26 Ekim 2018

,

İtidal


19 Aralık Katliamı’ndan bir hafta önce Ankara’da bir yürüyüş gerçekleştirildi. Polis ve ülkücüler, eylemcilere saldırdılar. Hızlarını alamadılar, o sırada ölüm orucuna destek veren ailelerin bulunduğu ÖDP bürosuna da yöneldiler. Akşam vakti, ailelerin büroda olmasını istemeyen parti yönetimi, aileleri bürodan attı. Esasen 19 Aralık saldırısı, çok önceden başlamıştı.

Bugün KESK kapısında yaşanan gerilimi buradan da okumak mümkün.

Denilebilir ki Cephe, bir siyaset tarzı olarak, biraz da “ben herkesten devrimciyim” pozu kestiği için bitap düştü. Herkesin, argo tabirle, ona “posta koyma”sının bir sebebi bu. Her iki taraf da birbirlerine karşı güçlenmek derdinde, düşmana karşı değil. Posta koymak ve poz kesmek, genel anlamda mücadeleyi de yoruyor, bu görülmeli.

Mahallede genç kızları fuhşa sürükleyen, onları pazarlayan kadın pezevenge sahip çıkanlar, Nuriye’ye sahip çıkmadılar. Çıkmazlar. Daha önce ifade ettiğimiz gibi[1], onu Yüksel’deki insan hakları heykelinden farksız görüyorlar. Kadın olarak Nuriye’ye açlık grevinin dayatıldığından söz ediyorlar. Dolayısıyla Kesklilere, kendisine uygulanan şiddetin izlerini gösteren kadın, boşa uğraşıyor, çünkü karşısındakiler, onu kadın dahi görmüyorlar.

“Kadın”, burjuva bireyin don değiştirmiş hâli aslında. Bu, başka kavramlar için de geçerli. Burjuva birey, dışarıdan dayatma kabul etmeyen, kendi iç sezgileriyle ve iradesiyle hareket edebilen, kendine hâkim, yüce bir varlık olarak tasavvur ediliyor. Bu tasavvur, kimlerin yanına ilişildiğini ele veriyor.

Kesk haberinde “kendini” kelimesi bu yüzden iki kez geçiyor. “Kendi”, “ben”, “birey” kelimeleriyle kurulan cümleler, tüm Marksist-Leninist külliyatın yerini alıyor, o cümlelerin sahipleri, külliyatı geri ve gerici kabul ediyorlar. Onlar, esasen söz konusu külliyata ve durduğu zemine saldırıyorlar.

“Benim sendikam direnişimize neden sahip çıkmıyor” diyen Yüksel direnişçileri, bu sebeple hedefe konuluyorlar. Oktay İnce’nin tespitiyle, “Tecrit, ‘eylem bize karşı yapılıyor’ hissiyatı devam ederse, bu direnişlerin her kazanımı, direnenlere sağladığı onur ve prestij, insanlara olan pozitif etkisi KESK’i ve Eğitim-SEN’i psikolojik zora düşüreceğinden” varoluşsal bir tepki geliştiriliyor. Bu tepkiyi, birkaç sene önce, SES tüzüğünde yaptıkları değişiklikle kendilerinden küçük olduklarını düşündükleri örgütlerin sesini soluğunu kesenler veriyorlar.

“Kendini dayatma!” feveranı da bu tepki bağlamında gündeme geliyor. “Kendini dayatma!” diyenler, siyaseti ve teoriyi kendi özelinde, kendi çıkarlarının güdümünde işleyen bir şey olarak görüyorlar. Kendini aşan şeyleri, siyasetin ve teorinin dışına atıyorlar. Haz, yaşam enerjisi, birlikte eğlenme gibi olgular, merkeze konuluyor.

Bugün AKP Öcalan’ı hapisten çıkartsa, siyaseti bırakıp batı sahillerindeki veya Avrupa’daki evlerine çekilecek olan kişiler yapıyorlar “kendini dayatma!” eleştirilerini, ne tuhaf! Dayatma eleştirisi, kendilerini dayatanlara ait aslında.

Oysa oğlu-kızı mapus damında ölüm orucunda olan anaya yurt olmak, bir örgüte verilmiş bir emirdir. Dolayısıyla, işinden atılan, bu sebeple direniş yoluna revan olan insanlara “bana kendini dayatamazsın” denilemez, o eylem bir emir telakki edilip o yola yoldaş olunur, tüm eleştirileriyle birlikte.

Örgütlü siyaset, dinamik bir süreçtir: işbölümü, disiplin ve hiyerarşi bağlamında işler. Birey değil kolektif; bireyin anı değil, kolektif süreç üzerinden düşünülüp hareket edilir. Bireyin haz noktalarına değil, kolektif sınıfın, kitlenin acı ve umut noktalarına örgütlenilir. Belirli bir süre, belirli bir dönem hareket, kişiler şahsında somutluk kazanan toplumsal politik dinamiğin emirlerine göre ilerler, ilerlemelidir. Harekete ve mücadeleye ise mülkiyet değil, aidiyet üzerinden bakılır.

Bugün gerilim yaşayan iki siyasi çizgi de birbirlerini birer bahane olarak kullanmaktadır. Esas olan, bu emirle, aidiyetle düşünmektir.

“Konfederasyonumuz itidalini koruyacak”[3] diyenler, itidali bir siyaset biçimi hâline getirmişlerdir. Mesele, bir yanıyla budur. “Acaba masa yeniden kurulur mu?” diyerek, sokakta yanan ateşe su dökülemez, o görmezden gelinemez. Resmi kurumsal siyasetin koridorlarına sıkışmış bir sendikacılık, sermayeden de devletten de kurtulamaz. Birilerinin siyaseti, çocuksu, zayıf, yersiz, radikal, öznel bulunarak, mevcut siyaset aklanamaz. Yapılacak devrimci iş, bu değildir.

Yanda sunulan türden cümleler döşenen tvitşörlerin anlamadığı şudur: mesele, bir kişinin zihni, akli melekesi değildir. Mesele, açlık greviyle, açlık grevi mücadelesi vermekle dalga geçmek de değildir. Mesele, o kişide somutlanan mücadele sürecine, tarihselliğe, toplumsallığa, işten atılanlara, zulme direnenlere, ekmek davasını geleceğin kavgasına bağlayanlara örgütlenmektir. Teslimiyet, egemenlerin yürüttükleri “sosyalizm bireyi görmüyor” saldırısı karşısında boyun eğmekle alakalıdır.

Öte yandan hakkını teslim etmek lazım. Aynı Sergen Sucu, kendisi ile ilgili olarak, doğru bir tespitte bulunmaktadır: “Devlet çok vücutlu, fakat tek beyinli bir yapıdır. Bazen ailede, bazen toplumda, bazense çok karşısında duran bizlerin içindedir.” İşte mesele, o devlete kul olmamaktadır.

Eren Balkır
26 Ekim 2018

Dipnotlar
[1] Eren Balkır, “Sologami”, 16 Mayıs 2017, İştirakî.

[2] “Kesk: Kimse Kendini Kesk’e Dayatamaz”, 25 Ekim 2018, Etha.

0 Yorum: