Kovid etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kovid etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

07 Ekim 2023

,

Antisosyal Sosyalizm Kulübü


Günel Filedelfiya’daki Büyük Yeşa Balo Salonu’nun önünde 400’ü aşkın insan toplandı. Birbirlerini itip kakan bu insanlar, önceden planlanmış bir toplantıya katılmak istiyorlardı. Polis, biraz uzakta durmuş, kitleyi izliyordu. İtiş kakışın ardından, küçük çocukların aileleri geri çekildi. Bu şekilde olmaması gereken bu etkinlik, çocuk bakımı ile ilgiliydi ve katılanlara yiyecek dağıtılacaktı.

“Çimenliği kurtarın!” diye bağıran göstericiler güvenliği sıkıştırdı. İçlerinden biri kapıdaki bekçiyi gösterip, “adam saatte 11 dolar kazanıyor” diye bağırdı. “İçeri girmemize mani olamaz!” diye ekledi.

Bu coşkulu kitle, haklı bir dava için orada olduğunu düşünüyordu. Asıl amaçları ise polis zulmünü, kitlelere sıkılan kurşunları, okullara aktarılan paralardaki kesintileri, su faturalarındaki artışı ya da başka toplumsal sorunları protesto etmek değildi.

Kitle, şehirlerindeki parklara futbol ve beysbol sahaları yapılmasına karşı çıkıyordu.

Pandemi döneminde park ve bahçeler müdürlüğü, insanlar kapanmalar dâhilinde biraz soluk alsınlar diye FDR Parkı’nda uzun süre ihmal edilmiş olan golf sahasını halka açtı. Çimler, aşırı derecede uzamış olduğu için orada köpeklerini gezdiren, piknik ve yürüyüş yapan, evden çalışan profesyoneller, burayı “Çimenlik” olarak adlandırmışlardı.

Pandemi döneminde getirilmiş olan kısıtlamalar kaldırılınca, belediye, uzun zamandır beklemede olan yeniden geliştirme planlarını yeniden devreye soktu. Park planında gelişkin oyun sahaları bulunuyordu. Bu sahalar, her hafta maç yapmak için binlerce sporcunun tozlu, çimsiz, taşlı arazide toplandığı bir mahallede inşa edilecekti. Genç sporcuların kurduğu kulüpler, uygun saha bulmak için oyuncularını kırk beş dakikalık bir mesafeye götürmek zorunda kalıyorlardı. Yeni spor kompleksi, bu oyuncuların derdine deva olacaktı. Ne var ki bu yeni sahalar, Çimenlik’in bir kısmına inşa edilmek zorundaydı.

Yeni sahaların inşa edileceği alanı kurtarma talebini bizzat ilerici hareket dillendirdi. Proje konusunda sayısız dedikodu yapıldı. Örneğin, FIFA’nın 2026’daki Dünya Kupası için alanın temizlenmesini istediği söylendi.

Şehirdeki Amerikalı Demokratik Sosyalistler türünden ilerici örgütler, eyaletin solcu senatörü ve gene eyaletin temsilciler meclisindeki ilerici üyesi, yeni yapılacak sahaların çevre, halk sağlığı, hatta fiziki güvenlik için yarattığı büyük tehlikeye işaret etti.

Gezip dolaşmaya dair tercihleriyle ve yalnızlaşma arzularıyla toplumsal davayı birbirine karıştıran eylemciler, kapsamlı bir kampanya yürüttüler. “FDR Parkı’ndan Elinizi Çekin!” yazılı dövizler taşıdılar. Yağmur ormanlarında yol açan buldozerlerin resimlerini kullandılar.

Ortada gayet şaşırtıcı bir manzara vardı. Gerçek plan, parkın yıkılmasını içermiyordu. Yeni spor sahalarına ek olarak, yaklaşık 12 hektarlık bataklığın kurutulması, onlarca yeni doğal patikanın açılması ve parkın ekosisteminin gelecek nesil için muhafaza edilmesi öngörülüyordu. Yeni geliştirilecek parkta sporcular ve doğaseverler için birçok alan oluşturulacaktı.

Ama plana karşı çıkanlar, bu tür gerçeklerle hiç ilgilenmiyorlardı. Onlar, derin, içgüdüsel, hatta metafizik bir sorunla meşgullerdi. Şehirde eylemlere sempatiyle yaklaşan bir kişinin yorumuna göre Çimenlik, aslında bakımsız olduğu, insanlar keyfini çıkartsınlar diye yapılmadığı, toplumsal kullanım için planlanmış olmadığı için cazip geliyordu. Bu kişiye göre, “Çimenlik’in arazisi, kişilerin yönlendirdiği bir yaratım sürecinin parçası”ydı. “O, bir nesne değil, özne”ydi. “Hem de kendinde değil, kendisi için bir özne.”

Birçok ilericinin, hatta kendisini sosyalist olarak niteleyen birçok insanın bu türden toplum karşıtı bir konum alması gerçekten şaşırtıcı. Her şeyden önce kamuya ait parklar, halk keyfini çıkartsın diye var. Amatör spor kadar toplumsal açıdan insanı kuran, inşa eden çok az faaliyet mevcut.

Kamuyu gözeten toplumsallık anlayışıyla çelişen bir tavırla, parkın yeniden geliştirilmesi kararına karşı çıkan göstericilerin, doğaya kaçmayı seven bir tür münzeviliği tercih etmeleri, asla rastlantı değil. Ayrıca bu tavır, beysbol stadyumlarından nefret eden birkaç kaçıkla da sınırlı değil. Söz konusu toplum karşıtı ruh hâli, tüm ülkeyi ele geçirdi ve bilhassa politik solda karşımıza çıkıyor.

Bugüne hâkim olan toplum karşıtı davranış, tehlikeli. Her türden toplumsal marazı ve bozukluğu yeniden üretme, hatta hızlandırma riskini taşıyor. Yalnızlıktan cinsiyetsizliğe, uyuşturucu kullanımından cinayete birçok konuda solcular, kolektif antisosyal davranıştaki artışa kendilerince bahaneler buluyorlar veya bu artışı görmezden geliyorlar.

Bazı ilericilerse pandemi politikalarının uzun süre uygulanmasını savunarak, yalnızlığın kurumsallaşması fikrini savundular. Bazıları ise kamusal hayatta gelişen toplum karşıtı davranışı erdemli bir davranış gibi görüyor. Solcular, kitlesel uyuşturucu kullanımı ve cinayet gibi toplumsal yabancılaşmanın en berbat sonuçlarını hâlen daha görmezden gelmeyi tercih ediyorlar. Toplum meselesini bu şekilde terk edenler, sadece halkın moralsizleştiği süreci besliyor, onun politik yenilenme ihtimallerine karşı körleşmesine neden oluyor.

Kapanmalar, Liberalizm ve Yalnızlık

Toplum karşıtı tavrın kökleri derinlere uzanıyor. Büyük toplumsal dürtülerimiz karşısında kararsızlık içerisinde olan veya onlarla çelişen, topluma ait tüm yapısal özellikler yol açıyor bu tavra. Hayatımızın en mahrem yerlerine bile sızan piyasa mantığı, bir zamanlar kamuya ait olan her şeyin özelleştirilmesine yönelik çabalar ve tabii bir de hayatımızın iş dışında kalan kısmını yiyip tüketen çalışma pratiği, bu türden yapısal özelliklerden bazıları.

En iyi ihtimalle, geçen yüzyılın ortalarından beri biz, takım sporlarına, gönüllü çalışmaların yürütüldüğü derneklere, işçi sendikalarına, sosyal kulüplere, politik örgütlere ve yardımlaşma faaliyetlerine katılım oranlarında önemli bir düşüşe tanıklık ediyoruz. Toplumsal yalnızlaşma denilen uçuruma doğru yürüyüşümüz, uzun zamandır sürüyor.

Ama pandemiyle birlikte toplumsal hayat, kendi içine çöktü ve vahim bir hâl aldı. Bugün Amerikalılar, her zamankinde daha fazla yalnızlar, bir başınalar.

Kısa süre önce yapılmış olan bir çalışmaya göre, her beş Amerikalı erkekten birinin bir tane bile dostu yok. Ülkenin yarısı, pandemi yüzünden arkadaşlarıyla temasının kalmadığını söylüyor. Raporun aktardığına göre, halkın üçte biri sürekli yalnızlık içerisinde yaşıyor. Toplumsal manzara her zamankinden daha fazla kötü.

Tabii bu noktada sosyal mesafeden, okulların kapanmasından ve evden çalışmadan bahsetmek gerekiyor. Hastalığın yayılma hızını düşürebilseydik, tıp bilimi, bunca zarar verilmezden önce derde deva sunabilirdi. Ne var ki tecrit politikasının ilk cevap olarak uygulanması, ne tek yoldu ne de bu yol “eğriyi düzleştirecek” en iyi yoldu. Daha da kötüsü, herkesi bir çuvala atan ve herkese aynı anda dayatılan kapanma politikasının muazzam toplumsal maliyetleri oldu: cinayet sayıları, uyuşturucu kullanımı oranları, depresyon hızla arttı. Ayrıca öğrencilerdeki okuryazarlık, arkadaşlık ilişkileri ve cinsellik azaldı.

Bazı sosyal demokrat hükümetlerin sunduğu yola benzer başka yollar vardı oysa. Avrupa ülkeleri içerisinde toplam aşırı ölüm oranı en düşük düzeyde olan İsveç, “evde kal” talimatından da kalıcı maske takma politikasından da uzak durdu. Bu ülkedeki sağlık uzmanları (yaklaşık yüz yıldır savundukları sosyal demokrat görüşe sırtlarını yaslayarak) pandemiyle mücadelenin bir 100 metre yarışı değil, maraton olduğunu gördüler. Bu noktada aynı sağlık uzmanları, toplumsal hayatı sekteye uğratan değil, onunla uyumlu çözümler bulmaya çalıştılar. Okullar, bu süreçte açık kaldı. İsveç, çocukları pandemi sürecini öğrenme konusunda önemli bir kaybı yaşamadan geçiren az sayıda ülkeden biri.

İngiltere ve ABD’de siyasetçileri, verdikleri ilk tepki konusunda affetmek mümkün. Peki ama bugün toplumsal tecridin, izolasyonun sürmesini isteyenleri ne yapacağız?

ABD’de sol, maskesiz normal hayata dönüş çağrılarını nadiren dillendirdi. Geçen yıl, okula giden çocuğu olan ebeveynlerin yüzde 79’unun yüz yüze okul eğitimini tercih ettiği gerçeği ortada iken birçok Amerikalı ilerici isim, gelişmiş dünyanın geri kalan kısmı okulların yeniden açılması fikrini kabullenmesine rağmen, bu fikre karşı çıkmayı sürdürdü. Burada da toplum karşıtı tavır galebe çaldı ve bu tavır, tehlikeli sonuçlara yol açtı. Okulların uzun süre kapalı kalması, öğrencilerin öğrenme süreçlerinde gerilemesine neden oldu. Bugün çocuklar hocalarına yetişmek zorunda, ayrıca temel toplumsal becerileri yeniden edinmek durumunda.

Aşılama oranları yükselip vaka sayıları azaldıkça somutta ilericilerde insanların kapısını açmayla ilgili bir tereddüt gelişti. Beyaz yaka işçilerin sonsuza dek evden çalışabileceğine, çalışması gerektiğine dair görüş benimsendi. Pandemiden önce ofis işlerinin yaklaşık yüzde 5’i evden yapılıyordu. Bugün bu oran yüzde 30 civarında. Manhattan’da ofis çalışanlarının yarısı ofise gitmekten vazgeçti. Uzaktan çalışma devrimi, profesyonel sınıftaki kapanmacılığın daimi biçimi. Bu çalışanlara göre, ofis hayatının az sayıda kıymetli toplumsal yönleri pratikte ortadan kalktı. Bazı yetişkin insanlar, tıpkı okula giden çocuklar gibi toplumsal açıdan gerilediler. Değişime uyum sağlayan şirketler, pratikte işgücünün yol açtığı genel giderlerden kurtuldular, zira çalışanlar, ev ofislerinin maliyetlerini kendileri yüklendiler. Öte yandan, neticede şehir merkezleri, pandemi öncesi sahip oldukları canlılığa yeniden kavuşmak için mücadele etmek için uğraştılar.

Eğer ofisler açısından küçük bölmeler toplumsal bir kâbus ise Zoom Dünya Düzeni toplumsal bir felâkettir.

Restoranlar ve barlar, pandemiyle oluşan fasıla sonrası yavaş da olsa yeniden açıldıkça tek başına yemek yiyenlerin sayısı arttı, sosyal içicilerin sayısı düştü. Tek başına yemek yiyenler, bugün ABD’de restorana gidenler içerisinde en büyük payı oluşturuyor. Yalnız akşam yemeği yemek, Amerika’da yaşanan koşuşturmanın kendine has distopik özelliği hâline geldi.

1986’da Jean Baudrillard, “Fakirlikten daha üzücü, dilencilikten daha hazin bir şey varsa o da insanın halkın içinde tek başına yemek yemesidir” diye dile getiriyordu şikâyetini. Bugün dışarı çıkıp yemek yemek moda. New York Times okurlarına, “yalnız nasıl yemek yenileceğine, bundan nasıl zevk alınacağına” dair tavsiyeler sunuyor. Liberal Guardian gazetesi ise “yalnız yemek yemenin keyfi”nden bahsedip bu pratiği övüyor. Yalnız yemek yeme talebi sebebiyle bugün restoranlar tek kişilik masa sayısını artırıyorlar ve eski tarz oturma düzenlerini değiştiriyorlar.

Bugün kent nüfusunun üçte biri evden çalışıyor ve düzenli olarak dışarı çıkıp tek başına yemek yiyor. Bu yalnız takılalımcılar, tek başına tefekkür etme fikrine göre hareket eden bir tür züht hareketinin üyesi değiller. Her zaman kendi başlarına olsalar da hiçbir vakit yalnız değiller. Hep internette dolaşıyorlar, ilgilerini çeken linklere tıklıyorlar, tvit atıyorlar, eposta yolluyorlar, mesaj atıyorlar, tiktok videoları yüklüyorlar vs. Sosyal medya sürekli hayatlarında olduğu için toplumsal açıdan yalnızlıklarının erdemli yönü olarak görülebilecek kendi üzerine düşünmek denilen pratik imkânsızlaşıyor.

Kişiler arası etkileşimin inceliklerinin yerini sosyal medyanın o yavan ve sığ ahlaksızlığı aldıkça insanlar da adab-ı muaşerete dair anlayışlarını, hatta benlik bilinçlerini yitiriyorlar.

Bardayken veya biriyle çıktığınızda yediğiniz yemekte yaptığınız kötü ve yersiz şakayla Twitter’da yaptığınız şaka arasındaki farkı ele alalım. Araştırmalara göre, aşırı derecede sosyal medya kullananlar sadece daha yalnız kişiler değiller, aynı zamanda bunlar, daha saldırgan, daha fazla nefret yüklü ve daha kabalar. Başka bir ifadeyle bu insanlar, yalnızlık hastalığının tedavisi için ihtiyaç duyulan tüm özelliklerden mahrumlar.

Bu yalnız ve kaba kalabalık, aynı zamanda politik açıdan ilerici bir topluluk. Pinterest hariç tüm sosyal medya platformlarında ilericilerin sayısı, muhafazakârların sayısının katbekat üzerinde. Ayrıca bu kişiler, sosyal medyayı toplum için olumsuz bir şey olarak görmüyorlar. Yüzde 83’ü sosyal medyanın toplumsal hareketler için olumlu bir araç olduğunu düşünüyor. Çok azı, sosyal medyanın toplumsal hayatları için bir tehlike arz ettiğini düşünüyor.

İnternette tek başına geçirdiğimiz tüm o zaman bizim başkalarına güvenimizi daha da azaltıyor, bizi daha saygısız ve kötümser kılıyor. Kamuoyu anketleri, Amerikalıların bugün gelecek kuşağın yüzleşeceği ihtimaller konusunda, 2008-2012 arası dönemde yaşanan Büyük Resesyon’un gölgesinde olduğumuzdan daha fazla kötümser olduğumuzu ortaya koyuyor. Daha da kötüsü, bugün gençler de başkalarına daha fazla şüpheyle yaklaşıyorlar. Yaşları 18-29 arasında olan insanların yüzde 60’ı “insanların çoğuna güvenilemeyeceğini” düşünürken, aynı grubun yüzde 71’i “fırsat bulduğunda birçok insan sizden istifade etmeye çalışıyor” görüşünü dile getiriyor.

Yalnızlığın kurumsallaştığı, halk arasında kötümserliğin kemikleştiği süreç, sadece toplumun demoralize olmasına ve en temel toplumsal bağların sürekli aşınmasına yol açar.

Ailenin İlgası ve Cinselliğe Yönelik Sol Duyarlılık

Toplumsal bir kurum olarak ailenin başı, her açıdan dertte. Bir zamanlar toplumun atomik düzeyi olarak görülen aile denilen çekirdeğin parçalanacağı bir momente doğru ilerliyoruz.

Bugün ücretler durağan, iş piyasası güvencesiz, barınma maliyetleri artıyor. Bunlara eşlik eden başka yapısal faktörlerle birlikte, aile hayatı, gelişmiş ve azgelişmiş ülkelerin ekonomilerinde zayıflıyor.

Evli çiftler daha az çocuk sahibi oluyorlar, hane halkı küçülüyor, evlilikler eskisi gibi uzun sürmüyor, çocukların bakımı, artık iki yakalarını bir araya getirmek için mücadele eden insanların üstlenebileceği bir yük değil.

Eskiden toplumsal bir olgu olarak kabul edilen aile hayatı, giderek bir lüks hâline geliyor.

1970’te ABD’de evlenme oranı yüzde 85,9 iken, 2019’da bu oran, tüm zamanların en düşük seviyesine gerileyerek, yüzde 33,2 oldu. Eskiden evlilik hayatında sınıfsal ayrım az görülürken, bugün giderek daha fazla görülüyor. En düşük geliri elde eden en alttaki beşte birlik dilimde yer alan yetişkinlerin yüzde 38’i hâlihazırda evli, en yüksek beşte birlik dilimde yer alanlarda bu oran yüzde 80.

Zenginler, uzun ve istikrarlı devam eden evliliklere sahip, ama yoksullar böyle bir şanstan yoksunlar. İnsanların ortak özelliklere sahip kişilerle evlenmesi anlamında “sınıflandırıcı çiftleşme”, bu ayrımın muhafaza edilmesini güvence altına alıyor. Boşanmalardaki farklılık da sınıfsallığın belirlenimi altında. ABD’de bugün tek ebeveynli evlerin oranı yüzde 23. Bu oran, dünyanın geri kalan kısmının üç katından fazla.

Tüm bu konular hepimizi endişelendiriyor olmalı. Çocuk yetiştirmenin yol açtığı yükü alacak toplumsal altyapıya yönelik yapılacak devasa kamu yatırımlarına ek olarak, işçi sınıfından çiftlerin ayrılma sürecini hızlandıran mali istikrarsızlığı çözüme kavuşturacak bir ekonomi programıyla bu soruna deva bulmak mümkün. Neticede toplumun genelini kuşatan ekonomik eşitsizlik meselesi, ailelerin yüzleştiği dertlerin sebeplerinden biri.

Buna karşın, birçok solcu, aile hayatının yüzleştiği bu krizi toplumsal bir sorun olarak görmüyor. Bunun yerine, solcular, ailelerin dağılmasını bir çözüm olarak sunuyor. Evliliklerin dağıldığı, çocukların ortadan kaybolduğu, yaşlıların hücre tipi huzurevlerine tıkıldığı koşullarda sol, bize “aileyi ilga etmeyi” tembihliyor.

Karl Marx, bir yerde “pratikte proleterlerin aile kurmamasından” şikâyet ederken, Karl Kautsky, halkı onda yerleşik olan, sosyal demokratların aile hayatına karşı olduğuna dair anlayıştan arınmasını sağlamak için bin bir çile çekiyordu. Bir yerde Kautsky, “hiçbir sosyalistin aklında uzak bir gelecekte aileyi ilga etmek, ortadan kaldırmak gibi bir fikir yoktur” diyordu. Ama bugünün sosyalistleri, tam da bunu söylüyorlar.

Sophie Lewis’in 2022 tarihli “bakım ve özgürleşme” manifestosunda “aile hayatı küçüldükçe toplumsal özgürlük artacak” yazılı. Kısa süre önce Dissent’te çıkan bir makale, “aile hayatının geriye döndürülemez biçimde yoksullaştığı”nı söylüyordu. Bugün ilerici çevrelerde bir kurum olarak aile, her yönden redde tabi tutulan bir olgu. Fakat bugün mevcut piyasa eğilimleriyle uyum içerisinde gelişen ve güçlenen antisosyal davranışın her şeyin daha kötü olmasına katkı sunmaktan başka bir işe yaramayacağını kimse görmüyor.

Ailenin krizinin yoğunlaşmasına katkı sunan bir olgu da ilericilerdeki kötümserlik. Morgan Stanley’ye göre:

“İklim değişikliği sebebiyle çocuk sahibi olmamayı salık veren hareket giderek büyüyor ve doğurganlık oranlarını doğurganlıktaki düşüş konusunda bugüne dek görülmüş her türden eğilime kıyasla, daha hızlı etkiliyor.”

Bu, gerçekten de çok çarpıcı bir gelişme. Buna karşın, doğum karşıtı (antinatalist) hareket, doğum oranlarındaki düşüşü hayırlı bir gelişme olarak görüyor. Doğan her çocuğun karbon ayak izine dikkat çeken kimi insanlar, çocuk sahibi olma işine bir süre ara vermenin hayırlı olacağını söylerken, bazı isimler de insan denilen canlı türünün yok olması gerektiği üzerinde duruyorlar. Solun çok sevdiği bir kongre mensubu, çocuk sahibi olmada bir sorun olup olmadığını tartışıyor. İnternette kendi dölleriyle dünyaya yük olan, “sahip oldukları çocukları besleyip büyüten” insanlarla alay eden, onları hor gören yazılar giderek yaygınlaşıyor.

Ailedeki çöküş, gerçek bir toplumsal kriz aslında ve bu krizin dünya çapında ekonomik felâketle sonuçlanma ihtimali mevcut. Buna karşın birçok solcu, bu krizle yüzleşmek yerine ortadaki somut sorundan kaçmayı tercih ediyor. Ailenin dağılmasına yönelik eğilimi hem gönüllü bir tercih hem de ahlaki bir erdem olarak ambalajlamak suretiyle ailenin çöküş sürecine uyum sağlıyor. Solcular, belki de farkında olmadan, daha yalnız ve daha yabancılaşmış insanlarla yüklü bir gezegen için tezahürat yapıyorlar.

Ailelerin yüzleştikleri, giderek artan güçlükler görmezden gelinemez. Nüfusun hızla yaşlanmasıyla açığa çıkan krize çocukların ailelerinin sırtına daha az ekonomik yük yüklemesini sağlayacak bir politika olmadan çözüm bulamayız. Ayrıca çocukları yetiştirecek asli toplumsal birim olarak ailenin yerini kolektif bakımın üst bir biçimine bırakacağı görüşü de pek makul bir görüş değil. Mevcut hâlleriyle aileler çile çekiyorlar. Bugün hayatta kalabilmeleri için ailelerin büyümesine ve istikrara kavuşmasına katkıda bulunacak politikalara ihtiyaç var.

Aile çözülüp dağıldıkça onun evvelden beri ana bileşenlerinden biri olan cinsellik de çözülüp dağılıyor.

Gençler daha az cinsel birliktelik yaşıyor, ayrıca cinsellikle ilgili kaygıları daha da artıyor. Aseksüellik yüceltiliyor ve cinsel kimliğin yeni yüzü hâline geliyor. Bir araştırmada araştırmacılar, Amerikalılara “lütfen daha fazla seks yapın” diye yalvarıyor. Araştırmada son 12 ay içerisinde seks yapmayanların oranının yüzde 26 olduğu söyleniyor. Bu oran, son 30 yılın en yüksek oranı. Dünya genelinde de benzer haberlere ve raporlara rastlanıyor.

Tüm bu gerçeğe rağmen, belki de tam da bu gerçek yüzünden kültürel hayata hovardalık (liberterlik) hâkim oluyor. OnlyFans influencer’ları, milyonlarca dolar kazanan popüler isimler hâline geliyor. Seks işçileri, Kongre üyeliği için aday oluyorlar. Porno, isteyene ücretsiz sunuluyor, eposta göndermek için kullanılan cihaz, pornonun yaygınlaşmasını sağlıyor. Özel pazarlarda satılan seks doğallaşıp yaygınlaşıyor.

Tüm bu gelişmeler, ikircikli bir tutumla karşılanıyor veya kültürel ilerlemeye denk düştüğü iddia edilip övülüyor. Buna karşılık, birbirine âşık çiftler arasında cereyan eden gerçek seks, sayısal açıdan azalıyor. En tuhaf cinsel fetişleri eleştirmek gibi bir terbiyesizliği yaptığınızda, insanların cinsel tercihlerini, ilgilerini ve fetişlerini alaya alıp eleştirdiğinizde, birden karşınızda Viktoryen dönemden çıkıp gelmiş namus kumkumaları buluyorsunuz.

Her dönem politik kampanya yürütmüş eski seks işçisi kongre adayı Alexandra Hunt’ı yüzleştiği çelişki sebebiyle yaşadığı kafa karışıklığı için bağışlamak mümkün.

2022’de Hunt, seks işçiliğini ona vurulmuş damgalardan kurtarma çağrısı yaptığı için göklere çıkartıldı. O konuşmasında Hunt, seks işçilerinden birer kahraman olarak söz ediyordu. Adaylığı o dönemde seks işinin sorunlarına hoşgörülü gençlerin nasıl yaklaşması gerektiğini söyleyen bir bildiri olarak görülmüştü. Üzerinde “Orospuları seçin” yazılı kampanya svetşörtleri peynir ekmek gibi satıldı.

Sonrasında, aynı yıl içerisinde Hunt, birçok insanın sekse son verdiğinden şikâyet etti ve insanların dikkatini bu soruna çekmeye çalıştı. Bu sebeple Hunt, birçok insan tarafından eleştirildi, kınandı, alay edildi.

Hunt’ın söz konusu soruna işaret etmesi yanlış değildi. Toplumda cinsellik körelmekte, azalmaktaydı. Esasen bu, ciddiye alınması gereken, toplumsal bir bozukluktu. Ama Hunt’ın sunduğu çözümler pek de güven telakki eden çözümler değildi.

Hunt’a göre “seks yapma hakkı”, “seks satın alma hakkı” demek. Oysa zaten seksin bu kadar aşırı metalaşması ve dijitalleşmesi yüzünden bu noktaya geldik. Seks pazarlama işinin bu kadar artmış olması, bizi seks eyleminden uzaklaştırıyor. Pornografinin ulaştığı yaygınlık ve seksin her yerde satılıyor olması, toplumda sekse olan hürmeti artırmadı, bilâkis azalttı. Piyasa, seksi ucuzlattı. Değerini düşürdü. Seksi ve cinselliği toplumsal hayatın neredeyse tamamından söküp attı.

Bugün seks partneri bulmak için gençler, potansiyel eşlerini yüzeysel kriterlere göre yargıladıkları, belirli bir algoritmanın organize ettiği, tek tıklamayla karar verdikleri internet sitelerine üye oluyorlar. Bu sitelerde cinsiyetler arasında ciddi bir dengesizlik mevcut. Tinder uygulamasını kullananların sadece yüzde 23’ü kadın. Heteroseksüel erkekler, çoğunlukla eş bulamıyorlar. Eş bulamayan erkekler OnlyFans’e yöneliyorlar, bile isteye kabul ettikleri şartlar üzerinden herhangi bir güvence sunmayan bu tür sitelere para akıtıyorlar. Aşk, duygu ve romantizm karşıtı bir sistem inşa ediliyor. Üstelik bu sistemden kimse mutlu değil.

Amerikalıların yüzde 56’sı flört uygulamalarına olumsuz yaklaşıyor. Oldukça “romantik” bir ifade dâhilinde “seks pazarı” olarak adlandırılan yerin hâkimi olan kadınların yüzde 59’u bu tür uygulamalara hiç onay vermiyor.

Dijital dünya, giderek Pasolini’nin savaş sonrası İtalya’yla ilgili çektiği bir filme benziyor: İşsiz erkeklerin eş ve aile arayışı içerisinde, paramparça olmuş şehirde dolaştığı, sadece ümitsizlikle, yalnızlaşmayla ve paralı seksle yüzleştikleri bir gerçeklik anlatılıyor bu filmde. İş, meslek, ayrıca ne tesadüf ki fuhşu sonlandırma vaadinde bulunan Komünist Partisi’ne birçok İtalyan örgütleniyor.

Uyuşturucu, Ölüm ve Yoksullara Ayrılan Paranın Kesilmesi

Amerikalılar olarak biz, bizi toplumsal sefaletten kurtarmayı vaat eden, güvenilir bir kitle partisinden mahrumuz. Buna karşın, elimizde sadece bireysel olarak bize nefes olacak uyuşturucular var.

Aşırı dozdan ölümler rekorlar kırıyor. Uyuşturucu kullanımındaki artış görülmemiş düzeylerde. 2000 yılında yasadışı uyuşturucuların aşırı dozda kullanılması neticesinde ölen Amerikalıların sayısı 17.000 civarındaydı. Yirmi yıl sonra bu sayı, yüzde 500 arttı. Bilhassa pandemiden beri daha fazla insan, aşırı dozdan öldü. ABD’de 2019-2021 arası dönemde aşırı dozdan ölenlerin sayısı yüzde 51 arttı. 2022’de 100.000’den fazla kişi, aşırı uyuşturucu kullanımı sebebiyle hayatını kaybetti. Yani bu süreçte bir yıl içerisinde bir İndiana şehri haritadan silindi.

Uyuşturuculara yönelik ilginin giderek güçlenen toplum karşıtı itkiyle bir ilişkisi olduğu gibi, ilericilerin uyuşturucuların serbest bırakılmasına dönük yaklaşımları da bu noktada önemli bir rol oynuyor. Eroin kullanan, “sorumluluk sahibi” olan bir profesör, “uyuşturucu kullanımının insanı özgürleştirdiğini” söylüyor. New York Times’a yazdığı yazıda Dr. Carl Hart, “Amerikalıların uyuşturucuların zararlı etkilerine aşırı vurgu yapmak suretiyle suç işlediklerini” söylüyor.

Filedelfiya’nın Kensington mahallesinde dolaşanlar, gördükleri karşısında şoke oluyorlar. Burada binlerce takatten düşmüş uyuşturucu bağımlısı, kendinden geçmiş hâlde, pislik içerisinde yaşıyor. Bu insanların çektikleri çileye yönelik ikircikli tutum, toplum karşıtı tavrın somut bir örneği aslında. Bugüne bize, kişisel özgürlükler adına bizim toplumun intiharını hoş görmemiz, hatta yüceltmemiz gerektiği söyleniyor.

Carl Hart’ın görüşleri aşırı bulunabilir, ama birçok solcu da bugün uyuşturucunun yasallaşması ve üzerindeki lekelerden kurtarılması gerektiğine, bunların en makul ve hayırlı politikalar olduğuna inanıyor. Bu anlayış, bizim uyuşturucuya yönelik olumsuz yaklaşımları ortadan kaldırmak için gayret sarfetmemiz gerektiğini, öte yandan, bağımlıların kendi kararlarını kendilerinin almalarının şart olduğu söylüyor. Tam da bu sebeple bugün New York’ta uyuşturucu kullanıcılarının söz, yetki, karar sahibi olmaları gerektiği üzerinde duran güvenli iğne sitelerine ait reklâmlar yayınlanıyor. Bu sitelere göre uyuşturucu bağımlılarının yüzleştiği sorun, esasen bu alternatif yaşam tarzını yeterince kabul edemeyen toplumun ta kendisi.

Bir vakitler bağımlılığın cehalet veya yobazlık türünden toplumsal bir hastalık olduğuna inanılırdı. Sosyalistler ve ileriyi düşünen tüm güçler, bağımlılık denilen virüsü yok etmeyi görev bellerlerdi. Lenin, kendi döneminde uyuşturucu ve alkol kullanımını ağır bir dille eleştiren yazılar yazdı. Viyanalı sosyal demokratlar, cumhuriyeti aşırı alkol tüketimi denilen beladan kurtarmayı bir politika hâline getirmişlerdi. Buna karşılık, bugünün toplum karşıtı sosyalistleri ise bağımlılığı yok etmeye çalışmak yerine, ona uyum sağlayan bir politikayı savunuyorlar.

Bağımlılık tedavisi pahalı. Hastanede bir yıl boyunca bir bağımlıya verilen hizmetin bedeli 27.000 doları buluyor. Buna karşılık, bağımlılık tedavisi konusunda fikrini beyan etmeyen güvenli iğne siteleri ise nispeten daha ucuz.

Oysa bağımlılık meselesi konusunda ikircikli bir tutum benimsemiş olan toplumsal bir politika, asla toplumsal bir politika değildir. Bu tür bir politika, bağımlının kişisel tercihlerini öncelikli görür, bu tercihleri bağımlının çocuklarının, sevgililerinin, ailelerinin ve geniş manada toplumun ihtiyaçlarının üzerinde tutar. Bağımlının kişisel tercihlerini yüce tutan bu tür bir politika, toplumsal, hatta fiziksel ölüm hakkını içeren, dizginlerinden kurtulmuş tüketici özgürlüğünün hüküm sürdüğü tuhaf bir bireyciliği yeniden üretmekten başka bir işe yaramaz.

Uyuşturucu krizi, ileride çözüme kavuşturulması daha da pahalıya patlayacak bir sorun hâline gelecek. Bu sorunu çözmek içinse öncelikle bağımlılığın ortadan kaldırılması ve uyuşturucu kullanımının toplumsal bir yanlış olarak görülmesi gerekiyor. Bu tür bir mücadele yoksa reforma dönük hiçbir çaba sonuç vermeyecektir.

Sol, şiddetli suçlardaki şaşırtıcı artışa cevap üretemediği gibi, ilerici bir toplumsal program ortaya koyma görevini de yerine getirmedi. Biz, bir toplumun tahammül etmek zorunda kaldığı en antisosyal davranış olan sanayideki cinayetler meselesine bile rasyonel cevaplar geliştiremedik.

Son üç yıl içerisinde silâhlı şiddet olaylarında büyük bir artışa tanık olduk. 2019 ve 2020’de cinayet vakalarının sayısı yüzde 30 arttı. Sadece 2020 yılında ABD’de Afganistan’da son yirmi yıl içerisinde yaralanan Amerikan askerlerinden daha fazla insan katledildi. Baltimore ve St. Louis’deki cinayet oranları, Meksika’da kartel savaşlarının yaşandığı bölgelerle ve Brezilya’daki favelalarla (gecekondu mahalleleriyle) yarışır duruma geldi.

Sabit fikirlilere göre, gecekondu mahallelerindeki şiddetin izahı çok basit: “Bu insanlar hayvan.” Oysa hayvanlar mülkiyet nedir bilmezler. Yunusların gettoları yoktur. Canileri, katilleri üreten insanlık dışı koşullar, insanlığa ait bir olgu.

Bazı solcular açısından bu şiddet krizini ele almaya gerek bile yok. Suç dalgasını inkâr eden bu solcular, olan biteni anlama çabası içinde bile değiller.

2021’de Filedelfiya bölge başsavcısı Larry Krasner, meramını yalın bir şekilde dile getirmekteydi: “Hukuksuzluk diye bir kriz yok. Suç krizi de şiddet krizi de yok.”

Kimse, cinayet sayılarındaki büyük artışı sanayisizleşmenin mahvettiği, yarınsız olan bir halkın yardım çığlığı olarak görmedi. Bunun yerine toplum içerisinde turist gibi gezinen, ilerici sola mensup kişiler ki bunların önemli bir kısmı en derin yoksulluğun yaşandığı mahallelerin yakınında yaşayan orta sınıfa mensup kişiler, kapılarını döven suç dalgasını görmezden geldiler ve “polise akan paralar kesilsin” cümlesinde karşılık bulan, en orta sınıf dışı talebi dillendirmekle yetindiler.

Oysa çözüm, polise akan paraların kesilmesinde değil. Esasında şiddet dalgasının önemli nedenlerinden biri de polise yeterince paranın akmaması. Siviller arasında, polisler arasında ve devriye attıkları yerlerle polis arasında yaşanan şiddet olaylarının sebebi burada. Ülke genelinde tüm karakollar ve emniyet müdürlüklerinin iş yükleri artarken, çalışan sayısı azalıyor. Cinayet olaylarında ciddi bir artışa tanıklık eden, 2019’da cinayet olaylarının yüzde 60 oranında arttığı Filedelfiya’da emniyet müdürlüğü eksik bir güçle faaliyet yürütüyor. Müdürlüğün daha 1.200 memura ihtiyacı var. Bu eksiklik, şiddetin daha da yoğunlaşmasına neden oluyor. Amerika’da karakollar, şiddet olaylarının düzeyi dikkate alındığında, fazla küçük.

Adaner Usmani ve Christopher Lewis’e göre, “ABD’de işlenen cinayetlerin polis sayısına oranı dokuza bir ki bu, diğer gelişmiş ülkelere nazaran oldukça düşük.”

Polise ayrılan bütçedeki düşüklük, bir yandan da karakolları polis sayısını artırmak adına polislik faaliyetlerini düşük standartlarda yürütmeye zorluyor. “Bürokratik engelleri kaldırma” bahanesi ardına saklanan karakollar, ülke genelinde polisliğe kabul ölçütlerini epey geriye çekti. Bu da neticede deneyim ve eğitimden yoksun insanların memur olmasını sağladı. Memfis’te Tyre Nichols’ı dövüp öldüren beş polis de yeni memur olmuş kişilerdi.

Başka bir ifadeyle, polise giden paraların kesilmesini savunanlar, krizin mevcut sonucunu o krize sunulacak çözüm olarak takdim ediyorlar. Hayal âleminde kurguladıkları ve dövüştükleri polis devleti, bir seraptan ibaret. Gerçekte ise kamu yararı adına yapılan diğer işler gibi polislik de yeterince geliştirilmeyen ve maddi açıdan beslenmeyen bir alan.

Polis zulmü korkunç düzeyde, ama şunu da görmek gerekiyor: yoksulluk, bugün polis copundan daha fazla insanı eziyor. Tarihte insanın davranışını fakirliğin otoritesiyle bu kadar çok şekillendiren bir başka rejim daha yok. En zalim ve en şiddetli adaletsizlikler bu düzende. Bu düzenin çilesini çekenler, koşullar gereği acımasız ve şiddete eğilimli hâle geliyorlar. Şiddetli suçları küçümseyenler, onun ulaştığı yoğunluğu önemsemeyenler, ısrarla bu suçların anlamsız ve önemsiz olduğu üzerinde duranlar, toplumumuzda yoksulluk sorununu ve toplumsal çürümenin ulaştığı derinliği inkâr ediyorlar.

Her gün dostlarını ve aile fertlerini toprağa veren, korku içerisinde yaşayan yoksullara kamunun maddi açıdan desteklediği polisin sunduğu asgari korumaya ayrılan paranın, tıpkı okullara ve hastanelere ayrılan paralar gibi kesilmesi gerektiğini söylemek, ahlaksızlık.

Öte yandan, gerçek çözümlere ulaşmak daha da zorlaşıyor. Kimse, silâh satışlarının yasaklanmasından, satışın zorlaştırılmasından bahsetmiyor. Kentlerde yaşayan Amerikalılar, muhtemelen bugün polisin yeterince parayla beslenmesine ve polislik faaliyetinin reforma tabi tutulmasına dair çağrılara da şüpheyle yaklaşıyor. Bu politikalar, hayatları kurtaracak o yöntemle birlikte ele alınmalı. Bugün şehirlerimizde yaşanan toplumsal çöküş meselesini gerçek manada çözüme kavuşturacak olan şey, polisin değil, yoksulluğun ilga edilmesi.

Asosyallik Meselesi

Burada aralarında pek ilişki yokmuş gibi görünen sorunları da içeren bir dizi sorunu ele aldım. Bu sorunların her biri (ailedeki çöküş, seksten uzaklaşma, uyuşturucu salgını, cinayet dalgası vs.) toplumsallığın bugün yaşadığı krizden kaynaklanıyor. Amerika’da eşit durumda olmayan şehirler, toplum karşıtlığı üzerinden, özelciliği, bireyciliği ve kötümserliği ödüllendiriyor, toplumsal dayanışmayı yok ediyor. Bu ortamda yapılan politik çağrılar, mevcut güçlüğü ortadan kaldıracak beceriye sahip değil, hatta kimi örneklerde durumu daha da kötüleştiriyor.

Esasında bugün “ilerici” olarak görülüp selamlanan birçok talep ve fikir, mevcut toplumsal eğilimlerle ve piyasadaki yönelimlerle uyum içerisinde. Bu talepler ve fikirler, toplumdaki atomizasyon, izolasyon, tüketici tercihlerinin kolektif normlar karşısında üstün hâle gelmesi ve tabii insanları sürekli cezalandıran tasarruf tedbirleri gibi eğilim ve yönelimlere uygun olarak dillendiriliyorlar. Başka bir ifadeyle, bugün özgürleştirici şeylermiş gibi görülüp yüceltilen görüşlerin önemli bir bölümü, gerçekte toplumsal ilerlemeye vurulmuş birer pranga.

Yalnızlık kriziyle yüzleşmek yerine dijitale bağımlılık denilen ucuz kaçış yoluna yöneldik. Bunun neticesinde daha da yalnızlaştık. Ailedeki çöküş ve seksten uzaklaşma meselesiyle yüzleşmek yerine hovardalığa, sefahat düşkünlüğüne yöneldik, “seks pazarı”na yönelik tüketici tercihinin artırılması için uğraştık, neticede daha da izole olup yalnızlaştık. Uyuşturucu bağımlılığının toplumsal sebepleriyle yüzleşmek, birçok insanın başkalarını ve kendilerini bu kadar hızlı bir biçimde öldürmeleri meselesiyle boğuşmak yerine uyuşturucunun serbest bırakılmasını, yasaların bu konuda gevşetilmesini savunduk, polisi günah keçisi hâline getirip onları, geçmişte tıpkı devlet okulu öğretmenlerini günah keçisi yapıp taşlayan muhafazakârlar gibi, taşladık.

Esasında bu makale, geçmişte yaptığım bir konuşmanın yazıya dökülmüş hâli. O konuşmayı yaparken biri çıkıp dert edindiğim konu başlıklarının muhafazakâr eleştiriye ait başlıklar olup olmadığını sordu. Bu, yerinde bir soruydu aslında. Oysa bu kişi, şu gerçeği görmüyordu. Eğer bu konuşmayı içi tıka basa cumhuriyetçiyle dolu bir salonda yapsaydım ve orada Amerikan şehirlerinde kamuya daha fazla yatırım yapılması gerektiğini, uyuşturucu bağımlılığına, bayındırlık işlerine milyarlarca doların ayrılmasının şart olduğunu, sosyal medyanın erişim alanını ve gücünü sınırlamak zorunda olduğumuzu, ailelere ücretsiz çocuk bakımı verilmesi, kamu sektörünün büyütülmesi, sanayisizleştirilmiş pas kuşağının yeniden sanayileştirilmesi ve toplumsal altyapımızın yeniden inşa edilmesi gerektiğini söylesem, o salondakiler muhtemelen bana güleceklerdi.

Muhafazakârlar, toplumu doğru yola sokmak için aşırı zenginlerin elindeki o muazzam servete saldırmanın anlamını ve önemini idrak edebilecek kişiler değiller. Onlar devletten uzak duruyorlar, kollarının her yere ulaşıyor olmasından korkuyorlar, ama kollarını her yana ulaştıran, gücünü her yerde hissettiren piyasa konusunda hiçbir endişe taşımıyorlar. Elitlerin elindeki imtiyazlara yönelik her türden saldırının nihayetinde kültürel ilişkilerin devrimcileşmesiyle neticelenmesinden korkuyorlar, ama yoksulluğa ve eşitsizliğe saldırmadığımız takdirde toplumsal ilişkilerin çözülmeye devam edeceği gerçeğini kendilerine hiç dert edinmiyorlar.

Muhafazakârlar, kültür alanında açığa çıkan yeni modaları mahkûm ediyorlar, ama kültürel alanda moda düşkünlüğünü gerekli kılan toplumsal sisteme kapsamlı bir saldırı gerçekleştirmekten imtina ediyorlar. Muhafazakârlar, toplumsal bağlarımızı piyasa köktenciliğinin suyuna daldırıp çözdüler. Bugün de çıkıp karşımıza, bu bağların çözülmesi karşısında şoke oluyorlar.

Bana kalırsa, muhafazakârlar ve antisosyal sosyalistler, kültür savaşının iki tarafı, ama bunlar nihayetinde “tüm sabit, hızla donmuş olan ilişkileri” sürekli devrimcileştirme davasına bağlılık konusunda müttefikler.

Bizim işimizin muhafazakârlıkla bir alakası yok. Bugün reform yanlılarının toplumsal dayanışma fikrine bağlı olmaları gerekiyor. Biz toplumsallık fikrinden yana olmalıyız, dünyayı toplumsallığa zemin sunan bir yer hâline getirmeliyiz.

Bugün yoğun eşitsizlik ve kitlesel yoksulluk çağında yaşıyoruz. Politik istikrarsızlık ve kalıcı ekonomik güvensizlik, bu çağın ana özellikleri. Kamusal alan giderek küçülüyor, demokrasi giderek zayıflıyor. Bu, toplumsal sefalet çağı.

Bir çözümmüş gibi sunulan bu kapsamlı toplumsal yabancılaşmayla toplumun her düzeyinde yüzleşebilmek için merkezi hükümete yatırım yapılması gerekiyor. İnatçı ve aptal bir kurum olarak kongreden o yatırım kararını çıkartabilmek için bizim yeniden müştereklere ve birbirimize olan inancımızı tazeleyecek politik bir vizyona ihtiyacımız var.

Bu da nihayetinde toplumun gündeminde olması gereken şu soruyu sormayı gerekli kılıyor: madem toplumumuz, birçok kişiyi inanılmaz ölçülerde zenginleştirecek düzeyde o vakit toplumumuz neden toplumsal hayata zemin sunacak ölçüde zengin olmasın?

Dustin Guastella
22 Mayıs 2023
Kaynak

18 Ağustos 2023

, ,

Kapanmacı Sola: O Yürüdüğün Yolun Sonunda Eline Ne Geçti?


Bugünkü koşullarda geçmişe kıyasla daha az özgürlüğün bulunduğu bir gerçeklikte yaşıyoruz. Bu gerçeklikte Alman solunun da hâli harap.

Die Linke[1] (Sol Parti) dağıldı, Doğu’da AfD[2] yükselişte. Yeşiller’in ve Sosyal Demokratların (SPD) kurdukları koalisyonun yürüttüğü, insanlıktan uzak savaş politikası ve yoğun silâhlanma pratiğine kimse mani olamadı.

Asıl üzücü olansa Berlin’de yapılan Özgürlük Günü kutlamaları sırasında özgürlükçü güçlerin bayraklarının dalgalanmasına izin verilmemesiydi. Bazı yoldaşlar, Nazileri silâhlandırıp Sovyet bayraklarını yasaklayan hükümetin 8 Mayıs’ı tatil yapmasını istiyorlar. Peki ama yoldaşlar, sizin gerçekten de kutlama yapacak takatiniz var mı?

Solun yenilgisini Özgür Sol Gelecek örgütünden bir yoldaşın Frankfurt’taki Özgürlük Günü eyleminde “sağcı” olarak görülüp hakarete uğraması ve Nazi Rejiminden Zulüm Görenler Derneği/Antifaşistler Federasyonu[3] (VVN-BdA) üyesi üç kişi tarafından alandan kovulması olayından daha iyi hiçbir şey anlatmıyor. Aynı şehirde bir hafta önce de kendisini devrimci solcu olarak adlandıran kişiler, Rus düşmanlığı üzerinden Komünist Teşkilât’a[4] saldırmışlardı.

Onca hayat pahalılığına ve kitlelerin hâkim burjuva partilerinden koptuğu bir sürecin yaşanıyor olmasına karşın, Sol Parti’nin anketlerde oy oranını yüzde 5’in üzerine çıkartamadığı koşullarda, kendisine “solcuyum” diyen kişilerin tek meşguliyeti, solcu olduğu belli olan antifaşistleri gösterilerden kovmak. Bu, inanılır gibi değil.

Peki neden oluyor tüm bunlar? Onların dediğine göre biz, “aslında sağcıymışız”. Peki bu tespiti nasıl yapıyorlar? VVN-BdA ile yaşanan olayda bu örgütten kişiler tartışma içine girme gereği bile duymadılar. Ama az çok söylediklerinden anlaşılan şu: bu kişilerin pandemiye ve ona yönelik eylemlere dair analizlerinde bir gıdım ilerleme olmamış. Kriz konusunda zırcahil olan bu kişiler, onun egemen sınıfın devreye soktuğu psikolojik harp elemanlarınca imal edilip dağıtıma soktuğu bir kurgu olduğunu anlamak istemiyorlar. Kendilerini somut gerçekliğin ürettiği her türden çelişkiden azade zannediyorlar.

Biz, bu süreçte pandemi ve pandemi tedbirlerine karşı gelişen protesto hareketi konusunda farklı ve çelişkiler içeren konumlar aldık. Ama gene de şunu söyleyebiliyoruz: tıpkı Kral Lear gibi, bizim tenceremizin dibi onlarınki kadar kara değil.

Burada yaptıklarımıza, söylediklerimize kılıf örmek derdinde değiliz. Amacımız, bu kapanmacı sola dair düşünceler geliştirmek ve onu eleştirel düzlemde incelemek. Neticede kapanmacı sol, ne kadar iyi niyetler taşırsa taşısın, bizi esaretin ve köleliğin yoluna mahkûm etti.

Biz, korona tedbirleriyle, yüz yıl önce halk cephesi politikasının emrettiği aynı ilkeler üzerinden mücadele edilmesi gerektiğini söyledik. Bu tedbirleri o ilkeler düzleminde ele aldık. Son dağıttığımız bildiride şunu söylemiştik: “Faşizm geri döndü. Herkes mücadeleye!”

Faşizm geri döndü, belki de zaten buradaydı. Bu geri dönüşün vebali, tarihsel görevini yerine getirmeyen antifaşist sol güçlerin boynuna.

İçimizde egemen sınıfın gelişkin propaganda faaliyetleri yüzünden kafası karışmış çok sayıda gerçek solcu ve antifaşist olduğunu biliyoruz. Aynı şekilde, korona protestolarında “sağcı” görüşlere sahip, kafası karışık birçok insanın bulunduğunu da görüyoruz. Onlara ulaşmanın yollarını bulmalıyız. Çok geç olmadan, bize karşı durmanın değil, bizimle birlikte mücadele yürütmenin gerekli olduğunu gören dürüst insanlarla kucaklaşabilmeliyiz.

Önce bizi eleştirenlere pandemiye dair yaklaşımlarının ne ölçüde başarılı olduğunu sormalıyız. Bu önemli kriz koşullarında hükümete muhalefet edenlere karşı onca enerji harcadınız da elinize ne geçti? Hükümeti içeride ve dışarıda dayanışma temelli bir cevap üretmeye bile mecbur edemediniz. Hükümetin seyahat kısıtlamaları ve aşının (ya da diğer tıbbi kaynakların) dağıtımı gibi konulara yaklaşımındaki aşırı milliyetçi şovenizmle bile mücadele edemediniz. Süreçten en fazla zarar görecek olanları tercihen koruyacak seçeneklerin arayışı içine dahi girmediniz. Tek derdiniz, “sıfır kovid”di.

Peki bu “sıfır kovid” yaklaşımının herkesin istediği bir yaklaşım olduğuna inanan var mı hâlâ? Almanya bağlamında sıfır kovidin uygulanabilir olduğunu düşünen var mı? Ya da bu hedefe ulaşmış başarılı herhangi bir örnekten söz edilebilir mi?

Almanya gibi birçok ülke, müdahaleci politikaları benimsedi. Bu politika tarzını uygulayan ülkelerde ölenlerin sayısı, İsveç’te ölenlerin neredeyse iki katı. Bir ara model olarak kabul edilen Avustralya ve Yeni Zelanda’da ölüm oranları aşı kampanyalarından bu yana hızla arttı. Çin bile artık sıfır kovid siyasetinden kopmuş durumda.

Ta başından beri biz, sıfır kovid yaklaşımının ancak halkın üzerinde gerçek ve güçlü bir demokratik kontrolün tesis edildiği sosyalist bir hükümette makul ve geçerli bir yaklaşım olarak gündeme gelebileceğini, emperyalist kapitalist ekonomilerde mevcut olan tüm yapının ve örgütlenme tarzının bu sıfır kovid yaklaşımıyla çeliştiğini söyledik. Bu tespit üzerinden biz, herkesten sıfır kovid denilen o ütopik çağrının gerçekte içinde bulunduğumuz somut politik koşullarda kullanılma biçiminin yol açacağı pratik sonuçlar üzerinde durulmasını istedik.

Toz duman dağıldıktan sonra, evde kalındığı o sıkıntılı günlerin ardından, birileri çıkıp da içinde yaşadığımız, sınıfların güdümünde olan gerçek dünyada bu türden sıfır kovid çağrılarının nelere yol açabileceğini düşünmedi bile. Emperyalizmin merkezinde faal olan sol, korona hayaleti karşısında kıyametçi senaryolar dillendirip kendi anlattığı hikâyenin büyüsüne kapıldı ve bu zafiyet üzerinden, kapitalizme dışsal bir gücün bizi bir şekilde kurtaracağına dair binyılcı inançtan yana durup, sınıf mücadelesi temelli analizi terk etti. Bu düşünce yapısı, hâkim iklim hareketi içerisinde belirgin bir nüfuza sahipti. Tek yapılması gereken, bu düşünce yapısına ince bir ayar çekip, onun sıhhi acil duruma uygulamaktı.

Bu türden ütopik fanteziler, hayalî kurgular, esasında dış düşmana karşı birleşen Gemeinschaft’ın[5] (“Topluluğun”) üzerinden dayanışmanın tesis edilmesi gerektiğini söyleyen o tehlikeli (ön) faşist inancı temel alıyorlardı. Oysa gerçek dayanışma, zalimlerin imal ettikleri gulyabaniye karşı o zalimlerle kurulacak sınıfsal işbirliğinden değil, ancak ezilen kitlelerin somut müşterek çıkarlarını temel alan, ilkeler üzerinden, tüm berraklığıyla ilerleyen enternasyonalist sınıf mücadelesinden neşet edebilirdi.

İçinde yaşadığımız gerçek dünyada sıfır kovid konusunda anlatılan tüm hikâyeler, esasında egemen sınıfın en üst kesimlerinin elinde toplaşan gücü meşrulaştırmaya ve o güce yönelik eleştirel analizin üzerini örtmeye yaradı. Gücün egemen sınıfın kaymak tabakasının elinde toplaştığı süreç, kolektif çıkarlarımız temelinde sınıfsal bir mücadele yürütmemize izin vermeyecek koşullara, daha az dayanışmaya ve daha az eşitlikçiliğe yol açan bir dinamiğe bağlı olarak ilerliyor.

Bu süreçte birçok solcu, karikatürize edilmiş, mekanik bir kapitalizm analizi geliştirdi. Bu analizi yapanlar kapitalistleri, esasında ancak “meşru” görülen kapitalist girişim üzerinden birikim yapan, önceden programlanmış, video oyunu karakterleri veya algoritmaları olarak görüyorlardı. Burada tarihten kopuk, soyut ve idealist bir sarhoşluk hâli hâkimdi.

Oysa somutta kapitalistler, kapitalizme veya piyasalara ideolojik bağlılıkla bağlı insanlar değiller, onlar, sadece sınıfsal çıkarlarına bağlılar ve burada bu çıkarların aldığı biçimin bir önemi yok. Tarihsel planda somut birer varlık olarak kapitalistler, hep verili kapitalizmden daha istikrarlı ve daha az riskli olan kapılardan girip birikim ve güç peşinde koştular. Onlar, sürecin ceremesini çekmemek için ellerinden geleni yaparlar, bundan sonra da yapacaklar.

“Kapanmalar” bahanesiyle kapitalizm karşıtı, ekonomiyi harap eden politikaların uygulandığı iddia edildi. Oysa bu politikalar, geç dönem emperyalist kapitalizmdeki o en tehlikeli tekelci eğilimleri güçlendirmek için kullanıldı. Finans kapitalin en saldırgan ve en gerici unsurları gelişip serpildi, güçlerine güç, servetlerine servet kattılar. Küçük ve zayıf olan sermaye yok edildi, burjuvazinin alt katmanları ve orta sınıflar yoksullaştırıldı. Buna karşılık, görünüşe aldanıp son yaşananların kapitalizm için birer felâket olduğunu söyleyenler, egemen sınıfın kaymak tabakasının zerre güç ve para kaybetmediğini görmediler. Finansal saldırının gerçekleştirildiği bu yıldırım harekâtında tüm dünyada orta sınıflar sistematik olarak yağmaya maruz kaldılar.

Egemen sınıf, devrimi değil darbeyi, orak çekici değil gamalı haçı, sınıf mücadelesini değil pogromu sever. Ortada hırsızlık ve gücü pekiştirme pratikleri üzerine kurulu, kapsamlı bir program var. Oysa birçok solcu, kapitalizmle ilgili çizgi romanlarla süreci anlamaya çalışıyor. Bu süreçte küçük ve orta ölçekli firmalar kapanmalar vesilesiyle yutuluyor, ayakta kalanlarsa iklim krizi ve Ukrayna savaşı ile gündeme gelen yaptırımlar gibi gerekçeler üzerinden boğazlanıyor.

Bu noktada akla Hollandalı çiftçiler, Rus oligarkların el konulan yatları ve başka türden varlıkları gelsin. Bu aşırı kapitalist yağma pratiğinin bir örneğini Doğu Almanya’nın yağmalanması örneğinde veya Nazilerce Yahudi mallarının “Arileştirilmesi” operasyonunda görmüştük. Bazıları ise bu türden manevraları antikapitalist veya sosyalist görüp alkışlıyor!

Aslında burada faşizmin o eski bilindik manevrası devrede: Müsadere yoluyla doğrudan birikim türünden kapitalizm içi veya kapitalizme hariçten gerçekleştirilen saldırılar, antikapitalistmiş gibi gösterilip, halkın gerçek devrimci duygu ve düşünceleri faşizme örgütleniyor. Faşistler, Yahudilerin mallarını yağmalamak istedikleri için yağmaladılar. Bunu yaparken, bir yandan da Yahudileri kapitalizm için birer günah keçisi hâline getirdiler, ayrıca Arileştirme girişimlerini (ve Yahudi işletmelerine yönelik saldırıları) antikapitalist bir hamle olarak yutturmaya çalıştılar. Bugün de aynı yolda ilerleyen egemen sınıf, her şeyi yağmalıyor, ama bir yandan da bu yağmayı kitlelere antikapitalist bir pratikmiş gibi pazarlamaya çalışıyor.

Küçük ve zayıf olan kesimlerin yutulduğu, yok edildiği süreçte egemen sınıfın en saldırgan kesimi için kılıf örüp duran kapanmacı sol, mertebe atlayabildi mi, uğruna mücadele yürüttüğünü iddia ettiği emekçi kitlelerin mevzi elde etmesine katkıda bulunabildi mi? Bu kapanmacı solun savunduğu politika, kapitalizm koşullarında yağmalananların dağıtılmasını zorunlu hâle getirebildi mi? Tabii ki hayır.

Gerçekte suni bir krizin tüm yükü kitlelerin sırtına yüklendi. Alman halkı, bugün tarih boyunca yaşam standartlarında görülmüş en büyük düşüşe tanıklık ediyor, öte yandan, egemen sınıf ise kendi halkını üç yıl boyunca acımasızca gözetleyen, taciz eden ve baskılayan devlet aygıtını yeniden silâhlandırmak için 100 milyar avro harcıyor. Aynı sözde sol, bu sürece de zımnen veya alenen destek sunuyor.

Kendi halkını kolektif serveti yeniden ele geçirmesi konusunda yönlendirmek, böylece maddi bolluğa yeniden sahip olunmasına katkıda bulunmak, bunun için üretim araçlarını kontrol altına alıp özgürleşmek yerine, birçok solcu, egemenlere kıyasla halkın yaşam standartlarına karşı daha saldırgan bir konum alabiliyor. Dünyayı yağmalayanlara dokunulmuyor, buna karşılık, kitleler özgürlüklerden ve maddi gönençten mahrum kalıyor.

Bu saçma siyasetin bir tezahürü de Yeşiller’in Doğu’daki emperyalist savaşa sunduğu destek ve ülke içinde kendi halkına karşı yürüttüğü ekonomik savaş.

Emperyalist savaş mekanizmasından daha fazla çevreyi tahrip eden bir şey var mı bu dünyada? Herhangi bir Yeşiller partisinin asli önceliği, o mekanizmayı yok etmek olabilir mi?

Bu kapanmacı solun biz “sağcılardan” ilkesel bir tutum gereği uzaklaşmalarındaki samimiyetsizliğin en önemli tezahürü de bugün mecliste bulunan ve nesnel planda faşistleşmiş olan partilerin destekçileriyle kendi aralarında bir ayrım çizgisi çekmeyi reddediyor olmaları. Bir vakitler sağcı bir gösteride bulunmuş biriyle yürümüş olan bir kişiyle temas kurmak bile bize “sağa yüzünü çevirmiş, iflah olmaz biri” yaftası yapıştırmak için yeterli olabiliyor.[6]

Alman emperyalizmini yeniden silâhlandırmaktan başka bir işe yaramayan mevcut trafik lambası koalisyonu[7] Ukrayna’da Neonazilere destek sunuyor, İkinci Dünya Savaşı’nda verilen antifaşist kurtuluş mücadelesinin simgelerini yasaklıyor, antisemitik Nazi propagandasının kullandığı Holodomor hikâyesine resmi düzeyde onay verip, onu hakikatmiş gibi takdim ediyor, ama nedense bunlarla aynı fikirde olmayanlar eleştiriliyor. Herkesin onlarla yürümesi, onlara örgütlenmesi, onlara oy vermesi gerektiği üzerinde duruluyor. 1 Mayıs mitinginde ilk konuşmayı, nedense koalisyona öncülük eden SPD’nin üyesi olan Frankurt Belediye Başkanı yapıyor.

Bu noktada, kapanmacı solun yürüdüğü yolun ana kusuru üzerinde durmak gerekiyor. Bu solcular, korona tedbirlerine karşı gelişen protesto hareketiyle ilişki kurma gereği duymadılar. Krizin gerçek niteliğine dair değerlendirmelerin yönünden bağımsız olarak, biz, gene de tartışma götürmez kimi gerçekler üzerinde anlaşmaya varabileceğimizi düşünüyoruz.

İlk olarak, burjuva hükümetlerinin krizlere karşı geliştirdikleri cevabın içeriğini cömertlik tayin etmiyor. Bu hükümetler, “doğru” şeyi yaparken, aslında onlara kâr akışının devamlılığını sağlamak amacıyla, sistemin muhafaza ve daimi kılınması zorunluluğu yön veriyor. Hükümetler, halkın beklentilerine kulak asmak zorunda, çünkü yeniden seçilmeleri gerekiyor, ama hükümetler, aynı zamanda eğer kendilerini kurtarmanın yegâne yolu halkı kurtarmaksa, bu yönde adım atıyorlar.

Buraya kadar sorun yok. Kapanmacı sol da benzer şeyler düşünüyor, ama burjuva hükümetlerin daha ileri gidebileceğini, krizi emekçi kitlelere karşı kendi sınıfsal çıkarlarını savunmak adına kullanabileceğini nedense akıllarına dahi getirmiyorlar. Çünkü biz, egemen sınıftaki kötücüllüğün göz ardı edilebilecek, küçümsenebilecek bir şey olmadığını biliyoruz. Onların “iyi bir krizin heba olup gitmesine izin vermeyelim” diyebileceğini düşünüyoruz.

Dolayısıyla, ister gerçek isterse imal edilmiş olsun, mevcut krizin verili koşullarında egemen sınıfın o krizden yırtmanın yolunu bulduğu ölçüde, onu kötüye kullanabileceğini ummak zorundayız. Tarihte her egemen sınıf, demokrasinin veya halkın dayattığı kısıtlardan kendisini kurtarma fırsatı sunan her türden olağanüstü hâli her şeyden daha çok sevmiştir. Bu tespite şunu da eklemek gerekiyor: Ortada gerçek bir kriz varsa egemen sınıf, ancak kendi çıkarlarını savunması ve mevzi elde etmesi konusunda o krizin fırsat ve imkân sunması durumunda ona çözüm bulmaya çalışır. Onların çıkarlarını aşan veya o çıkarlara karşı olup bizim çıkarımıza hizmet eden her türden eylem, politik mücadelenin emridir. Bu anlamda, ortadaki krize verilecek yegâne doğru sol cevap, halkın elindeki gücü almayı değil, onu harekete geçirmeyi şart koşar.

Kapanmacı solsa, sadece halkı harekete geçirme konusunda acziyet yaşamakla kalmadı, ayrıca pratikte halkın evlere tıkılmasında hükümetlere yardım etti, halkın ev hapsine mahkûm edildiği veya devlet eliyle yürürlüğe konulmuş sokağa çıkma yasağı üzerinden dışarı adım atamadığı sürece katkı sundu.

Siz kapanmacı solcular, kölece bir tutum ile, ayağa kalkmanız gereken, devletin protesto eylemlerini kısıtlayıcı emirlerine onay verdiniz. Üstelik bunu, zaten halkın güçbelâ ayağa kalktığı koşullarda, o hayal ürünü ve gerçek dışı kovid hikâyesine sırtınızı yaslayarak yaptınız. Başka insanların da hükümetin emrine girmesini istediniz. Birçoğunuz, hükümetin direnişleri daha sert bir biçimde ezmesini talep etti. En rezil tutumsa, bazılarınızın hükümete bağlı hücum kıtaları olarak iş görmesi, bu görev dâhilinde, protesto eylemlerinin bastırılmasına, engellenmesine, taciz edilmesine ve eylemcilere saldırılmasına katkı sunmasıydı.

Peki tüm bunları yaptınız da elinize ne geçti?

Almanya’da radikal sağın yeniden güçlenmesine mani mi oldunuz? Hayır, tam aksine, radikal sağ daha da güçlendi.

Birçoğu, alt orta sınıfa ve emekçi sınıflara mensup olan çok sayıda insan, hayatlarında ilk kez sadece mevcut hükümetin meşruiyetini değil, kapitalizmi ve parlamenter demokrasiyi de sorgulamaya başladı. Onlarla ilişki kurdunuz mu, önceden yürütülmüş beyin yıkama faaliyetlerinin ördüğü duvarları aşıp onlarla çalışma yürüttünüz mü, verimli sonuçlar veren bir eleştiri, eğitim ve aydınlatma faaliyeti içine girdiniz mi? Hayır girmediniz. Onlara saldırıp, bu insanların “sağcı” olduğunu söylediniz. Sadece “kendi kendini tasdiklemek” denilen o tuhaf oyunu sergilemekten başka bir şey yapmadınız.

Siz, nesnel düzlemde hükümetle ve onun hizmet ettiği egemen sınıfın öncü kesimiyle yan yana geldiniz. O sınıfla yan yana gelirken, resmi ağızlardan dökülen hikâyelere dair eleştirel düşünceyi, geçirdiğiniz öfke nöbetiyle birlikte, redde tabi tuttunuz, bu noktada, en temel ilkelere ihanet ettiniz. Böylelikle, ittifak kurma ihtimalinin gündeme geldiği tüm toplum kesimlerini yavan laflar etmekten gayrı bir şey yapmayan sağcı demagogların kucağına ittiniz.

Siz, sağcıların halk karşıtı bir tutumla, “radikal sol” ve “uluslararası finans” ile ilgili dillendirdikleri komplo teorileri için yaktıkları ateşi körükleyip durdunuz. Bugün kendisini ortaya koyduğu somut biçimiyle faşizme karşı gerçek bir mücadele yürüten bizlerin işini alabildiğine güçleştirdiniz. Birbirine zıt yönde ilerleyen Die Linke ve AfD’nin güçlerindeki değişim, bu gerçeğin bir kanıtı.

Biraz da faşizm meselesinden bahsetmemiz gerekiyor. Önce kapanmacı solun onu mağlubiyete sürükleyen en saçma vasfını ele alalım: bu vasfı dâhilinde kapanmacı sol, korona tedbirlerini tarihsel faşizmle kıyaslayanlara, “siz tarihsel faşizmi göreceleştirmekte, onu küçümsemekte, nihayetinde onun yeniden toparlanmasına katkıda bulunmaktasınız” dedi. Bu türden bir hamleye öncelikle sağ başvurdu, zira sağ, her seferinde aynı yalana sarılıyordu. Ama bu sefer hükümetteydi sıra. Mesela, hükümet, “Holodomor”un soykırım olduğunu söyledi, nefret suçunun özgül yanının, Almanya ile alakalı yönünün altını çizdi.[8]

Korona eylemlerine katılanlar, alınan tedbirleri faşizmle veya nasyonal sosyalizmle kıyasladılar. Bu kıyaslamayı antifaşist ve Nazi karşıtı oldukları için yaptılar. Bize göre, bugünkü egemen sınıf ile faşizmi iktidara getirenler arasında süreklilik vardı. Zira bu egemen sınıf, tüm sinsiliğiyle, yüz yıl önce işlediği suçlardan daha beterlerini işlemeye meyilli bir güçtü.

Bu değerlendirmemizi yanlış bulabilirsiniz. Bizim geçmişte işlenen suçları göreceleştirip küçülttüğümüzü söyleyebilirsiniz. Ama bilin ki biz hakikati söylemeye, onların bir şeyleri prova ettiklerini dile getirmeye mecburuz.

Ayrıca geliştirdiğiniz mantık çelişkili. Zira bir yandan faşizme atıfta bulunan tüm kıyaslamaların göreceleştirme zaafı taşıdığını düşünüyorsunuz, bir yandan da faşizmi bir daha aynı güçle ortaya çıkamayacak bir şey olarak tahayyül ediyorsunuz. O hâlde faşizmin göreceleşmeyeceği teorik bir koşul bulunuyor olmalı. Aslında bu tespitiniz ışığında siz, antifaşizmin gereksiz olduğunu düşünüyor olmalısınız. Ama elbette ki gereksiz görmüyorsunuz. Birçoğunuz, hiç çekinmeden, bizim ve bizimle yürüyenlerin “faşist” olduğunu söyleyebiliyorsunuz, ama görüşlerimiz veya aldığımız konumları inceleme gereği bile duymuyorsunuz. Peki bu, görecelikçi bir tutum değil mi? Hem de nasıl! Üstelik bu görecelikçi tutumunuz, suçladığınız göstericilerin tutumundan daha derin, daha beter ve daha tehlikeli.

Çünkü siz, gerçekte “faşist” ve “Nazi” gibi kelimelerin anlamını, ağırlığını ve önemini ortadan kaldırıyorsunuz. Protesto hareketi içerisinde faşizme karşı verdiğimiz gerçek mücadelenin önemini kavramıyorsunuz, o mücadeleye zarar veriyorsunuz. Son birkaç yılda yaşananlar yüzünden harekete geçmiş olan, Korona eylemleri üzerinden yeni yeni politikleşen veya tekrardan politik faaliyet içine giren birçok insanı fikri temelden mahrum bırakmaya çalışıyorsunuz, “Faşizm” ve “Nazi” gibi kelimelerin ağırlığını ve iç tutarlılığını ortadan kaldırıyorsunuz. Süreçte protestolar dâhilinde faal olan ve böylesine çamurlu sularda yüzmekten pek hoşnut olmayan faşist demagogların ekmeğine yağ sürüyorsunuz. Yanlış hesaplanmış, yanlış temellendirilmiş bir strateji üzerinden hareket ediyorsunuz, bu stratejinin henüz ham olan meyvelerini toplayarak tatmin oluyorsunuz, ama antifaşist örgütlenme faaliyetini ve politik eğitim çalışmalarını sekteye uğratıyorsunuz.

Her şeyden önemlisi de yaptığınız bu yanlışın kapanmacı solu eleştiren solculardaki dar görüşlülüğü, sığlığı ve kolayca aldanır oluşu beslediğini görmüyorsunuz. Mevcut durumun ağırlığını da egemen sınıfın bize karşı geliştirdiği itirazın niteliğini de, her şeyden önemlisi, bu sınıfın yürüttüğü psikolojik operasyonun derinliğini de idrak edebilmiş değilsiniz.

Egemen sınıf, solun devrimci eleştirisini temellük eden, onu başaşağı çeviren faşizmin kullandığı ilk yöntemleri bilince çıkartıp geliştirdi. VVN-BdA’dan arkadaşların hoşuna gitmeyen, 8 Mayıs günü dağıttığımız bildiride alıntıladığımız sözünde Dimitrov, şunları söylüyor.

“Faşizm, iktidara proletaryanın devrimci hareketine ve düzenden rahatsız olan kitlelere saldırı gerçekleştiren parti olarak gelir. Ama o, iktidara gelişini tüm millet adına, milletin selameti için girişilmiş bir faaliyet üzerinden gerekçelendirir ve kendisini burjuvazi karşıtı “devrimci” bir hareket olarak takdim eder. Bu noktada Mussolini’nin Roma’ya ‘yürüyüş’ü, Pilsudski’nin Varşova’ya ‘yürüyüş’ü ve Hitler’in Almanya’daki Nasyonal Sosyalist ‘devrim’i anımsanabilir.”[9]

Egemen sınıf, bu formülü epey geliştirdi. Artık ortada hareketleri rayından çıkartan, onları dezenformasyona mahkûm eden, güçlü bir mekanizma var. Bu mekanizmayı devreye sokarken egemen sınıf, üzerine ilericilik veya solculuk gömleğini geçirmekte bir beis görmüyor. Kontrolü altında olan muhalefet hareketleri inşa ediyor ve bu hareketlerin üyeleri, egemen sınıfa bağlı birer memur olarak faaliyet yürütüyorlar. Örneğin egemen sınıf, Suriye veya Ukrayna’da gelişen emperyalizm karşıtı mücadeleyi beyaz milliyetçiliğiyle ilişkilendiriyor veya Filistin’e antisemitizm üzerinden destek sunabiliyor.

11 Eylül vakası, öğretici niteliğini hâlen daha muhafaza ediyor. Emperyalist egemen sınıf, tehlikeli olan ve karşı saldırıya işaret eden söylemiyle programına mani olacak diye solcu güçlerin önüne türlü engeller çıkartıyor. Kendisinin bitmek bilmeyen bir zekâya sahip olduğunu düşünen, yöneticilerin beceriksiz olduğunu sanan, egemen sınıfa sadık, solcu küçük burjuva muhalifler, egemen sınıfın önüne koyduğu çanağa teslim oluyorlar. Emperyalizmi sorun etmenin kötü bir strateji olduğuna dair görüşlerini desteklediğini düşündükleri fikirleri pazarlayıp duruyorlar. Kendilerindeki haklılığı yaldızlayıp emperyalizme karşı mücadele ederken çile çekenlere acıyarak bakıyorlar, “tüh, keşke yapmasalardı” diyorlar.

Zaman içerisinde bu küçük burjuva solcular, ırkçı, İslam düşmanı, şarkiyatçı laflara teslim oluyorlar ve bunların öne çıkartılması gerektiğini söylüyorlar. Bağnaz bir tutumla, ABD’nin Batı Asya ve Kuzey Afrika’da oynadığı tarihsel rolü inkâr ediyorlar. Bu koşullarda egemen sınıf, solun önemli bir kısmını kendi çektiği hatta örgütlüyor. Bu hat:

1. Resmi anlatının en vazgeçilmeyen unsurlarını besliyor;

2. Faşist Bush-Cheney rejimine yönelik halk direnişini bölüyor, kitlelerin zihnini allak bullak ediyor, onları yanlış yöne sevk ediyor;

3. Kitleleri işçi sınıfından, özellikle olan biteni izah eden, o aleni “komplo”yu bir biçimde kabul eden, beyaz olmayan işçi sınıfından kopartıyor.

Pandemi döneminde egemen sınıf, eşi benzeri görülmemiş bir dezenformasyon kampanyası yürüttü. Burada amaç, oluşan hasarı olduğundan küçük değil, büyük göstermekti. Bunun için ortadaki tehdidi abarttı. Bunun için hastanelerde, bakımevlerinde ve genel manada toplumda ölümcül ve tehlikeli koşulların oluştuğunu söyledi. Uzmanlar arasında belirli bir görüş birliğinin bulunduğuna dair yanlış bir izlenim yaratmak adına, medyayı ve elitlere ait kurumları devreye soktu. En önemlisi de bugün tüm dünya genelinde yürütülen psikolojik operasyonun yönetilmesi için geçmişte devreye sokulmuş dezenformasyon kampanyasının tetiklediği kapsamlı kötücüllüğü, insani değerlere inanmayan yaklaşımı istismar etti. Bu düzlemde egemen sınıf, sol içerisinde kendisinin tehdidi inkâr ettiğine veya küçük gördüğüne dair izlenimin oluşması için çaba harcadı, böylelikle tehdidi alabildiğine abarttığı gerçeğinin üzerini örtme imkânı buldu.

Bu kampanyayla bağlantılı olarak egemen sınıf, kendisine bağlı hücum kıtalarının ve piyade birliklerinin (liberterler, milliyetçiler, sağcılar) içinden ayrıca (yakında soyu tükenecek olan küçük işletme sahipleri türünden) kullanıp atacağı küçük burjuva içerisinden kendi muhalefetini imal edip besledi. Çok fazla tehdit teşkil etmeyen bu muhalefet örgütsüzdü, beceriksizdi, devletle ciddi her türden yüzleşmeden uzak duruyordu. Kapitalist ideolojiye bağlı olduğu için bu muhalefetin üyeleri kolayca yönlendirildiler, gerektiğinde ileride yeniden diriltilecekler.

Zaman içerisinde kapanmacı sol, sınıf savaşı alanında egemen sınıfın bu türden stratejilerle ve öngörülerle hareket ettiğini, belirli sınıfsal katmanları kendi hedefleri doğrultusunda birbirine karşı harekete geçirdiğini unuttu. Bugün bu tür stratejilere ve öngörülere dair değerlendirmeleri “komplo teorisi” olarak yaftalayıp çöpe atmakla meşgul. Kapanmacı sola sormak gerekiyor: Marx da aynı şeyi On Sekizinci Brumaire çalışmasında veya Almanya’da Devrim ve Karşı-Devrim çalışmasında yapıyordu, o teorik katkıyı da “komplo teorisi” diyerek çöpe atıyor musunuz?

Bugün Özgül Sol hareketini meydana getiren bizler, bu sınıf savaşı alanını görüyoruz ve ancak bu şekilde oraya müdahale edebileceğimizi düşünüyoruz. Marx’ın On Sekizinci Brumaire’de tespit ettiği üzere, “insanların kendi tarihlerini yaptıklarını, ama onu diledikleri gibi yapmadıklarını, insanların tarihi bizatihi seçtikleri koşullarda değil, geçmişten aktarılmış, zaten orada verili olan koşullarda yaptıklarını” biliyoruz.

Siz, o bağnaz bir tutumla teslim olduğunuz vecd hâlinden çıkamıyorsunuz. Biz çıkmanız için elimizden geleni yapıyoruz.

Egemen sınıf, dünya genelinde bir yıldırım harekâtı yürüttü. Kitleler sokaklara dökülünce egemen sınıf, ajanlarından, influencer’larından, kitleleri yanlışa sevk edecek kişilerden oluşan ordusunu devreye sokup kitleleri kontrol altına almak, kafasını karıştırmak, sürü gibi gütmek için uğraştı. Bizim orada olmamız gerekiyordu. Biz, kitlelerde gelişen doğru ve yerinde sezgileri ve görüşleri bütünlüklü, rasyonel ve materyalist bir durum analizine doğru yönlendirmek zorundaydık. Egemen sınıfın kitlelerin önüne döşediği onca tuzakla mücadele etmeliydik. Tüm gerçek devrimciler gibi kitlelerden öğrenmeliydik. Onlarla tartışmak, düşünmek ve mücadele etmek zorundaydık.

Hareket daha yola koyulmazdan önce siz, gidip egemen sınıfın size sunduğu senaryoya teslim oldunuz. Hemen o eylemlere katılanlara hakaretler ettiniz, egemen sınıfın uyguladığı despotizme peşinen şüpheyle yaklaşanları “faşist”, “antisemit”, “sağcı radikal” olarak yaftaladınız. Bunu yaparken bir yandan da politik düzeyde gelişkin sol eleştiriler dile dökenlerin, bu hâlleriyle, protesto hareketi içerisinde solun hegemonya sahibi olmasına katkıda bulunacak kişilerin gözünü korkutup onların evden çıkmalarına mani oldunuz, böylelikle, tüm sahayı ajanlara ve demagoglara teslim ettiniz.

Gericiliğe dair tarihsel materyalist anlayışla donanmış kişiler olarak bizim gözümüzü kimse kolay kolay korkutamazdı. Dimitrov’un yukarıda alıntıladığımız sözünde de tespit edildiği biçimiyle, Alman faşizminin “sosyalizm” kelimesine el koymuş olması asla tesadüf değil. O zavallı “antisemitizm” yaftası, aptalların sosyalizminin eseridir.

Kitleler, devrimci ideolojinin kaynağıdır. Kitleler, o ideolojiyi zalimlere karşı verdikleri mücadelede ellerindeki örs ve çekiçle döve döve şekillendirirler ve açıklığa kavuştururlar. Gerici ideolojilerse egemen sınıfların ve onların uşaklarının kullandıkları ideolojik silâhlardır. Bu silâhlar da kitleleri boyunduruk altına almak ve onları bilinçlendirecek en ufak fikri ortadan kaldırmak için verilen mücadelede üretilirler. Egemen sınıfın kitlelerin çıkarlarına ve hedeflerine karşı olan bir sınıf olduğuna dair doğru ve yerinde görüş anlamında sınıf bilinci, en tehlikeli unsurlardan biridir.

Bu anlamda egemen sınıf, bir yandan bu temel görüşü silâhsız kılmak bir yandan da onun sahip olduğu güçten istifade etmek ve elindeki ideolojik malzemeye bir öz kazandırmak için uğraşır. Egemen sınıf hiçbir şey üretmez. Sahip olduğu ideoloji bile insanlığın ürettiği tüm ürünün temellük edilmesinin ve özel çıkarlar uğruna kullanılmasının bir neticesidir.

Egemen sınıf, uyguladığı zulümle kitleleri belirli fikirlere yönelterek, onların oluşturulmuş programları benimsemesini sağlar. Geliştirdiği bu türden gerici programlarla egemen sınıf, kitleleri tuzağa düşürür. Bilhassa devrimci liderlikten mahrum olduğu dönemlerde kitleler, sınıfsal analizin ham ve gelişmemiş biçimlerini belirgin bir kafa karışıklığıyla üretirler. Komplo teorilerine denk düşen bu sınıfsal analizler, esasen doğru ve yerinde gelişmiş dürtünün ve yönelimin eseridirler. Devrimcinin işi, bu sınıfsal analizlerle ilişki kurup, onların netliğe kavuşmalarını sağlamaktır.

Kapanmacı sol, bu süreçte yukarıda dile getirdiğimiz yaklaşımla çelişen bir konum aldı. Almanya’da kitleler, onlarca yıldır egemen sınıfın tüm acımasızlığıyla yürüttüğü propaganda faaliyetine maruz kalıyor. Birçok insan, tüm ömrü boyunca bu propagandayla besleniyor. Okulda, işyerinde, medyada insanlar, kapitalist bireycilikten, emperyalist şovenizmden ve ırkçılktan, cinsiyetçilikten, maltusçuluktan, militarizmden ve antikomünizmden oluşan çorbayla besleniyor. Hâkim bakış açısının dışına ufacık bir adım attığı anda dezenformasyon amaçlı operasyonların ve kontrol altındaki muhalefetin zehirli dilinin kurbanı oluyor. Buna rağmen insanlar, tek tek ya da birlikte, ufacık bir itirazı dile döktüklerinde, onları hemen mahkûm ediyorsunuz, hatta onları ezen devleti alkışlıyorsunuz. Bu temelde idealist, hatta yarı dini olan yaklaşımınız, ritüellerle sağlanmış saflık anlayışıyla tatmin olan destekçiler bulmanızda size epey yardım ediyor. Yeniden yükselişe geçmiş olan faşizm, o politik programınızla sizden daha iyi dost bulamazdı.

Kapanma karşıtı hareket içerisinde yer alan sol kesim bizimle aynı yanlışları yaptı. Bu süreçte eleştiri ve özeleştirileri analiz edip incelemekle, bu döngüye teslim olmakla yetindi. O eleştirilerin ve özeleştirilerin üstesinden geleceğimiz yer burası değildi.

Sadece Özgür Sol değil, ayrıca Frankfurt’ta faal olan, göçmenlere yönelik ırkçı saldırılar konusunda çalışma yürütmek için kurulan Klartext [“Açık Metin”], Freidenker [“Özgür Düşünenler”], Berliner Kommunarden [“Berlin Komünarları”], Avusturya’dan Rota Fahne [“Kızıl Bayrak”] gibi protesto hareketi içerisinde yer alıp sürece müdahale etmeye karar vermiş olan örgütler, temelde doğru bir şey yaptılar. Kapanmacı solcular olarak siz ise koparttığınız gürültü patırtı ile egemen sınıfın yönettiği koroya dâhil oldunuz, tüm varlığımızla dâhil olduğumuz, en azından korkutmaya çalıştığınız insanların harekete katılmasını sağlamak için uğraştığımız o eylemleri “sağcı” olarak yaftalamak için uğraştınız.

Biz, bu süreçte programını solcu, hatta komünistmiş gibi kılıflandırıp satan egemen sınıfın propaganda faaliyetiyle, bir yandan da isimlerimize düşürdüğünüz o kara lekeyle mücadele ettik. Yeniden dirilmek ve sahneye çıkmak için uğraşan faşizme onun gerçek kaynağı olan egemen sınıfa ve uşaklarına karşı ilkeli bir mücadele yürüterek karşı koyduk. Bunun için, yürütülen dezenformasyon faaliyetini etkisiz kılmak adına, mevcut durumun gerçekten materyalist olan analizini yapmaya çalıştık. Buna karşılık, siz yürüdüğümüz yola taş koymaktan başka bir şey yapmadınız. Sadece melez cephelerin[10] en sinsisi ve en tehlikelisi için çalışan uşaklar olarak hareket ettiniz. Oysa bu cephenin içinde Washington, Hristiyan Demokrasi Birliği[11], trafik lambası koalisyonu ve Ukrayna’daki Azak Taburu vardı.

Devletin uyguladığı baskılara, yürüttüğü dezenformasyon faaliyetine, kitleleri yanlış yola sokmaya dönük çabalarına tanık olduğumuz koşullarda, küstah bir tavırla, o eylemlerin ardında kimlerin olduğuna, orada kimlerin yürüdüğüne dair bir fikriniz olmamasına rağmen, bizim eylemlerde kimlerle yürüyüp kimlerle yürüyemeyeceğimize karar verebileceğinizi düşündünüz.

İç tutarlılığa sahip bir yapı içerisinde başkalarıyla hemhal olmazdan önce Özgür Sol, dağıtıcı, tasfiyeci güçlerin saldırısına maruz kaldı. Oysa henüz bizi günahlarımızdan arındıracak bir şeyleri başarabilmiş değildik.

Bize göre asıl önemli olan, sokaklara çıkmak, kitlelerle ilişki kurmak ve egemen sınıfla mücadele etmektir. Bu tespitimiz bugün için de geçerlidir.

Egemen sınıfın ajanları, bizim korona eylemlerine katılmamızdan tabii ki hiç memnun olmadılar. Aynı şekilde siz, bizim savaş, faşizm, kapitalizm ve emperyalizm karşıtı gösterilerdeki varlığımızdan rahatsız oldunuz. Ancak şu var ki bizim evde kalmak gibi bir niyetimiz yok. Sizin içinizde belirli bir kesimin durumu anlamasını, durumun uyarılarımızda bulunduğumuz gibi aciliyet arz ettiğini görmesini sağlamak için elimizden geleni yapmaya devam edeceğiz. Bunu yapmak zorundayız. Yürüdüğümüz yolun temelde meşru, sizin yürüdüğünüz yolunsa tümüyle yanlış olduğunu siz de göreceksiniz. Öte yandan, hakiki ve iyi niyetli eleştirileri başımızın üzerinde tutmaya devam edeceğiz. Ulaştığımız sonuçlardan, elde ettiğimiz başarılardan tatmin olup bununla övünecek bir yapımız yok bizim. Sizinle her fırsatta konuşacağız. Sokaklarda görüşürüz.

Özgür Sol Gelecek
15 Haziran 2023
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Die Linke [“Sol Parti”]: Almanya’nın en önemli sol partisi. Doğu Almanya’yı yönetmiş olan Sosyalist Birlik Partisi’nin halefi. Uzun zamandır kendisini köklerinden uzaklaştırmakla meşgul. Dolayısıyla, gerçek manada devrimci bir alternatif sunmaktan aciz.

[2] AfD [“Almanya İçin Alternatif”]: Hükümetin ve medyanın yorulmak nedir bilmeden, tüm itirazı ve öfkeyi politikalarına yönlendirmek için çalıştığı aşırı sağcı parti. İlk kapanma tedbirlerine destek sunsalar da sonrasında konumlarını değiştirdiler ve ülkenin büyük bir partilerinden biri olarak kapanmaları, aşı dayatmasını vs. açıktan eleştirdiler.

[3] Nazi Rejiminden Zulüm Görenler Derneği/Antifaşistler Federasyonu [VVN-BdA]: Almanya’da komünist hareketle sıkı ve güçlü bağlara sahip olan, bir zamanların ünlü örgütü. Bugün görebildiğimiz kadarıyla uzlaşmacı bir siyaset yürütüyor. Son üç yıldır da Alman hükümetinin aldığı korona tedbirlerine karşı çıkanlara “faşist” diye hakaret edip saldırmak, buna bağlı olarak, bu kişilere karşı eylemler örgütlemek.

[4] Komünist Teşkilât [KO]: Kısa süre önce ikiye bölündü. Bir ekip, Yunan Komünist Partisi’nin geliştirdiği “emperyalist piramit” teorisinden yana saf tuttu. Bu bağlamda, söz konusu ekip, Ukrayna’da yaşanan çatışmayı emperyalistler arası savaş olarak görüyor. Diğer ekip ise yaşanan çatışmayı NATO’nun saldırganlığı düzleminde ele alıyor ve Rusların yürüttükleri özel askeri operasyonun savunma amaçlı, meşru bir girişim olduğunu, hatta ilerici bir hamle olarak görülmesi gerektiğini söylüyor. Biz, burada bu ikinci ekipteki yoldaşlardan bahsediyoruz.

[5] “Topluluk”, Almancada Volksgemeinschaft olarak karşılanıyor ve bu terim genelde “halkın ırkî veya milli topluluğu” olarak tercüme ediliyor. Burada sınıfsal ayrımların bulunduğu kabul ediliyor, ama sınıf bilinci, Nazi ideolojisinin ve propaganda faaliyetinin esas unsuru olan uyumlu millet/ırk bilinci karşısında geri plana atılıyor.

[6] Hükümet veya medya, sağcı olarak adlandırılan her türden politik güçle temas kurup suç işleyen kişiler için “rechtsoffen” ifadesini kullanıyor. Burada daha çok sağ ile bir melez cephe inşa etmek için uğraşan ya da bu tür bir cephenin içinde yer alabilecek kişiler kastediliyor.

[7] Trafik Lambası Koalisyonu: Şu an Almanya’da iktidarda olan koalisyonu ifade ediyor. Kırmızı Sosyal Demokratları, Sarı ortanın sağında duran liberal parti Hür Demokratik Parti’yi (FDP), Yeşil de Yeşiller Partisi’ni simgeliyor.

[8] “Volksverhetzung” [“Nefret Suçu”] Alman ceza hukukunda milli, ırkı ve dini bir gruba ya da etnik kökeniyle tarif edilmiş bir kesime yönelik nefretin teşvik edilmesi olarak tarif ediliyor. Genelde Yahudi Soykırımı inkârcılarına tatbik edilmesine karşın bu yıl hükümet ilgili kanunu Nazilerin uydurdukları, sovyetlerin veya Stalin’in Ukraynalıları bir ırk olarak yok etmek için bilerek kıtlık koşulları yarattığı yalanını sorgulayan herkesin yargılanmasında kullanmak için gerekli zemini oluşturdu. Bu kanun, aynı zamanda mevcut hükümetin yürüttüğü politikaları Nazizmle ilişkilendiren ve tarihsel bir bağlama oturtan her türden yaklaşımı suçlu kılmak için kullanıldı. Bkz.: Bernard Klevenz, “Absurd, Alarming, Scandalous”, 22 Şubat 2023, Magma.

[9] Georgi Dimitrov, “The Class Character o Fascism”, The Fascist Offensive and the Tasks of the Communist International in the Struggle of the Working Class against Fascism içinde, 2 Ağustos 1935, MIA. Türkçesi: İştiraki.

[10] “Melez Cephe” veya “Çapraz Cephe”, Alman siyasetinde yaygın olarak kullanılan bir tabir. Bir tür milliyetçi, üçüncü yolcu platform üzerinden “solcu” ve “sağcı” güçleri birleştirme girişimlerini ifade ediyor. Neonazi grupları pratikte bu stratejiyi uyguluyorlar.

[11] Hristiyan Demokrasi Birliği, Almanya’da güçlü olan merkez sağ partisidir.