27 Nisan 2023

, ,

Antonio Gramsci’de Marksizm ve Din

Troeltsch ve Mannheim’dan farklı olarak, Antonio Gramsci (1891-1937) bir akademisyen değildi. İtalyan Komünist Partisi’nin (1921) kurucusu, eserlerinin önemli bir kısmını yeraltında veya hapiste kaleme aldı Düşüncelerine hep devrimci politikaya olan bağlılığı yön verdi. En önemli araştırmaları, faşist rejimin hapishanelerinde yazılmış olan defterlere kaydedildi. 1927’de hapse giren Gramsci 1937’ye dek orada kaldı.

Yorulmak nedir bilmeyen ve hep kitabi olmaktan uzak durmuş birisi olan Gramsci, Marksizmi hem felsefe hem de politika düzleminde yeniledi. Sosyal demokrasi (Enrico Ferri, Filippo Turati) ve komünist hareket (Buharin) içerisinde görülen pozitivist, bilimci ve determinist tarihsel materyalizm yorumlarına karşı çıkan Gramsci, ahlakı ve iradeyi öne alan bir Marksizm yorumu geliştirdi. Bu yorum dâhilinde, ilk yazılarında Sorel ve Bergson’dan, sonraki yazılarında ise ülkesindeki tarihselci gelenekten istifade etti.

Hiç şüphe yok ki komünist harekete mensup liderler ve düşünürler içinde Gramsci, din meselesine en fazla ilgiyi gösteren isimdi. Engels ve Kautsky’den farklı olarak o, ilkel Hristiyanlık veya Ortaçağ’ın sonlarında açığa çıkan komünist dinî hareketlerden çok Katoliklik Kilisesi’nin işleyişi ile ilgilendi.

Gramsci, bu anlamda, kilisenin rolünü ve halk kitlelerinde dinî kültürün taşıdığı ağırlığı anlamaya çalışan ilk Marksistlerden biriydi. O, aynı zamanda tarihsel değişim paradigması olarak Protestan Reformu’ndan da etkilenmişti.

Gramsci, ilk yazılarında dinle sosyalizm arasındaki yakınlıklara dair bir çerçeve sundu. Bu yazılarda sosyalizm, dini ikame eden bir güçtü. Dini küçük görmek gibi bir eğilim içerisinde olmayan Gramsci, bu yazılarında sosyalizmi de dini de nesnel düzlemde kıyasa tabi tuttu ve sosyalizmi ahlak ve maneviyat düzleminde yüceltti. Örneğin 1916 tarihli “Cesaret ve İman” başlıklı yazısında Gramsci, sosyalizmi bir din olarak tanımlıyordu. Zira sosyalizm de kendince bir imana, kendi dervişlerine ve fedailerine sahipti. Sosyalizm dindi, çünkü o, insana ve yegâne manevi gerçeklik olarak insandaki en iyi hasletlere güvenen vicdanlı Katoliklerin aşkın Tanrı’sının yerini almıştı.[1]

Bu kıyas, Katoliklik ve ahlakına, kilisenin ve papanın iktidarına düşman olmasına rağmen, Gramsci’nin Charles Péguy’nin Hristiyan sosyalizmi karşısında neden büyülendiğini izah ediyor:

“Péguy’nin şahsiyetindeki en önemli özellik dindarlığı, ondaki yoğun imandır. […] Düzyazılarda ve İncil’den beslenen ilahilerde ifade eden o en saf ve en ikna edici coşkudan ilhamını almış tasavvuf, kitaplarının her satırında kendisini hissettirir. Péguy’nin Gençliğimiz eserini okuduğumuzda, her şeye sinen bu dini ve tasavvufi sosyalizm ve adalet anlayışı, bizi de ele geçirir. […] O güçlü iman, bize yeni bir hayatı hissettirir, bizi kaba materyalist küçük burjuva siyasetçilerin yavan ve sefil polemiklerinin ötesine taşır.”[2]

“Tasavvuf” kavramı, Péguy’de terimin (müminin Tanrı’sıyla doğrudan birleşmesine dair) geleneksel yan anlamının ötesine uzanan dini, ahlaki ve politik bir anlama kavuşur.

