01 Ekim 2018

, ,

Bizim Marx


Biz Marksist miyiz? Peki Marksistler var mı? Ah ahmaklık, bir tek sensin baki olan.

Marx’ın yüzüncü doğum günü kutlanıyor olması hasebiyle, son birkaç gündür bu “Marksistler var mı?” sorusu tekrar tekrar soruluyor. Bu da ahmaklığın ve mürekkebin nehirler misali akıp gitmesine sebep oluyor. Hovardalara has mırıltılar ve sırf tarza odaklanmış duygulanmalar, insanın çürümek bilmeyen mirası.

Marx, hoşa gidecek küçük bir öğreti kaleme almış biri değildir. Onun geride zaman ve mekânı aşan, mutlak, sorgulanamaz normlar içeren, kategorik buyruklarla yüklü bir dizi mesel bırakmış bir mesih olduğunu da söyleyemeyiz. Marx’taki yegâne kategorik buyruk, yegâne norm şudur: “Dünyanın tüm işçileri, birleşiniz!” Dolayısıyla Marksistleri Marksist olmayanlardan ayıran ana ayrım çizgisi, örgütlenme görevidir, örgütlenme ve birleşme görevinin başka insanlarca üstlenilmesini sağlama görevidir. Hem ufak hem de kalın bir çizgidir bu: Peki bu çizgi uyarınca, kimler Marksist değil?

Mesele, ayrımın nasıl çekildiğidir. Herkes, farkında olmasa da, biraz Marksisttir. Marx, büyük bir adamdır, ortaya koyduğu pratikse veluttur, bunun sebebi ise sıfırdan bir şey icat etmiş olması veya kendi tahayyülünden özgün bir tarih anlayışı türetmiş olması değil, onun eliyle parçalı, eksik, ham olanın kâmil, yetkin bir bilinç sistemine dönüşmüş olmasıdır. Ondaki bilinci herkes üstlenebilir ki zaten o bilinç, çoktan yığınla insanın bilinci hâline gelmiştir. Bu sebeple Marx, sadece bir âlim değil, bir eylem adamıdır: o, düşünce sahasında olduğu gibi eylem alanında da büyük ve velut bir isimdir. Kitapları düşünce kadar dünyayı da dönüştürmüştür.

Marx, bilincin hâkimiyetine, insanlık tarihine aklın girişine dair bir alamettir.

O, eserlerini tarihte insanın rolü konusunda Thomas Carlyle ile Herbert Spencer arasında süren büyük cidale tanıklık eden dönemde kaleme almıştır.

Carlyle: hayali bir mükemmellik ve kutsallık diyarında, insanlığın kaderini bilinmeyen ve gelip geçici bir amaca doğru yönlendiren kahraman, büyük birey, ruhani bir paylaşımın mistik sentezi.

Spencer: doğa, evrim, mekanik, cansız soyutlama. İnsan: doğal ve kendi içinde soyut bir yasaya itaat eden bir organizma içindeki bir atom, fakat tarihsel olarak bireyler içinde somutlaşır: dolaysız yarar.

Marx, bir devin o sağlam duruşuyla, tarihe doğrudan kök salmış biridir. O, ne bir mistik ne de pozitivist bir metafizikçidir. Marx, geçmişin metinlerini, sadece bir kısmının değil, tüm metinleri yorumlayan bir tarihçidir.

Tüm tarihin, insan olayları üzerine yapılmış tüm araştırmaların yapısal kusuru şuydu: onlar, sadece eldeki belgelerin belirli bir kısmını seçip incelemişlerdi. Ve bu seçim de tarihin iradesiyle değil, partizanca bir önyargının, hatta bilinçsizken ve hiçbir art niyet içermezken bile önyargı olmaya devam eden bir önyargının sonucunda gerçekleşmişti. Tarihsel araştırma, kendisine doğruyu, kesinliği ve geçmişin eksiksiz bir görünümünü amaç edinmekten çok belirli bir faaliyetin öne çıkartılmasını ya da peşinen kurulmuş bir tezin doğrulanmasını gözetmişti. Tarih, sadece bir fikirler alanıydı. İnsan, saf ruh, saf bilinç olarak düşünülmüştü. Bu anlayıştan iki hatalı sonuç çıkmıştı: açımlanan tezler, en basit ifadeyle, keyfi ve uydurmaydı, önem verilen olaylar ise tarih değil, birer anekdottu. Kelimenin gerçek anlamıyla, eğer bir tarih yazılmışsa, bu, ancak sistematik ve bilinçli bir bilimsel faaliyetten çok, birbirinden yalıtılmış bireylerin sezgisel dehaları sayesinde gerçekleşmiş bir yazım süreciydi.

Marx’ta da tarih, düşüncelerin, ruhun ve gerek tek gerekse de elbirliği içindeki bireylerin bilinçli faaliyeti olmaya devam eder. Fakat düşünceler ve ruh maddeleşir, keyfi niteliklerini kaybeder; uydurma dinî ve sosyolojik soyutlamalar olmaktan çıkarlar. Bunların tözü, ekonomide, pratik faaliyette, üretim ve değişim ilişkileri ve sistemindedir. Olay olarak tarih, tamamen pratik (ekonomik ve ahlâkî) faaliyetten ibarettir. Bir düşünce, saf hâldeki doğruyla, saf hâldeki insanlıkla olan mantıksal uyumundan dolayı gerçekleşmez (ki bu, yalnızca bir proje, insanın genel etik amacı olarak var olur). Düşünceler, haklılık gerekçelerini ve kendilerini ortaya koyma araçlarını ekonomik gerçeklik içinde bulduklarında gerçekleşirler. Bir ulusun, toplumun, toplumsal grubun tarihsel amaçlarını kesin bir biçimde tespit edebilmek için bilinmesi gereken en önemli şey, o ulusta, o toplumda hangi üretim ve değişim ilişkilerinin ve sistemlerinin hüküm sürdüğüdür. Bu bilgi olmaksızın, belki kültür tarihi için faydalı olabilecek dar monograflar ve risaleler yazılabilir, yan etkiler ve uzak sonuçlar saptanabilir. Fakat bu yazılan, tarih değildir ve pratik faaliyet, tüm yoğunluğu ve sağlamlığıyla açığa vurulmamıştır.

Putlar, un ufak olup dökülüyor sunaklardan aşağı ve tanrılar, etrafa dağılan hoş kokulu tütsü bulutlarını seyrediyorlar. İnsan, nesnel gerçekliğin yeni bir bilincini ediniyor; dünyada olup bitenleri yöneten gizleri öğreniyor. İnsan, kendisini, bireysel iradesinin ne kadar değerli olduğunu, ne kadar etkili olabileceğini öğreniyor; zorunluluğa boyun eğdiğinde, kendini zorunluluğa boyun eğmek üzere disipline ettiğinde, zorunluluğu kendi amaçlarıyla özdeşleştirdiğinde, zorunluluğun kendisine hâkim olabileceğini öğreniyor.

Gerçekten kendini bilen kimdir? Genel olarak insan değil, fakat kendisini zorunluluğun zincirine teslim eden insandır. Tarihin tözünü aramak ve bu tözü, üretim ve değişim ilişkileri sistemleri içinde tespit etmeye çalışmak, toplumun iki sınıfa bölünmüş olduğunu keşfetmemizi sağlar. Üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, zorunlu olarak kendisini bilir ve muğlâk, parçalı bir şekilde de olsa, gücünün ve misyonunun az çok bilincindedir. Kendine ait bireysel amaçları vardır ve bunları, üzerinde yürüdüğü yolun açlıktan harap olmuş bedenler veya cesetlerle döşeli olup olmadığına kafa yormadan, soğukkanlılıkla ve kayıtsızlıkla gerçekleştirir.

Tarihsel nedenselliğin gerçek yasalarının ortaya konması, öteki sınıfı aydınlatır ki bu aydınlanma, çobansız hareket eden devasa sürünün nizama sokulması için gerekli ana ilke hâline gelir. Sürü, kendisinin ve yerine getirmesi gereken görevin bilincine varır, öyle ki bu öteki sınıf, ancak bu yolla kendini ortaya koyabilir. Eyleme geçme araçlarına sahip olana ve anlık heves iradeye dönüşene kadar, kendi bireysel amaçlarının tümüyle keyfi, yalnızca kelimelerden ibaret, boş ve tumturaklı bir heves olarak kalmaya devam edeceğinin bilincine varır.

Ne yani, burada iradecilikten mi söz ediyoruz peki? Bu kelime manasızdır veya sadece keyfi irade anlamında kullanılmaktadır. Marksist açıdan irade, amaçların bilincinde olmaktır, bu da kendini eylem hâlinde ifade etme araçlarına, bir kişinin kendi becerilerine dair eksiksiz bilgisine ihtiyaç duyar. O hâlde irade, ilk olarak, sınıfın ayrı bir kişilik edinmesi ve sapmalar, tereddütler olmaksızın, kendi belirlediği amaca doğru sıkı bir örgütlenmeyle ve disiplinli bir şekilde ilerlemesi demektir. İrade, çayır çimen içerisinde karşılıklı saygı ve sevgi beyanlarıyla inceltilmiş, samimi kardeşlik içkisinden yudum almak için yoldan sapmadan, azami hedefe doğru ilerleme dürtüsüdür.

Fakat “Marksist anlamda” ifadesi, yanlış anlaşılmalara, hatta daha da ahmakça lafların edilmesine neden olabilecek, boş bir ifadedir. “Marksistler”, “Marksist anlamda”… bu kelimeler, binlerce elden geçtiği için yıpranmış bozuk paralar gibidir.

Bize göre Karl Marx, manevî ve ahlâkî hayatın ustasıdır, koyun sürülerini elindeki değneğiyle güden bir çoban değil. Düşünce tembellerini rahatsız eden, haklı bir mücadele için uyandırılması gereken yarı uyur hâldeki iyi enerjileri harekete geçiren kişidir o. Eğer soyut şeyler hakkında boş boş konuşmak istemiyorsak, düşüncelerdeki açıklık ve bütünlük ile o sağlam kültürü elde ederken ihtiyacımız olan yoğun ve azimli çalışmanın örneğidir Marx. Bilinçli, düşünen insanlığın direk taşıdır: konuşurken dilini tutmayı bilen ya da hissetmek için elini kalbine koyan biri değil, gerçeği özünde yakalayıp ona hükmeden, insanların zihinlerine nüfuz eden, önyargı ve sabit fikir birikimini dağıtıp ahlâkî niteliği güçlendiren, sarsılmaz temelli tasarımlar inşa edendir.

Bize göre Karl Marx, beşiğinde ağlayan bir bebek ya da rahipleri ürkütüp duran sakallı adam değildir. Biyografisinin hiçbir yerinde hayvanî duygularını zekâ pırıltılarıyla veya acemice ortaya koyduğuna dair tek bir anekdota rastlanmaz. O, muazzam ve dingin bir beyin; insanlığın, ne olduğunun ve ne olacağının bilincine varmak, tarihin gizemli ritmini çözüp onu sarmalayan sırrı dağıtmak, düşüncemizde ve eylemlerimizde daha güçlü olabilmek için yüzyıllardır verdiği zorlu mücadelede apayrı bir momenttir. Marx, ruhumuzun ayrılmaz bir parçasıdır, öyle ki eğer Marx, yaşamayıp, düşünmeyip, tutkularından ve fikirlerinden, talihsizliklerinden ve ideallerinden kıvılcım saçmasaydı, o ruh asla şimdiki gibi olamayacaktı.

Uluslararası proletarya, yüzüncü ölüm yıldönümünde Marx’ı yücelttiğinde kendisini yüceltiyor aslında: Proletarya, kendisinin bilincinde olmanın gücüyle ve muzaffer ruhunun dinamizmiyle daha şimdiden imtiyazlıların idaresinin kuyusunu kazıyor, tüm gayretlerini ve fedakârlıklarını taçlandıracak olan o son kavgaya hazırlanıyor.

Antonio Gramsci
II Grido del Popolo
[“Halkın Çığlığı”]
4 Mayıs 1918

[Kaynak: The Gramsci Reader: Selected Writings, 1916-1935, Yayına Hazırlayan: David Forgacs, New York University Press, 2000, s. 36-39.]

0 Yorum: