Gramsci etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gramsci etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Nisan 2024

,

Savaş Savaştır


Düşmanını anlamak ve onu nasıl doğru değerlendireceğini bilmek, zafer için gerekli koşullara sahip olmak demektir. Kendi kuvvetlerini ve savaş alanındaki konumlarını nasıl değerlendireceğini anlamak ve bilmek, zafer için çok önemli bir koşula daha sahip olmak demektir.

Şurası açık ki faşistler, diğer şehirlerde kolay zaferler kazanmalarını güvence altına alan genel bir planı Torino’da tam anlamıyla uygulamak istiyorlar. Yabancı birlikler göreve çağrıldı (Bolonya’dan birlikler seçilip eğitildi). Güçlerini, bildiğimiz askeri tarzda, sıra sıra dizdiler, birer gösteri gibi örgütledikleri geçit törenlerinin sayısını gün geçtikçe artırdılar.

Faşistler, toplantılara silâhlı gelinsin emri üzerinden, her an ihtiyaç duydukları insanları sürekli yanlarına çağırıyorlar. Bu sayede gizemli olaylara dair beklentiler oluşturuyorlar, bir savaş psikolojisi meydana getiriyorlar. Etrafı telâşa verenlerin sesleri orman yangını gibi yayılıyor her yana (önce sosyalist bir öğrenci öldürülecek, sonra “Yeni Düzen” gazetesinin bürosu, işçi sendikası binası, ardından da, Torino Kooperatif İttifakı’na ait kitapçı ateşe verilecek.)

Bu stratejinin ulaşmak istediği iki amacı var:

1. Proletarya güçlerini panikle ve beklemenin yol açtığı, o çileden çıkarıcı belirsizlikle dağıtmak.

2. Faşistlerin ulaşmaya çalıştıkları o amaca aşina olmalarını sağlamak.

Torinolu faşistler, diğer şehirlerde kolayca ulaştıkları zafere bu şehirde ulaşabilecekler mi? Görebildiğimiz kadarıyla, onların yardım çağrısı, Torino’da faşizmin yapısı gereği sahip olduğu zayıflığa delalet. Bu şehirde faşistler, yalnızca küçük burjuvazi içindeki bir gruba, esnafa bel bağlıyor, sırtını ancak bu gruba dayayabiliyor. Oysa esnaf kesimi, hiç de Tanrı’nın bahşettiği o savaşçı faziletleriyle bilinen bir kesim değil.

Şurası açık ki Torino’da işçi sınıfı, faşistler karşısında moral açısından üstün ve bu gerçeği faşistler gayet iyi biliyorlar. Genel İşçi Konfederasyonu içerisindeki karşı-devrimciler, (kitlelerin cesaretini kırmak ve onlardan her türlü saldırı ve savunma kapasitesini ortadan kaldırmak için) daha önce savaşa karışmamış olmaları sebebiyle işçilerin silâhlı şiddet kullanarak faşizme karşı savaşamayacakları ve onu asla yenemeyecekleri yönündeki iddialarını dile getirmeyi sürdürüyorlar.

Torino açısından bu bozguncu ve karşı-devrimci açıklama, nesnel açıdan değerlendirilse bile, yanlış. Torinolu işçiler, her daim “savaşa dair deneyimler”e sahip olageldiler. Mayıs 1915’teki genel grev, Ağustos 1917’de beş gün süren silâhlı ayaklanma, 2-3 Aralık 1919’daki örgütlü kitlesel eylem, Nisan 1920’de İrlandalıların taktiklerine başvurulduğu, herkesin ortaklaştığı bir planın uygulandığı genel grev ve işçilerin askeri sahada yığınla deneyime kavuştukları, geçen Eylül ayı içerisinde fabrikalarda yapılan oturma eylemleri, bu deneyimlerden bazıları.

Mücadelenin yürütüleceği koşulların nesnel bir tasvirini yapmak, karşılaşılan tehlikenin ciddiyetini küçümsemeye çalışmak demek değildir. Şurası açık ki bugün Torino işçi sınıfı, savaş konusunda iyi bir konumda, ama gene de bu iyi konumun bir orduyu yenilgiden kurtarmayacağını söylemek gerekiyor. Mevcuttaki iyi konum, mümkün olan her yoldan istismar edilmeli.

Diğer şehirlerde yaptıkları gibi Torino’da da faşistlerin planlarını yürürlüğe koymalarına bir an bile izin verirse, işçi sınıfının vay hâline. En ufak bir zayıflık, en ufak bir kararsızlık belirtisi bile ölümcül olabilir. Faşistlerin ilk girişimine karşı işçiler acilen, aniden ve merhamet etmeden cevap verebilmeli; Öyle bir cevap verilmeli ki bu cevabın geride bırakacağı hatıra, kapitalist efendilerin torunlarına aktarılsın. Neticede savaş savaştır ve savaşta darbelerin ne vakit indirileceğine önceden karar verilemez.

Bu arada Torino işçi sınıfı, politik partisinin sunduğu önerge dâhilinde, kendisinin faşistleri basit bir araç olarak gördüğünü çoktan dile getirdi. Faşizm, kendi hakiki tahrikçilerini, gerçek sorumlularını başka yerlerde bulmamız gereken bir hareketin kullandığı bir araçtan başka bir şey değil. La Stampa [“Basın”] isimli gazete, 27 Ocak’ta, yani dört gün önce, “faşistlere ait güçlü grubun yalnızca esnaftan, sanayici kesiminden ve çiftçilerden destek gördüğünü” yazdı.

Savaşta ve devrimde on kişiye acırsanız, bin kişiye zulmetmiş olursunuz. Macar işçi sınıfı kendisine zulmedenlere kibar davranmak istedi, şimdi ise aldığı bu kararın bedelini ödüyor. İşçi sınıfına mensup kadın ve çocuklar o kibarlıklarının bedelini ödüyorlar. Bin kişiye duyulan merhamet, sefalet ve keder getirdi. Macar proletaryasına mensup milyonları ise tümüyle ümitsizliğe sürükledi.

Darbelerin ne vakit indirileceğine henüz karar verilmiş değil. İşçi sınıfının çektiği acıyla kapitalistlerin çektikleri acı arasında hiçbir ilişki bulunmadığı için, işçiler, her zamankinden daha fazla acımasız olmalı. İşçi sendikası, birkaç işçi kuşağının büyük çabalarının bir ürünüdür. O, yüz binlerce işçinin fedakârlıklarının ve döktüğü onca terin bir sonucudur. Bu sendikanın üzerindeki mülkiyet hakkı sadece işçilere aittir. Eğer o sendika yok edilecek olursa onca çaba, onca fedakârlık, onca ter ve ona sahip olma hakkı, bir anda berhava olur.

Faşistler sendikayı, buradan da tüm işçi grubunu yok etmek istiyorlar, böylece ekmeğe, başını sokacak bir eve, üzerine geçireceği bir libasa sahip olmakla ilgili güvenceyi ve kesinliği işçinin elinden çalacaklarını düşünüyorlar. Onlar, tüm bunları işçinin karısından da çocuğundan da çalmak istiyorlar. Öyleyse işçi sendikasına dokunmaya cüret eden varsın gebersin, onu yıkmaya cesaret eden ve bu fikri savunan, yağlı ilmekte sallansın! Bir işçiye karşı yüz faşist yerin dibini boylasın. Sanayicilerin ve esnafın evleri halkın evi yanında bir hiç, zira bugün halk kendi evini kaybederse, her şeyini kaybetmiş olacak. İşçinin elinden, işçinin evladının elinden ekmeğini almaya çalışanlar, gebersin.

Savaş savaştır. Savaş gibi bir maceraya dalanlar, uyandırdığı canavarın tüm gücünü içinde hissedebilmeli. İşçinin fedakârlığıyla yarattığı, nesiller boyu işçi sınıfının yavaş yavaş ve büyük zorluklarla elde ettiği, kan ve gözyaşıyla yarattığı her şey kutsal sayılıp saygı görmeli. Kutsala el uzatıldığında, saygısızlık edildiğinde, bilinsin ki fırtına kopacak, deli dalgalar kıyıları dövecek, o saygısızlıktan sorumlu olanlar yele verilmiş, beş para etmez saman gibi savrulup gidecek. Varsın, işçinin mülküne dokunmaya cüret eden, işçinin hiçbir şeye sahip olamayacağı kulağına fısıldanmış olan o adam, ipte sallansın.

Savaş savaştır. Onu tahrik edenlere yazıklar olsun. Öte dünyaya geçmek zorunda kalan, işçi sınıfına mensup bir eylemciye bu yolculuğunda birinci sınıf bir refakatçi eşlik etmeli. Madem o sokağın üzerindeki semayı ateşin kızılı sardı, şehrin birçok yerinde kömür sobaları kurulsun ki savaşta olan işçilerin karıları ve çocukları ısınsın.

Savaşı tahrik edenlere yazıklar olsun. Madem İtalya, ciddiyetten ve onun gerekli kıldığı sorumluluktan uzak, madem İtalya, kimseyi ciddiye almamaya alışmış, madem burjuva İtalya, belki de o İtalyalı devrimcilerin ciddiye bile alınmaması gerektiğine dair o yavan tespite duçar oldu, o vakit ok yaydan çıksın. Şurası kesin ki yalnız kurdun kurnazlığından bahseden masal gerçek olmayacak, o kurt bu sefer o tuzağa düşecek.

Antonio Gramsci
31 Ocak 1921
Kaynak

14 Mayıs 2023

, ,

Devrimciler ve Seçimler

Sömürene de sömürülene de verilen oy hakkı üzerinden seçilen vekillerin oluşturduğu meclisi burjuva diktatörlüğün yüzüne geçirilmiş bir maske olarak gören bilinçli devrimciler, tüm o işçiler ve köylüler, seçimlerden ne beklerler? Şurası kesin ki onlar, koltukların yarısından bir fazlasını ele geçirip, sömürülenle sömürenin, bu iki sınıfın birlikte yaşayacağı zeminin daha kolay ve daha ustalıkla inşa edilmesini sağlayacak, tüm pürüzleri giderecek bir yığın kararnamenin ve kanunun tanımladığı anayasayı kaleme almak gibi bir beklenti içerisinde değiller. Bilinçli devrimciler, esasen proletaryanın seçim sathında sahip olduğu kudretin, meclisi Sosyalist Parti mensubu eylemcilerin sağlam bir çekirdeği hâline getireceğini, böylelikle partinin istikrarlı ve güçlü bir hükümeti kurmaya yetecek sayıya ve köklere sahip olmasını, sonuçta da burjuvaziyi demokrasi denilen yanıltmacanın ve yasallığın dışına zorla atıp, işçi sınıfının en derin ve en geniş katmanlarını sömürücülerin teşkil ettikleri oligarşinin karşısına dikmeyi umuyorlar.

Bilinçli devrimciler, bugün komünist devrimin işçi-köylü şuralarından oluşan bir sistemde vücut bulacak proletarya diktatörlüğü üzerinden gerçekleşeceğine ikna olmuş olan işçiler ve köylüler, birçok sosyalist vekili meclise göndermek için mücadele ettiler, çünkü onlar, şu şekilde düşünmüşlerdi:

Komünist devrim, tek bir darbeyle gerçekleştirilemez. Küçük bir devrimci azınlık, şiddet araçlarına başvurmak suretiyle iktidarı alabilse bile, bu azınlık, ertesi gün kapitalizmin paralı askerlerinin indireceği darbe ile iktidardan indirilir, çünkü saflara kazanılmamış olan çoğunluk, devrimci iktidar denilen çiçeğin derilmesine, kıyıma uğramasına neden olacak, kapitalistlerin altını ve verdikleri rüşvet, tüm kötü tutkuları ve barbarlıkları tahrik edecektir. Bu nedenle proleter öncü, bu miskin ve ağır ilerleyen çoğunluğu manen ve maddeden örgütlemek zorundadır. Proleter öncü, kendi yöntemleri ve geliştirdiği sistemlerle, mülk sahibi sınıfın artık büyük halk kitlelerini barışçıl araçlarla yönetemediği, partinin kontrolü altındaki, onun disiplinine tabi sosyalist vekillerin uzlaşmaz tavırları sebebiyle geniş kitleleri terörize etme, körü körüne sağa sola saldırtma ve onları ayaklandırma konusunda mülk sahibi sınıfın elinin kolunun bağlanacağı maddi ve manevi koşulları yaratmalıdır. Bugün bu türden imkân, ancak parlamentoyu hedefleyen eylemlilikle elde edilebilir. Bu eylemlilikse meclisi felce uğratmayı, burjuva diktatörlüğünün yüzüne taktığı demokrasi maskesini söküp atmayı ve bu diktatörlüğün tüm korkunç ve iğrenç çirkinliğini cümle âleme göstermeyi içerir.

İtalya’da komünist devrimin zorunlu oluşu, ulusal üretim sahasında kullanılan aygıttaki gelişmenin doğasına içkin olan kimi sebeplerden çok uluslararası sebeplere bağlı bir olgudur. Reformistler ve tüm o oportünistler çetesi, İtalya’da devrim için gerekli nesnel koşulların mevcut olmadığını söylerken haklılar: milliyetçiler gibi düşündükleri ve konuştukları, İtalya’yı dünyanın geri kalanın bağımsız olan bir organizma gibi tahayyül ettikleri, İtalyan kapitalizmini saf anlamda İtalya’ya ait bir olgu olarak gördükleri sürece haklılar. Onlar, enternasyonalizmi proletaryanın tarihi kadar kapitalizmin tarihinde işlemekte ve yaşamakta olan bir gerçeklik olarak görmüyorlar.

Fakat eğer İtalya’nın gerçekliği, uluslararası sisteme dâhil edilmiş, bu uluslararası sisteme tabi bir şey olarak ele alınacak olursa, bu durumda tarihsel hüküm de pratikte yapılacak çıkarım da değişecektir. Bu anlamda, her bilinçli sosyalist, kendi sınıfının devrimci misyonu konusunda sorumluluk hisseden her işçi ve köylü, şu tür bir sonuca ulaşmalıdır: toplumsal iktidarı ele geçirmek için hazırlanmalı, silahlanmalıyız. Devrim, esasen uluslararası kapitalist sistemin mevcut koşullarının dayattığı bir gerçekliktir. Bu durum, İtalya’da devrimci öncünün daha zor ve çetrefilli bir görev üstlenmesine neden olmaktadır. Ama gene de mevcut zorluklar ve çetrefilli hâl, bizi kendimizi daha iyi eğitmeye ve daha iyi bir hazırlık yürütmeye zorlamalı, vehimlerden ve şüpheden uzaklaştırmalıdır.

Bu anlamda, İtalya’da geniş halk kitleleri hâlen daha bilgisizdir, hâlen daha disiplin ve kültürden azade bir biçimde, bireylerden oluşan bir sürüden farksızdır, bu kitleler, sadece midesinden ve barbarlara has tutkulardan kaynaklanan dürtülere itaat etmektedirler. Bilinçli devrimciler, seçim mücadelesini tam da bu sebeple kabul ettiler. Onların seçim mücadelesinin amacı, bu çokluğa, avama ilk biçimi vermek, onu bir kılmak, eylemle kurulan bağ üzerinden o kitleyi Sosyalist Parti’ye örgütlemek, ondaki dürtülere ve tutkulara politik bilinç ve bir anlam katmaktı.

Ama öte yandan devrimci öncünün, bu çokluğu, halk kitlelerini aldatmak, onları mevcut krizi reformist eylemlerle, meclise girmeye yönelik eylemlilikle aşılmasının mümkün olduğuna inandırmak gibi bir derdi yok. Bugün gerekli olan, sınıflar arasındaki ayrım çizgilerini kalınlaştırmak, burjuvazinin halk kitlelerinin, çokluğun ihtiyaçlarını karşılayamadığını göstermek, kitleleri şu açık ve tüm çıplaklığıyla ortada olan açmazın var olduğuna deneyim üzerinden ikna etmek: İşçileri ve köylüler, ya kendilerini makinenin çarkları arasında veya toprağın üzerinde ezilmeye zorlayacak, boyna dayanmış yabancı çizmelerinin dayattığı kölelikle yüzleşecekler ya açlıktan ölecekler ya da üstinsana, kahramanlara has bir gayretle proleter bir düzen inşa edecek, mülk sahibi sınıfı ezecek, israfın, düşük üretimin, disiplinsizliğin ve düzensizliğin her türden sebebini ortadan kaldıracak.

İtalyan proletaryasının bilinçli öncüsü, ancak bu türden devrimci sebeplere bağlı olarak seçim listelerine girerler, meclis denilen pazara ancak bu sebepler üzerinden, tüm gücüyle kök salarlar. Demokrasiyle alakalı tek bir vehim, tek bir reformist hassasiyet onları harekete geçirmeye yetmez. Devrimci öncünün amacı, proletaryanın zaferi için gerekli koşulları yaratmak, şuralar sisteminde vücut bulacak proletarya diktatörlüğünü kurmayı hedefleyen devrimci çabanın meclis içinde ve dışında doğru bir sonuç ortaya koymasını sağlamaktır.

Antonio Gramsci
15 Kasım 1919
Kaynak

27 Nisan 2023

,

Antonio Gramsci’de Marksizm ve Din

Troeltsch ve Mannheim’dan farklı olarak, Antonio Gramsci (1891-1937) bir akademisyen değildi. İtalyan Komünist Partisi’nin (1921) kurucusu, eserlerinin önemli bir kısmını yeraltında veya hapiste kaleme aldı Düşüncelerine hep devrimci politikaya olan bağlılığı yön verdi. En önemli araştırmaları, faşist rejimin hapishanelerinde yazılmış olan defterlere kaydedildi. 1927’de hapse giren Gramsci 1937’ye dek orada kaldı.

Yorulmak nedir bilmeyen ve hep kitabi olmaktan uzak durmuş birisi olan Gramsci, Marksizmi hem felsefe hem de politika düzleminde yeniledi. Sosyal demokrasi (Enrico Ferri, Filippo Turati) ve komünist hareket (Buharin) içerisinde görülen pozitivist, bilimci ve determinist tarihsel materyalizm yorumlarına karşı çıkan Gramsci, ahlakı ve iradeyi öne alan bir Marksizm yorumu geliştirdi. Bu yorum dâhilinde, ilk yazılarında Sorel ve Bergson’dan, sonraki yazılarında ise ülkesindeki tarihselci gelenekten istifade etti.

Hiç şüphe yok ki komünist harekete mensup liderler ve düşünürler içinde Gramsci, din meselesine en fazla ilgiyi gösteren isimdi. Engels ve Kautsky’den farklı olarak o, ilkel Hristiyanlık veya Ortaçağ’ın sonlarında açığa çıkan komünist dinî hareketlerden çok Katoliklik Kilisesi’nin işleyişi ile ilgilendi.

Gramsci, bu anlamda, kilisenin rolünü ve halk kitlelerinde dinî kültürün taşıdığı ağırlığı anlamaya çalışan ilk Marksistlerden biriydi. O, aynı zamanda tarihsel değişim paradigması olarak Protestan Reformu’ndan da etkilenmişti.

Gramsci, ilk yazılarında dinle sosyalizm arasındaki yakınlıklara dair bir çerçeve sundu. Bu yazılarda sosyalizm, dini ikame eden bir güçtü. Dini küçük görmek gibi bir eğilim içerisinde olmayan Gramsci, bu yazılarında sosyalizmi de dini de nesnel düzlemde kıyasa tabi tuttu ve sosyalizmi ahlak ve maneviyat düzleminde yüceltti. Örneğin 1916 tarihli “Cesaret ve İman” başlıklı yazısında Gramsci, sosyalizmi bir din olarak tanımlıyordu. Zira sosyalizm de kendince bir imana, kendi dervişlerine ve fedailerine sahipti. Sosyalizm dindi, çünkü o, insana ve yegâne manevi gerçeklik olarak insandaki en iyi hasletlere güvenen vicdanlı Katoliklerin aşkın Tanrı’sının yerini almıştı.[1]

Bu kıyas, Katoliklik ve ahlakına, kilisenin ve papanın iktidarına düşman olmasına rağmen, Gramsci’nin Charles Péguy’nin Hristiyan sosyalizmi karşısında neden büyülendiğini izah ediyor:

“Péguy’nin şahsiyetindeki en önemli özellik dindarlığı, ondaki yoğun imandır. […] Düzyazılarda ve İncil’den beslenen ilahilerde ifade eden o en saf ve en ikna edici coşkudan ilhamını almış tasavvuf, kitaplarının her satırında kendisini hissettirir. Péguy’nin Gençliğimiz eserini okuduğumuzda, her şeye sinen bu dini ve tasavvufi sosyalizm ve adalet anlayışı, bizi de ele geçirir. […] O güçlü iman, bize yeni bir hayatı hissettirir, bizi kaba materyalist küçük burjuva siyasetçilerin yavan ve sefil polemiklerinin ötesine taşır.”[2]

“Tasavvuf” kavramı, Péguy’de terimin (müminin Tanrı’sıyla doğrudan birleşmesine dair) geleneksel yan anlamının ötesine uzanan dini, ahlaki ve politik bir anlama kavuşur.

Sosyalizmle din arasında kurulan bu türden paralelliklerin Sorel’den ilhamla dile getirildiğine hiç şüphe yok. Bir komünist partinin esasen ne olması gerektiğine dair düşüncelerini aktardığı ilk makalelerinden birinde Sorel’e atıfta bulunan Gramsci, komünist partiyi Hristiyanlıkla, özellikle ilk özgün biçimiyle kıyaslayarak izah eder:

“Sorel, modern proleter hareketiyle ilgili hükümde bulunurken genelde ilk Hristiyan cemaatlerine atıfta bulunur. (…) Ona ve Marksist öğretiye göre, Hristiyanlık, kendi gelişiminin bütünlüğü içerisinde bir devrimi, yani ahlaki, hukuki, felsefi ve sanatsal ilişkilerin ilk örneklerini ve yeni bir sistemi ortaya koyan, bu anlamda, nihai sonuçlarına ulaşan bir devrimi ifade eder. (…). Hristiyan bir devrim de komünist bir devrim de halk kitlelerinin hareketi olarak eyleme geçebilir, mevcut toplumsal örgütlenme sistemini ancak bu şekilde parçalayıp yok edebilir.”

“Tanrı’nın Şehri’ndeki militanlar” ile “İnsanın Şehri’ndeki militanları” kıyaslayan Gramsci, “komünist, mezarlardaki Hristiyanların aşağısında değildir” sonucuna ulaşır.[3]

Yirminci yüzyılda Hristiyanlığın bu dinin köklerinden büyük ölçüde koptuğunu söylemeye bile gerek yok. Savaş sonrası dönemde İtalya’da bir efsane, kendi değerlerini, faaliyetlerini ve bireysel/kolektif hayata ait örgütlerini oluşturan ve her yana ulaşan bir bilinç anlamında Hristiyanlık, kendinden menkul bir politik parti olarak, diğer toplumsal güçler gibi çözülmeye ve dönüşmeye başlamıştır. Gramsci, 1918’de Katoliklerin İtalya Halk Partisi’ni kuruşunu “İtalya’nın on dokuzuncu yüzyılda birleşmesinden beri ülke tarihinde görülmüş en önemli olay” olarak görmüştür.[4]

Gramsci, sonrasında bu partinin evrimini yakından inceler. Özellikle ülkenin güneyindeki Katolik köylü hareketinde temsil olunan sol akımı ve başını Halk Partisi’nin köylü tabanlı sol kanadının sözcüsü G. Miglioli’nin antifaşist yönelimini takip eder.

Gramsci’ye göre, komünistler, bu son akımla ittifak kurmanın yollarını bulmalıdırlar, zira Miglioli denilen olgu, esasen “faşizmin ekonomik ve politik basıncı altında, kendi kaderinin işçi sınıfının kaderine bağlı olduğunu anlamaya başlayan ve sınıfsal yönelim içerisine giren köylülüğün önemli bir kesiminin genel politik tavrını ifade etmektedir.”[5]

Faşizm yanlısı “Katolik Merkez” denilen sağ kanat ile sol kanat, Halk Partisi’nden dışlanır, 1926’da Papa’nın desteğini de yitiren parti, silinip gider. Burada bizi asıl ilgilendiren, Gramsci’nin politik ittifaklar stratejisinden çok onun topluma ve dine dair analizidir. Bu analiz, Katolik dünyasını tek tipleşmiş, blok bir yapı değil, toplumsal çelişkilerin etkisi altında olan, politik açıdan heterojen bir nitelik arz eden bir saha olarak görmektedir.

Bu ilk döneme ait yazılar, karşımıza ilginç kimi yollar çıkartmaktadır. Gramsci, dinle ilgili o çok önemli olan analizlerine dağınık hâlde de olsa, otuzlu yıllar boyunca yazdığı Hapishane Defterleri içerisinde yer vermiştir. Bu çalışma, ölümünden sonra, ancak savaşın bitmesi sonrası basılabilmiştir.

Söz konusu notlar, bazen ilk döneme ait yazıların ele aldığı konu başlıkları üzerinden ilerler. Ama bu son çalışmada artık dil ve ele alınan sorunlar değişmiştir. Her daim eylemde olan bu düşünceyi sistemleştirmeden, birkaç önemli konu başlığını öne çıkartmak mümkün: ütopya olarak din, Hristiyanlıktaki toplumsal çeşitlilik, bir kurum olarak kilisenin özerkliği, “kolektif aydın” olarak ruhban sınıfı, tarihsel bir paradigma olarak Protestan Reformu.

Hapishane Defterleri’nde aktarılan notlar, teorik bir çalışma biçimine sahip değilse de tüm sınırlarına karşın, dinlerle ilgili sosyal bilimlere dönük ilgiye önemli bir katkı sunar.

Quaderni del Carcere’de [“Hapishane Defterleri”] dini olgular, kısmen İtalyan tarihçi Nicola Turchi’nin çalışmalarından yararlanılarak tanımlanmaya çalışılır:

“Din kavramı, şu türden kurucu unsurların önceden varolmasını şart koşar:

1. Dünyevi ve zamansal koşulları aşan bir ya da birkaç tanrının varlığına dönük inanç;

2. İnsanın kozmostaki hayata bütünüyle yön veren yüce varlıklara tabi olması gerektiğini söyleyen düşünce;

3. İnsanlar ve tanrılar arasındaki ilişkilerin sisteme kavuşturulması (ibadet).”

Gramsci, dini insanın dışındaki her türden güce yönelik inanç olarak gören, bir tanrıya ibadet etmeden soyut bir şekilde inanma üzerinden tanımlanan (deizm) veya Salomon Reinach’ın önerdiği tanım dâhilinde, tüm yeteneklerimizi özgürce uygulamamıza sınır getiren her türden inanç ve tabu kümesi olarak ele alan muğlak tanıma karşı çıkar.[6]

Öte yandan, Gramsci, dinle değil, dinin politikayla ilişkisiyle ilgilidir. Artık olgun döneme ait yazılarında dinle sosyalizm arasındaki yakınlığa dair kurgusal ifadelere rastlanmamaktadır. Ama gene de Gramsci, dindeki o güçlü ütopik boyutu önemser. “Ütopya” olarak din tanımı iki ayrı anlama sahiptir. Zira “Ütopya” kelimesi, Gramsci’nin zihninde hem vehim ve vesvese anlamına gelir ve kötü bir anlama sahiptir, hem de devrimlere ilham veren, halk kitlelerini harekete geçirebilen kültürel bir gücü ifade etmektedir.

"Din, tarihin gördüğü en büyük ütopyadır, yani en büyük ‘metafizik’tir, çünkü din, tarihsel süreçte hayatın tanık olduğu gerçek çelişkileri mitolojik bir biçim dâhilinde uzlaştırmaya dönük en büyük girişimdir. Din, aslında insanın Tanrı tarafından yaratılmış olması, O’nun oğlu olması sebebiyle, insanlığın aynı yapıda olduğunu söyler, bu sebeple tüm insanlar kardeştir, herkes eşittir ve özgürdür. […] Ancak öte yandan din, bunun bu dünyada geçerli olmadığını, bu dünyayla ilgisi bulunmadığını, (ütopik) başka bir dünyayla alakalı olduğunu söyler. Dolayısıyla, eşitlik, kardeşlik, özgürlük denilen fikirler, eşit olmadıklarını, başkalarıyla kardeş olmadıklarını, başkaları karşısında özgür olmadıklarını anlayan insanlar arasında gelişmiştir. Farklı kesimleri içeren kitleler ayağa kalktıklarında, bu talepleri belirli biçimler ve ideolojiler dâhilinde gündeme getirirler.”[7]

Bu alıntıda din, gerçek toplumsal çelişkileri hayali, mitolojik ve metafizik düzlemde uzlaştırmaya çalıştığı, ama aynı zamanda bu uzlaşmayı başka bir dünyaya ait bir olgu şeklinde sunduğu için bir tür ütopya olarak takdim edilmektedir. Ama bir yandan da Gramsci, toplumu harekete geçiren bir ütopya olarak dini önemser ve halk isyanlarının, ayaklanmalarının yüzlerce yıl ateşini beslemiş devrimci, özgürlükçü ve eşitlikçi fikirlerin kökeni olduğunu söyler.

Peki 1844’te, Feuerbach, Moses Hess ve Henri Heine’nin ardından Marx’ın da dillendirdiği biçimiyle, “din halkın afyonu” değil midir?

Gramsci, bu tanımın Katolikler, bilhassa Cizvitlerin öğretileri konusunda geçerli olduğunu, bu türden kesimlerde dinin zararlı ve kitleleri yanlışa sevk eden bir nitelik arz ettiğini söyler. Ama bir yandan da Gramsci, belirli tarihsel koşullarda Hristiyanlığın dünyaya ve hayata dair belirli bir fikri temel alan halk kitlelerinin iradesinin özel bir biçimi olduğu iddiasındadır. Lâkin bu değerlendirme, “halk kitleleri için saf manada bir uyuşturucudan başka bir şey olmayan” Cizvit Hristiyanlığı değil, halkın o masum dini için geçerlidir. Görüldüğü kadarıyla Gramsci, Cizvitlere pek sıcak bakmamaktadır:

“İsa Cemaati, doğduğu günden beri Katoliklik denilen o organizmanın sertleşmesini sağlamış, baskıcı ve diplomasi yürütmekten ibaret yapısıyla, gerici ve otoriter niteliğiyle son büyük dini tarikattır.”[8]

Tüm Marksistler gibi Gramsci de dinleri homojen bir yapı olarak görmez ve ısrarla dinin toplumda farklı içerik ve biçimlere sahip olabileceğini söyler:

“Her türden din, Katoliklik bile (ki bilhassa bu Katoliklik, ‘yüzeysel’ de olsa birliğini koruma gayreti içerisinde olduğu için ulusal kiliseler ve toplumsal katmanlar nezdinde bir parçalanmaya tanıklık etmez) gerçekte farklı ve çoğunlukla çelişkili dinleri içeren çok zengin bir yapıdır: Bu anlamda, köylülerin, küçük burjuvaların, kentli işçilerin, kadınların, aydınların birbirinden farklı ve birbirinden kopuk Katolik anlayışları vardır.”[9]

Bu noktada Gramsci, Engels’e ve dini sınıf mücadelesi açısından analiz eden Marksistlere yakın durur. Ancak Gramsci, “her sınıfın kendi dini olduğunu” söyleyen Engels’ten ayrışır ve aynı dinin farklı sınıflar ve toplumsal gruplarca farklı şekillerde yorumlandığını söyler. Gramsci’nin ayrıştığı diğer bir konu da onun sınıflar arasındaki çelişkiye indirgenmesi mümkün olmayan ideolojik yönelimler temelinde aynı din içerisinde ortaya çıkan ayrışmaları dikkate almasıdır. Gramsci, bu düzlemde, kilise içerisinde yaşanan her bir ideolojik mücadeleye ilk elden, her yönü açıklayan, yapıyı ele alan bir açıklama getirme çabasına karşı çıkar.[10]

Örneğin Katolik kilisesi içerisinde açığa çıkan modernist, Cizvitçi veya köktenci akımların varlığı, doğrudan ekonomi veya sosyoloji üzerinden izah edilemez. Modernist akım, kilisenin solu anlamında demokrasiden yana durur, hatta ılımlı sosyalizme destek sunar, süreç içerisinde Hristiyan demokrasi hareketini meydana getirmiştir. Kralı destekleyen köktencilerse, Papa X. Pius’a arka çıkmış, Fransa’da Fransız Eylemi, İtalya’da ise Katolik Merkez’i kurmuşlardır. Ortada duran Cizvitlerse kiliseye ve Vatikan’a ait aygıtı (bilhassa XI. Pius ile birlikte) kontrol altında tutmakta, topluma Katolik Eylem ve Katolik okul pratikleri üzerinden nüfuz etmektedir.

Gramsci, Cizvitlerin kilise içerisinde denge görevi gördüğünü, iki radikal eğilimin etkisini azalttığını, moderniteye yönelik itirazların karşısına Katolik kültürünü çıkarttığını söyler. İlginç olan şu ki Gramsci, hapiste kiliseye dair bilgileri en çok da İsa Cemaati’nin dergisi Civilta Cattolica’dan [“Katolik Medeniyet”] almaktadır. Aldığı kimi notlarda Gramsci, Cizvitlerin destekledikleri Vatikan’ın modernistlere yönelik olarak yürütülen mücadeleye nasıl öncülük ettiklerini, bu mücadelede gündeme gelen Modernistlerin Öğretileri başlıklı papalık genelgesini, bunun yanında, Fransız Eylemi içerisindeki köktencilere yönelik saldırısını ve cumhuriyetle uzlaşma fikrini dayatmak için başvurduğu yöntemleri inceler.[11]

Gramsci’nin aldığı notların önemli bir kısmı, İtalya’da Katolik kilisenin tarihi ve ilgili dönemde oynadığı rolle alakalıdır. Bu notlar, ağırlıklı olarak kilisenin on dokuzuncu yüzyılın başlarında restorasyon sürecinde oynadığı rolü, ülkenin birleşme sürecinde liberaller karşısında aldığı yenilgiyi, hem 1870’te hem de 1900’de liberal devlete ve sosyalizme karşı geliştirdiği muhalefeti, son olarak, yirminci yüzyılda 1929’da Mussolini’nin devletiyle kilise arasında yapılan akitte karşılık bulan, modern devletle bütünleşmesi gibi başlıkları ele alır. Bu akit sayesinde kilise, okul sisteminde tekel hâline gelmiş, ama bir yandan da devlet karşısında sahip olduğu bağımsızlığı yitirmiştir.[12]

Katoliklikle alakalı, içerik olarak gayet yeni olan bu fikirlerden biri de modern kiliseyi “düşünsel blok” olarak tarif eden fikirdir. Bu anlayışa göre, söz konusu kilise, toplumsal sınıflarla ilişkisi içerisinde nispi bir özerkliği kuşanmıştır.

Bildiğimiz kadarıyla Gramsci, aydın konusunda oldukça kapsamlı bir anlayışa sahiptir. Bu anlayış, dünyaya dair düşünce pratiğini değiştirmeyi de beslemeye dönük faaliyeti de içerir.

Gramsci’ye göre organik aydın, belirli bir toplumsal sınıf içerisinde organik bir biçimde doğup gelişen, o sınıfı homojenleştiren ve ona toplum ve siyaset konusunda bilinç kazandıran bir unsurdur.

Bu anlayış uyarınca, feodalizm döneminde ruhban sınıfı feodal aristokrasiye bağlı bir organik aydın grubu olarak, tüm düşünsel işlevleri tekeline almıştır. Bu anlamda ilgili dönemde din, felsefe, bilim, eğitim, ahlak, adalet vs. ondan sorulmuştur.

Birlik ruhunu meydana getiren unsur olarak bu aydınlar, kendilerini hâkim toplumsal gruptan bağımsız değilse de özerk bir güç olarak görmüşlerdir. Kesintisiz ilerleyen tarihsel süreç sayesinde bu aydınlar, organik ve doğal bağlarla bağlı oldukları toplumsal sınıfın ortadan kalkması karşısında ayakta kalmayı bilmişlerdir. Bu boşlukta söz konusu aydınlar, geleneksel aydınlar, yani birbiriyle çelişki içerisinde olan “yeni” toplumsal sınıflarla doğrudan bağı bulunmayan, yüzü geçmişe dönük, fosilleşmiş bir grup hâline gelmişlerdir.

Bu anlamda, Gramsci’ye göre, Katolik ruhban sınıfı geleneksel aydının tipik bir örneğidir.[14] Dolayısıyla Gramsci, esasen bu kavramı Karl Mannheim’da gördüğümüz “bağlantısız aydınlar” kavramıyla ilişkisiz bir biçimde kullanmaktadır. Zira Mannheim’ın kavramı, geçmişe bakan gelenekçilik gibi bir anlama sahip değildir.

Ruhban sınıfından ve kilise dışı aydınlardan (Katolik Eylem hareketine bağlı kadrolar, Katolik sendikalar ve partiler) oluşan Katolik aydın bloğunun sahip olduğu nispi özerklik, kilisenin özerkliğinin bir tezahürüdür. Zira kilise, önemli ekonomik ve toplumsal güçlerle ilişkisinde belirli bir özerkliğe sahiptir. Bu anlamda, kilisenin devletle ve İtalyan burjuvazisiyle kurduğu çelişkili ilişkileri dâhilinde ortaya koyduğu politik eylemlerin ardındaki ana motivasyon kaynağı, kilisenin kurumsal çıkarları, sahip olduğu gücü ve imtiyazlarıdır. Gramsci, Katoliklerin “toplum düşüncesi”ni ve politik davranışlarını bu düzlemde analiz eder:

"Modern toplumda kilisenin konumunu anlamak için kilisenin kurumsal özgürlüğünü savunmak amacıyla mücadele yürüttüğü gerçeğini idrak etmek gerekmektedir. O, kutsal özüyle bağlantılı imtiyazlarını savunmak zorundadır. Bu savunma, silâhlı ayaklanma, saldırılar ve yabancı ülke işgali için yapılan çağrılar dâhil, her türden aracı içerir. Onun varolmasını sağlayan koşullarla bağlantılı olmayan her şey ihmal edilebilir. ‘Despotizm’ derken kilise, seküler devlet otoritesinin imtiyazları sınırlamasını veya ortadan kaldırmasını anlar. Bundan gayrı bir anlamı yoktur. Zorla kurulmuş her türden fiili iktidarı tanımaya hazırdır, tek şartı, imtiyazlarının etkilenmemesi ve meşrulaşmasıdır. İmtiyazlarının arttığı koşullarda kilise, kendisini yüceltir ve tanrı katına ait, yüce bir kurum olarak takdim eder. Bu öncüller temelinde Katoliklerdeki ‘toplumsal düşünce’ sadece akademinin ilgilendiği bir husustur. Bu düşünce, ideoloji âlemine ait bir tür afyon olarak incelenip analiz edilmelidir. Ondaki ana eğilim, pasif dini beklentiler içerisinde olan bir zihnin muhafaza edilmesi yönündedir ve asla doğrudan bir politik ve tarihsel eylem içerisine girmez.”[15]

Bu, ilginç bir pasajdır: Gramsci’deki bu alaycı dili yazının yazıldığı tarihsel bağlam ışığında ele almak gerekmektedir: söz konusu dönemde kilise, 1929 tarihli akit üzerinden Mussolini’nin despotizmine bağlanmıştır. Ama bir yandan da imtiyazlarının savunulması için ortaya konulan, itibar kazanmasını sağlayan eylemlilikle toplum düşüncesinin tarihsel açıdan faal olmadığına dair fikir arasında belirgin bir çelişki söz konusudur. Bunun dışında, Gramsci, bir yandan da kilisenin toplumsal doktrininin önemini ciddiye almaz ve onu basit manada halkın afyonu olarak görür.

Esasında Gramsci, kilisenin politik davranışını sosyo-ekonomik altyapı üzerinden izah etmeye çalışmamakta, onun özerkliği ve kurumsal motivasyonu üzerinde durmaktadır.

Gramsci, Hapishane Defterleri’nde sadece Katolik kilisesini ele almaz. İlgilendiği diğer bir konu da Kalvinizmle başlayan Protestanlık Reformu’dur. Marx ve Engels, Kalvin’in öğretisinin burjuva kökenleri karşısında nesnel bir tutum alırken Gramsci, bu dini akımın sosyo-ekonomik sonuçları üzerinde durur. Bu noktada bir paradoks tespit edilir: Protestanlıktaki mantıksal açıdan kaderciliğe ve pasifliğe yol açan inayet anlayışı, dünya ölçeğinde ekonomik pratik için gerekli zemini sağlamış, kapitalist ideolojinin neşvünema bulmasını mümkün kılmıştır.

Gramsci’ye göre, Kalvinist kader anlayışı, zamanla “dünya tarihinde karşılık bulan pratik girişim için ana itkilerden biri”ne dönüşmüştür. Bu anlamda ilgili anlayış, belirli bir dünya görüşünün pratik davranış ölçütüne dönüşmesine ilişkin önemli bir örnek olarak görülmelidir.

Gramsci’nin bu değerlendirmesinde Max Weber’in Protestan Ahlakı kitabından yararlandığı açıktır. Elindeki kaynaksa Yeni Hukuk, Ekonomi ve Politika Çalışmaları dergisinin 1931-1932 tarihli sayısında yer alan, kitaba ait çeviridir. Gramsci’nin sık sık alıntıladığı çalışmayı Groethuysen’in Fransa’da burjuvazinin dini kökeni ile ilgili araştırmasıyla ilişkilendiren Gramsci, kader teorisi ile Protestan inayet anlayışının “girişimci ruhun yaygınlaşması” ile neticelendiğini ortaya koyar.[17] Kabul etmek gerekir ki bu, Weber’in tezine ait kısmi bir okumadır, ama gene de meselenin özünü kavramış gibidir.

Bu noktada, Gramsci’nin Weber’i, fikirlerin ve temsillerin tarihsel açıdan üretken rolüne odaklanmak suretiyle, kaba Marksizmin ekonomist yaklaşımının ötesine geçmek için kullandığını iddia etmek mümkündür. Gramsci’ye göre, Kalvinizmin gündeme getirdiği yöntem meselesi, esasen belirli bir dünya anlayışının eyleme dökülmesiyle alakalıdır. Bu anlamda, Gramsci’yi asıl ilgilendiren, “dünya anlayışının, tefekkürün ve felsefenin hangi noktada ‘gerçek’ hâline geldiğidir, zira bunlar, pratik olanı yıkıma uğratmak ve dünyayı dönüştürmek eğilimi içerisindedir.” Bu, aynı zamanda praksis felsefesi anlamında, Marksizmin de meselesidir.

Gramsci’nin Protestanlıkla ilişkisi, yöntem meselesinin ötesine uzanır. Ona göre, modern tarihteki asıl önemli dönüm noktası, Rönesans değil, Reform’dur. Protestan Almanya’da yaşayan Kautsky, İtalyan Rönesans’ını idealize edip “barbarca” olduğunu söylediği Reform’u hor görürken, İtalyan Marksist Gramsci, Luther’i ve Kalvin’e övgüler dizmiş, öte yandan Rönesans’ı aristokratik ve gerici bir hareket olarak görüp eleştirmiştir. Engels ve Kautsky’den farklı olarak Gramsci, Thomas Müntzer ve Anabaptistlerle değil, Luther ve Kalvin’le ilişki kurmuştur.

Ona göre, kitleleri harekete geçirme becerisine sahip, gerçek manada milli ve halka ait bir hareket olarak Reform, Marksizmin gerçekleştirmeye çalıştığı o büyük ahlaki ve düşünsel reform için gerekli paradigmayı temin etmektedir. Bu anlamda, praksis felsefesi, Protestan Reformu artı Fransız Devrimi’dir. O, aynı zamanda “politika olan felsefe, aynı zamanda felsefe olan politikadır.”[19] Gramsci’nin tespitleri zengin, düşünceleri kışkırtıcıdır, fakat son tahlilde bu tespitler, Marksizmin din analizi konusunda açtığı yolu takip etmektedirler.

Michael Löwy
22 Şubat 2021
Kaynak

Dipnotlar:
[1] A. Gramsci, “Audacia e fede”, Sotto la Mole, 22 Haziran 1916, aktaran: Rafael Diaz-Salazar, El proyecto de Gramsci, Barcelona, Anthropos, 1991, s. 47.

[2] Antonio Gramsci, “Carlo Péguy ed Emesto Psichari” (1916), Scritti Giovanili 1914-1918 içinde, Torino, Einaudi, 1958, s. 33-34. Aksi belirtilmedikçe tüm çeviriler benim tarafımdan İtalyancadan yapılmıştır. Ayrıca bkz.: “Il movimenti di Coppoleto” (1916), Sotto la Mole içinde, Torino, Einaudi, 1972, s. 118-119. Görünüşe göre Gramsci, solcu Katolik G. Miglioli’nin öncülük ettiği köylü hareketiyle ilgilenmeye yirmilerin başında başlamıştır. Bu konuyla ilgili önemli bir eser için bkz.: Rafaël Dias-Salazar, El Proyecto de Gramsci, Barcelona, Anthropos, s. 96-97.

[3] A. Gramsci, “Il Partito Comunista”, 4 Eylül 1920, Ordine Nuovo 1919-1920, Torino, Einaudi, 1954, s. 154-156.

[4] A. Gramsci, “I cattolici italiani”, Avanti, 22 Aralık 1918, Scritti Giovanili içinde, s. 349.

[5] A. Gramsci, “Il congreso de Lyon” (Ocak 1926), La Costruzionde del Partito Comunista içinde, Torino, Einaudi, 1978, s. 483-486. G. Miglioli, yıllarca tarım işçileri içerisinde çalışmış bir Katolik aydındır. Toprak ağalarının mallarına el konulması ve toprak işgalleri gibi faaliyetlerin içerisinde yer alan Miglioli, sosyalistlerle ittifak kurulması fikrini savunmuş, 1922’de antifaşist işçilerin birleşik cephesini kurmuştur. 1925’te Halk Partisi’nden kovulmuştur.

[6] Bkz.: fragment 41, “Religione”, Quaderni del Carcere içinde, Torino, Einaudi, 1977, Quaderno 6 (1930-32), s. 715-716. Gramsci’nin alıntı yaptığı Nicola Turchi’ye ait kitap şudur: Manuale di storia delle religioni, Torino, Bocca, 1922.

[7] A. Gramsci, Quaderni del Carcere, Torino, Einaudi, 1977, Quaderno 11 (1932-33), s. 1488.

[8] A. Gramsci, Note sur Machiavelli, sulla politica e sullo stato moderno, Torino, Einaudi, 1953, Bölüm V ve “Azione catholica, Gesuiti e Modernisti”, ve ll materialismo storico e la filosofia de Benedetto Croce, Torino, Ed. Riuniti, 1979, s. 12, 17.

[9] A. Gramsci, Quaderni del Carcere, Quaderno 11 (1932-33), s. 1397.

[10] A.Gramsci, Il materialismo storico, s. 120.

[11] Cf. Hugues Portelli, Gramsci et la question religieus e, Paris, Anthropos, 1974, Bölüm IV, “The internal currents of the Church”, s. 203-232.

[12] H. Portelli, Gramsci and the Religious Question, Kısım III, Bölüm 2, “The Covenant”.

[13] A. Gramsci, Gli intellettuali e l'organizzazione della cultura, Torino, Einaudi, 1966, s. 3, 6-7. Bu kitapta karşımıza nispeten kafa karışıklığıyla malul, netlikten uzak tanımlar çıkmaktadır.

[14] A.g.e., s. 4.

[15] A. Gramsci, Quaderni, Quaderno 5 (1930-32), s. 546-547.

[16] Gramsci, Quadertni, Quaderno 7 ((1930-32), s. 892-893 ve Quaderno 10 (1932-33), s. 1267.

[17] Gramsci, Quaderni, Quaderno 10, s. 1086 ve Quaderno 11 (1932-33), s. 1389.

[18] Gramsci, Quaderni, s. 1266. Ayrıca bkz.: M. Montanari, “Razionalita e tragicita del moderno in Gramsci”, Critica Marxista, Sayı 2-3, 1987, s. 58.

[19] Gramsci, II Materialism Storico, a.g.e., s. 105. Ayrıca bkz.: Kautsky, a.g.e., s. 76.

21 Haziran 2022

, ,

İşçi Demokrasisi

Bugün işçi sınıfının misyonunun eleştirel ve faal bilincini temsil eden parti ve işçi sınıfı karşısında tarihsel sorumluluk taşıyan her sosyalist, kimi rahatsız edici soruların altında eziliyor: Savaşın açığa çıkarttığı devasa toplumsal güçlere nasıl hükmedeceğiz? Bu toplumsal güçleri nasıl disipline edeceğiz? Proletarya diktatörlüğünün tecessüm edeceği sosyalist devletin ana iskeletini meydana getirene dek olağan gelişme süreci içerisine girip, sürekli olarak bütünleşeceği belirli bir politik biçimi o güçlere nasıl vereceğiz? Bugünü yarına nasıl bağlayacağız? Hem bugünün acil ihtiyaçlarını karşılayıp, hem de yarını nasıl yaratacağız, bunu yaparken, geleceği nasıl “öngörme” imkânı bulacağız?

Bu makalenin niyeti, düşünme ve faaliyet yürütme konusunda gerekli itkiyi sağlamaktır. Makale, bu anlamda en iyi ve en bilinçli işçileri düşünmeye, sorunun çözümü konusunda kendi becerisi ve faaliyeti düzleminde işbirliği yapmaya davet etmekte, yoldaşlarımızın ve birliklerimizin dikkatlerini bu yöne çevirmelerini sağlamaya çalışmaktadır. Somutta yürütülecek bir inşa faaliyeti, ancak bilinçlendirme, ikna etme ve karşılıklı eğitim çalışmaları üzerine kurulu müşterek ve birleşik bir çalışma sayesinde yürütülebilir.

Sosyalist devlet, sömürülen işçi sınıfının tecrübe ettiği toplumsal hayata ait kurumlarda zaten rüşeym hâlinde mevcuttur. Bu kurumlar birbirine bağlanmalı, onlar, ehliyetler ve yetkiler hiyerarşisi dâhilinde koordine edilip birbirine tabi kılınmalı, tüm bu kurumlar, güçlü bir merkezî yapıya kavuşturulmalı, bir yandan da gerekli özerk alanlara ve ifade kanallarına saygı duyulmalı, gerçek işçi demokrasisi, bu sayede oluşturulmalı, o, burjuva devletinin karşısına tüm verimli ve faal niteliği ile dikilmeli, bugünden o işçi demokrasisini ulusun mirasına hâkim olan ve onu yöneten tüm temel işlevleri dâhilinde burjuva devletiyle ikame etme konusunda gerekli hazırlıklar yürütülmelidir.

Bugün işçi hareketi, Sosyalist Parti ve İşçi Konfederasyonu’nun idaresi altındadır. Buna karşılık, partinin ve konfederasyonun toplum nezdinde sahip olduğu güç, o büyük işçi kitlesi adına, dolaylı olarak, otoriter bir basınçla, itibar ve coşkunun, hatta eylemsizliğin güdümündedir.

Partinin itibarı günbegün artıyor, parti, bugüne dek keşfedilmemiş halk katmanlarını kendisine çekiyor, o, bugüne dek politik mücadele içerisinde hiç yer almamış grupların ve bireylerin dünyasında komünizm bayrağını yükseltmek için genel bir uzlaşma zemini ve arzu meydana getiriyor. Bu bağlamda, onları özümsemek, birleştirmek ve güçlendirmek için bu düzensiz ve kaotik enerjilere belirli bir politik biçim ve kalıcı bir disiplin kazandırılması gerekiyor. Bu kitleler, kendi kendisini eğiten örgütlü bir topluluk olarak proleter ve yarı-proleter sınıf hâline getirilmeliler. Bu anlamda, devlet iktidarını alacak olan sınıfların görevleri konusunda bu dağınık kitle, belirli bir bilince sahip olmalı.

Sosyalist Parti ve profesyonel sendikalar, tüm sınıfı içeremezler. Bunun için onlarca yıllık bir sürece ihtiyaç vardır. Sendikalar, kendilerini birden ortaya çıkıp, kendilerini proleter devlet olarak tanımlayamazlar, kendilerini onunla bir tutamazlar. Komünist cumhuriyette sendikalar, devletten bağımsız hareket etmeyi sürdürürler. İtici güç olarak partiye bağlı kurumlar olarak var olurlar, kontrol mekanizması ve kısmi gerçekleşme dâhilinde iş görürler.

Parti, komünist eğitim organı, iman yüklü kalp, öğretinin saklandığı kasa, işçi ve köylü sınıfı içindeki örgütlü ve disiplinli güçleri uyumlu kılıp hedefe yöneltecek yüce güç olmaya devam etmelidir. Bu görevi yerine getirebilmek istiyorsa, partinin yeni üyelerin işgaline maruz kalmaması, onun sorumluluk ve disiplin gibi konularda gerekli alışkanlıkları olmayanların istilasından uzak tutulması gerekir.

İşçi sınıfının toplumsal hayatı kurumlar bünyesinde zengindir ve farklı faaliyetlerde kendisine dil ve yol bulur. Bu kurumlar ve faaliyetler geliştirilmeli, bir bütün olarak örgütlenmeli, tüm işçi sınıfını içine alıp disipline edecek bütünlüklü bir sistem içerisinde birbirlerine bağlanmalıdır. Komisyonları ile birlikte işleyecek atölyeler, sosyalist çevreler, köylü cemaatleri, doğrudan içerisinde çalışma yürütülmesi gereken, proleter hayata ait merkezlerdir. Patronların dayattıkları sınırlardan arınmış olması gereken işçi demokrasisine ait organlar, komisyonlar şahsında vücut bulurlar. Yeni hayat ve enerji, buralarda soluk alır.

Bugün komisyonlar, fabrikalarda kapitalistlerin gücünü kısıtlamakta, hakemlik ve disiplin gibi alanlarda belirli işlevler görmektedirler. Gelişip zenginleştikçe bu komisyonlar, yönetim ve idareye dair tüm faydalı işlevleri dâhilinde, kapitalistlerin iktidarına ait organları proleter iktidarın organları ile ikame edeceklerdir. Bugün işçiler, çok sayıda delegeden oluşan meclislerin seçimi aşamasına geçmeli, bu delegeler, en iyi ve en bilinçli yoldaşlar arasından seçilmeli, ağızlarda hep şu slogan olmalıdır: “Tüm iktidar fabrika komitelerine.” Bu slogana şu slogan da eşlik etmelidir: “Tüm devlet iktidarı işçi-köylü şuralarına.” Parti içerisinde ve yerelliklerde örgütlü olan komünistler, somut devrimci propaganda yürütme konusunda önlerinde geniş, uçsuz bucaksız bir alan bulacaklardır.

Şehir seksiyonları ile uyum içerisine çalışan çevreler, bölgedeki işçilerin gücünü belirlemeli, fabrika delegelerinden oluşan bölge şurasında kendilerine yer bulabilmeli, bölgedeki tüm proleter enerji birbirine bağlanıp tek bir noktada toplanmalıdır. Atölye ve fabrikaların büyüklüğüne göre seçim sistemleri de farklılaşabilir. Ama biz, gene de her hâlükârda İngiltere’deki fabrikalarda görüldüğü üzere, kategorilerine göre ayrılmış her 15 işçi için bir delege seçmeli, bu delege, işçileri, emekçileri, teknisyenleri temsil eden kişilerden oluşan fabrika delegeleri komitesine gönderilmelidir.

Bölge komitesi, bölgede yaşayan, garson, faytoncu, vatman, demiryolu işçisi, çöpçü, tezgâhtar gibi diğer işçi kategorilerine mensup delegeleri içermeyi hedeflemelidir. Bölge komitesi, bölgede yaşayan tüm işçi sınıfının ürettiği, meşru ve otorite sahibi bir ürün olabilmeli, komite disiplin sağlayabilmeli, yetkilere, aynı zamanda tüm bölgede yürütülen bütün işleri tek seferde bütün olarak durdurma gücüne sahip olabilmelidir. Bölge komiteleri, şehir komisyonları hâline gelecek şekilde genişletilmeli, bu komisyonlar, Sosyalist Parti ve sendika federasyonlarınca kontrol edilip disiplin altına alınmalıdır.

Kendisine denk düşen köylü örgütleriyle bütünleştirilmiş bu türden bir işçi demokrasisi sistemi, kitlelere disiplin kazandıracak, politika ve yönetim konusunda gerekli tecrübeyi sağlayacak muhteşem bir okul hâline gelecek, kitleleri bütünüyle kucaklayacak, onların azimli ve sebatkâr olmasını sağlayacak, yok edilmemek ve köleleştirilmemek için, içeride sağlam bağlara ihtiyaç duyan savaş sahasında kitlelerin bir orduya dönüşmesini mümkün kılacaktır.

Her fabrika, bu ordunun bir ya da birkaç alayını meydana getirecek, irtibat subaylarından onbaşılarına kadar tüm resmi kadroları tepeden değil seçimle belirlenecek. En bilinçli işçilerin yürüttüğü propaganda ve ikna faaliyetleri ile birlikte fabrika içinde yürüyüşler gerçekleştirilecek. İşçilerin ruh hâli devrimci manada dönüştürülecek. Kitleler, iktidar için hazır hâle getirilecek. İşçiler ve yoldaşlar, görevleri ve hakları konusunda bilinçlenecek. Onlar, canlı hayatın ve tarihin sunduğu tecrübelerin ürünü olan işçi demokrasisi sayesinde somut ve verimli adımlar atacaklar.

Daha önce de dediğimiz gibi: Bu alelacele alınmış olan notların yegâne amacı, düşünce ve eylem konusunda gerekli itkiyi sağlamaktır. Sorunun her bir veçhesi, kapsamlı ve tüm boyutlarıyla ele alınmayı, izahatı, tamamlayıcı ve koordinasyonu sağlayacak bütünleyici çalışmaları hak etmektedir.

Sosyalist hayata dair sorunlara somut ve bütünlüklü çözümü ancak komünist pratik sunabilir. Birlikte tartışmak bilinci dönüştürür, bütünler, o müşterek bilinci gayretkeş ve tutkulu bir ruh hâliyle donatır. Komünist ve devrimci eylem içerisinde olmak, hakikati söylemek, ona birlikte vakıf olmak demektir.

“Proletarya diktatörlüğü” denilen formül, formül olmaktan, devrimci dilin ifade kanalı bulduğu bir fırsat olmaktan çıkartılmalıdır. Proletarya diktatörlüğü, ezilen sınıfın kurumsal tecrübelerinin kaynaştığı, işçi sınıfının ve köylülüğün toplumsal hayatının kapsamlı, güçlü ve örgütlü bir sistem hâline geldiği yeni bir devletin kuruluşunu ifade eder.

Bu devlet, belirli bir anda irticalen uydurulmuş bir yapı değildir: Rusya’da Bolşevik komünistler, sekiz ay boyunca “Tüm iktidar sovyetlere” şiarını her yana duyurup, somuta taşımak için çabalamışlardır. “Sovyet” denilen olgu, 1905’ten beri Rus işçilerinin bildiği bir şeydir. Komünistler, Rusya’daki tecrübenin değerini bilmeli, zamanı ve emeğini idareli kullanabilmelidirler: yeniden inşa denilen iş, çok fazla zaman ve iş talep etmektedir, dolayısıyla, her gün ve her eylem bu işe adanmalıdır.

Antonio Gramsci
21 Haziran 1919
Kaynak

06 Ekim 2021

, ,

Komünistler ve Seçimler


Komünist parti, devrimci işçi sınıfının mücadelesini tarihsel planda kararlılıkla sürdüren politik partidir.

İşçi sınıfı var olduğu günden beri kendisini burjuva demokrasisi sahasında, anayasal ve parlamenter rejimin sunduğu çerçeve içerisinde örgütlüyor. Modern endüstrisinin devasa yapısı içerisinde sıkışıp kalmış, o büyük fabrikalarda arı gibi çalışan, ama kafası karışık kitle olarak işçi sınıfı, bir olduğunu, nereye yürüdüğünü, ancak en ağır tecrübeler, en acı hayal kırıklıklarından sonra, yavaş yavaş idrak edebildi.

Tam da bu sebeple, o gelişim süreci boyunca işçi sınıfı, herkesin aşina olduğu, artık sıradanlaşmış politik partilere destek sunmadı. Önce liberal partileri destekledi, bunu yaparken de kent burjuvazisiyle kol kola girdi; taşrada ekonomik feodalizmin kalıntılarını temizlemek için mücadele etti, sanayi burjuvazisi, gıda ürünleri üzerindeki tekeli bu sayede kırabildi, taşrayı ekonomik liberalizmle bu şekilde tanıştırabildi, hayat pahalılığını bu yolla hafifletebildi.

Ne var ki işçi sınıfı açısından tüm bu faaliyetler felâketle sonuçlandı. İşçiler, ortalama ücretlerinin önemli ölçüde düştüğüne tanık oldular. Sonra işçi sınıfı, küçük burjuvazinin kurduğu demokratik partilere destek verdi ve burjuva devletin çerçevesini genişletmek, yeni teşkilâtların kurulmasını sağlamak, zaten varolanları güçlendirmek için mücadele etti, ama bir kez daha aldatıldı.

Mücadele esnasında yanında yürüyenler, sonra muktedir olan tüm yeni isimler, burjuvazinin safına geçtiler; eski hâkim sınıfa taze kan oldular, bürokratik parlamenter devlete yeni bakanlar ve önemli görevliler temin ettiler. Kral Albert Kanunları’nda [1] belirlenmiş sınırlar içerisinde faaliyetine devam eden devletin niteliğinde hiçbir şey değişmedi, üstelik avam, gerçekte yeni tek bir özgürlüğe bile kavuşamadı. Kral, İtalyan toplumundaki yegâne gerçek güç olarak varlığını sürdürmeye devam etti, hükümet aracılığıyla yargı sistemine, meclise ve kendi iradesine tabi olan silâhlı kuvvetlere hükmetmeyi sürdürdü.

Komünist partinin kurulması ile birlikte işçi sınıfı, önceden sahip olduğu âdet ve geleneklerden koptu ve politik anlamda olgunlaşmış olduğunu dosta düşmana gösterdi. Artık işçi sınıfı, bürokratik parlamenter devletin geliştirilmesi ve değiştirilmesi konusunda başka sınıflarla çalışmak istemiyor. O, kendi sınıfının gelişimini başarıyla güvence altına almak için çalışmak istiyor. İşçi sınıfı, muktedir olabilmek için kendi adaylarını çıkartıyor ve tarihsel rolünü bürokratik parlamenter devletin önceden varolan bağlamı içinde değil, yeni devlet sistemi dâhilinde, cari olan kurumsal çerçeveden farklı bir çerçeve kapsamında oynayabileceğini ortaya koyuyor.

Komünist partinin kurulmasıyla birlikte işçi sınıfı, itici güç olarak öne çıkıyor ve politik mücadele başlatabileceğini herkese gösteriyor. Artık bu ülkede başka bir toplumsal sınıfın üst sistemince yönlendirilen bir kitle hareketi mevcuttur.

İşçi sınıfı, bugün ülkeyi yönetmek istiyor ve bunu yapabilecek tek sınıf olduğunu, elindeki araçlarla, ulusal ve uluslararası kurumlarla ortaya koyuyor. O, genel tarihsel durumun sebep olduğu mevcut sorunları çözebilecek tek sınıf olduğunu herkese ispatlıyor.

Peki işçi sınıfının elindeki gerçek güçler nelerdir? Bugün İtalya’da sınıfının tarihsel misyonunun bilincinde olan kaç proleter vardır? İtalyan toplumunda komünist partiye yönelik destek ne düzeydedir? Mevcut kargaşa ortamında, onca kafa karışıklığına rağmen, elimizde yeni tarihsel düzeni kurabilecek insan gücü var mı? İtalyan toplumunun farklı toplumsal güçleri, sınıfları ve kesimlerinin sürekli ayrışıp birleştiği, dağılıp yeniden farklı birliktelikler meydana getirdiği koşullarda, merkezî bir yapının inşa edildiğini söyleyebilir miyiz? Komünist Enternasyonal’in ve dünya devriminin ajandası ve fikirlerine sadık olan güçlü ve sağlam bir merkez mevcut mu? İşçi sınıfı, bu merkez etrafında yeni ve ama kusursuz bir politik ve yönetsel örgüt meydana getiriyor mu? Bunlar, seçimler üzerinden cevaplanması gereken sorulardır.

Bugün bu sorulara somut ve kat’i bir cevap verildi: gelecekte herkesin bir biçimde doğrulayacağı, artık belgeli olan bu cevap, komünist partinin seçimlere girecek olmasıdır.

Toplumsal güçlerin seçim sathı mahalinde ayrıştığı koşullarda komünist parti de kimlerin kendisine nefer olduğunu, arkasında duran insanların sayısını bilmek isteyecektir. Tarihsel süreçte bu, proletarya diktatörlüğüne ve işçi sınıfı devletinin kurulmasına yol açacak zaruri bir adımdır.

Komünistler açısından seçimler, günümüz toplumuna özgü birçok politik örgütlenme yolundan biridir. En iyi örgütlenme yolu ise partidir. Neticede sendikalar ve konseyler, örgütlenme sürecinin ara yollarıdır. Bu ara yollarda proletaryanın en bilinçli üyeleri, sermayeye karşı verilen mücadelede belirli bir konum alırlar ve sendikalara insan örgütlerler.

Seçimlerde kitleler, tüm politik gayelerini, devlete dair fikirlerini beyan ederler. İşçi sınıfının muktedir olması için uğraşan komünist parti, özünde devrimci proletaryanın, kentlerdeki sanayide çalışan işçilerin partisidir. Ama parti bilir ki, hedefine yoksul köylüler ve aydınlar gibi toplumun başka kesimlerinin desteğini ve onayını almaksızın ulaşamaz.

Asıl sorulması gerekense şudur: Bugün devrimci proletaryanın en büyük gücü hangisidir? Emekçi sınıflar içerisinde, proletaryayı yarın, hatta bugün muktedir sınıf olarak görmek isteyen kaç kişi vardır? Onca karışıklığa, hayal kırıklığına, gericilerin yaptıkları terör eylemlerine rağmen proletaryanın ortaya koyduğu çabalara destek sunmaya niyetli emekçi sayısı kaçtır?

Komünist parti, seçimlerde elde edeceği sonuçlar konusunda kimseyi boş bir beklenti içine sokmaz, zira parti, eskiden sosyalist partinin “kalabalıkları kendisine çekmek” için kullandığı arsızlıkla malul demagojiyi geride bırakmak niyetindedir.

İtalyan halkı, kargaşaya ve kafa karışıklığına doğru sürüklendikçe dün olduğu gibi bugün de inşa etmek için uğraştığı devrimci güçlerden o kadar insan kopmaktadır. Bu da bize, davaya sadık yoldaşları saflarımıza katmamız gerektiğini daha açık bir biçimde göstermektedir. Bize lazım gelen, dünya devrimi ve komünizm için mücadele edecek sadık neferlerdir.

Bu murat, acildir ve çok önemlidir. Mevcut durum daha da çalkantılı bir nitelik kazandıkça bu gerçek daha fazla idrak edilecektir. Hatta ileride partinin İtalya’daki genel siyaset alanında kendisine yer bulabilmesi için eldeki araçların yetersiz olduğunu daha fazla kişi görecektir.

Antonio Gramsci
12 Nisan 1921
Kaynak

Dipnot:
[1] Sardinya Kralı Charles Albert’in, 4 Mart 1848’de İtalya’daki Sardinya Krallığı için kabul ettiği anayasa. Metin, sonrasında Birleşik İtalya’nın anayasası hâline geldi.

15 Eylül 2021

, ,

Gazeteler ve İşçiler

Uluslararası sınıf mücadelesi, iki yerde işçi ve köylülerinin zaferiyle sonuçlandı. Rusya ve Macaristan'da işçiler ve köylüler, proletarya diktatörlüğünü kurdular ve hem Rusya'da hem de Macaristan'da diktatörlük, sadece burjuva sınıfına karşı değil, aynı zamanda sendikalara karşı da sert bir savaş vermek zorunda kaldı: diktatörlük ve sendikalar arasındaki çatışma, gerçekte Macar Sovyeti'nin çöküşüne sebep oldu, zira sendikalar, diktatörlüğü açıkça devirmeye teşebbüs ettiklerinden, her zaman devrimin "bozguncu" yapıları olarak hareket ettiler, ayrıca işçiler ve kızıl askerler arasında sürekli umutsuzluk ve korkaklık tohumları ektiler.

Bu çatışmanın sebepleri ve koşullarına dair çalakalem yapılmış bir incelemenin kitlelerin devrimci eğitimine faydası olmayacaktır. Oysa kitleler, sendikaların komünist devrimin en önemli proleter yapıları olduğuna ikna edilmelidirler, çünkü özel teşebbüsün ortadan kalkacağı koşullar oluşturulmalı ve bu özel teşebbüsçülük bir daha neşvünema bulmamalıdır. Ayrıca kitleler, devrimden önce çatışmalara imkân tanımayan, proleter sınıfının kapitalizme karşı mücadele etmesini sağlayacak muhtelif örgütler arasında herhangi bir ikili iktidar durumuna izin vermeyen psikolojik ve nesnel koşulların oluşturulmasının zaruri olduğuna da ikna edilmelidirler.

Sınıf mücadelesi, Avrupa'nın ve dünyanın tüm ülkelerinde belirgin bir şekilde devrimci bir karaktere bürünmüştür. Üçüncü Enternasyonal’in geliştirdiği anlayışa göre sınıf mücadelesinin amacı, proletarya diktatörlüğü olmalı, demokrasici ideolojiye galebe çalması gereken bu anlayış, hiçbir dirençle karşılaşmadan kitleler arasında yayılmalıdır. Sosyalist partiler, Üçüncü Enternasyonal'e bağlıdırlar veya en azından Moskova Kongresi'nde detaylandırılan temel ilkelere göre hareket ederler. Öte yandan sendikalar “gerçek demokrasiye” sadıktırlar ve Sovyet Rusya ile dayanışma içinde olduklarını beyan edecekleri eylemler ve gösteriler tertiplemek yerine proletarya diktatörlüğüne karşı olduklarını beyan etmek için her fırsatı kullanmaktadırlar.

Sendikaların bu tavrı Rusya'da hızla aşıldı, çünkü ticaret ve sanayi örgütlerinin gelişmesine, atölye konseylerinin paralel ve daha hızlı bir şekilde gelişmesi eşlik etti. Öte yandan söz konusu tavır, Macaristan'daki proletarya iktidarının altını oydu, Almanya'daki komünist işçilerin katledilmesine ve Noske denilen olgunun doğmasına sebep oldu, Fransa'da 20-21 Temmuz genel grevinin başarısızlığına ve Clemenceau rejiminin tesis edilmesine yol açtı. Şimdiye dek İngiliz işçilerinin siyasi mücadeleye katılımına mani olmuş olan bu tavır, tüm ülkelerdeki proleter güçlerin kökünü kazımak, onları tehlikeye sürüklemek gibi bir tehdidi içermektedir.

Sosyalist partiler, giderek belirgin biçimde devrimci ve enternasyonalist bir içerik kazanıyorlar; Öte yandan sendikalarsa reformist oportünizm teorisini(!) ve taktiklerini somutlaştırma ve tamamen ulusal organlar olma eğilimine girdiler. Neticede toplumdaki genel dengesizlik yoğunlaştı, ahlaki çöküntü hızlandı, barbarlık mayalandı, işçi sınıfı bu hâliyle sürdürülemez olan, kalıcı kafa karışıklığı ve kronik zayıflığın damgasını vurduğu bir yere doğru sürüklendi.

Sendikalar, işçileri sınıf mücadelesinin ilkelerine göre örgütlediler ve kendileri de bu mücadelenin ilk organik biçimleriydi. Örgütçülerin de her daim söyledikleri gibi, proletaryayı kurtuluşa sadece sınıf mücadelesi götürebilir, sendikal örgütlenmenin yegâne amacı ise insanın insanı sömürdüğü, kişisel kârın hâkim olduğu koşulları ortadan kaldırmak, buradan da endüstriye dayalı üretim sürecinde kapitalistleri (mülk sahiplerini) söküp atmak, böylece sınıfları yok etmekti.

Ancak sendikalar bu amaca hemen ulaşamazlardı, dolayısıyla tüm güçlerini proletaryanın yaşam koşullarının iyileştirilmesini, yüksek ücretlerin verilmesini, çalışma sürelerinin kısaltılmasını, toplumsal yasaların çıkartılmasını talep eden çalışmalara teksif ettiler. Eylemler eylemleri, grevler grevleri izledi, neticede işçilerin yaşam koşulları iyileşti.

Gelgelelim sendikal faaliyetlerin elde ettikleri sonuçlar, gene de eski temeller üzerinde yükseliyor. Özel mülkiyet ilkesine halel gelmiyor, bu ilke, gücünü eskisi gibi koruyor, insanın insanı sömürdüğü kapitalist düzene dokunulmuyor, hatta bu düzen daha karmaşık biçimler alıyor. Sekiz saatlik iş günü, ücretlerdeki artış, toplumsal yasaların sunduğu faydalar kâr meselesinin kılına zarar vermiyor. Kâr oranlarında sendikaların yol açtığı dengesizlik hemen gideriliyor, İngiltere ve Almanya gibi ülkeler dünya ekonomisinde rekabet edecek alanı bulabiliyorlar, Fransa ve İtalya gibi ülkelerse korumacılık önlemleri üzerinden sınırlı bir ekonomiye sahip oluyorlar.

Kapitalizm, endüstriyel üretimin artan genel giderlerini ya kendi ülkesindeki kitlelerin ya da sömürgelerin omuzlarına yüklüyor. Dolayısıyla bu anlamda sendikal faaliyet, kapitalist toplumu tüm egemenlik kurma araç ve yöntemleriyle birlikte aşma, proletaryayı kurtuluşa götürme ve ilk başta önerilen, o yüce ve evrensel hedefe ulaşma konusunda gerekli imkân ve beceriden yoksun olduğunu ortaya koyuyor. Ki zaten sendikacıların geliştirdikleri öğretilere göre sendikalar, üretim sürecinin yönetilmesiyle ilgili eğitimin işçilere verilmesi noktasında kullanılacak örgütler.

Söylendiğine göre sanayi sendikaları, belirli bir endüstrinin ayrılmaz bir yansıması olduklarından, o belirli endüstrinin yönetimi için işçilerin yetkinliğinin kadrolarını üretecekler. Sendika büroları, en iyi işçilerin seçilmesini sağlayacak, karmaşık üretim ve mübadele mekanizmasına hâkim olma konusunda en yetenekli olan, en çalışkan ve en zeki işçilerin belirlenmesine katkıda bulunacak. Örneğin deri sektöründe çalışan işçiler, bu sektörün yönetilebilmesi için gerekli beceriyi edinecek, aynı süreç, metal sektöründe ve matbaa sektöründe de işleyecek. Bu düşünce, kocaman bir yalandan başka bir şey değildir.

Sendika liderlerinin tercihleri, endüstriyel yeterlilik kriterleri temelinde değil, hukuk, bürokrasi ve demagoji konusunda belirleyici oldu. Örgütler büyüdükçe, sınıf mücadelesine o kadar sık müdahil oluyorlar, eylemleri ne kadar yaygınlaşırsa ve kapsamı ne kadar çok genişlerse sendika binalarındaki yönetsel işler o ölçüde azalıyor, basit idari ve muhasebeyle ilgili işlere doğru daralıyor, endüstrideki teknik imkânlar arttıkça değerini yitiriyor, bürokrasi ve ticaretle ilgili beceri ise o ölçüde artıyor.

Bu süreçte gazetecilerden ve sendikacılardan oluşan bir kast meydana geldi. Bu kastın anlayışı da ruhu da işçilerdeki ruh ve anlayışla çelişiyordu. Devletteki bürokrasi gibi sendika bürokrasisi de işçi sınıfı üzerinde hak iddia etti. Hâkim olan da yöneten de bu bürokrasi idi. Oysa proletarya diktatörlüğü, kapitalist üretim düzenini ortadan kaldırmak, özel mülkiyeti ilga etmek istiyordu, çünkü insanın insanı sömürmesi üzerine kurulu düzen, ancak bu şekilde yok edilebilirdi.

Proletarya diktatörlüğünün amacı, sınıfsal farklılıkları, sınıf mücadelesini ortadan kaldırmak. Çünkü ancak bu şekilde işçi sınıfının toplumsal kurtuluşu tamama erdirilebilir. Komünist parti, bu amaca ulaşmak için proletaryayı kendi sınıf iktidarını örgütlemek, bu silahlı gücü burjuva sınıfına hükmetmek için kullanmak, sömürücü sınıfı ezip onun yeniden doğamayacağı koşulları oluşturmak için eğitir.

Dolayısıyla komünist parti, proletarya diktatörlüğü sürecinde şu türden bir göreve sahiptir: İşçi ve köylü sınıfını, güçlü ve kararlı adımlar atmak suretiyle, egemen sınıf olarak örgütlemek, yeni devletin tüm organizmalarının gerçekten devrimci çalışma yürütüp yürütmediğini kontrol etmek ve özel mülkiyet ilkesinin miras bıraktığı tüm hakları ve ilişkileri ortadan kaldırmak.

Lâkin bu yıkıcı ve kontrol amaçlı eyleme ilk elden, üretim imkânlarını artıracak çalışma eşlik etmelidir. Bu çalışma başarısız olursa, siyasi iktidar boşa düşerse, diktatörlük ayakta kalamaz: beş yıllık yoğun mücadelenin ve burjuvazinin aylarca sürdürdüğü terör faaliyetlerinin yol açacağı ekonomik çöküş karşısında her türden toplumsal yapı gibi diktatörlük de üretim yapmadan ayakta duramaz.

Sendikalar, o muazzam ve önemli görevi bu noktada üstlenirler. Toplumsallaştırma adımını atmak zorunda kalırlar, yeni bir üretim düzeni tesis ederler, bu aşamada işleyişte belirleyici olan, kâr etme arzusu içerisindeki şirketler değil, toplumun çıkarı için kurulan dayanışma ilişkisidir. Bu ilişki dâhilinde tüm sektörler, sendikaların faaliyetine göre biçimlenirler.

Macar Sovyeti'nde ise sendikalar, her türlü yaratıcı işten uzak durdular. Politik düzlemde sendika yetkilileri devlet içinde devlet hâline gelen proletarya diktatörlüğünün karşısına sürekli engeller çıkardılar, ekonomi düzleminde ise tek bir faaliyet yürütmediler. Oysa fabrikaların sendikaların iradesi hilafına toplumsallaştırılması gerekiyordu.

Ayrıca Macar örgütlerinin başındaki liderler, duygu ve düşünce dünyası açısından sınırlı insanlardı. Onlardaki ruh hâli bürokratik ve reformistti. Dolayısıyla bugüne dek işçilere karşı kullanılmış olan iktidarlarını kaybetmekten korktular.

Sendikalar, işlevlerini burjuva sınıfının hâkim olduğu dönemde edinmişlerdi. Bu sebeple sendika yetkilileri gerekli teknik kapasiteden yoksunlardı, üretimin doğrudan yönetilmesi noktasında proleter sınıfının ham olduğu görüşünden yana duran sendikacılar, proletarya diktatörlüğüne karşı “gerçek demokrasi” anlayışına destek verdiler, ayrıca uzmanlıklarını dayatabilmek adına, konkordatolar, iş sözleşmeleri, sosyal mevzuat dönemini sürdürmek istediler.

Bu sendikacıların tek istediği, bizim oturup uluslararası devrimin gerçekleşmesini beklememiz. Oysa bu insanlar, uluslararası devrimin Macar devrimi şahsında Macaristan’da, Rus devrimi şahsında Rusya’da, tüm Avrupa genelinde yapılan ve askerî yöntemleri de devreye sokan genel grevlerde, savaşın işçilerin yaşamasını imkânsızlaştırdığını söyleyen bildirilerde zaten kendisini ortaya koyuyor.

Antonio Gramsci
22 Aralık 1916
Kaynak