Sosyalizmle din arasında kurulan bu türden paralelliklerin Sorel’den ilhamla dile getirildiğine hiç şüphe yok. Bir komünist partinin esasen ne olması gerektiğine dair düşüncelerini aktardığı ilk makalelerinden birinde Sorel’e atıfta bulunan Gramsci, komünist partiyi Hristiyanlıkla, özellikle ilk özgün biçimiyle kıyaslayarak izah eder:

“Sorel, modern proleter hareketiyle ilgili hükümde bulunurken genelde ilk Hristiyan cemaatlerine atıfta bulunur. (…) Ona ve Marksist öğretiye göre, Hristiyanlık, kendi gelişiminin bütünlüğü içerisinde bir devrimi, yani ahlaki, hukuki, felsefi ve sanatsal ilişkilerin ilk örneklerini ve yeni bir sistemi ortaya koyan, bu anlamda, nihai sonuçlarına ulaşan bir devrimi ifade eder. (…). Hristiyan bir devrim de komünist bir devrim de halk kitlelerinin hareketi olarak eyleme geçebilir, mevcut toplumsal örgütlenme sistemini ancak bu şekilde parçalayıp yok edebilir.”

“Tanrı’nın Şehri’ndeki militanlar” ile “İnsanın Şehri’ndeki militanları” kıyaslayan Gramsci, “komünist, mezarlardaki Hristiyanların aşağısında değildir” sonucuna ulaşır.[3]

Yirminci yüzyılda Hristiyanlığın bu dinin köklerinden büyük ölçüde koptuğunu söylemeye bile gerek yok. Savaş sonrası dönemde İtalya’da bir efsane, kendi değerlerini, faaliyetlerini ve bireysel/kolektif hayata ait örgütlerini oluşturan ve her yana ulaşan bir bilinç anlamında Hristiyanlık, kendinden menkul bir politik parti olarak, diğer toplumsal güçler gibi çözülmeye ve dönüşmeye başlamıştır. Gramsci, 1918’de Katoliklerin İtalya Halk Partisi’ni kuruşunu “İtalya’nın on dokuzuncu yüzyılda birleşmesinden beri ülke tarihinde görülmüş en önemli olay” olarak görmüştür.[4]

Gramsci, sonrasında bu partinin evrimini yakından inceler. Özellikle ülkenin güneyindeki Katolik köylü hareketinde temsil olunan sol akımı ve başını Halk Partisi’nin köylü tabanlı sol kanadının sözcüsü G. Miglioli’nin antifaşist yönelimini takip eder.

Gramsci’ye göre, komünistler, bu son akımla ittifak kurmanın yollarını bulmalıdırlar, zira Miglioli denilen olgu, esasen “faşizmin ekonomik ve politik basıncı altında, kendi kaderinin işçi sınıfının kaderine bağlı olduğunu anlamaya başlayan ve sınıfsal yönelim içerisine giren köylülüğün önemli bir kesiminin genel politik tavrını ifade etmektedir.”[5]

Faşizm yanlısı “Katolik Merkez” denilen sağ kanat ile sol kanat, Halk Partisi’nden dışlanır, 1926’da Papa’nın desteğini de yitiren parti, silinip gider. Burada bizi asıl ilgilendiren, Gramsci’nin politik ittifaklar stratejisinden çok onun topluma ve dine dair analizidir. Bu analiz, Katolik dünyasını tek tipleşmiş, blok bir yapı değil, toplumsal çelişkilerin etkisi altında olan, politik açıdan heterojen bir nitelik arz eden bir saha olarak görmektedir.

Bu ilk döneme ait yazılar, karşımıza ilginç kimi yollar çıkartmaktadır. Gramsci, dinle ilgili o çok önemli olan analizlerine dağınık hâlde de olsa, otuzlu yıllar boyunca yazdığı Hapishane Defterleri içerisinde yer vermiştir. Bu çalışma, ölümünden sonra, ancak savaşın bitmesi sonrası basılabilmiştir.

Söz konusu notlar, bazen ilk döneme ait yazıların ele aldığı konu başlıkları üzerinden ilerler. Ama bu son çalışmada artık dil ve ele alınan sorunlar değişmiştir. Her daim eylemde olan bu düşünceyi sistemleştirmeden, birkaç önemli konu başlığını öne çıkartmak mümkün: ütopya olarak din, Hristiyanlıktaki toplumsal çeşitlilik, bir kurum olarak kilisenin özerkliği, “kolektif aydın” olarak ruhban sınıfı, tarihsel bir paradigma olarak Protestan Reformu.

Hapishane Defterleri’nde aktarılan notlar, teorik bir çalışma biçimine sahip değilse de tüm sınırlarına karşın, dinlerle ilgili sosyal bilimlere dönük ilgiye önemli bir katkı sunar.

Quaderni del Carcere’de [“Hapishane Defterleri”] dini olgular, kısmen İtalyan tarihçi Nicola Turchi’nin çalışmalarından yararlanılarak tanımlanmaya çalışılır:

“Din kavramı, şu türden kurucu unsurların önceden varolmasını şart koşar:

1. Dünyevi ve zamansal koşulları aşan bir ya da birkaç tanrının varlığına dönük inanç;

2. İnsanın kozmostaki hayata bütünüyle yön veren yüce varlıklara tabi olması gerektiğini söyleyen düşünce;

3. İnsanlar ve tanrılar arasındaki ilişkilerin sisteme kavuşturulması (ibadet).”

Gramsci, dini insanın dışındaki her türden güce yönelik inanç olarak gören, bir tanrıya ibadet etmeden soyut bir şekilde inanma üzerinden tanımlanan (deizm) veya Salomon Reinach’ın önerdiği tanım dâhilinde, tüm yeteneklerimizi özgürce uygulamamıza sınır getiren her türden inanç ve tabu kümesi olarak ele alan muğlak tanıma karşı çıkar.[6]

Öte yandan, Gramsci, dinle değil, dinin politikayla ilişkisiyle ilgilidir. Artık olgun döneme ait yazılarında dinle sosyalizm arasındaki yakınlığa dair kurgusal ifadelere rastlanmamaktadır. Ama gene de Gramsci, dindeki o güçlü ütopik boyutu önemser. “Ütopya” olarak din tanımı iki ayrı anlama sahiptir. Zira “Ütopya” kelimesi, Gramsci’nin zihninde hem vehim ve vesvese anlamına gelir ve kötü bir anlama sahiptir, hem de devrimlere ilham veren, halk kitlelerini harekete geçirebilen kültürel bir gücü ifade etmektedir.

"Din, tarihin gördüğü en büyük ütopyadır, yani en büyük ‘metafizik’tir, çünkü din, tarihsel süreçte hayatın tanık olduğu gerçek çelişkileri mitolojik bir biçim dâhilinde uzlaştırmaya dönük en büyük girişimdir. Din, aslında insanın Tanrı tarafından yaratılmış olması, O’nun oğlu olması sebebiyle, insanlığın aynı yapıda olduğunu söyler, bu sebeple tüm insanlar kardeştir, herkes eşittir ve özgürdür. […] Ancak öte yandan din, bunun bu dünyada geçerli olmadığını, bu dünyayla ilgisi bulunmadığını, (ütopik) başka bir dünyayla alakalı olduğunu söyler. Dolayısıyla, eşitlik, kardeşlik, özgürlük denilen fikirler, eşit olmadıklarını, başkalarıyla kardeş olmadıklarını, başkaları karşısında özgür olmadıklarını anlayan insanlar arasında gelişmiştir. Farklı kesimleri içeren kitleler ayağa kalktıklarında, bu talepleri belirli biçimler ve ideolojiler dâhilinde gündeme getirirler.”[7]

Bu alıntıda din, gerçek toplumsal çelişkileri hayali, mitolojik ve metafizik düzlemde uzlaştırmaya çalıştığı, ama aynı zamanda bu uzlaşmayı başka bir dünyaya ait bir olgu şeklinde sunduğu için bir tür ütopya olarak takdim edilmektedir. Ama bir yandan da Gramsci, toplumu harekete geçiren bir ütopya olarak dini önemser ve halk isyanlarının, ayaklanmalarının yüzlerce yıl ateşini beslemiş devrimci, özgürlükçü ve eşitlikçi fikirlerin kökeni olduğunu söyler.

