Viktor
Orbán, Avrupa’da iktidarda en uzun süre kalmış olan lider. Nisan ayında yapılan
meclis seçimleri ile birlikte Macaristan başbakanı, kısa bir süre sonra yirmi
birinci yüzyılda en uzun süre iktidarda kalan Avrupalı lider rekorunu Angela
Merkel’in elinden alacak. Uluslararası liberal değerlere açıktan karşı çıkan
milliyetçi platform sayesinde elde ettiği başarı, Orbán’ı dünya genelinde
yerlici sağın kahramanı hâline getirdi. Nigel Farage, bir vakitler kendisini “Avrupa’nın
geleceği” olarak nitelemişti; Donald Trump, yürüttüğü son seçim kampanyasına iki
kez destek sundu. Geçen ay Trump hareketinin merkezinde duran ABD kuruluşu Muhafazakâr
Politik Eylem Konferansı, video bağlantısı üzerinden eski cumhurbaşkanının da
katıldığı Avrupa konferansını Budapeşte’de düzenledi.
Macaristan,
çoğunlukla iktidarda olan sağcı popülist liderin yol açacağı tehlikeler
konusunda başka yerlerde yaşayan liberalleri ikaz etmek için gündeme getiriliyor.
“Duyarcılıkla mücadele”nin varacağı nokta olarak bu ülkeye işaret ediliyor. Demokrasiye
diz çöktürmek için devletin ve medyanın yeniden yapılandırılması konusunda hep
Macaristan örnek veriliyor. Orbánizmin en kötü senaryo olduğuna hiç şüphe yok.
Amerika ve İngiltere’de muhafazakârlar, demokrasi karşıtı mühendislik
faaliyetleri yürütme veya kültür savaşlarını teşvik etme konusunda sürece bu
kadar çok müdahil olmuyorlar, Orbán kadar öneri sunmuyorlar. Bu tartışmalar dâhilinde
Orbán ve partisi Fidesz’in iktidarı nasıl ele geçirdiği ve elinde nasıl tuttuğu
meselesine kimse eğilmiyor.
Orbán’ın
2010’dan beri elde ettiği başarılar, esasen 2008’deki finans krizini takip eden
dönemle bağlantılı. Adam Tooze’nin Crashed: How a Decade of Financial Crises
Changed the World [“Batık: On Yıl Süren Finans Krizleri Dünyayı Nasıl
Değiştirdi” -2018] isimli kitabında ortaya koyduğu biçimiyle, ABD’nin
gerilediği dönemde Doğu Avrupa devletlerinin gayrisafi yurtiçi hâsılaları ABD’dekine
oranla iki kat küçüldü. Macaristan’da kriz, bir önceki on yıl dönem boyunca
iktidarda olan Macar Sosyalist Partisi’nin (MSZP) uyguladığı liberalizasyon
politikaları sonucu daha da derinleşti. Bunun neticesinde finans sistemi daha
fazla yabancıların kontrolüne girdi, yabancı paralarla alınan krediler ve ev
kredileri pula döndü. 2003-2008 arası dönemde tüm hanelerin sahip olduğu toplam
borç miktarı yüzde 130 arttı. Bu borçların önemli bir kısmını yabancı bir para
birimiyle alınmış krediler oluşturmaktaydı. Macar bir işçi, borçlarının değersizleşen
Macar para birimi (forint) ile değer kazanan yen arasındaki yarık dâhilinde iki
kat arttığına tanık oldu. Kredi çekip aldığı arabasının neden Japonya’daki
banka tarafından el konduğuna hiçbir zaman bir anlam veremedi.
Macar
Yurttaş Birliği (Fidesz), 2010 seçimini halka tüm bu hakları gerisin geri verme
vaadi üzerinden kazandı. İktidardayken parti, yabancı finans şirketlerini ve
merkez bankasını suçladı, finans şirketlerine kimsenin beklemediği cezalar
kesti, vergiler getirdi, yaptırımlar uyguladı, merkez bankasının patronlara
yaptığı ödemeleri kesti. Partinin vekili László Kövér’e göre, “hükümetle
uluslararası bankacılık dünyası arasında kaba bir politik iktidar oyunu
sergilenmekteydi.” Orbán, özel emeklilik birikimlerine el koymak suretiyle
borçları aşağı çekmeyi bildi, kilise varlıklarını vergilendirdi, üniversite
fonlarını kesti. Düşük şirket vergisi ve emeği koruyan kanunların kaldırılması
ile uluslararası imalatçılar ülkeye çekilmeye çalışıldı. Bu sayede işsizlik
azaldı, ücretler nispeten yükseldi. Sosyal yardımlarda kesintiye gidilse de kırsal
bölgelerde geçici iş imkânı yaratma amacı güden programlar yürürlüğe girdi,
temel ürünlerde fiyatların kontrol altında tutulması politikası akıllıca
uygulandı.
Dengeleme
amacı güden tüm proje, bir elle alınanı diğer elle verme üzerine kuruluydu. Bazı
sektörleri ve yurttaşları ödüllendirmek, bazılarını yoğun müdahalelerle
cezalandırmak için solun, sağın ve merkezin kullandığı araçlara başvuruldu.
Sosyolog
Dorit Geva, bu yaklaşımı “ordonasyonalizm” olarak nitelendiriyor. 1948 yılında
Alman iktisatçılar Walter Eucken ve Franz Böhm’ün çıkarttığı, sosyal piyasa ekonomisini
savunan Ordo isimli dergiye atıfla kullanılan bu terim, ulus-devlete
yönelik vurguyu, yerli emeğin yüceltilmesini, ülke içindeki kapitalist
birikimin kontrolünü, emeğin esnekleştirilmesini, tüketimin toplumsal yeniden
üretimin kaynağı olarak teşvikini ifade ediyor. Bu yöntem, radikal neoliberalizmle
radikal milliyetçilik arasındaki çelişkilerin çözüm yolu olarak öneriliyor. Önceden
yurttaşlar, kontrol ve düzenleme kurumlarının devre dışı kaldığı, çözülmenin
yaşandığı bir gerçeklikle yüzleşirken, ordonasyonalist düzende karşılarında
düzeni sağlayan, devleti öngörülebilir kılan güçlü bir hükümet buluyorlar. Buna
karşın koşullar hiç değişmiyor, emek geri çekiliyor, devlet küçülüyor, ama
herkes, her şeyin üzerinde bir el olduğunu hissediyor.
Bu
yaklaşımın halktan epey destek aldığı görüldü. Orbán, 2010, 2014, 2018 ve 2022’deki
seçimlerde oyların üçte ikisini aldı. Onu iktidar koltuğunda tutan koalisyon,
Trump ve İngiliz muhafazakârların kitle tabanına benziyor: orta sınıf Hristiyan
muhafazakârlar ve yeterli sayıda işçi seçmen, onun seçimlerde çoğunluğu elde
etmesine yetecek oyu veriyor.
Hristiyan
muhafazakârlar, bu iktidar sayesinde küçük işletmelere ve uluslararası finansa
rağmen ülke içinde zenginleşmiş plütokratlara kavuşuyorlar. İşçilerse çok
sayıda iş imkânına ve ucuz temel ürünlere sahip oluyorlar. Her iki grup da Roman, Yahudi,
LGBT ve evsizler gibi düşmanlarının ezilmesi karşısında ellerini ovuşturuyor,
göçmenlere yönelik şiddete ve güney sınırına saçma bir yaklaşım üzerinden asker
yığılmasına alkış tutuyor.
Orbánizm,
cazibesini esas olarak kültürel ve maddi açıdan sunduğu tekliflere borçlu. Demokrasi
karşıtı denemeleri esas alan ufak tefek tedbirler başarılı kılmadı onu. Sloven
Demokrat Partisi’nin seçimde elde ettiği başarısızlık konusunda yapılan bir
analiz, bu partinin sadece kültür ayağına odaklanan bir tür Orbánizmin peşinden
gittiğini, başarısızlığın bu eksiklik olduğunu ortaya koyuyor. Bu anlamda Orbán’ın
kültür ve maddiyat düzleminde cazip teklifler sunmasına imkân sağlayan koşullar,
Macaristan’a has değil. Amerika ve başka ülkeler de sanayideki küçülmenin ve
finans krizinin etkilerini hâlen daha yaygın bir biçimde hissediyorlar. ABD’deki
siyasetçilerin büyük finans kurumlarıyla savaşma ihtimali bulunmuyor, buna
karşın “milliyetçi muhafazakâr” olarak adlandırılan Tucker Carlson, Oren Cass ve
Marco Rubio gibi isimler, bugün devlet iktidarından, üretimi ülke içine
taşımaktan ve sendikaların önünü açmaktan bahsediyorlar. Bu isimlerin Orbán’a
hayranlık duymalarında ve partisine mensup kişileri düzenledikleri gecelerde
sahneye çıkartmalarında şaşılacak bir yan yok.
Merkeze
ve merkez sol siyasete mensup eski siyasetçiler, görebildiğimiz kadarıyla bu
stratejiye karşı fazlasıyla ilgisizler. 2022 seçiminde Orbán’a karşı teşkil
edilen altı partili ittifak, Orbán’ın demokratik normları ortadan kaldırmasına
ve hoş olmayan görüşlerine odaklandılar, bazen de onu “gerçek” bir Hristiyan
muhafazakâr olmamakla suçladılar ve yeni bir “dürüstlük çağı”nın başlaması
çağrısında bulundular. Ara sıra emeği koruyacak yeni kanunlardan dem vursalar
da seçmenlere maddi bir program sunamadılar. Altılı ittifak, seçimi kötü bir
sonuçla kaybettiğinde başbakan adayları Péter Márki-Zay, Orbán’ın karşısına Hz.
İsa çıksa Orbán’a hizmet eden propaganda mekanizmasına yenileceğini söyledi. Oysa
Hz. İsa, tefecileri tapınaktan kovan, ekmek ve balığı cömertçe dağıtandı.
Orbán’ın muhalifleri, kendilerini ayrıksı bir yere yerleştirecek bir çalışma içine
girmediler, sadece “normale dönüş” fikrini savundular. Oysa o normal, bizatihi Orbán’ın
uyguladığı program eliyle yenilgiye uğratılmış, başka bir düzenle ikame edilmiş
bir şeydi. Asıl ürkütücü olansa aynı yanlışın başka yerlerde tekrarlanacak
olması.
Stephen Buranyi
8
Haziran 2022
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder