Şu
an dünyadaki tüm tarımsal gıda zincirinin şirketlerin eline geçişine şahitlik
ediyoruz. Amazon, Microsoft, Facebook ve Google gibi yüksek teknoloji/büyük
veri şirketleri, gıda ve tarım modellerini
dünyaya dayatmaya çalışan Corteva, Bayer, Cargill ve Syngenta gibi eskiden beri
tarım sahasında söz sahibi olan tekellere eşlik etmeye başladılar.
Hindistan’da
Vandana Şiva’nın kurduğu, biyolojik çeşitliliği savunan, bu fikri desteklemek
adına ismini “Dokuz Tohum” anlamına gelen kelimeden alan Navdanya Enternasyonali’nin
“Küresel İmparatorluğa Açılan Kapılar” isimli raporunda da belgelendiği üzere, Bill ve
Melinda Gates Vakfı da büyük tarım arazileri satın alıp, Afrika için çokça
müjdelenen (ama başarısız olan) “yeşil devrimi” teşvik etmek, biyosentetik gıdayı ve genetik
mühendisliğini dayatmak, en genel manada, devasa tarımsal
gıda şirketlerinin amaçlarına ulaşmasını kolay
kılmak suretiyle bu sürece dâhil oluyor.
Bu
sürecin ardında duran ve kendi çıkarlarının gereğini yerine getiren
milyarderler, tüm yapıp ettiklerini bir tür insanî çaba olarak takdim etmeye
çalışıyorlar, bu bağlamda, gezegeni “iklim dostu çözümler”le kurtardıklarını
iddia ediyorlar, 'çiftçilere yaptıkları yardımlar”dan veya “dünyanın sofrasına
koydukları yiyecekler”den dem vuruyorlar. Oysa gerçeğin soğukluğu ile tüm yapıp
edilenlere baktığımızda, bu milyarderlerin, esasında emperyalizmin
mülksüzleştirme stratejilerini yeniden ambalajlayıp üzerine
yeşil bir fiyonk iliştirdiklerine şahit oluyoruz.
Aşağıdaki
metin, gıda ve tarımı etkileyen bazı güncel eğilimleri ortaya koyuyor. Çalışma
yola, Gates Vakfı'nın başarısız bir endüstriyel, (GDO’lu), kimyasal yoğun tarım
modelini ve bunun yerli çiftçilik ve çiftçiler, insan sağlığı, köy
toplulukları, zirai ekolojik sistemler ve çevre üzerindeki zararlı etkilerini
ele alarak koyuluyor.
Daha
sonra organik tarım, bilhassa zirai ekoloji gibi bu modele alternatif olarak
sunulan önerilere odaklanılıyor. Bu tür çözümlerin uygulanmasının önünde duran
engeller ele alınıyor, özellikle, önemli kurumları ele geçiren tarım
teknolojisi ve tarım şirketleri bünyesinde hareket eden, dünya tarımına yatırım
yapmış sermaye üzerinde duruluyor.
Tartışma
daha sonra, Hindistan'daki duruma odaklanmaya devam ediyor, zira bu ülkede
devam eden tarım krizi ve çiftçilerin mücadelesi, esasında dünyayı ilgilendiren
riskler ve tehlikelerle bağlantılı.
Son
olarak, Kovid “pandemisinin”, bir kapitalizm krizinin yanında, gıda ve tarım da
dâhil olmak üzere küresel ekonominin çoğunun yeniden yapılandırıldığı süreci
yönetmek için bir kılıf olarak kullanıldığı iddia ediliyor.
Yazar
Hakkında
Colin
Todhunter, Küreselleşme Araştırmaları Merkezi'nde (CRG) Araştırma Görevlisidir.
2018
yılında, Engaging Peace Inc. kendisini yazılarından dolayı Yaşayan Barış ve
Adalet Lideri/Modeli seçmiştir.
* * *
I. Bölüm
Zehirli Tarım:
Gates Vakfı’ndan Yeşil Devrim’e
Aralık
2018 itibariyle, Bill ve Melinda Gates Vakfı'nın varlıkları 46,8 milyar dolar
değerindeydi. Dünyadaki en büyük hayır kurumu olan vakıf, küresel sağlık için
herhangi bir hükümetten daha fazla yardım dağıtıyor.
Gates
Vakfı, amacının gıda açısından güvenli bir gelecek için çaba göstermek olduğunu
söyleyen Uluslararası Tarım Araştırmaları Danışma Grubu’nun (CGIAR) önemli bir
fon sağlayıcısıdır.
2016
yılında Gates Vakfı, uluslararası kalkınmanın yönünü tehlikeli ve sorumsuz bir
yaklaşımla çarpıtmakla suçlandı. Suçlamalar, İngiltere merkezli, dünyanın
güneyindeki yoksul ülkeler için adaleti ve kalkınmayı savunan Küresel Adalet
Şimdi isimli teşkilât tarafından hazırlanan “Gates’çi Kalkınma: Gates Vakfı Her
Zaman Hayır İçin Çalışan Bir Güç müdür?” başlıklı raporda ortaya kondu.
Raporun
yazarı Mark Curtis, vakfın tüm kıtada gıdanın büyük çoğunluğunu sağlayan mevcut
sürdürülebilir, küçük ölçekli çiftçiliği baltalayacak olan endüstriyel tarımı
Afrika genelinde teşvik ettiği süreci ana hatlarıyla aktarıyor.
Curtis,
vakfın Güney Afrika'da "soya değer zincirini geliştirmek" için 8
milyon dolarlık bir projede ABD'li tarımsal emtia tüccarı Cargill ile nasıl
birlikte çalıştığından bahsediyor. Cargill, Latin Amerika’da büyük yatırımlar
yapan, dünya soya üretimi ve ticaretinin en büyük oyuncusu olan şirket olarak,
söz konusu kıtada genetiği değiştirilmiş ve tek tür olarak ekilen soya (ve onunla
bağlantılı zirai kimyasallarla) kırsal nüfusu yerinden etti, ayrıca sağlık
sorunlarına ve çevresel hasara neden oldu.
Gates
tarafından finanse edilen proje, muhtemelen Cargill'in şimdiye kadar
kullanılmayan Afrika soya pazarını ele geçirmesini ve nihayetinde kıtaya
genetiği değiştirilmiş soya getirmesini sağlayacak. Gates Vakfı ayrıca, DuPont,
Syngenta ve Bayer dâhil olmak üzere diğer kimya ve tohum şirketlerini içeren
projeleri de destekliyor. Dahası vakıf, zirai kimyasalların ve genetiği
değiştirilmiş patentli tohumların daha fazla kullanılmasını öngören bir
endüstriyel tarım modelinin kıtaya dayatılması yanında, çiftçiye girdi/hizmet
desteği sunmak, ayrıca tavsiyelerde bulunmakla ilgili büyüme hizmetlerinin
özelleştirilmesi yönünde çalışmalar da yürütüyor.
Gates
Vakfı aslında Afrika’da ne yapıyorsa, bu kıtadaki açlığın ve yetersiz
beslenmenin esas olarak teknoloji ve işleyen piyasa eksikliğinin sonucu olduğu önermesini
esas alan Afrika’da Yeşil Devrim İttifakı (AGRA)
girişiminin bir bileşeni olarak yapıyor. AGRA, Afrika hükümetlerinin tohum ve
toprak gibi konularla alakalı tarım politikalarının oluşturulmasına doğrudan
müdahale ederek, Afrika pazarlarını ABD tarım ticaretine açıyor.
Afrika'nın
tohum arzının %80'inden fazlası, milyonlarca küçük ölçekli çiftçinin her yıl
yeniden kullandığı ve kendi aralarında takas ettiği tohumların bir sonucu. Ancak
AGRA, birkaç büyük şirketin tohum araştırma & geliştirme, üretim ve
dağıtımını kontrol etmesine imkân sağlayan ticari (kimyasala bağımlı) tohum
sistemlerinin kullanılması fikrine destek veriyor.
Afrika
kıtasında doksanlardan bu yana işleyen kesintisiz süreç dâhilinde tek tek ülkeler,
kendi tohum yasalarını gözden geçirip değiştirdiler. ABD Uluslararası Kalkınma
Ajansı’nın, G8 ülkelerinin ve Gates Vakfı gibi kuruluşların destekledikleri bu
süreç, dünyadaki her büyük tohum işletmesinin satın alınması da dâhil olmak
üzere, çok uluslu şirketlerin tohum üretimine katılımına kapı araladı.
Tuhaf
olan şu ki endüstriyel tarımı teşvik edip sağlığa zarar veren zirai kimyasalları
kullanan Gates Vakfı, bugün nasıl oluyorsa sağlık alanında da çok aktif.
Vakıf,
Dünya Sağlık Örgütü ve UNICEF'in önde gelen bir fon sağlayıcısı. Gates, son
yıllarda Dünya Sağlık Örgütü’nün bütçesine en büyük veya ikinci en büyük
katkıyı yapan kişiydi. Belki de bu, pek çok uluslararası raporun zirai
ilâçların sağlık üzerindeki etkilerini neden göz ardı ettiğine biraz olsun ışık
tutuyor.
Zirai
İlâçlar
Buffalo
Üniversitesi bünyesinde faaliyet yürüten, öğrencilere araştırma ve eğitim
sahasında katkı sunan Küresel Sağlık Eşitliği Mükemmeliyet Topluluğu’nun 2021
tarihli “Zirai Kimyasallar Artık Her Yerde: Çevre ve Sağlık İçin Yeni Sorular” başlıklı
makalesine göre, zirai ilâç kullanımı ve
onlara maruz kalma yoğunluğu, tarihte eşine rastlanmayacak niteliği itibarıyla,
dünya tarihini etkileyecek düzeye ulaşmıştır. Zirai kimyasallar, artık bedenler
ve çevre arasında dolaşıp yaygınlaşmaktadır. Yabani otları öldürmek için
kullanılan glifosat ilâcı, kimyasalların kullanımdaki bu artışın sağlanmasında
önemli bir faktör hâline gelmiştir.
İlgili
makalenin yazarları, DSÖ'nün Uluslararası Kanser Araştırmaları Ajansı'nın
(IARC) 2015 yılında glifosatı “kanserojen olma ihtimali yüksek ilâç” olarak
ilan etmesiyle, güvenliği konusunda zaten kırılgan olan fikir birliğinin altüst
olduğunu belirtiyorlar.
Yazarlara
aktardığı kadarıyla, 2020'de ABD Çevre Koruma Ajansı, glifosat bazlı
herbisitlerin (yabani ot ilâçlarının) insan sağlığı için hiçbir risk
oluşturmadıklarını söylüyor, ama bunu söylerken, glifosat ile Hodgkin lenfoması
hâriç tüm lenf kanserleri arasındaki bağlantıyı ve bu ilâcın karaciğer, böbrek
ve sindirim sistemindeki kanser harici etkilerini göz ardı ediyor.
Beş
yazarın ortak kaleme aldığı makale, devamında şu tespiti yapıyor:
“Yirmi yıldan kısa bir
süre içerisinde birçok yeri zaten kimyasallarla yüklü olan insan bedenini,
başka tür organizmaları ve ortamları içeren dünyanın büyük bir bölümü, glifosatla
kaplandı.”
Bununla
birlikte yazarlar, en ünlüsü, ilk başta Monsanto tarafından üretilen,
şimdilerde Bayer’in ürettiği Roundup olan glifosatın yaygınlaşma imkânı bulan
tek ilâç olmadığını söylüyorlar.
“Örneğin, İmidakloprid
isimli böcek ilâcı, ABD’de kullanılan darı tohumlarında görülür, bu da onun ABD
tarihinde en yaygın kullanılan böcek ilâcı olduğunu ortaya koyar. Sadece 2003
ile 2009 arasında, İmidakloprid ürünlerinin satışları yüzde 245 arttı
(Simon-Delso vd., 2015). Bu tür bir kullanımın ölçeği ve bunun kurumlar ile
çevre üzerindeki etkileri, özellikle güçlü düzenleme ve izleme becerilerine
sahip olmayan ülkelerde henüz tam olarak hesaplanamamıştır.”
İmidakloprid,
1994 yılında Avrupa'da kullanım için lisans aldı. O yılın Temmuz ayında,
Fransa'daki arıcılar beklenmedik bir şey fark ettiler. Ayçiçekleri açtıktan
hemen sonra, işçi arılar uçup bir daha geri dönmediğinden, kraliçeyi ve
olgunlaşmamış işçileri ölüme terk ettiğinden, kovanlarının önemli bir kısmı ürün
vermedi. Fransız arıcıları kısa sürede sebebini anladılar: Gaucho adlı, etken
madde olarak İmidakloprid içeren yepyeni bir böcek ilâcı, ilk kez ayçiçeklerine
uygulanmıştı.
Environmental
Health [“Çevre Sağlığı”] isimli derginin 2022 tarihli “Lösemi ve Lenfoma
Tedavisi Gören Çocuklarda Bulunan Neonikotinoid Grubu Böcek İlâçları” başlıklı makalesinde yazarlar, çocukların beyin
omurilik sıvısı (BOS), plazma ve idrarında çok sayıda neonikotinoid bulunduğunu
belirtiyorlardı. İmidaklopridi de içeren, nikotine benzer bir kimyasal
kullanılarak imal edilen neonikotinoid grubu, dünya çapında en yaygın
kullanılan böcek ilâcı sınıfı olarak, çevrede, vahşi yaşamda ve gıdalarda her
yerde bulunuyorlar.
Dünyanın
en yaygın kullanılan yabani bitki ilâçlarına gelince, glifosat bazlı formüller
bağırsak mikrobiyomunu etkiliyor ve dünya genelinde metabolizmayla bağlantılı
bir sağlık krizini tetikliyor. Ayrıca insanlarda ve hayvanlarda epigenetik
değişikliklere neden olan bu ilâçların neticesinde hastalıklar bir nesil
atlayarak bir sonraki nesilde açığa çıkabiliyorlar.
Fransız
bilim insanlarından oluşan bir ekip, insanların yemeklerinde glifosat
bazlı yabani bitki ilâçlarından geçen ağır metallere rastladı. Diğer zirai
ilâçlarda olduğu gibi, bu yabani bitki ilâçlarının yüzde 10 ilâ 20’si, kimyasal
içeriyor. Yazarlar, yiyeceklerde petrol bazlı oksitlenmiş moleküller ve diğer
kirleticilerin yanı sıra, zehirli ve endokrin bozucu oldukları bilinen arsenik,
krom, kobalt, kurşun ve nikel gibi ağır metaller tespit ettiler.
1988'de
(Monsanto tarafından görevlendirilen) W. P. Ridley ve K. Mirly isimli
araştırmacılar, fare dokularında glifosat birikimi buldular. Kalıntılar kemik,
kemik iliği, kan ve tiroid, testis ve yumurtalıklarda, ayrıca kalp, karaciğer,
akciğerler, böbrekler, dalak ve mide dâhil olmak üzere ana organlarda mevcuttu.
Glifosat, ayrıca gözdeki merceklerde yaşanan bozulmalarla da ilişkilendirildi.
Gene
Monsanto’nun desteklediği, L. D. Stout ve F. A. Rueker tarafından yapılan çalışma (1990), farelerde glifosat
maruziyetinin ardından katarakt oluştuğuna ilişkin kanıtlara ulaştı. Bu
anlamda, İngiltere'de katarakt cerrahisi oranının 1989’da 100.000 vaka başına
173 iken 2004’te 637’ye çıkmış olması, üzerinde durulması gereken bir gelişme.
Dünya
Sağlık Örgütü tarafından 2016 yılında yapılan bir araştırma da katarakt vakası
sayılarının büyük ölçüde arttığını teyit ediyor: “Dünya Genelinde Çevresel Risklerden
Kaynaklanan Hastalık Yüküne İlişkin Değerlendirme” başlıklı bu çalışma,
kataraktın dünya genelinde körlüğün önde gelen sebebi olduğunu söylüyor.
Çevresel riskler, katarakta bağlı körlük vakalarının yüzde 51’inden sorumlu
olduğundan bahsediliyor. ABD'de 2000 ile 2010 yılları arasında katarakt
vakalarının sayısı yüzde 20 artarak 20,5 milyondan 24,4 milyona çıktı. 2050
yılına kadar kataraktlı insan sayısının ikiye katlanarak 50 milyona ulaşacağı
tahmin ediliyor.
Nature
Yayın Grubu’nun çıkarttığı Scientific Reports [“Bilimsel Raporlar”]
dergisinin 2019’da yayımladığı “Nesiller Boyu Kalıtım Yoluyla Aktarılan
Glifosat Kaynaklı Hastalıklar ve Sperm Epimutasyonları: Nesil Toksikolojisi”
isimli makalenin yazarları, ecdadın bulunduğu ortamda maruz kaldığı farklı
faktörlerin ve zehirleyici maddelerin yetişkinlerde nesiller boyu aktarılan,
epigenetik hastalıklara sebep olduğunu ortaya koydular.
Yazarların
tespitine göre glifosat, belirli hastalıkların ve irsiyet hattı (misal sperm)
epimutasyonlarının nesiller arası kalıtımını tetikleyebiliyor. Gözlemler,
gelecek nesillerin hastalık etiyolojisinde glifosatın nesiller boyu sahip
olduğu toksikolojisinin dikkate alınması gerektiğini ortaya koyuyor.
2017
yılında yapılan bir çalışmada, Carlos Javier Baier vd., farelerde tekrarlanan
intranazal glifosat bazlı herbisit uygulamasının ardından davranış
bozukluklarını belgelediler. Bu makaleye göre, glisofat bazlı yabani bitki
ilâçlarına burun yoluyla maruz kalınması davranış bozukluklarına neden oluyor, omurilik
merkezli faaliyetleri azaltıyor, kaygıya ve hafıza kaybına yol açıyor.
Bu
makale, glisofat bazlı yabani bitki ilâçlarının anne karnında ceninin beyin
gelişimine zarar verdiğini ve tekrar tekrar maruz kalınması durumunda yetişkin
insan beynini zehirlediğini, omurilik merkezli faaliyetlerde değişikliklere,
kaygıya ve hafıza bozukluğuna yol açabileceğini ortaya koyan, dünyanın dört bir
yanında yürütülmüş birçok çalışmaya yönelik atıfları içeriyor.
Environmental
Research [“Çevre Araştırmaları”] isimli derginin Şubat 2018 tarihli
sayısında yayımlanan “Glisofat Maruziyeti Sonrası Sıçan Beyninde
Nörotransmiterdeki Değişiklikler” isimli makale, farelerdeki nörolojik zehirlenmeyi
ele alıyor. Gene 2014 tarihli, yavru farenin hipokambüsünde glisofat bazlı
yabani bitki ilâçlarının sebep olduğu nörolojik zehirlenmenin altında yatan
mekanizmaları inceleyen bir başka makale ise Monsanto'nun ürettiği glifosat
bazlı Roundup ilâcının nörolojik açıdan zehirlenmeye sebep olan bir dizi süreci
tetiklediğini tespit etti.
Environment
International [“Çevre Enternasyonali”] isimli derginin 15 Ocak
2022 tarihli sayısında yayımlanan “Glisofat Farelerde Azot Oksit (+1) Üzerinden
Tetiklenen Oksidatif Strese Bağlı Olarak Kan-Testis Bariyerine Zarar Veriyor:
Uzun Soluklu Maruziyet Erkeklerin Üreme Sağlığını Olumsuz Yönde Etkiliyor”
başlıklı makalede glisofatın kan-testis bariyerine zarar verdiğinden, düşük
kaliteli sperm oluşumuna neden olduğundan, ilgili bariyerdeki hasar sebebiyle
sperm kalitesinin düştüğünden söz ediliyor.
Farelerde
alkolden kaynaklanmayan karaciğer yağlanmasıyla ilgili 2017 tarihli, gen,
protein dizisi gibi farklı alanları ele alan multiomik çalışma,
Roundup ilâcına çok az maruz kalındığında bile bu hastalığa yakalanıldığını
ortaya koyuyor. Alkolden kaynaklanmayan karaciğer yağlanması hastalığı, şu anda
ABD nüfusunun %25'ini ve benzer sayıda Avrupalıyı etkiliyor.
Neuroscience
Letters [“Sinirbilim Mektupları”] isimli derginin 21 Haziran 2020
tarihli sayısında yayımlanan “Glifosat maruziyeti, Birkaç Kez
Metil-Fenil-Tetrahidpüridin (MPTP) Verilmesi Sonrası Fare Beynindeki Dopamin
Dolayımlı Nörolojik Zehirlenme Sürecini Hızlandırıyor” başlıklı makale, glifosatın
Parkinson için çevresel bir risk faktörü olabileceğini öne sürüyor.
2019
Ramazzini Enstitüsü'nün glifosat bazlı yabani bitki ilâçlarının gelişim ve
endokrin sistem üzerindeki etkilerini inceleyen 13 haftalık pilot çalışmasında,
bu ilâçlara doğum öncesi dönemden yetişkinliğe kadar maruz kalmanın erkek ve
dişi farelerdeki endokrin sistemini etkilediğini ve üremeyle ilgili gelişim
parametrelerini değiştirdiğini ortaya koydu.
Bununla
birlikte, Phillips McDougall'ın Yıllık Tarım Hizmeti Raporları’na göre, yabani
bitki ilâçları, 2019'da değer bazında küresel zirai ilâç pazarının %43'ünü
oluşturdu. Glifosat kullanımındaki artışın çoğu, ABD, Brezilya ve Arjantin'de
glifosata toleranslı soya fasulyesi, mısır ve pamuk tohumlarının piyasaya
sürülmesinden kaynaklandı.
Bir
şirketin en büyük önceliği, kamu sağlığı değil, ne pahasına olursa olsun, her
türden aracı kullanarak kâr etmektir. Bir CEO'nun yükümlülüğü, kârı maksimize
etmek, pazarların yanında, düzenleyici ve politika yapıcı kurumları ele
geçirmektir.
Şirketler
ayrıca, genellikle şimdiye kadar kullanılmayan pazarlara açılmak anlamına
gelen, yıldan yıla sürdürülebilir bir büyüme sağlamalıdır. Gerçekten de,
yukarıda bahsini ettiğimiz “Zirai Kimyasallar Artık Her Yerde: Çevre ve Sağlık
İçin Yeni Sorular” isimli makalenin yazarları, ABD gibi ülkelerde zirai ilâç
kullanımının hâlen daha yüksek olduğunu, bu ilâçların kullanımının yoksul
ülkelerde arttığını ortaya koyuyorlar:
“Örneğin, Kaliforniya'da zirai
ilâç kullanımı 2005'ten 2015'e yüzde 10 artarken, Bolivyalı çiftçilerin
kullanımı düşük bir seviyeden başlasa da aynı dönemde yüzde 300 arttı. Zirai
ilâç kullanımı Çin, Mali, Güney Afrika, Nepal, Laos, Gana, Arjantin, Brezilya
ve Bangladeş gibi çeşitli ülkelerde hızla artıyor. Yüksek büyüme seviyelerine ulaşmış
olan çoğu ülke, zayıf düzenleyici yaptırımlara, ayrıca çevresel izleme ve
sağlık gözetim altyapısına sahip.
Bu
büyümenin çoğu, yabani bitki ilâçlarına yönelik talebin artmasından kaynaklanıyor:
“Hindistan, 2005'ten bu
yana yüzde 250 artışa tanıklık etti (Das Gupta vd. 2017), yabani bitki
ilâçlarının (herbisit) kullanımı Çin'de yüzde 2500 (Huang, Wang ve Xiao 2017)
ve Etiyopya'da yüzde 2000 arttı (Tamru vd. 2017). ABD, Brezilya ve Arjantin'de
glifosata dirençli soya fasulyesi, mısır ve pamuk tohumlarının piyasaya
sürülmesi, talebi artırdı, ancak herbisit kullanımı da bu tür mahsulleri
onaylamayan veya benimsemeyen, küçük ölçekli çiftçiliğin yapıldığı ülkelerde
çarpıcı biçimde artıyor.”
Birleşmiş
Milletler’de zehirli maddeler uzmanı olarak çalışan, Tehlikeli Maddelerin
İmhası Özel Raportörü olarak görevlendirilen Başkut Tunçak, Guardian’da yayımlanan 6 Kasım 2017 tarihli
makalesinde şunları söylüyor:
“Çocuklarımız, zehirli ot,
böcek ve mantar öldüren ilâçlardan oluşan bir karışıma maruz kalarak
büyüyorlar. Bu ilâçlar, onların yiyeceklerinde, sularında, hatta parklarında ve
oyun alanlarında bile var.”
Şubat
2020'de Tunçak, son derece tehlikeli zirai ilâçların oluşturduğu risklerin
güvenli bir şekilde yönetilebileceği fikrine karşı çıktı. Greenpeace
İngiltere’nin haber sitesi Unearthed’a [“İfşaat”] yaptığı açıklamada,
tarım için son derece tehlikeli olan zirai ilâçların yaygın kullanımının
sürdürülmesi imkânsız bir pratik olduğunu söyledi. Ona göre bu ilâçlar, “tarım
işçilerini zehirliyor, biyolojik çeşitliliği ortadan kaldırıyor, doğada
varlığını uzun süre muhafaza ediyor, hatta anne sütüne karışıyor. Bu hâliyle
zirai ilâç üzerine kurulu tarımın sürdürülemez olduğunu, bu ilâçların güvenli
bir biçimde kullanılamayacağını, çoktan devre dışı kalmaları gerektiğini görmek
gerekiyor.”
Tunçak,
2017 tarihli yazısında şunları söylüyor:
“BM Çocuk Hakları Sözleşmesi,
devletlerin, çocukları zehirli kimyasallara maruz kalmaktan, kontamine
gıdalardan ve kirli sulardan korumak ve her çocuğun ulaşılabilecek en yüksek
sağlık standardı seviyesinde yaşama hakkını kullanmasını güvence altına almak
gibi bir yükümlülüğü olduğunu net bir biçimde ortaya koymaktadır. Çocuğun bu ve
daha pek çok hakkı, mevcuttaki zirai ilâç üzerine kurulu rejimin yoğun
saldırısı altındadır. Bu kimyasallar her yerdeler ve görünmezler.”
Tunçak,
çocuk doktorlarının, çocuklukta zirai ilâçlara maruz kalmanın, hastalık ve
sakatlığın “sessiz bir salgın” gibi yayılmasına neden olduğuna ilişkin
değerlendirmelerinden de bahsediyor. Hamilelikte ve çocuklukta maruz kalmanın
doğum kusurları, diyabet ve kanser ile bağlantılı olduğunu kaydeden Tunçak, çocukların
bu zehirli kimyasallara karşı özellikle savunmasız olduğunu belirtiyor: Artan
kanıtlar, çocuklukta “düşük” dozlarda maruz kalmanın bile sağlık üzerinde geri
dönüşü olmayan etkilerinin ortaya çıkabileceğini gösteriyor.
Son
olarak Tunçak, düzenleyicilerin endüstri tarafından finanse edilen çalışmalara
aşırı derecede güvendiği, bağımsız bilimin değerlendirmelerden dışlandığı ve
yetkililerin bel bağladıkları çalışmaların gizli tutulduğu mevcut gerçekliğin
değiştirilmesi gerektiğini söylüyor.
Unearthed ve Public
Eye [“Kamunun Gözü”] adlı STK'nın ortak araştırması, dünyanın en büyük
beş zirai ilâç üreticisinin gelirlerinin üçte birinden fazlasını, önde gelen
ürünlerden olup, insan sağlığı ve çevre için ciddi tehlikeler oluşturan
kimyasallardan elde ettiğini ortaya koyuyor.
2018'in
en çok satan mahsul koruyan ürünlerle ilgili zengin bir veri tabanını inceleyen
bir araştırma, dünyanın önemli zirai ilâç
şirketlerinin satışlarının %35'inden fazlasını insanlar, hayvanlar veya
ekosistemler için son derece tehlikeli olarak sınıflandırılan zirai ilâçlarla
ilgili olduğunu ortaya çıkarttı. Analizin tespitine göre, tarımda kullanılan
kimyasalları üreten ve bu alanda milyarlarca dolar gelir elde eden dev
şirketler olarak BASF, Bayer, Corteva, FMC ve Syngenta’nın ürettiği ilâçlar
konusunda düzenleyici kurumlar, bunların kanser ve düşük gibi sağlık
sorunlarına yol açtığını söylüyorlar.
Bu
araştırma, tarım için kimyasallar üreten şirketlere ve mahsulün korunması
meselesini ele alan sektöre, veri, analiz ve danışmanlık hizmeti sunan Phillips
McDougall şirketinin hazırladığı zirai ilâç satışları ile ilgili veri setini
analiz ediyor. Veriler, 2018'de dünyadaki 57,6 milyar
dolarlık zirai ilâç pazarının yaklaşık %40'ını kapsıyor. Veriler, aralarında
değer olarak dünya zirai ilâç pazarının %90'ından fazlasını temsil eden 43
ülkeye odaklanıyor.
Bill
Gates, tarımsal gıda işi yapan şirketlerin ihtiyaçlarıyla ve tedarik
zincirleriyle örtüşen, kimyasalların yoğun olarak kullanılmasını öngören bir
tarım modelini teşvik ettiği koşullarda, özellikle Birleşik Krallık ve ABD'de
hasta sayıları hızla artıyor.
Buna
karşın hâkim dil, “yaşam tarzı seçimlerinden” kaynaklandığı söylenen
rahatsızlıklar ve koşullar konusunda bireyleri suçluyor. Ancak Monsanto'nun
Alman sahibi Bayer, Roundup isimli yabani bitki ilâcına maruz kalmanın,
kendilerinin veya sevdiklerinin Hodgkin harici lenf kanserine yakalanmalarına
sebep olduğunu ve Monsanto'nun riskleri örtbas ettiğini iddia ederek 40.000'den
fazla kişinin Monsanto'ya dava açtığını doğruladı.
Her
yıl, yeni kanser hastalarının sayısında istikrarlı bir artış gözlemleniyor. Öte
yandan aynı kanser türünden ölenlerin sayısı da artıyor. Geliştirilen hiçbir
tedavi, sayılarda herhangi bir değişikliğe yol açmıyor. Bu tedaviler, ilâç
şirketlerinin kârını en üst düzeye çıkarırken, zirai kimyasalların etkileri, hastalıkla
ilgili hâkim anlayışın gündemine bile girmiyor.
Gates
Vakfı, hegemonik stratejisinin bir parçası olarak, küresel gıda güvenliğini
sağlayıp, sağlık ve beslenmeyi optimize etmek istediğini söylüyor. Ancak, onları
üreten firmaların çıkarlarını desteklemeye devam ederken, zirai kimyasalların
sağlığa zararlı etkilerini görmezden geliyor.
Peki
Gates, zirai ekolojik yaklaşımları neden desteklemiyor? Çeşitli BM raporları,
adil küresel gıda güvenliğini sağlamak için zirai ekolojiyi savunuyor. Bu,
küçük ölçekli tarımı hem ayakta tutacak hem de onun Batı’nın tarım sahasına
akan sermayesi karşısında bağımsız kalmasını sağlayacak bir yöntem aslında.
İşte tam da bu özelliği, Gates'in desteklediği şirketlerin temel amaçlarına
ters düşüyor. Bu şirketlerin geliştirdikleri modeller, esasen küçük köylüyü
mülksüzleştirmeyi, ayrıca piyasayı şirketlerin ürettikleri ürünlere bağımlı
kılmayı amaçlıyor.
Ülkeler
onlarca yıldır şirketlerin dayattığı model önünde diz çöktürülüyorlar. Model,
temelde Dünya Bankası ve IMF’nin “yapısal ayarlama” amaçlı talimatları ve
dolarla geri ödeme zorunluluğu ile birlikte döviz elde etmek adına tek ürünlü
ihracatı esas alıyor. Ayrıca model, gıda üretimine katkı sunan köylülerin
yerlerinden edilmesi, Batılı tarımsal gıda oligopollerinin güçlenmesi ve birçok
ülkenin gıdada kendi kendine yeterlilikten gıda açığı alanlarına dönüşmesi ile sonuçlanıyor.
Gates,
Batı’nın Afrika tarımına akıttığı sermayeyi “gıda güvenliği” kisvesi ardında
güçlenmesine katkı sunuyor. 1960'larda dekolonizasyon sırasında Afrika'nın
sadece gıdada
kendi kendine yeterli olmadığı, aynı zamanda 1966-70 yılları arasında yılda
ortalama 1,3 milyon ton ihracatla net bir gıda ihracatçısı olduğu gerçeğini
görmezden gelmek, Gates’in tabii ki işine geliyor.
Afrika’nın
neredeyse tüm ülkeleri şu anda gıda ithalatçısı hâline gelmiş durumda. Kıta,
ayrıca yiyeceğinin dörtte birini ithal ediyor. Aynı şekilde, dünya ölçeğine
baktığımızda şunu görüyoruz: gelişmekte olan ülkeler, yetmişlerde yıllık bir
milyar dolarlık fazla üretirken, 2004'te yılda 11 milyar ABD doları değerinde
ürün ithal ettiler.
Gates
Vakfı, şirketlerin hâkimiyetindeki endüstriyel çiftçilik sistemini ve dünya
genelinde hâkim olan fosil yakıtlara bağımlı neoliberal rejimini güçlendirecek
adımları destekliyor. Bu rejim, doğası gereği adaletsiz olan ticaret
politikalarını, nüfusun yer değiştirmesini ve (Gates'in bir zamanlar mecazi bir
ifadeyle “topraktaki hareketlilik” dediği) topraksızlaştırmayı, metalaştırılmış
tek ürüne dayalı ziraatı, topraktaki ve çevredeki bozulmayı, hastalıkları,
besin değeri düşük yemekleri, gıda ürünü çeşidinin azaltılmasını, susuzluğu,
kirlenmeyi ve biyolojik çeşitliliğin yok olmasını içeren süreci hem besliyor
hem de o süreç sayesinde ayakta kalıyor.
Yeşil
Devrim
Aynı
zamanda Gates, şirketlerin çıkarlarının bilgiyi ele geçirmesine ve
metalaştırmasına yardımcı oluyor. 2003'ten bu yana, CGIAR ve 15 merkezi, Gates
Vakfı'ndan 720 milyon dolardan fazla para aldı. Haziran 2016 tarihli bir makalesinde Vandana Şiva, merkezlerin
araştırma ve tohumların şirketlere transferini hızlandırdıklarını, fikri
mülkiyet korsanlığının yanında, fikri mülkiyet yasaları ve tohum
düzenlemeleriyle oluşturulan tohum tekellerinin önünü açtığını belirtiyor.
Gates
ayrıca, genom haritalama yoluyla tohum koleksiyonları üzerinde patent almaya
yönelik küresel bir girişim olan, ürün çeşitliliğini korumayı amaçladığını
söyleyen Diversity Seek [“Çeşitlilik Arayışı”] isimli ağı da finanse
ediyor. Bugün kamuya ait tohum bankalarında yedi milyon ürün bulunuyor. Bu
sayede beş şirket, söz konusu çeşitliliğe sahip olma imkânı buluyor.
Şiva
şunu söylüyor:
“DivSeek, köylüden alınıp gen
bankalarına konulan tohum çeşitliliğine ait genetik verileri haritalamak için
2015 yılında başlatılan küresel bir projedir. Köylülerin tohumlarını ve
bilgilerini, tohumun bütünlüğünü ve çeşitliliğini, evrimsel tarihini, toprakla
bağlantısını çalıyor ve onu basit bir 'kod'a indirgiyor. Bu anlamda DivSeek, müşterekleri
‘denetimi altına almak’ amacıyla tohumlarla alakalı verileri ele geçirmek için
uygulamaya konulmuş bir projedir.”
Şiva’ya
göre, bu çeşitliliği geliştiren köylülerin DivSeek'te yeri yok. Onların
ürettiği bilgiye el konuluyor, ama köylüler kabul görmüyor, onurlandırılmıyor.
Müşterek genetik miras, şirketlerin çıkarları adına çitleniyor.
Tohum,
10.000 yıldır tarımın merkezinde yer alıyor. Çiftçiler binlerce yıldır tohum
biriktiriyor, değiştiriyor ve geliştiriyorlar. Tohumlar nesilden nesle aktarıldılar.
Köylüler, hep tohumları, bilgiyi ve toprağı korudular.
Ama
sonra, yirminci yüzyılda şirketler bu tohumları aldı, melezleştirdi, genetiğini değiştirdi,
patentini aldı ve kimyasal ürünlerin kullanıldığı, tek tür ürünün
yetiştirildiği tarımsal faaliyetlerin emrine verdiler.
Yereldeki
halkın tarımsal faaliyetleri marjinalleştirildi, buradan da söz konusu
şirketlere hizmet edildi, ayrıca köylülerin elindeki geleneksel tohumları
geliştirmelerine, paylaşmalarına veya yeniden ekmelerine mani olan, fikri
mülkiyet ve yetiştirici hakları ile ilgili bir dizi anlaşma metni hazırlanıp
ülkelere dayatıldı. Bu sürecin başladığı günden beri binlerce tohum çeşidi
kayboldu, neticede şirketlerin elindeki tohumlar zamanla tarıma hâkim oldu.
BM
Gıda ve Tarım Örgütü, dünya genelinde insanlar tarafından tüketilen tüm bitki
bazlı gıdaların %90'ını sadece yirmi bitki türünün oluşturduğunu söylüyor. Küresel
gıda sisteminin bu dar genetik temeli, gıda güvenliğini ciddi bir risk altına
sokuyor.
Çiftçileri
yerel tohumları kullanmaktan uzaklaştırmak ve şirketlere ait tohumları
ekmelerini sağlamak için hükümetler, tohum şirketleri adına, tohum belgelendirme
ile ilgili kurallar ve yasalar hazırlıyorlar. Kosta Rika'da yaşanan, tohum
üzerindeki kısıtlamaları kaldırma savaşı, ülkenin tohumdaki biyolojik
çeşitlilikle ilgili yasalara aykırı olmasına rağmen ABD ile imzalanan serbest
ticaret anlaşmasıyla birlikte kaybedildi.
Brezilya'daki
tohum yasaları, nesiller boyunca ülke toprağına uygun hâle gelmiş tüm yerli
tohumları etkin bir şekilde marjinalleştiren, tohumların şirketlerin
mülkiyetinde olmasına izin veren bir rejim meydana getirdi. Bu rejim,
çiftçilerin kendi tohumlarını kullanmalarını veya yetiştirmelerini engellemeye
çalıştı.
Bu,
aslında tohumu özelleştirme girişimiydi. Ortak mirasa ait olan bir şey,
özelleştiriliyordu. Daha sonra sahiplik iddiasında bulunan şirketler, bitkisel
gen kaynaklarında “ince ayar” yaptıkları (aslında çaldıkları) tohumlarda mündemiç olan
bilgiyi özelleştirip temellük ettiler.
Tohumlar
üzerindeki şirket kontrolü, aynı zamanda toplulukların ve geleneklerinin
hayatta kalmasına yönelik bir saldırı. Tohumlar kimliğin ayrılmaz bir parçası,
çünkü köy topluluklarında insanların yaşamları binlerce yıldır ekim, hasat,
tohum, toprak ve mevsimlere bağlı.
Bu,
hem biyolojik çeşitliliğe ve dünyanın her yerinde gördüğümüz gibi toprak, su,
gıda, beslenme ve sağlığın bütünlüğüne, ayrıca güçlü ulusötesi
şirketler eliyle sıklıkla yozlaştırılan uluslararası kurumların, hükümetlerin
ve yetkililerin onuruna yönelik bir saldırı.
Piyasada
yalnızca “sabit”, “tek tip” ve “yeni” tohumlara (yani şirket tohumlarına) izin
vererek geleneksel tohumları ortadan kaldırmak için tasarlanmış yönetmelikler
ve “tohum belgelendirme” yasaları, genellikle endüstri adına yürürlüğe konulurlar.
Sadece “mevzuata uygun” tohumlara izin verilir ve bu tohumlar, kayıtlı, aynı
zamanda belgelidir. Bu sayede şirketlerin emriyle yerli çiftçilik uygulamaları
ortadan kaldırılır.
Hükümetler,
tarım işletmeciliği holdinglerinin taleplerine uymak ve tedarik zincirlerine
uyum sağlamak için ülkelerinin verili ölçeği ile çelişen ticaret anlaşmaları, boğaza
kement gibi dolanan krediler ve şirket destekli tohum rejimleri üzerinden muazzam
bir baskı altındadırlar.
Bugün
nasıl oluyorsa Gates Vakfı sağlıktan bahsediyor, ancak savunduğu zirai
kimyasallar, çok büyük hasara neden olan, yüksek oranda sübvanse edilen ve zehirli
bir tarım biçiminin piyasaya sürülmesinin önünü açıyor. Vakıf, yoksulluğu ve
yetersiz beslenmeyi azaltmaktan ve gıda güvensizliğiyle mücadele etmekten
bahsediyor, ancak gıda güvensizliğini, nüfusun yerinden edilmesini, toprak
gaspını, müştereklerin özelleştirilmesini, savunmasız ve marjinal kesimlerin
aldıkları desteği ortadan kaldıran neoliberal politikaları sürdürmekten sorumlu
olan, doğası gereği adaletsiz bir küresel gıda rejimine arka çıkıyor.
Bill
Gates'in “hayırseverliği”, rıza imal etmek, siyasetçileri satın almak veya
onları kendi safına katmak için çabalayan, böylece hâkim iktidar yapılarına
meydan okuyacak, bu gündeme engel olarak hareket edecek radikal bir tarımsal
değişime mani olan ve onu marjinalleştiren neoliberal ajandanın bir parçasıdır.
Gates
ve şürekasının yürüttüğü faaliyetler, emperyalizmin hegemonik ve
mülksüzleştirici stratejilerinin bir parçasıdır. Bu, gıda üreten bir köylülüğün
yerinden edilmesini ve tarımda kalanların Batılı tarım sermayesinin egemen
olduğu küresel dağıtım ve tedarik zincirlerinin ihtiyaçlarına boyun
eğdirilmesini içeriyor.
Bugünse
“iklim acil durumu” kavramı altında, Gates ve diğerleri, dünyanın tümünde
uygulanacak hassas tarım ambalajı ile pazarlanan, gen düzenleme, veri güdümlü
çiftçilik, bulut tabanlı hizmetler, laboratuvar tarafından oluşturulan “gıda”,
tekelci e-ticarete dayalı perakende satış ve ticaret platformları gibi son
teknolojileri teşvik ediyorlar.
Ancak
bu, yarım asır veya daha fazla süredir olup bitenlerin sadece bir devamıdır.
Yeşil
Devrim'den bu yana, Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu yanında ABD’li
tarım işletmeleri ve finans kurumları da çiftçilere ve ulus devletlere şirket
tohumlarını ve tescil ettirdikleri ürünleri satmaya, ayrıca onlara, kimyasal ürünlerin
yoğun olarak kullanıldığı tarımın ihtiyaç duyduğu tarımsal altyapı türünü inşa
etsinler diye krediler vermeye çalışıyorlar.
Monsanto-Bayer
ve diğer tarım işletmelerinin doksanlardan beri tek derdi, genetiği
değiştirilmiş tohumları piyasaya sürmek suretiyle çiftçileri şirketlere
bağımlılığını daha da artırıp, küresel tarım üzerindeki hâkimiyetlerini güçlendirmek.
Vandana
Şiva, “Tohumunu Geri Al” başlıklı raporunda şunları söylüyor:
“Seksenlerde kimya
şirketleri, genetik mühendisliğine ve tohumların patentlenmesine aşırı kâr
getirecek yeni kaynaklar olarak bakmaya başladılar. Kamuya ait gen
bankalarından çiftçiye ait tohum çeşitlerini aldılar, geleneksel ıslah veya
genetik mühendisliği yoluyla bu tohumlarla oynadılar, gidip bir de ortaya çıkan
ürünün patentini aldılar.”
Şiva,
Yeşil Devrim ve tohum sömürgeciliğinin yanında, bir de çiftçilerin elindeki
tohumların ve bilginin çalınmasından söz ediyor. Dediğine göre, sadece
Meksika'daki çiftçilerden 768.576 adet tohum alınmış:
“[…] çiftçilerin
yaratıcılıklarını ve ürün yetiştirmeyle ilgili bilgilerini bugüne taşımış olan
tohumları aldılar. Esasında tohum sömürgeciliğini medenileştirme misyonunun bir
parçası olduğunu düşünenler, çiftçilerin ‘ilkel’, yetiştirdikleri ürün
türlerinin ‘düşük seviye’ ve ‘az mahsul veren’ ürünler olduklarını, onların
yerini kimyasallarla yetiştirilmiş ‘modern’ ve ‘gelişkin’ türlerin alması
gerektiğini, bu üstün tohumların da ancak üstün ırka mensup yetiştiricilerce
ekilebileceğini söylüyorlar.”
Oysa
ilginç olan şu ki Yeşil Devrim'den önce alınan mahsullerin büyük bir kısmı,
kalori başına düşen besin miktarı açısından daha zengin. Her insanın gün içerisinde tüketmesi
gereken tahıl miktarının artmasının sebebi bu aslında. Örneğin darıdaki demir
içeriği pirincinkinin dört katı. Yulaf, buğdaydan dört kat daha fazla çinko içeriyor.
Sonuç olarak, 1961-2011 yılları arasında dünyada doğrudan tüketilen tahılların
protein içeriği yüzde 4, çinko içeriği yüzde 5, demir içeriği ise yüzde 19
oranında azalmış.
Girdi
maliyeti yüksek, kimyasalları bol miktarda kullanan Yeşil Devrim modeli, tek
türlü tarımın (monokültür) yaygınlaşmasına neden oldu, bu da tükettiğimiz ürün
çeşitliliğini azalttı, besin miktarı düşük gıdaların
tüketimi ise arttı. Uzun vadede ise toprak bozuldu,
mineraller azaldı, bu da neticede insan sağlığını olumsuz etkiledi.
2010
yılında International Journal of Environmental and Rural Development’ta [“Uluslararası
Çevre ve Kırsal Kalkınma Dergisi”] yayımlanan “Zirai Sistemlerde Çinko
Eksikliği” başlıklı makalenin yazarları, yaptığımız tespiti pekiştiren şeyler söylüyorlar:
“Yeşil Devrim tarafından
desteklenen ürün yetiştirme sistemleri, gıda ve mahsul çeşitliliğinin, bunun
yanı sıra, vücudun ihtiyaç duyduğu, az miktarda alınması gereken vitamin ve
mineral türünden mikro besinlerin mevcudiyetinin azalmasına neden oldu. Mikro
besinlerin yeterince alınmaması sorunu, birçok gelişmekte olan ülkede kanser,
kalp hastalıkları, felç, diyabet ve osteoporoz gibi hastalıkların artmasına yol
açıyor. Mikro besin eksikliği, dünya üzerinde üç milyardan fazla insanı
etkileyen bir mesele. Mineral gübrelerin dengesiz kullanımı ve organik gübre
kullanımının azalması, tek tip ürün yetiştiren bölgelerde görülen besin
eksikliğinin başlıca nedenleridir.”
Yazarlar,
topraktaki mikro besin eksikliği ile insan beslenmesi arasındaki bağlantının
giderek daha önemli kabul edildiğini söylüyorlar:
"Tarımda yoğunlaşma,
ekinlere doğru artan bir besin akışına ve daha fazla besin alımına ihtiyaç
duyar. Şimdiye kadar mikro besin eksikliği, çoğunlukla toprak ve daha az ölçüde
bitki sorunu olarak ele alındı. Günümüzde insanlarda görülen bir beslenme
sorunu olarak da ele alınıyor. Topraklar ve gıda sistemleri, mikro besin eksikliğinden
giderek daha çok etkileniyorlar, bu da mahsul üretiminin azalmasına, yetersiz
beslenmeye, ayrıca insanlarda ve bitkilerde hastalıklara yol açıyor.”
Örneğin
Hindistan, çeşitli temel gıda maddelerinde artık kendi kendine yeterli olsa da,
bu gıda maddelerinin çoğu yüksek kalorili ama düşük besinlidir, bu durum ise
besin açısından farklı değerlere sahip ürünleri yetiştiren sistemin ortadan
kalkmasına, toprağın besin maddelerinden arınmasına neden oldu. 1974 yılında
vefat eden ünlü ziraat mühendisi William Albrecht’in
sağlıklı topraklar ve sağlıklı insanlar üzerine yaptığı, asla göz ardı edilmemesi
gereken çalışmaları bu konuda çok şey söylemektedir.