Peki 1844’te, Feuerbach, Moses Hess ve Henri Heine’nin ardından Marx’ın da dillendirdiği biçimiyle, “din halkın afyonu” değil midir?

Gramsci, bu tanımın Katolikler, bilhassa Cizvitlerin öğretileri konusunda geçerli olduğunu, bu türden kesimlerde dinin zararlı ve kitleleri yanlışa sevk eden bir nitelik arz ettiğini söyler. Ama bir yandan da Gramsci, belirli tarihsel koşullarda Hristiyanlığın dünyaya ve hayata dair belirli bir fikri temel alan halk kitlelerinin iradesinin özel bir biçimi olduğu iddiasındadır. Lâkin bu değerlendirme, “halk kitleleri için saf manada bir uyuşturucudan başka bir şey olmayan” Cizvit Hristiyanlığı değil, halkın o masum dini için geçerlidir. Görüldüğü kadarıyla Gramsci, Cizvitlere pek sıcak bakmamaktadır:

“İsa Cemaati, doğduğu günden beri Katoliklik denilen o organizmanın sertleşmesini sağlamış, baskıcı ve diplomasi yürütmekten ibaret yapısıyla, gerici ve otoriter niteliğiyle son büyük dini tarikattır.”[8]

Tüm Marksistler gibi Gramsci de dinleri homojen bir yapı olarak görmez ve ısrarla dinin toplumda farklı içerik ve biçimlere sahip olabileceğini söyler:

“Her türden din, Katoliklik bile (ki bilhassa bu Katoliklik, ‘yüzeysel’ de olsa birliğini koruma gayreti içerisinde olduğu için ulusal kiliseler ve toplumsal katmanlar nezdinde bir parçalanmaya tanıklık etmez) gerçekte farklı ve çoğunlukla çelişkili dinleri içeren çok zengin bir yapıdır: Bu anlamda, köylülerin, küçük burjuvaların, kentli işçilerin, kadınların, aydınların birbirinden farklı ve birbirinden kopuk Katolik anlayışları vardır.”[9]

Bu noktada Gramsci, Engels’e ve dini sınıf mücadelesi açısından analiz eden Marksistlere yakın durur. Ancak Gramsci, “her sınıfın kendi dini olduğunu” söyleyen Engels’ten ayrışır ve aynı dinin farklı sınıflar ve toplumsal gruplarca farklı şekillerde yorumlandığını söyler. Gramsci’nin ayrıştığı diğer bir konu da onun sınıflar arasındaki çelişkiye indirgenmesi mümkün olmayan ideolojik yönelimler temelinde aynı din içerisinde ortaya çıkan ayrışmaları dikkate almasıdır. Gramsci, bu düzlemde, kilise içerisinde yaşanan her bir ideolojik mücadeleye ilk elden, her yönü açıklayan, yapıyı ele alan bir açıklama getirme çabasına karşı çıkar.[10]

Örneğin Katolik kilisesi içerisinde açığa çıkan modernist, Cizvitçi veya köktenci akımların varlığı, doğrudan ekonomi veya sosyoloji üzerinden izah edilemez. Modernist akım, kilisenin solu anlamında demokrasiden yana durur, hatta ılımlı sosyalizme destek sunar, süreç içerisinde Hristiyan demokrasi hareketini meydana getirmiştir. Kralı destekleyen köktencilerse, Papa X. Pius’a arka çıkmış, Fransa’da Fransız Eylemi, İtalya’da ise Katolik Merkez’i kurmuşlardır. Ortada duran Cizvitlerse kiliseye ve Vatikan’a ait aygıtı (bilhassa XI. Pius ile birlikte) kontrol altında tutmakta, topluma Katolik Eylem ve Katolik okul pratikleri üzerinden nüfuz etmektedir.

