29 Ekim 2018
Umudunuzu Yitirmeyin
Corc Abdallah
26 Ekim 2018
İtidal
19
Aralık Katliamı’ndan bir hafta önce Ankara’da bir yürüyüş gerçekleştirildi.
Polis ve ülkücüler, eylemcilere saldırdılar. Hızlarını alamadılar, o sırada
ölüm orucuna destek veren ailelerin bulunduğu ÖDP bürosuna da yöneldiler. Akşam
vakti, ailelerin büroda olmasını istemeyen parti yönetimi, aileleri bürodan
attı. Esasen 19 Aralık saldırısı, çok önceden başlamıştı.
Bugün
KESK kapısında yaşanan gerilimi buradan da okumak mümkün.
Denilebilir
ki Cephe, bir siyaset tarzı olarak, biraz da “ben herkesten devrimciyim” pozu
kestiği için bitap düştü. Herkesin, argo tabirle, ona “posta koyma”sının bir
sebebi bu. Her iki taraf da birbirlerine karşı güçlenmek derdinde, düşmana
karşı değil. Posta koymak ve poz kesmek, genel anlamda mücadeleyi de yoruyor,
bu görülmeli.
Mahallede
genç kızları fuhşa sürükleyen, onları pazarlayan kadın pezevenge sahip
çıkanlar, Nuriye’ye sahip çıkmadılar. Çıkmazlar. Daha önce ifade ettiğimiz gibi[1],
onu Yüksel’deki insan hakları heykelinden farksız görüyorlar. Kadın olarak
Nuriye’ye açlık grevinin dayatıldığından söz ediyorlar. Dolayısıyla Kesklilere,
kendisine uygulanan şiddetin izlerini gösteren kadın, boşa uğraşıyor, çünkü
karşısındakiler, onu kadın dahi görmüyorlar.
“Kadın”,
burjuva bireyin don değiştirmiş hâli aslında. Bu, başka kavramlar için de
geçerli. Burjuva birey, dışarıdan dayatma kabul etmeyen, kendi iç sezgileriyle
ve iradesiyle hareket edebilen, kendine hâkim, yüce bir varlık olarak tasavvur
ediliyor. Bu tasavvur, kimlerin yanına ilişildiğini ele veriyor.
Kesk
haberinde “kendini” kelimesi bu yüzden iki kez geçiyor. “Kendi”, “ben”, “birey”
kelimeleriyle kurulan cümleler, tüm Marksist-Leninist külliyatın yerini alıyor,
o cümlelerin sahipleri, külliyatı geri ve gerici kabul ediyorlar. Onlar, esasen
söz konusu külliyata ve durduğu zemine saldırıyorlar.
“Benim
sendikam direnişimize neden sahip çıkmıyor” diyen Yüksel direnişçileri, bu
sebeple hedefe konuluyorlar. Oktay İnce’nin tespitiyle, “Tecrit, ‘eylem bize
karşı yapılıyor’ hissiyatı devam ederse, bu direnişlerin her kazanımı,
direnenlere sağladığı onur ve prestij, insanlara olan pozitif etkisi KESK’i ve
Eğitim-SEN’i psikolojik zora düşüreceğinden” varoluşsal bir tepki
geliştiriliyor. Bu tepkiyi, birkaç sene önce, SES tüzüğünde yaptıkları
değişiklikle kendilerinden küçük olduklarını düşündükleri örgütlerin sesini
soluğunu kesenler veriyorlar.
“Kendini
dayatma!” feveranı da bu tepki bağlamında gündeme geliyor. “Kendini dayatma!”
diyenler, siyaseti ve teoriyi kendi özelinde, kendi çıkarlarının güdümünde
işleyen bir şey olarak görüyorlar. Kendini aşan şeyleri, siyasetin ve teorinin
dışına atıyorlar. Haz, yaşam enerjisi, birlikte eğlenme gibi olgular, merkeze
konuluyor.
Bugün
AKP Öcalan’ı hapisten çıkartsa, siyaseti bırakıp batı sahillerindeki veya
Avrupa’daki evlerine çekilecek olan kişiler yapıyorlar “kendini dayatma!”
eleştirilerini, ne tuhaf! Dayatma eleştirisi, kendilerini dayatanlara ait
aslında.
Oysa
oğlu-kızı mapus damında ölüm orucunda olan anaya yurt olmak, bir örgüte
verilmiş bir emirdir. Dolayısıyla, işinden atılan, bu sebeple direniş yoluna
revan olan insanlara “bana kendini dayatamazsın” denilemez, o eylem bir emir
telakki edilip o yola yoldaş olunur, tüm eleştirileriyle birlikte.
Örgütlü
siyaset, dinamik bir süreçtir: işbölümü, disiplin ve hiyerarşi bağlamında
işler. Birey değil kolektif; bireyin anı değil, kolektif süreç üzerinden
düşünülüp hareket edilir. Bireyin haz noktalarına değil, kolektif sınıfın,
kitlenin acı ve umut noktalarına örgütlenilir. Belirli bir süre, belirli bir
dönem hareket, kişiler şahsında somutluk kazanan toplumsal politik dinamiğin
emirlerine göre ilerler, ilerlemelidir. Harekete ve mücadeleye ise mülkiyet
değil, aidiyet üzerinden bakılır.
Bugün
gerilim yaşayan iki siyasi çizgi de birbirlerini birer bahane olarak
kullanmaktadır. Esas olan, bu emirle, aidiyetle düşünmektir.
“Konfederasyonumuz
itidalini koruyacak”[3] diyenler, itidali bir siyaset biçimi hâline
getirmişlerdir. Mesele, bir yanıyla budur. “Acaba masa yeniden kurulur mu?”
diyerek, sokakta yanan ateşe su dökülemez, o görmezden gelinemez. Resmi
kurumsal siyasetin koridorlarına sıkışmış bir sendikacılık, sermayeden de
devletten de kurtulamaz. Birilerinin siyaseti, çocuksu, zayıf, yersiz, radikal,
öznel bulunarak, mevcut siyaset aklanamaz. Yapılacak devrimci iş, bu değildir.
Yanda sunulan türden cümleler döşenen tvitşörlerin anlamadığı şudur: mesele, bir kişinin zihni, akli
melekesi değildir. Mesele, açlık greviyle, açlık grevi mücadelesi vermekle
dalga geçmek de değildir. Mesele, o kişide somutlanan mücadele sürecine,
tarihselliğe, toplumsallığa, işten atılanlara, zulme direnenlere, ekmek
davasını geleceğin kavgasına bağlayanlara örgütlenmektir. Teslimiyet,
egemenlerin yürüttükleri “sosyalizm bireyi görmüyor” saldırısı karşısında boyun
eğmekle alakalıdır.
Öte
yandan hakkını teslim etmek lazım. Aynı Sergen Sucu, kendisi ile ilgili olarak,
doğru bir tespitte bulunmaktadır: “Devlet çok vücutlu, fakat tek beyinli bir
yapıdır. Bazen ailede, bazen toplumda, bazense çok karşısında duran bizlerin
içindedir.” İşte mesele, o devlete kul olmamaktadır.
Eren Balkır
26
Ekim 2018
Dipnotlar
[1] Eren Balkır, “Sologami”, 16 Mayıs 2017, İştirakî.
[2]
“Kesk: Kimse Kendini Kesk’e Dayatamaz”, 25 Ekim 2018, Etha.
23 Ekim 2018
Yerli Muhbir
22 Ekim 2018
Fra Dolcino
20 Ekim 2018
Devrim Mücadelesine Doğru Yaklaşım
19 Ekim 2018
Ronin
“Harekete kimse mani olamaz.”
[Âşık Veysel]
Bugün
solun, sosyalist hareketin şu Gagabulut denen gence neden sahip çıkmadığını,
onun için sosyal medyada ve sokakta neden eylem yapmadığını anlamak mümkün
değil. İzmir’in dağlarında çiçek açtıran, “laiklik kazanacak”, “burası İzmir”
diyen bu gence onca LGBT hakkından söz eden örgüt destek sunmuyor. Bu genç,
hetero genç erkekleri öpüştürüyor, birini diğerinin ayağını öptürüyor, diğerini
sokak ortasında soyuyor, eşcinselliği pratikte meşrulaştırıp yayıyor. Bu
“devrimci” dönüşüme örgütlenmiş olanlarsa susuyorlar.
Bu,
bir işlem galiba. Bir-iki sene önce bir eşcinsel gençle röportaj yapılıyor. Bu
genç, bir sosyalist örgüte üyeymiş. Oradan nedense ayrılmış, başka bir örgüte
gitmiş. Sonra, dediğine göre, “fazla erkek” görünmesine rağmen Maoist bir
örgüte girmiş, burada LGBT çalışmaları yapmış. Nasıl oluyorsa ve nedense o
Maoist örgüt, LGBT gibi başlıklarda siyaset yürütmek üzerinden bir gerilim
yaşayıp bölünmüş. Hatta bu gencin ilk ayrıldığı sosyalist örgüt, bu ayrışmaya
dair bir bildiri kalem almış ve taraflardan birini bir ağabey gibi ikaz etmiş.
Bu
söylenenler, sol-sosyalist hareketin genel seyri, nereye örgütlendiği,
muhtevası ve biçimi dert edinildiği için gündeme getiriliyor. Meram, örnekler
üzerinden aktarılıyor. Özünde ülkedeki siyasette yaşanan dönüşüm, sol-sosyalist
harekete de yansıyor.
Misal,
üçüncü TİP kuruluyor. Gerekçesini, adını, içeriğini, şeklini-şemalini kimse
tartışmıyor. Parti de bir tartışma üzerinden kurulmuyor. Oldubittiye
getiriliyor, “ben yaptım oldu” tavrıyla gündemleştiriliyor. Bir örgütün içte
yaşadığı sancının ceremesini emekçiler, solcular çekiyor.
Özünde
TİP, bir ana rahmi... Bugünkü tüm örgütler oradan çıktılar. Madde ve diyalektik
gereği, ayrışmalar, kavgalar, sıçramalar yaşandı. Kıvılcımlı’nın dediği gibi,
parlamentarizm ve sendikalizm çerçevesine sıkıştırılmaya çalışılan hareket, o
bentleri aştı ve hayatın, toplumun ara sokaklarına, kılcal damarlarına kadar
ilerledi. Galiba bugün tüpten çıkmış olan diş macununu geri tüpe sokmak
istiyorlar. Ortalıkta dolanan, farklı örgüt geleneklerinden gelen insanları bu
“parti”ye mecbur etmeye çalışıyorlar. Ama o parti, kurulduğu koşulların
sınırlarını hiç aşamıyor, dolayısıyla oraya, belli bir ayıklama işleminden
sonra, dolduruluyor insanlar.
O
tüpün sınırlarını parlamentarizm ve sendikalizm tayin ediyor. On yıl önce bir
EMEP yöneticisinin dediği gibi, bugün solun bir kesimi, “keşke hiç
uğraşmasaydık, TİP olsaydık” diyor. Bu, dedirtiliyor. “Zaten parlamentaristiz
ve sendikalistiz, ne gereği var başka heyecanlara, maceralara” deniliyor.
Dolayısıyla, Erkan Baş’ın “TİP Mahirlerin, Denizlerin yeşerdiği partidir”
demesinin bir anlamı bulunmuyor. Çünkü TİP, Mahirlerin, Denizlerin ayrıldığı,
kavga ettiği parti aynı zamanda. Bugün de TİP üzerinden, kimilerine boncuklar
dağıtılıyor, belirli boşluklar dolduruluyor, ihtimaller ortadan kaldırılıyor ve
geçmişte Kuğulu
Park’taki propaganda düzeyine çekiliyor herkes ve her şey. O
“yeni cumhuriyet”te Kürd’e de Müslüman’a da yer yok.
Deniz,
Mahir, İbrahim, dar anlamda gençlik kategorisine hapsediliyor ve “boylarından
büyük iş yapmış, yaramaz çocuklar” olarak takdim ediliyorlar. Olgun, kâmil,
yetişkin ve bilgili âlimler, partinin başına çörekleniyor ve dümeni her daim
sağa kırıyorlar. O cumhuriyette Deniz’e, Mahir’e, İbrahim’e de yer yok.
Seksen
öncesinde, seksende ve sonrasında devlete bağlı isimler, “sol örgütlerin
tabanının inançlı, tepesinin inançsız” olduğunu söylüyorlar. Kamayı buradan
sokuyorlar. Bu türden analizler yapanların bugün bu analizleri yapmadığını,
buna göre adımlar atmadığını kimse iddia edemez.
Dolayısıyla,
bir “içtima” emri duyuyorsak, huylanmak gerekiyor. Cümlemizi bir koğuşa
doldurmak istiyorlarsa, bir mıntıkaya gönderiyorlarsa, durup bir sorgulamak
şart. Bu yöndeki emirleri tartmak, tartışmak gerek.
Misal,
birileri çıkıp “ele silâh almayan adam değildir” diyorsa, durup bu sözün ardına
arkasına bakılmalı. Hele “CHP’yi ‘demokratik halk muhalefeti’nden sayan bir
anlayıştan düzen dışı muhalefet olmaz. Neredeyse cumhuriyetle yaşıt olmakla
övünen legal bir kuruluştan devrimcilik çıkmaz. Devrimci Yolculuk, devrimin
yolunu dün de göstermiyordu, bugün de gösteremez” (Teori ve Politika
dergisi) diyorsa, bu sorgulamayı daha derinden yürütmek gerek. Burada da sinsi
bir alan kavgası, geçmişin üzerini örtüp yeni pazarlar arama çabası var. “Devyol’a
vuralım, aklanalım, yükselelim” diye düşünüyorlar. Seksen öncesi ve sonrasında
da bunu söylediler.
Bu
cümleleri yazan kişinin son birkaç yılda attığı, dergisinde yer verdiği
tweet’lere baktığımızda, onun CHP muhalefetine “devrimci” dediğini, Adalet
Yürüyüşü’ne destek verdiğini, altmış darbesini onayladığını, kentli orta
sınıfın diline örgütlendiğini vs. görüyoruz. Üstelik “Devrimci Yolculuk
devrimin yolunu dün de göstermiyordu” diyen bu zat, yirmi beş sene önce “nasıl
bir yayın çıkartılmalı?” sorusunu soran yazısında, “Devyolculaşmalıyız, onun
boşluğuna oynamalıyız” diyordu.
Demek
ki Gagabulut ve bu son tweet konusunda da sol örgütlerde tutarlılık aramamak
gerekiyor. Ama o tutarlılığı halk da sınıf da aramıyor maalesef.
Halk
ve sınıf, kendi ikbaline, dünyalığına, nefsine, şahsına, mevkisine, kariyerine
örgütlenmiş olanları pek ciddiye almıyor.
Evet,
ortalıkta sayıca çok Ronin varmış gibi görünüyor, ama bunların hiçbir karşılığı
bulunmuyor. “Dalgaya benzer insan” anlamına gelen Ronin, Japonya’da efendisiz
kalmış samurayları ifade ediyor. Bu oradan oraya savrulan, yüzer-gezer
roninlerin aristokrat vasıfları, olduğu gibi korunuyor. İçlerinde işçileşene
rastlanmıyor. Bunlardan kurulacak bir ordunun kalk borusunu duymasına bile
imkân yok!
Eren Balkır
19 Ekim 2018
18 Ekim 2018
Louis Althusser Söyleşisi
30 Nisan 1980