Batı medeniyetinin eseri değil midir?
İlhamını maneviyattan almayan bir millet
O azametiyle buharın ve elektriğin sınırlarına tabidir.
Makinenin hâkimiyeti kalbin ölümü demektir,
İmal edilmiş aletler
İnsanda iyiliğe dair tüm duyguları boğar.[5]

Burada Lenin, geride bıraktığı dünyanın maddi koşullarını tarif etmektedir. Üzerinde durduğu dünyevi koşullar arasında en sorunlu olanlarının ekonomik koşullar olması, gayet doğaldır. Ama burada asıl konuşan, İkbal’in Lenin’idir, bu sebeple, öncelikle söze kulak vermek lazımdır. Örneğin Lenin’in ağzından konuşan İkbal, temelde finans kapitalizmini eleştirmektedir. Buradan, onun Lenin’in Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması (1999 [1917]) isimli kitabını okuduğu sonucunu çıkartabiliriz. Bu metinde Lenin, Batı kapitalizminin niteliğinin yirminci yüzyıla girerken değiştiğini ifade etmektedir. Ürettiği malları ihraç etme aşamasından sermaye ihracı aşamasına geçildiği, yurtdışında yapılan yatırımların korunması için askerî ve idarî bir yığın kaynağın tahsis edildiği üzerinde durulmaktadır.[6] Bu dönemde rekabetin yerini devlete hâkim olmada önemli bir rol üstlenen büyük bankalar eliyle tekelci yapılar almıştır. Bankalar, devlete baskı uygulayarak sömürgelerin sömürülmesi için adım atılmasını sağlamış, böylelikle güneydeki yoksul ülkelerde mamuller için pazarlar ve ucuz kaynakları güvence altına almak suretiyle kâr etme yoluna gidilmiştir.[7] Dolayısıyla İkbal’in Lenin aracılığıyla finans kapitalizmini eleştirmesi asla şaşırtıcı değildir. Burada İkbal, bu şiirinde Lenin’den farklı bir şey söylememektedir. Arada hiçbir fark yoktur.

İkbal, Lenin’in finans kapitalizmi eleştirisini alır, ama bu eleştiriyi İslam’a bağlılık temelinde dile getirir. İkbal, finansal çıkarlar sebebiyle milyonlarca insanın öldüğünden bahseder. Bu noktada mevcut finansal sisteme ait kurumsal yapıya Lenin’in çok fazla ağırlık vermediğini belirtmek gerekir. Lenin, daha çok tekelci sermayenin güçlendirilmesine ve kamu siyasetinin biçimlendirilmesine odaklanmaktadır. İkbal ise Kur’an’da faizin yasaklanması sebebiyle finans kapitalizminin bu yönüne odaklanır. Âlimler, faiz almanın kâfirlik olduğunu söylerler. Bu yaklaşım üzerinden faizcilere karşı Allah ve Peygamberi adına savaşılması gerektiği üzerinde durulur.[8] Dolayısıyla, İkbal’in kapitalizm eleştirisi, ekonomik ve materyalist eleştirinin ötesine geçer. Ondaki eleştiri, dinî-ahlâkî bir eleştiridir ve temelde tevhid geleneğine dayanır.

İkbal’in eleştirisindeki dinî ve ahlâkî boyut önemlidir. Bu önem, şiirin bu kısmının son iki dizesinde aktarılmaktadır. Söz konusu dizelerde insanlığa ait kültürün sanayileşmesi ve mekanikleşmesi eleştirilir. Burada İkbal, Lenin’in komünist ütopya için gerekli ürünleri elde etmede teknolojiye biçtiği olumlu rol üzerinde duran materyalist görüşlerinden kopar. Scott’ın da ifade ettiği biçimiyle, Lenin’in Taylorizmin ilkeleri temelinde işleyen fabrikalarla bir sorunu yoktur ve esasen Taylorizmi savunmaktadır.[9] Şiire bakıldığında, tek mesele tekelci kapitalizm değil, endüstriyel teknolojisiyle birlikte, kapitalizmin tüm o karmaşık yapısıdır.