Gramsci, Cizvitlerin kilise içerisinde denge görevi gördüğünü, iki radikal eğilimin etkisini azalttığını, moderniteye yönelik itirazların karşısına Katolik kültürünü çıkarttığını söyler. İlginç olan şu ki Gramsci, hapiste kiliseye dair bilgileri en çok da İsa Cemaati’nin dergisi Civilta Cattolica’dan [“Katolik Medeniyet”] almaktadır. Aldığı kimi notlarda Gramsci, Cizvitlerin destekledikleri Vatikan’ın modernistlere yönelik olarak yürütülen mücadeleye nasıl öncülük ettiklerini, bu mücadelede gündeme gelen Modernistlerin Öğretileri başlıklı papalık genelgesini, bunun yanında, Fransız Eylemi içerisindeki köktencilere yönelik saldırısını ve cumhuriyetle uzlaşma fikrini dayatmak için başvurduğu yöntemleri inceler.[11]

Gramsci’nin aldığı notların önemli bir kısmı, İtalya’da Katolik kilisenin tarihi ve ilgili dönemde oynadığı rolle alakalıdır. Bu notlar, ağırlıklı olarak kilisenin on dokuzuncu yüzyılın başlarında restorasyon sürecinde oynadığı rolü, ülkenin birleşme sürecinde liberaller karşısında aldığı yenilgiyi, hem 1870’te hem de 1900’de liberal devlete ve sosyalizme karşı geliştirdiği muhalefeti, son olarak, yirminci yüzyılda 1929’da Mussolini’nin devletiyle kilise arasında yapılan akitte karşılık bulan, modern devletle bütünleşmesi gibi başlıkları ele alır. Bu akit sayesinde kilise, okul sisteminde tekel hâline gelmiş, ama bir yandan da devlet karşısında sahip olduğu bağımsızlığı yitirmiştir.[12]

Katoliklikle alakalı, içerik olarak gayet yeni olan bu fikirlerden biri de modern kiliseyi “düşünsel blok” olarak tarif eden fikirdir. Bu anlayışa göre, söz konusu kilise, toplumsal sınıflarla ilişkisi içerisinde nispi bir özerkliği kuşanmıştır.

Bildiğimiz kadarıyla Gramsci, aydın konusunda oldukça kapsamlı bir anlayışa sahiptir. Bu anlayış, dünyaya dair düşünce pratiğini değiştirmeyi de beslemeye dönük faaliyeti de içerir.

Gramsci’ye göre organik aydın, belirli bir toplumsal sınıf içerisinde organik bir biçimde doğup gelişen, o sınıfı homojenleştiren ve ona toplum ve siyaset konusunda bilinç kazandıran bir unsurdur.

Bu anlayış uyarınca, feodalizm döneminde ruhban sınıfı feodal aristokrasiye bağlı bir organik aydın grubu olarak, tüm düşünsel işlevleri tekeline almıştır. Bu anlamda ilgili dönemde din, felsefe, bilim, eğitim, ahlak, adalet vs. ondan sorulmuştur.

Birlik ruhunu meydana getiren unsur olarak bu aydınlar, kendilerini hâkim toplumsal gruptan bağımsız değilse de özerk bir güç olarak görmüşlerdir. Kesintisiz ilerleyen tarihsel süreç sayesinde bu aydınlar, organik ve doğal bağlarla bağlı oldukları toplumsal sınıfın ortadan kalkması karşısında ayakta kalmayı bilmişlerdir. Bu boşlukta söz konusu aydınlar, geleneksel aydınlar, yani birbiriyle çelişki içerisinde olan “yeni” toplumsal sınıflarla doğrudan bağı bulunmayan, yüzü geçmişe dönük, fosilleşmiş bir grup hâline gelmişlerdir.

Bu anlamda, Gramsci’ye göre, Katolik ruhban sınıfı geleneksel aydının tipik bir örneğidir.[14] Dolayısıyla Gramsci, esasen bu kavramı Karl Mannheim’da gördüğümüz “bağlantısız aydınlar” kavramıyla ilişkisiz bir biçimde kullanmaktadır. Zira Mannheim’ın kavramı, geçmişe bakan gelenekçilik gibi bir anlama sahip değildir.

Ruhban sınıfından ve kilise dışı aydınlardan (Katolik Eylem hareketine bağlı kadrolar, Katolik sendikalar ve partiler) oluşan Katolik aydın bloğunun sahip olduğu nispi özerklik, kilisenin özerkliğinin bir tezahürüdür. Zira kilise, önemli ekonomik ve toplumsal güçlerle ilişkisinde belirli bir özerkliğe sahiptir. Bu anlamda, kilisenin devletle ve İtalyan burjuvazisiyle kurduğu çelişkili ilişkileri dâhilinde ortaya koyduğu politik eylemlerin ardındaki ana motivasyon kaynağı, kilisenin kurumsal çıkarları, sahip olduğu gücü ve imtiyazlarıdır. Gramsci, Katoliklerin “toplum düşüncesi”ni ve politik davranışlarını bu düzlemde analiz eder:

"Modern toplumda kilisenin konumunu anlamak için kilisenin kurumsal özgürlüğünü savunmak amacıyla mücadele yürüttüğü gerçeğini idrak etmek gerekmektedir. O, kutsal özüyle bağlantılı imtiyazlarını savunmak zorundadır. Bu savunma, silâhlı ayaklanma, saldırılar ve yabancı ülke işgali için yapılan çağrılar dâhil, her türden aracı içerir. Onun varolmasını sağlayan koşullarla bağlantılı olmayan her şey ihmal edilebilir. ‘Despotizm’ derken kilise, seküler devlet otoritesinin imtiyazları sınırlamasını veya ortadan kaldırmasını anlar. Bundan gayrı bir anlamı yoktur. Zorla kurulmuş her türden fiili iktidarı tanımaya hazırdır, tek şartı, imtiyazlarının etkilenmemesi ve meşrulaşmasıdır. İmtiyazlarının arttığı koşullarda kilise, kendisini yüceltir ve tanrı katına ait, yüce bir kurum olarak takdim eder. Bu öncüller temelinde Katoliklerdeki ‘toplumsal düşünce’ sadece akademinin ilgilendiği bir husustur. Bu düşünce, ideoloji âlemine ait bir tür afyon olarak incelenip analiz edilmelidir. Ondaki ana eğilim, pasif dini beklentiler içerisinde olan bir zihnin muhafaza edilmesi yönündedir ve asla doğrudan bir politik ve tarihsel eylem içerisine girmez.”[15]

Bu, ilginç bir pasajdır: Gramsci’deki bu alaycı dili yazının yazıldığı tarihsel bağlam ışığında ele almak gerekmektedir: söz konusu dönemde kilise, 1929 tarihli akit üzerinden Mussolini’nin despotizmine bağlanmıştır. Ama bir yandan da imtiyazlarının savunulması için ortaya konulan, itibar kazanmasını sağlayan eylemlilikle toplum düşüncesinin tarihsel açıdan faal olmadığına dair fikir arasında belirgin bir çelişki söz konusudur. Bunun dışında, Gramsci, bir yandan da kilisenin toplumsal doktrininin önemini ciddiye almaz ve onu basit manada halkın afyonu olarak görür.

Esasında Gramsci, kilisenin politik davranışını sosyo-ekonomik altyapı üzerinden izah etmeye çalışmamakta, onun özerkliği ve kurumsal motivasyonu üzerinde durmaktadır.

Gramsci, Hapishane Defterleri’nde sadece Katolik kilisesini ele almaz. İlgilendiği diğer bir konu da Kalvinizmle başlayan Protestanlık Reformu’dur. Marx ve Engels, Kalvin’in öğretisinin burjuva kökenleri karşısında nesnel bir tutum alırken Gramsci, bu dini akımın sosyo-ekonomik sonuçları üzerinde durur. Bu noktada bir paradoks tespit edilir: Protestanlıktaki mantıksal açıdan kaderciliğe ve pasifliğe yol açan inayet anlayışı, dünya ölçeğinde ekonomik pratik için gerekli zemini sağlamış, kapitalist ideolojinin neşvünema bulmasını mümkün kılmıştır.

Gramsci’ye göre, Kalvinist kader anlayışı, zamanla “dünya tarihinde karşılık bulan pratik girişim için ana itkilerden biri”ne dönüşmüştür. Bu anlamda ilgili anlayış, belirli bir dünya görüşünün pratik davranış ölçütüne dönüşmesine ilişkin önemli bir örnek olarak görülmelidir.

Gramsci’nin bu değerlendirmesinde Max Weber’in Protestan Ahlakı kitabından yararlandığı açıktır. Elindeki kaynaksa Yeni Hukuk, Ekonomi ve Politika Çalışmaları dergisinin 1931-1932 tarihli sayısında yer alan, kitaba ait çeviridir. Gramsci’nin sık sık alıntıladığı çalışmayı Groethuysen’in Fransa’da burjuvazinin dini kökeni ile ilgili araştırmasıyla ilişkilendiren Gramsci, kader teorisi ile Protestan inayet anlayışının “girişimci ruhun yaygınlaşması” ile neticelendiğini ortaya koyar.[17] Kabul etmek gerekir ki bu, Weber’in tezine ait kısmi bir okumadır, ama gene de meselenin özünü kavramış gibidir.

Bu noktada, Gramsci’nin Weber’i, fikirlerin ve temsillerin tarihsel açıdan üretken rolüne odaklanmak suretiyle, kaba Marksizmin ekonomist yaklaşımının ötesine geçmek için kullandığını iddia etmek mümkündür. Gramsci’ye göre, Kalvinizmin gündeme getirdiği yöntem meselesi, esasen belirli bir dünya anlayışının eyleme dökülmesiyle alakalıdır. Bu anlamda, Gramsci’yi asıl ilgilendiren, “dünya anlayışının, tefekkürün ve felsefenin hangi noktada ‘gerçek’ hâline geldiğidir, zira bunlar, pratik olanı yıkıma uğratmak ve dünyayı dönüştürmek eğilimi içerisindedir.” Bu, aynı zamanda praksis felsefesi anlamında, Marksizmin de meselesidir.

Gramsci’nin Protestanlıkla ilişkisi, yöntem meselesinin ötesine uzanır. Ona göre, modern tarihteki asıl önemli dönüm noktası, Rönesans değil, Reform’dur. Protestan Almanya’da yaşayan Kautsky, İtalyan Rönesans’ını idealize edip “barbarca” olduğunu söylediği Reform’u hor görürken, İtalyan Marksist Gramsci, Luther’i ve Kalvin’e övgüler dizmiş, öte yandan Rönesans’ı aristokratik ve gerici bir hareket olarak görüp eleştirmiştir. Engels ve Kautsky’den farklı olarak Gramsci, Thomas Müntzer ve Anabaptistlerle değil, Luther ve Kalvin’le ilişki kurmuştur.

Ona göre, kitleleri harekete geçirme becerisine sahip, gerçek manada milli ve halka ait bir hareket olarak Reform, Marksizmin gerçekleştirmeye çalıştığı o büyük ahlaki ve düşünsel reform için gerekli paradigmayı temin etmektedir. Bu anlamda, praksis felsefesi, Protestan Reformu artı Fransız Devrimi’dir. O, aynı zamanda “politika olan felsefe, aynı zamanda felsefe olan politikadır.”[19] Gramsci’nin tespitleri zengin, düşünceleri kışkırtıcıdır, fakat son tahlilde bu tespitler, Marksizmin din analizi konusunda açtığı yolu takip etmektedirler.

Michael Löwy
22 Şubat 2021
Kaynak

Dipnotlar:
[1] A. Gramsci, “Audacia e fede”, Sotto la Mole, 22 Haziran 1916, aktaran: Rafael Diaz-Salazar, El proyecto de Gramsci, Barcelona, Anthropos, 1991, s. 47.

[2] Antonio Gramsci, “Carlo Péguy ed Emesto Psichari” (1916), Scritti Giovanili 1914-1918 içinde, Torino, Einaudi, 1958, s. 33-34. Aksi belirtilmedikçe tüm çeviriler benim tarafımdan İtalyancadan yapılmıştır. Ayrıca bkz.: “Il movimenti di Coppoleto” (1916), Sotto la Mole içinde, Torino, Einaudi, 1972, s. 118-119. Görünüşe göre Gramsci, solcu Katolik G. Miglioli’nin öncülük ettiği köylü hareketiyle ilgilenmeye yirmilerin başında başlamıştır. Bu konuyla ilgili önemli bir eser için bkz.: Rafaël Dias-Salazar, El Proyecto de Gramsci, Barcelona, Anthropos, s. 96-97.

[3] A. Gramsci, “Il Partito Comunista”, 4 Eylül 1920, Ordine Nuovo 1919-1920, Torino, Einaudi, 1954, s. 154-156.

[4] A. Gramsci, “I cattolici italiani”, Avanti, 22 Aralık 1918, Scritti Giovanili içinde, s. 349.

[5] A. Gramsci, “Il congreso de Lyon” (Ocak 1926), La Costruzionde del Partito Comunista içinde, Torino, Einaudi, 1978, s. 483-486. G. Miglioli, yıllarca tarım işçileri içerisinde çalışmış bir Katolik aydındır. Toprak ağalarının mallarına el konulması ve toprak işgalleri gibi faaliyetlerin içerisinde yer alan Miglioli, sosyalistlerle ittifak kurulması fikrini savunmuş, 1922’de antifaşist işçilerin birleşik cephesini kurmuştur. 1925’te Halk Partisi’nden kovulmuştur.

[6] Bkz.: fragment 41, “Religione”, Quaderni del Carcere içinde, Torino, Einaudi, 1977, Quaderno 6 (1930-32), s. 715-716. Gramsci’nin alıntı yaptığı Nicola Turchi’ye ait kitap şudur: Manuale di storia delle religioni, Torino, Bocca, 1922.

[7] A. Gramsci, Quaderni del Carcere, Torino, Einaudi, 1977, Quaderno 11 (1932-33), s. 1488.

[8] A. Gramsci, Note sur Machiavelli, sulla politica e sullo stato moderno, Torino, Einaudi, 1953, Bölüm V ve “Azione catholica, Gesuiti e Modernisti”, ve ll materialismo storico e la filosofia de Benedetto Croce, Torino, Ed. Riuniti, 1979, s. 12, 17.

[9] A. Gramsci, Quaderni del Carcere, Quaderno 11 (1932-33), s. 1397.

[10] A.Gramsci, Il materialismo storico, s. 120.

[11] Cf. Hugues Portelli, Gramsci et la question religieus e, Paris, Anthropos, 1974, Bölüm IV, “The internal currents of the Church”, s. 203-232.

[12] H. Portelli, Gramsci and the Religious Question, Kısım III, Bölüm 2, “The Covenant”.

[13] A. Gramsci, Gli intellettuali e l'organizzazione della cultura, Torino, Einaudi, 1966, s. 3, 6-7. Bu kitapta karşımıza nispeten kafa karışıklığıyla malul, netlikten uzak tanımlar çıkmaktadır.

[14] A.g.e., s. 4.

[15] A. Gramsci, Quaderni, Quaderno 5 (1930-32), s. 546-547.

[16] Gramsci, Quadertni, Quaderno 7 ((1930-32), s. 892-893 ve Quaderno 10 (1932-33), s. 1267.

[17] Gramsci, Quaderni, Quaderno 10, s. 1086 ve Quaderno 11 (1932-33), s. 1389.

[18] Gramsci, Quaderni, s. 1266. Ayrıca bkz.: M. Montanari, “Razionalita e tragicita del moderno in Gramsci”, Critica Marxista, Sayı 2-3, 1987, s. 58.

[19] Gramsci, II Materialism Storico, a.g.e., s. 105. Ayrıca bkz.: Kautsky, a.g.e., s. 76.

0 Yorum: