Liberal
sol paradigma içerisinde otoriter bir akım açığa çıktı: Adi sol.
Bu
adi solcular, kendilerini duyarcılardaki duyar kasmalardan muaf zannediyorlar. “Irkçılık,
toplumun yüzleştiği en büyük tehlikedir” deyip duran çomarlara karşı sınıf
bilincinden söz eden, kendisini bu kesimden daha akıllı, daha hassas biri kabul
eden adi solcular, kendilerini öyle bağımsız kişiler olarak görüyorlar ki bu hâlin
kendilerini daha “makul” gösterdiğine inanıyorlar. Eleştirel teorinin sunduğu
imkânlarla daha akıllı olduklarını zannediyorlar.
Bu
adi solcular, Kovid döneminde herkese yönelik aşı kampanyasında temel hak ve
özgürlüklerin ihlalini ve bedensel bütünlüğün devlete teslim edilmesini açıktan
savundular. Burjuva özgürlükleri sırf burjuva diye çöpe atmaya hazır
olduklarını ortaya koydular, bu özgürlükleri insanın özgürleşme sürecinin
önemli bir köşe taşı olarak görmediler.
Adi
solcu, Alexandria Ocasio-Cortez’i eleştirmekle övünüyor, ama Fauci gibi “uzmanların”
düzenine tek bir eleştiri bile yöneltmiyor. Bu anlamda, Duyarcılık karşıtları
ile “sıfır Kovid” diyen kesim arasında bir bağ var.
Kovid
dönemi başladığından beri bu adi solcularla çok tartıştım. Bir konuda anlaşsanız
bile bir başka konuda aramızda illaki bir anlaşmazlık çıkıyordu. Toplumsal cinsiyet
alanında çalışan eleştirel teorisyenlerin sokak lambalarına veya ağaçlara
asılması gerektiğini düşünen akademisyenlere denk geldim.
Adi
solcular, solcuların sosyal medyada takipçi peşine düştüğü dünyayı iyi
tanıyorlar. Toplumsal cinsiyeti özcü bir yerden ele alanları eleştiriyorlar,
ama bir yandan da “toplumsal cinsiyet kimliği” fikrini benimsiyorlar ya da “devlete
ve kurumsal iktidara karşı mücadele” ettiklerini iddia ediyorlar, ama bir
yandan da genel kanaate saygısızlık edenleri ihbar ediyorlar (bu kişiler,
genelde antifaşist hareket içindeki bebeler arasından çıkıyor.) Adi solcular,
rasyonel her türden insanda görülen kafa karışıklıklarını alaya alıp küçük
görüyorlar.
Ama
nedense kendilerindeki çelişkileri görmüyorlar. Tipik bir adi solcu, Siyahların
Hayatı Önemlidir hareketini eleştirirken, Avrupalı solcuların bu hareketi kullanmasındaki
akıl dışılığa odaklanıyor. ABD’deki ırkçılığın ve polis şiddetinin Helsinki
veya Berlin’e aktarılamayacağını söylüyor. Ama bir yandan da ırkçılığın bir sorun
olduğunu söyleyip, Helsinki ve Berlin polisinin de insanları ırklarına göre fişlediği
üzerinde duruyor.
Adi
solcu, açık sınır politikasına destek sunuyor, “millet de devlet de olmasın”
diyor, Frontex (Avrupa Birliği Üye Ülkelerinin Dış Sınırlarının Yönetimi İçin Operasyonel
İşbirliği Ajansı) veya ICE (ABD Gümrük Muhafaza Kolluk Kuvvetleri) gibi
örgütleri görünce öfkeden deliye dönüyor. Ama bir yandan da devletin sağlıkla
ilgili risk neticesinde yaşanan göç tehdidi üzerinden sınırları kapatmasını
istiyor.[1]
Adi
solcu, hemşirelerin pandemi sürecinde insanlara yönelik kötü muamelesi üzerinde
durmuyor, bedensel bütünlüğün ihlalini dert etmiyor, sadece ABD’de yüz binlerce
hemşirenin ve sağlık çalışanının istifa etmesine neden olan zorunlu aşı
kampanyasına dair tek laf etmiyor. Bu hemşirelere yüksek ücret ödenmesi fikrine
karşı çıkıyor.
Adi
solcu, duyarcılığın dile getirdiği tüm senaryodaki çelişkileri görüyor, ama kendi
çelişkileri söz konusu olduğunda ağaçlardan ormanı göremiyor. Beni bu noktada
asıl ilgilendiren husus, toplumsal nefretin bir sonraki aşamada kamuoyunun
politik işleyişine yöneltilecek olması. Bu nefretin aklı allak bullak ettiği
görülmüyor.
Adi
solcu, bu kafa karışıklığıyla, Ukrayna savaşının başladığı günlerde Ruslara
yönelik nefreti görünce şaşırıyor. O, Rusların haklarının ellerinden alındığı
süreçle “aşısızlar”a yönelik ayrımcılık arasındaki bağı göremiyor. Adi sol, Ruslara
ve aşısızlara yönelik nefrete destek oluyor.
Sıfır
Kovid fikrini tezgâhlarında satanlar, Ruslara yönelik ayrımcılıkta ve onların
toplumsal hayattan dışlanmasına dönük adımlarda önemli bir rol oynadılar. Adi
solculara, “aşısızlar toplumsal hayattan dışlandı. Aşısız olan anne babalara çocuklarını
hastanede üç ay boyunca görmelerine izin verilmedi. Siz bu duruma hiç kızmadınız”
dediğinizde, şunu söylüyorlar: “En azından orada tıbbi gerekçeler vardı!”
Ortalama
bir adi solcu, “aşılar harika şeyler. Onlar olmasaydı, ölmüştüm ben!” derken
kendilerini methediyorlar. Oysa siyasetçilerin, lobicilerin ve ilâç
şirketlerinin bir araya gelip insanların hayatını kurmak istediklerini düşünmek
için aptal bir narsist olmanız gerek.
Nihayetinde
adi solcu, biyopolitik totalitarizme doğru ilerleyen son ekonomik, politik ve
toplumsal gelişme konusunda zerre bilgisi olmayan bir sosyal demokrat
kuyrukçusudur. Onun dünyasında duvarda sadece 2019 yılının takvimi asılıdır.
Birikim süreci, doğası gereği krizler üretir, ama adi solcu, bu krizlerin neden
olduğuna, nasıl olduğuna ve ne zaman olduğuna dair tek bir açıklama getiremez.
Son
süreçte sadece 2021 yılı içerisinde Pfizer 480 milyon dolar kazandı. Bu eşi
benzeri görülmemiş ölçüde cereyan eden, ilâç piyasasındaki gelişme üzerinden
aşağıdan yukarıya doğru gerçekleşen, ilâç sektörünün teknoloji ve medya
sektörüyle birlikte birikimlerini artırdığı servet transferinden söz
ettiğinizde adi solcu, sadece omuz silkmekle yetinir. O, bu tür konularla hiç
ilgilenmez. Sadece kültür savaşına dikkat kesilir. Mesela, “gene bir kadın
patron geçmiş sol partinin başına” der. Hiç kitap okumadığı için, bu tür
fikirlerle doldurur Instagram hesabını, orada bu tür fikirleri pazarlar.
Adi
sol, dükkânların ve kuaförlerin kapanma döneminde gelir kaybedeceğinin elbette
ki farkındadır, ama bunu küçük burjuvanın sorunu olarak görür. Onun görüşünü
idrak ettikçe yavaş yavaş onun işçi sınıfından nefret eden bir sol liberal olduğunu
fark edersiniz.
“Günümüz
Solu İşçi Sınıfından Neden Nefret Ediyor” başlıklı bir yazı kaleme almış olan
Paul Embery gibi kimi yorumcular, solun işçileri küçümseyen yaklaşımına dikkat
çekiyorlar. Ta 1937’de George Orwell, orta sınıf içerisinde bir kesimin bağrından
işçi sınıfından nefret eden sosyalistleri çıkarttığından söz ediyordu. Bu kesim,
“sosyalizmin en gelişmiş biçiminin tümüyle orta sınıfla sınırlı olan teori”
olduğunu düşünüyordu.[2] Buradan da şu türden doğal sonuçlara ulaşılıyordu: “Tüm
samimiyetiyle bir sosyalist, bir işçiden daha yoksul olduğunu ispatlamak için
onlarca yola başvuracaktır. Onun gözünde işçiler, aslında köle olan bir ırk
değilse de kendisini, dostlarını ve ailesini boğmak, tüm kültürü ve görgü kurallarını
ortadan kaldırmak için sinsi sinsi yukarı doğru akan bir seldir.”[3] Jacobin
dergisi, Kanada’da eylem yapan kamyoncuları tam da bu şekilde tarif ediyordu.
Adi
solun ideolojisi, sınıfta ısrar ediyormuş gibi görünmesine karşın, cehaletin o
rafa kaldırılmış hâlinden türemiş bir şey. Bugünkü adi solun net bir tarifine ulaşmak
için Orwell’ın 1937’de söylediklerine bakılabilir:
“O, ya beş yıl içerisinde
zengin biriyle evlenmiş, Katolik olmuş genç ve snop bir Bolşevik ya da vejetaryenliğe
meyilli, kurallara karşı geldiği geçmişini geride bırakmış, mahrumiyet yaşamak
gibi bir niyeti bulunmayan biri. Bu kişi, İngiltere’de gördüğümüz türden, ‘doğa
her şeyi tedavi eder’ diyen bir şarlatan, barış yanlısı ve feminist, meyve suyu
içip çıplak resimlere bakan, ayağına sandalet geçiren, seks düşkünü bir Sarsıcı
gibi ilgilenir sosyalizmle ve komünizmle.”[4]
Orwell,
burada otuzlarda Letchworth’da katıldığı sosyalistlerin düzenlediği yaz
kampından bahsediyor. Bu sosyalistler, bugün Amerikalı Demokratik Sosyalistler örgütünün
atası. Aralarındaki tek fark şu: otuzlardaki kampa katılanlara “beslenme
rejiminiz sıradan mı yoksa vejetaryen mi” diye soruluyordu, bugün Amerikalı
Demokratik Sosyalistler (DSA), toplantılarına katılanlardan kullandıkları
zamirleri bildirmelerini istiyor. Otuzlardaki kampı düzenleyenlerle DSA,
belirli konularda ortaklaşıyor. Bu anlamda sosyalist zihin dünyası pek
değişmemiş. Hâlen daha az eğitimli olanlara bir baba ve hoca gibi yaklaşıyor. “Aralarına
gerçek bir işçi, üstü başı kirli biri karıştığında şaşırıyorlar, öfkeleniyorlardı,
bu durum, onları epey rahatsız ediyordu. Hatta bazıları, burunlarını tıkayıp
ortamı terk ediyordu.”[5] Orwell’ın bu cümlelerini ilk okuduğumda, gözümün
önüne Jacobin dergisi editörü Meagan Day geldi.
Kapanma
döneminde kamyoncular, sağlık işçileri, bakkallarda çalışan emekçiler türünden
insanların somuta taşıdığı işçi protestoları, küçük mülk sahiplerinin protestosu
veya en iyi hâliyle, sağcı küçük burjuvaların protestosu olarak görüldü. DSA’in
Starbucks ve Amazon’un sendikalı işçilerine dair hayallerindeki imaja uymayan
somut mücadele biçimleriyle sosyalistlerin dayanışma ilişkisi kurması beklenemezdi.
Adi
sol, o vesayetçi ve tepeden bakan hâliyle, işçilere “neden sendika
kurmuyorsunuz?” dediler. Zira işçi protestosu, DSA üyelerinin hayalini
kurdukları türden olmalı, öyle görünmeliydi. İşçi, hep zayıf durumda kalmalı, hiçbir
zaman güçlü kudretli bir çoğunluk hâline gelmemeliydi. İşçi eylemleri hep
başarılı olmalıydı ki desteklenebilsin.
Adi
sol, liberallerle el ele tutuşup bizden karbon ayak izimizi azaltmamızı istemekte
bir beis görmüyor. “Gezegenin hâliyle ilgilenmenin kimseye zararı olmaz” diyor
ve bizim yaşam standartlarımızı zenginlerin hayrına olacak şekilde azaltmak
istiyor. “Gezegen, beyaz olmayan işçiler, zarar gören hassas gruplar için
haklarınızdan mahrum kalın” diyor.
Kısa
süre önce İsviçre’de bazı devlete ait yüzme havuzları, havuz suyunu
ısıtmayacağını açıkladı. Çocukların iklim adaletinin tesis edilmesi noktasında
biraz çile çekmesini istiyorlar. “Putin’in de canı yanarsa hassas kesimler adil
bir paya kavuşacak” diye düşünüyorlar.
Her
türden taassupla mücadele eden Demokratik Sosyalistler, egemen sınıfın ideolojisinin
biçimlendiği sürece başarıyla katkıda bulundu. “Faşizmle mücadele” sloganları,
bugün elitlerin yürürlüğe koydukları ajandanın bir simgesi hâline geldi. Bu
anlamda, son dönemde rejim, “faşizmle mücadele” sloganını “Kovidle mücadele”
sloganı ile birleştirdi ve bu politik projeyi en tepeye yerleştirdi. Toplumsal hijyen
ile tıbbi hijyen yan yana getirildi, buradan da “doğru insanların” iktidarda
olması gerektiği düşüncesi belirli bir zemine kavuşturuldu. İşçi düşmanlarının
meydana getirdiği antifaşist birliğin ideolojik meşalesini de DSA türü örgütler
aldılar ellerine. Böylelikle işçi sınıfı, komplo teorisyenleriyle, kötü beslenenlerle,
aksanı kötü olanlarla, sola dair zerre sevgisi olmayanlarla, kendisine maddi hiçbir
hayrı olmayan, ama belirli bir güç eliyle onay alan her şeyle ilişkilendirildi.
Bugün
kilise bile Antifa hareketinin kızıl-siyah renklerine bürünüp “Antifaşist bir
kilise” hâline geldiğini söyleyebiliyor.
Buna
karşın, adi sol, elitlerin ideolojisi konusunda öncü rol oynadığını, artık
iktidara ait olduğunu kabule yanaşmıyor. Gerçeğe karşı gelen adi sol, size hep “mazlum”
olduğunu söylüyor.
Adi
sol, Kovid rejiminin nefretiyle karşı karşıya olan normal insanın çilesine alaycı
bir tutumla yaklaşıyor ya da onunla hiç ilgilenmiyor. Minima Moralia’da
geçen “Bulaşık teknesiyle bardak taşımak” tabirine atıfla, adi solcu, biraz salak
bir tip. Gözündeki ışıltı, aslında modern tarihte medeniyet bağlamında yaşanan
en büyük kopuşa dair. Tam da bu kopuş sebebiyle, Kovid döneminde tüm dünyanın
yeniden yapılandırıldığı koşullarda, adi solun neoliberalizme yönelik isyanı
temelde konformist.
Adi
solcu, aslında son iki yıl içerisinde Kovid’e verilen tepkiler dâhilinde,
yurttaş denilen öznenin haklarından mahrum kaldığı ve insanlıktan çıktığı
gerçeklik bağlamında konuşuyor. O çerçevenin dışına çıkmıyor. Ne yaptığını
bilmiyor ama gene de yapıyor. Dolayısıyla bir aptalla tartışamazsınız, ona
ancak acıyabilirsiniz.
Elena Louisa Lange
16
Mayıs 2022
Kaynak
Dipnotlar:
[1] Her türden bilimsel gerekçeden azade olan bir yaklaşım bu. Dünya genelinde
Avustralya, Yeni Zelanda, Çin ve Japonya en katı sınır politikasını
uyguladılar. Ama Delta, Omikron ve diğer varyantlarla uğraşmak zorunda
kaldılar.
[2]
George Orwell, The Road to Wigan Pier (Londra: Penguin Modern Classics,
1937/1986), s. 167.
[3]
A.g.e., s. 128.
[4]
A.g.e., s. 167-8.
[5] A.g.e., s. 169.
0 Yorum:
Yorum Gönder