Adas’ın da ifade ettiği biçimiyle, insanların daha önce tanık olmadığı hızda ürünler üreten ve büyülü bir şeymiş gibi görünen Batı’ya ait teknolojiler, emperyalizm tarafından Batı’nın aklının ve bilgisinin üstünlüğünün ve güneydeki bilgi anlayışlarının geri kalmışlığının bir ispatı olarak görülmektedir.[10] Batı’da bu türden makineleri yapabilme becerisi, ilerleme ve medeniyet olarak takdim edilmektedir. Batı’nın bu türden becerileriyle medeniyet ve ilerleme düzleminde sivrildiği üzerinde durulmaktadır. Bu noktada Michael Adas kitabında, bu mekanistik-materyalist Batı ideolojisini izah etmek için “insanlığın ölçüsü olarak makineler” ifadesine başvurmaktadır.

Makineleri ve endüstriyel teknolojiyi eleştirmek suretiyle İkbal, bu özel emperyalist ideolojiye karşı direnmek gerektiğini söyler. Makineleri “kalbin ölümü” olarak tarif eden İkbal, okurlarına (öncelikle Hindistan’da ve başka yerlerde yaşayan sömürge Müslümanlarına) makineleri değil, kalbi önemli gören Kur’anî öğretileri anımsatır.[11]

Tasavvuf geleneğinde görüldüğü biçimiyle, ayetler, geleneksel İslam’ın öğretildiği temel kanaldır. Bu öğretilerde kalp, basit mânâda maddi/fizikî bir organ değil, ayrıca ahlakî bilincin ve manevî farkındalığın merkezidir.[12] Sufilere göre kalbin ölümü, onun fizikî ölümünü değil, manevî ölümünü ifade eder. Sonuçta bu öğretilerde asıl mesele, kalbi açgözlülük gibi ahlakî ve manevi kirlerden azade kılmaktır.[13] İnsanın tartılacağı ölçütü temin eden, fizik ve madde ötesi olan kalptir. Bu anlayışa göre insanları birbirinden ayıran şey cinsiyet, ırk veya sınıf değil, kalbin ahlakî ve manevi açıdan içinde bulunduğu durum, yani Takva’dır (Takva, dindarlık veya Allah bilinci olarak tercüme edilir).[14]

Şiirin son kısmında Lenin, dünyadan ayrıldığında değişim rüzgârlarını hissetmeye başladığından söz eder:

Nihayet yaklaşan değişim rüzgârı değdi tenime,
Allah’ın iradesi şeytanî planlarını bozguna uğratacak.
Meyhanenin temelleri sarsılmaya başladı bile.
Batının seçkinleri endişeli, kara kara düşünüyorlar.
O nur, yüzlerini kızartıyor bir bir.
Bu kızarıklık ya sürdükleri aldan,
Ya da içtikleri meyden.
Sen Efendimizsin,
Adaletin gösterir kendisini her demden.
Çile yüklü emekçinin her bir saati.
Soruyor, ne vakit yıkılacak sermayenin düzeni?
Allahım, cümle âlem senin hükmünü bekliyor.[15]

Şiir, Lenin’in daha önce sorduğu soru kadar zor bir soruyla sona eriyor. O, gerçeklikle sahada yaşanan belirli olgular arasında çelişkinin bulunduğundan söz ediyor. Gerçek, Allah’ın hem efendi hem de âdil olması. Sahadaki olgu ise sermayenin düzeni. İnsanları yoksullaştıran, onlara ızdırap çektiren ve zulmeden o.

Beyaz Avrupalı’nın Doğu’nun ilahı, parlak metalin ise Batı’nın ilahı olması, Allah’ın gerçekliğinin görülmemesine, tanınmamasına neden oluyor, kitlelerin çektiği çile, Allah’ın gücünü ve adaletini sorgulanır kılıyor. Şiir sonunda, sahadaki olgular değişmezse Allah’ın gerçekliğinin (en iyi hâliyle) karanlıkta kalacağını ve görülmeyeceğini söylüyor.

Ferzad Rafi Han
Basit Bilal Koşul

2011
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Iqbal, Muhammad (2001). Kulliyat-e-Iqbal—Urdu. Karaçi: Fazli Sons. s. 532.

[2] Bell, Emma (2008) “Towards a Critical Spirituality of Organization”, Culture and Organization 14(3): s. 293–307.

[3] Bell, Emma (2008), a.g.e., s. 296.

[4] Iqbal, Muhammad (2001), a.g.e., s. 532–533.

[5] Iqbal, Muhammad (2001), a.g.e., s. 533–534.

[6] Harding, Neil (1998) “V.I. Lenin”. Yayına Hz.: R. Benewick ve P. Green, The Routledge Dictionary of Twentieth-Century Political Thinkers içinde, s. xv, Londra; New York, NY: Routledge.

[7] Fuchs, Christian (2010) “Critical Globalization Studies and the New Imperialism”, Critical Sociology 36(6): s. 839–67.

[8] El Diwany, Tarek (2003) The Problem with Interest. Londra: Kreatoc Ltd.

[9] Scott, James C. (1998) Seeing Like a State. New Haven, CT: Yale University Press.

[10] Adas, Michael (1990) Machines as the Measure of Men: Science, Technology, and Ideologies of Western Dominance: Ithaca, NY: Cornell University Press.

[11] Yusuf, Hamza (2004) Purification of the Heart: Signs, Symptoms and Cures of the Spiritual Diseases of the Heart. Şikago, IL: Starlatch Press.

[12] Al-Ghazali, Abu Hamid Muhammad (2005) Al-Ghazali’s Letter to a Disciple (Çeviri: T. Mayer.). Cambridge: Islamic Texts Society.

[13] Yusuf, Hamza (2004), a.g.e.

[14] Al-Ghazali, Abu Hamid Muhammad (2005), a.g.e.

[15] Iqbal, Muhammad (2001), a.g.e., s. 534.

11 Mart 2018

, ,

Bir Sufi Komünist

Soğuk bir sabahtı ve o Süper Otoban denilen, Hayderabad’a uzanan yol, trafik sıkışıklığı yüzünden kesilmişti. Trafiğin açılmasını sabırla beklerken, aklıma seksenlerin dünyası geldi. Her şeyin çok farklı göründüğü o iki kutuplu dünyada bloklar net bir biçimde ayrışmıştı: komünist/sosyalist ve kapitalist. Üstelik neoliberalizm ve özelleştirme türünden kavramlar, henüz dünya siyasetine damgasını vurmamışlardı.

Kapitalist kampta yer alan Pakistan’da komünizm büyük bir tehlike olarak görülüyordu ve ülkede Pakistan Komünist Partisi (PKP) yasaklıydı. Bu cinnet hâlinin zirveye ulaştığı günlerde kendisine komplo kurulan Cem Saki’nin davası görüldü. General Ziya ül Hak’ın tesis ettiği rejimin 1980’de açtığı bu dava, tüm ülkenin dikkatini çekmişti.

Cem Saki [31 Ekim 1944 – 5 Mart 2018] o günlerde PKP genel sekreteriydi ve mücadelenin meşalesini her daim taşımasını bilmiş bir isimdi. Onunla birlikte anılması gereken başka parti üyeleri de vardı. Profesör Cemal Nakvi, Nazır Abbasi, Şabir Şer, Süheyl Sengi, Kemal Varsi, Ömer Lal ve Bedar Abro da “ülkenin istikrarını bozma” suçuyla yargılandı. Nazır Abbasi tutuklandıktan kısa bir süre sonra gördüğü işkenceler yüzünden öldü. Askeri mahkemenin on yıl hapse mahkûm ettiği Saki ise o dönemde Pakistan’da en uzun süre hapis yatan politik tutsak kabul ediliyordu. O, dava sonrası efsanevî bir isim hâline geldi. Öyleki Benazir Butto, Vali Han, Guz Buks Bizencu, Mayrec Muhammed Han, Fatihyab Ali Han ve Müslüman Âlimler Cemaati genel sekreteri Mevlânâ Şah Muhammed Emruzi, ayrıca kimi gazeteciler ve kadın hakları savunucuları, Cem Saki’yi desteklerini sunmak amacıyla mahkemeye gelmişlerdi.

Yol açan eylemlilik sürecini tarif etmeyi bilmiş, Pakistan’ın simgesel değere sahip solcularından biri olan Cem Saki, uzun süredir çilesini çektiği hastalık sebebiyle, 5 Mart’ta vefat etti.

1984’te beraat etmesine rağmen babasının meclise gönderdiği dilekçe üzerine Aralık 1986’ya dek serbest bırakılmayan Saki, Uluslararası Af Örgütü ve Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu tarafından “görüşlerinden dolayı hapis yatan bir mahkûm” olarak kabul edildi ve serbest bırakılması için tüm dünyada medya aracılığıyla ciddi bir çalışma yürütüldü.

Politik faaliyetlerinin sona erdiği güne dek toplum nezdinde sahip olduğu ilgiyi hiç kaybetmeyen Cem Saki için Karaçi’den Peşaver’e dek birçok üniversitede şu tür sloganlar atıldı: “Tera Sati, Mera Sati, Cem Saki, Cem Saki” [Senin Dostun, Benim Dostum, Cem Saki, Cem Saki].

O dönemi anımsamamın, aklıma getirmemin bir sebebi vardı. O gün Hayderabad’da Saki’yle buluşmaya gidiyordum. Ara sıra sağlığı bozulan Saki’yle röportajın ilk kısmını o mütevazı evinde gerçekleştirmiştik. Hassas sağlık durumu sebebiyle röportaj birkaç güne yayılmak zorunda kalmıştı. Hastaneye yatmak için şehre geldikten birkaç hafta sonra Karaçi’de bir kez daha bir araya geldim onunla. 5 Mart’ta bu yazı baskıya hazırlanırken onun vefat haberi geldi.

Cem Saki’yi karşılamaya gelen öğrenciler sloganlar atıyorlar.
Cem Saki’nin kişisel albümünden.

Onunla birlikte ideolojik siyasetin bir dönemi de sona erdi.

Politik Söylemin Oluşumunda Oynadığı Rol

Hayderabad’daki evinde fonda hareketli bir sufi şarkısı, rahatsızlığına aldırış etmeden, hafızasındaki kimi sorunlara karşın aklına gelenleri anlattı.

Yatalak hâline bakınca, bu kırgın görünen adamın devletin kudretine kafa tuttuğunu, sıkıyönetim koşullarında uygulanan baskılara göğüs gerdiğini, kendisini alelacele, ne pahasına olursa olsun tutuklayan sivil rejime meydan okuduğunu getiriyorum aklıma. Hafızamda askerî mahkemedeki o ünlü görüntüsü çakılı. Genç Benazir, onun lehine tanıklık etmek için gelmiş, Saki’nin yanında duruyor. Demir kelepçesi omuzdan aşağı şal gibi iniyor. Ağır işkencelere maruz kalan Saki’nin bugünkü rahatsızlıklarının en önemli sebebi, o günlerde çektiği çile. Sonra da yeni kuşağın demokrasinin tesisine ve diğer temel insan haklarının tatbikine ciddi katkılarda bulunmuş olan bu insanı hiç tanımıyor oluşunu düşünüp durdum.

Politik mücadelesi, o zor ve tehlikelerle dolu hayatı üzerinden Saki’ye ülkede politik söyleme yaptığı en önemli katkının ne olduğunu sordum.


Cem Saki’nin ihanetle suçlandığı davada ona destek vermek için
Benazir Butto da mahkeme salonuna gelmişti.

O uzun sessizliğin ardından şu cevabı verdi:

“Galiba en önemli katkım, sömürü düzenini ortadan kaldırmak için verdiğim mücadele ve kadınlar, işçiler, köylüler ve azınlıklar gibi ezilen grupların sömürülmesine ve zulme karşı yükselttiğim sestir. Pakistan’ın gerçek mânâda federal bir devlet hâline getirilmesini ısrarla talep ettim ve küçük eyaletlere eşit haklar verilmesini istedim. Ayrıca Doğu Pakistan’da [Bangladeş’te] ordunun yaptıklarını yüksek sesle kınayan az sayıda Batı Pakistanlıdan biriydim. Feodalizmin ve kabileciliğin son bulmasını, kamu arazilerinin köylülere dağıtılmasını ve toprak reformunun yapılmasını talep ettim.

Bunun dışında Amerika’nın ülkedeki nüfuzuna ve içişlerine karışmasına açıktan karşı çıktım. Tüm ilerici güçleri birleştirmek için çalıştım, Sintli yazarların örgütü Sint Edebi Sangat gibi yazın emekçileri örgütleriyle, kadın örgütleriyle, sendikalarla, Sintli köylülerin haklarını savunmak için kurulmuş olan Hari Komitesi ile çalışmalar yürüttüm. Tüm bu çalışmalarımda insanların bilinçlendirilmesine ve onların politik bir bilinç edinmelerine katkı sundum.”

Kitleleri politik açıdan bilinçlendirmek, doğası gereği, başarılı olan isimleri zamanla ıskartaya çıkartıyor sanki.

Hayatının İlk Dönemi ve Politik Faaliyetleri

Eski komünist partili lider, ülkenin en yoksul bölgelerinden biri olan Sint’in Tarparkar bölgesinde bulunan Çakro yakınlarındaki bir köyde doğdu. Babası ilkokul öğretmeni ve sosyal hizmet uzmanı idi. Saki’nin dediğine göre, babası yetişmesinde önemli bir rol oynamıştı. 1962’de Hayderabad’daki Kalimori Devlet Üniversitesi’ne girmesiyle politik eylemlerle geçecek o uzun kariyeri de başlamış oldu.

“İlk yürüttüğüm politik kampanya eğitim sorunları ile alakalıydı. Öğrenciler arasında hayli popüler olan bir konuya eğilerek, sistemin geliştirilmesine yönelik bir yığın talepte bulunduk. 1964’te şehirdeki öğrencileri örgütlemek için, benim gibi düşünen arkadaşlarla birlikte, Hayderabad Öğrenci Federasyonu’nu kurdum.”

1966’da Saki Komünist Parti’ye girdi ve solcu Ulusal Halk Partisi (UHP) içinde çalışmaya başladı. Ayrıca sendikaları ve köylüleri örgütleme çalışmalarına katılan Saki, Sint Hari Komitesi’yle birlikte çalışmalar yürüttü. 4 Mart 1967’de Sint Üniversitesi öğrencileri atanan yeni rektörü protesto etmek için yürüyüş gerçekleştirdi. Polis, öğrencilere sert bir biçimde müdahale etti. Fakat Saki ve arkadaşları, bu olayı ilerleyen süreçte kentte uzun süre etkili olacak bir politik hareketin oluşması için kullanmayı bildi.

“Birçok şehirde farklı öğrenci örgütleri bulunmaktaydı. Biz, bunları 3 Kasım 1968’de Sint Ulusal Öğrenci Federasyonu adı altında birleştirdik. Komünist parti dâhil tüm ilerici politik güçler, Eyüp rejiminin uyguladığı diktatöryel politikalara karşı çıkıyor, başbakan Muhammed Ali Buğra’nın yürürlüğe soktuğu, tüm ülkede bölgelerarası ayrımları ortadan kaldıran Vatanın Bütünlüğü programının yürürlükten kaldırılmasını, ayrıca seçimlerin özgür ve adil bir biçimde yapılmasını talep ediyorlardı. Sint Ulusal Öğrenci Federasyonu, o süreçte söz konusu harekete ciddi bir zindelik ve hız kazandırdı.”

Öğrenci lideri ve politik eylemci olarak Saki, altmışlarda birkaç kez hapse atıldı. Politik bağlılığına son vermek ve politik etkisini kırmak için kendisine iş ve burs teklifi yapıldı ama o, bağlılığını sebatla sürdürdü ve bu türden teklifleri elinin tersiyle itti.

1969’da diğer yoldaşlarının katkısıyla Saki, Sakrand’da Hari (Köylü) Konferansı’nı tertipledi. Tarihî öneme sahip olan bu konferansta toprak reformu talebi dillendirildi. Saki, o konferansta Komünist Parti’nin köylü cephesi olan Hari Komitesi’ne katılacağını söyledi. Saki eğitimini tamamladıktan sonra parti, kusursuz bir örgütçü olan, komitenin kurucusu Hayder Bahş Catuyi’nin vefatı ardından Hari Komitesi’nin başına geçmesini istedi.

Cem Saki eşi Ahtar Sultana ile birlikte. Tahir Cemal/ White Star

Önemli bir dönem noktasını teşkil eden 1970 seçimlerinde Saki, Tar’da aday oldu ama yeterli kaynağın bulunmaması sebebiyle, bölgenin önde gelen isimlerinden olan bir feodal ağaya yenildi. Saki o günleri şöyle anlatıyor:

“Doğu Pakistan’daki hükümetin tüm politikaları ve eylemleri ülkeyi büyük bir kargaşanın içine sokmuş, Pakistan, uluslar nezdinde giderek itibarsızlaşmıştı. O günlerde askerin yaptıklarına karşı sözler sarf ettim ve birçok miting örgütleyip ajitasyon faaliyeti yürüttüm. Gıyabımda askerî mahkeme tarafından bir yıl hapse mahkûm edildim. Devletle ve ona bağlı kurumlarla doğrudan karşı karşıya geldim. Butto’nun iktidarda olduğu yılları yeraltında geçirdim, polisle ve istihbaratla saklambaç oynayıp durdum.”

Saklanmasına karşın Saki, politik faaliyetlerini sürdürdü, bir dizi politik harekete ve kampanyaya iştirak etti ve düzenli çıkan dergi ve gazetelerde çalıştı.

Yeraltından Notlar

Saki, o döneme ait hikâyeleri hâlen daha anımsanıyor ve yaşadıklarını büyük bir coşku ve muhabbetle aktarıyor. Örneğin bana anlattığı kadarıyla, bir seferinde Tando Cem’e molla kılığında gitmiş. Otobüste yerini yaşlı ve hasta bir Hintliye vermiş. “Nazır Abbasi, otobüste bir istihbaratçı olsaydı, sırf bu hareketimden ötürü beni tanıyabileceğini söylemişti.”

Bir pansiyonda kalırken Saki, iki subayın sohbetine kulak misafiri oldu. Biri diğerine “Cem Saki’nin hain olduğu ispatlandı, daha iyi hayat koşulları için Hindistan’a kaçmış.” Saki, kimliğini deşifre etmeden, sohbete dâhil oldu ve adamlara ellerinde iddialarını ispatlayacak bir delil olup olmadığını sordu. Adamlar da bunu Tüm Hindistan Radyosu’nda dinledikleri bir konuşmadan işittiklerini söylediler.

“Ben de onlara, bir seferinde Cem Saki’yle bir araya geldiğini ve kendisinde dönek bir insan izlenimi bıraktığını söyledim.”

Gözlerinde beliren pırıltı, elli yılın ardından tüm o hatıraların hâlâ capcanlı olduğunu ortaya koyuyordu.

Butto Dönemi

Butto iktidara geldiğinde, bir yıllık hapis cezasını çeken Saki açık alana çıktı. Ulusal Halk Partisi’ne girdi ve sekreteri oldu. Butto, Belucistan’daki Mengal hükümetini lağv edip UHP’yi yasaklayınca, yeniden yeraltına çekildi. O günlerde yasak üzerine şunu söylüyordu:

“Neye bağlı olduğumu anlayın artık. Beş bin yıldır Sintli, bin yıldır Müslümanım ve sadece otuz yıldır Pakistanlıyım.”

Baskıcı Sıkıyönetim

1977’de General Ziya’nın askerî hükümetinin kurulması ile yeni bir baskı dönemi de başlamış oldu. Ordu, Saki’yi tutuklamaya ve komünist partinin etkisini sonsuza dek ortadan kaldırmaya kararlıydı. Aralık 1978’de askerler Saki’yi Hayderabad’da tutukladılar. Fakat süreç içerisinde mahkemeye sunduğu, Urduca Zamir ke Kaidi [“Siyasi Suçu”], Sintçe Ahir Fatih Avam ci Tindi [“Zafer Eninde Sonunda Halkın Olacaktır”] adıyla yayınlanan iki savunma, halk arasında yoğun bir ilgiye mazhar oldu.

Azınlık-Çoğunluk Ayrışması

PKP, seksenlerin sonunda iki hizbe bölündü. Azınlık-çoğunluk olarak yaşanan bu ayrışmada Saki çoğunluk kanadında kaldı ve azınlığın partiyi dönüştürme taleplerine karşı koydu. Fikir ayrılıklarının yaşandığı bu süreç boyunca Saki saldırılara uğradı ve milliyetler meselesi konusunda net fikirler ortaya koymamakla, ayrıca entelektüel derinlikten yoksun olmakla suçlandı.

İlginç biçimde Saki, bu ayrışma konusundaki fikirlerini hiç çekinmeden, açık sözlülükle dile getiriyor:

“Devletin uyguladığı baskılar ve sık sık gündeme gelen sıkıyönetim uygulamaları, PKP’nin açık çalışma yürütmesine izin vermedi. 1988 sonrasında ise partinin açık çalışma yürütmesine izin verilince farklılıklar açığa çıktı. Bu dönem, büyük kalkışmaların ve teknolojik değişimin yaşandığı bir dönemdi. Tüm kapitalist sistem ve üretim faktörleri değişmekteydi. Bir yol ayrımına gelmiştik ve yaşanan değişimi anlayamıyorduk. Sovyetler Birliği’nde bile mevcut kusurlarla ve giderek artan hoşnutsuzluklarla başa çıkabilmek için Gorbaçev Glasnost ve Perestroyka politikalarını yürürlüğe sokmuştu.

Sovyetler’de bulunmuş, uluslararası arenada arz-ı endam etmiş azınlık üyeleri, bu gerçeklerin farkında olan orta düzey parti üyeleriydiler. Bunun dışında Sovyetler’e gitmiş olan parti emekçileri ve liderler, ülkeye hayal kırıklığı ve karamsar bir ruh hâliyle geri döndüler, zira orası bir refah devletinden çok güvenlik devletine benziyordu. Velhasıl ben, bu gerçekleri ancak 1991’de Sovyetler’e gittikten sonra idrak edebildim. Mevcut konumumu yeniden gözden geçirdim. Fakat diğer parti üyeleri, yaşananları kabul etmeye hazır değillerdi. Dolayısıyla 1991’de düzenlenen dördüncü kongrede genel sekreterlik görevimden istifa edip, sol komünist siyasetten temelli el etek çektim.”

Fakat süreçte Saki, bu tavrı yüzünden suçlandı ve onun partideki ayrışmadan sorumlu olan kişi olduğu iddia edildi. 2009’da Lal Han’ın başını çektiği Sosyalist Devrim (Uluslararası Marksist Eğilim) örgütünde kısa bir süre çalışan Saki, aktif sosyalist siyasete bir daha geri dönmedi.

Demokratik Hareket’in Kuruluşu

Saki 1991’de Cumhuri Tehrik’i (Demokratik Hareket) kuran isimdi.

“O dönem Sint eyaletine büyük bir kargaşa hâkimdi. Köylere hırsızlık çeteleri, kentlereyse etnik ayrışma hâkimdi. Toplumda barışın ve dayanışma ilişkilerinin tesisi için çalıştım. Bu amaçla Sint-Pencap sınırındaki son durak olan Kamu Şahid’den Karaçi’ye uzanacak bir yürüyüş tertipledim. Başarıya ulaşan bu yürüyüş, halkı tek bir platformda bir araya getirdi.”

Bu olayı anlatırken gözlerinden gurur okunuyordu.

Cem Saki Hayderabad’daki evinde, son günlerinde. Tahir Cemal/White Star

Pakistan Halk Partisi Hükümetinde Danışman

1993’te beyninde yaşanan iç kanama yüzünden hastaneye kaldırıldı. Sint’teki Pakistan Halk Partisi yöneticileri, onu tedavi için Londra’ya gönderdiler. İyileştikten sonra ülkesine dönen Saki, PHP’ye girdi ve Benazir Butto’nun ricası üzerine Sint yönetiminde danışman olarak görev aldı. İşçi bürosunda çalışmaya başladı. “Toplumun en çok ezilen kesimlerinin koşullarını iyileştirmek için bir dizi komite kurup sayısız konferans tertipleyen” Saki’nin omuz verdiği komiteler, PHP hükümetinin 1996’da yıkılması ardından, faaliyetlerini durdurdular.

Ardından Saki, Pakistan İnsan Hakları Komisyonu’na girdi. Kendi ifadesiyle, bu çalışma “kendisini epey tatmin ve memnun eden bir pratikti.”

Tasavvufla Bağı

Son yıllarında Saki, tasavvufa daha sıkı sıkıya bağlandı. Ona göre, tasavvuf kendisine güç ve teselli vermekteydi. Bir keresinde tasavvufa bağlanmasının diyalektik materyalizme ve Marksizme olan inancıyla çelişip çelişmediğini sorduğumda, bana şu cevabı vermişti:

“Kanaatime göre, tasavvuf her türden dinin ötesindedir ve sufiler her dinde vardırlar. Bu insanlar, hümanizmi vaaz etmektedirler ve komünizmden önce sınıf mücadelesi vermiş kişilerdir.”

Ona göre, komünizm tasavvufun devamıdır. Her ikisi de sıradan insanların hakları için mücadele edilmesini istemektedir.

“Baba Buli Şah, Baba Ferid Ganj Şakar, Ganj Şakar, Şah Abdüllatif Bittayi, Sahal Sermest, Hazret-i Nizamuddin Aliye gibi sufi şairler, evrensel aşkı ve insanlığı vaaz etmişlerdir.”

Aile Hayatı

Saki’nin böylesi bir teselliye ihtiyaç duymasının bir sebebi de onun çok fazla trajediye tanıklık etmiş olmasıydı. 1972’de kuzeni Suhan ile evlendi. İki çocuğu oldu.

“Eşim parti emekçisiydi fakat sürekli benim güvende olup olmadığımı endişe edip duruyordu. İstihbarat mensupları ona beni tutukladıklarında öldüreceklerini söylüyorlardı. Tutuklandığımı duyunca Suhan kuyuya atlayıp iki evladımızı öksüz bıraktı.”

Saki’nin anlattığı kadarıyla, eşinin ölüm haberini çok sonra aldı. O sırada hücre hapsindeydi ve haber üzerine harap oldu. Eşiyle ilgili şu sözü büyük bir kederle dile getirmekteydi: “Suhan, rejimin ve kurumlarının gücüne fazla önem veriyor, kitlelerin gücünü hiç anlamıyordu.”

Sonrasında Saki, 1987’de dostları arasında İndara olarak bilinen Ahtar Sultana ile evlendi. İkisi kız ikisi oğlan, dört çocukları olan çift, ayrıca bir de bir kızı evlat edindi. Eşi, kızları ve gelinleri eğitimli emekçi kadınlardı.

Son Söz

Fırtınalı günlere ve dönemlere tanıklık etmiş bir ömrün hikâyesini dinledikten sonra, evden ayrılmaya hazırlanırken, Saki’ye kişisel hayatı ve politik hayatı konusunda herhangi bir pişmanlığının olup olmadığını sordum.

Uzun süre konuşmadı. Sonra Faiz Ahmed Faiz’in bir dizesiyle başladı sözlerine:

Har daag hayi is dil mein be-cuz daag-i-nedamet [‘Kalbimde yığınla leke, bir tek pişmanlık lekesi yok içlerinde’]. Kişisel düzeyde hayatımda hiçbir şeyden pişmanlık duymadım. Politik düzeyde ise partiden ayrılınca en yakın dostlarımı ve yoldaşlarımı kaybettiğim için pişmanlık duydum. Onlar ki uzun süre birlikte çalıştığım, ortak bir rüyayı, adil toplum rüyasını paylaştığımız insanlardı.”

Münize İnam
11 Mart 2018
Kaynak