Bu
bağlamda, Hindistan’da ikamet eden botanikçi Stuart Newton, Hindistan'daki
tarımsal üretkenliğe verilecek cevabın, tekeller tarafından teşvik edilen kimyasala
bağımlı, genetiği değiştirilmiş ürünler olmadığını söylüyor: Hindistan, yoksullaşmış,
saldırıya uğramış topraklarını eski hâline döndürüp, onları beslemeli, hem
insan hem de hayvan sağlığını tehlikeye atan, o şüpheli kimyasalları aşırı
kullanarak, toprağa zarar vermemelidir.
Hindistan
Tarımsal Araştırmalar Konseyi, toprağın besin maddeleri ve verimlilik açısından
yetersiz hâle geldiğini söylüyor. Ülke, gübre, böcek ilâcı ve zirai ilâçların tedbirsiz
ve aşırı kullanımı sonucu yaşanan toprak erozyonu nedeniyle her yıl 5,334
milyon ton toprak kaybediyor.
Bu
zararlı etkilerin ve kimyasala bağımlı ürünlerin sağlıkla ilgili sonuçları ortaya
koyması yanında (bu konuda bkz.: Dr. Rosemary Mason’ın raporu)
Glenn Stone’un 2019 tarihli “Yeni Yeşil Devrim Hikâyeleri” isimli makalesi, Yeşil Devrim’in üretkenliği
artırdığı iddiasını çürütürken, Vandana Şiva’nın 1989 tarihli “Yeşil Devrim’in
Şiddeti” isimli çalışması,
başka konular yanında, bu devrimin Pencap’taki köylüler üzerinde yarattığı
olumsuz etkileri ortaya koyuyor. Baskar Save’nin 2006’da Hintli yetkililere
yazdığı açık mektupsa ekolojik tahrifatı ele alıyor.
Yerinde
ve anlamlı bir ölçüt sunan Experimental Biology and Agricultural Sciences
[“Deneysel Biyoloji ve Tarım Bilimleri”] dergisinin Ocak 2019 tarihli sayısında
yayımlanan “Yerli Buğday Türündeki Besin Özelliklerinin Belirlenmesi” başlıklı makalede yazarlar, Hindistan'daki yerli
buğday çeşitlerinin Yeşil Devrim’in ürettiği çeşitlerden daha yüksek besin
içeriğine sahip olduğunu belirtiyorlar. Profesör Glenn Stone ise Yeşil
Devrim'in aslında sadece Hintlilerin sofralarına daha fazla buğday ürününün
taşınmasını sağlama, diğer gıda ürünlerini çıkartma noktasında "başarılı"
olduğunu söylüyor. Stone ayrıca, Yeşil Devrim’de kişi başına düşen gıda
verimliliğinin hiçbir artış göstermediğini, hatta fiilen azaldığını savunuyor.
Hibrit
tohumların ve ilgili kimyasal girdilerin daha yüksek üretkenlik temelinde gıda
güvenliğini artıracağı vaadiyle pazarlanan Yeşil Devrim, birçok bölgede tarımı
dönüştürdü. Ancak Şiva’nın belirttiği gibi, Pencap gibi yerlerde tohum ve
kimyasallara erişmek için çiftçilerin kredi almak zorunda kalıyorlar, bu borçsa
sürekli bir endişe kaynağı hâline geliyor. Bu köylülerin büyük bir kısmı süreç
içerisinde yoksullaştı ve köy topluluklardaki sosyal ilişkiler kökten değişti:
önceden çiftçiler tohum biriktirir ve takas ederdi, ancak şimdi vicdansız
tefecilere, bankalara ve tohum üreticilerine ve tedarikçilerine bağımlı hâle
geldiler. Şiva kitabında, Yeşil Devrim'den kaynaklanan toplumsal
marjinalleşmeyi, şiddeti ve bu şiddetin etkilerini anlatıyor.
Bu
noktada ayrıca Baskar Save'nin kıymetli değerlendirmelerini de anmak gerek.
Save’ye göre, Yeşil Devrim dayatmasının asıl nedeni, devletin ve bir avuç
işkolunun Hint nüfusunun büyük bir kısmını teşkil eden köylülerin uzun zamandır
istifade ettikleri besin açısından yeterli ve çeşitlilik açısından zengin
ürünlerin yetiştirildiği tarımsal faaliyetin ortadan kaldırılıp, kentlerin ve
sanayinin büyümesini sağlamayı, bu amaç doğrultusunda daha dayanıklı, ama az
sayıda tahıl türünün piyasadaki ağırlığının artırılmak istenmesi.
Önceleri
Hintli çiftçiler, büyük ölçüde kendilerine yetecek kadar ürün topluyor, hatta
daha fazla ürün çeşidini yetiştirdikten sonra ellerinde epey mahsul kalıyordu.
Ömrü az olan bu ürünlerin kentlerdeki pazarlara taşınmasında güçlükler
yaşanıyordu. Bu nedenle çiftçiler, satın alınacak girdilere pek ihtiyaç
duymayan geleneksel çok-türlü tarım yerine, buğday, pirinç veya şeker gibi para
getiren birkaç ürünü tek türlü tarım dâhilinde yetiştirmeye başladılar.
Neticede
uzun boylu, yerli tahıl çeşitleri daha fazla biyokütle sağladılar, toprağı
güneşten korudular ve şiddetli muson yağmurları altında toprağın erozyon
karşısında direnmesine katkı sundular, ancak zamanla bunların yerini cüce
çeşitler aldı, bu da yabani otların daha güçlü bir biçimde büyümesine yol açtı
ve bodur ürünler, yabani otlarla güneş ışığı konusunda rekabet etmek zorunda
kaldı.
Sonuç
olarak çiftçi, otları ayıklamak veya herbisitleri kullanmak zorunda kaldığı
için daha fazla emek ve para harcadı. Ayrıca, cüce tahıl türleri ile birlikte
saman miktarı azaldı. Toprağın yeniden verimli kılınabilmesi noktasında gerekli
organik madde azaldığı için dışarıdan temin edilen girdilere yönelik ihtiyaç
arttı. Bu da kaçınılmaz olarak çiftçilerin kimyasalları daha fazla kullanmasına
neden oldu, sonuçta toprak bozuldu, erozyon hızlandı.
Kimyasal
gübrelerle yetiştirilen egzotik türler, “zararlılara ve hastalıklara” karşı
daha duyarlıydı ve bu da daha fazla kimyasalın dökülmesine yol açtı. Ancak
saldırıya uğrayan böcek türleri direnç geliştirdi ve hızla çoğaldı. Bu
böceklerle beslenen ve popülasyonlarını kontrol eden örümcek ve kurbağa gibi
canlı türleri yok edildi. Solucanlar ve arılar gibi birçok faydalı tür de bu
kervana katıldı.
Baskar
Save, Hindistan'ın Latin Amerika'dan sonra dünyanın en fazla yağış alan bölge
olduğunu söylüyor. Kalın bitki örtüsünün zemini kapladığı yerlerde, toprak
canlıdır ve gözeneklidir, dolayısıyla yağmurun en az yarısı toprak ve toprak
altı tabakalarında depolanır.
Sonra
yağmurun önemli bir kısmı akiferleri veya yeraltı suyu tablalarını yeniden
doldurmak için daha derine sızar. Canlı toprak ve altındaki akiferler böylece
devasa, hazır rezervuarlar olarak hizmet görürler. Elli yıl önce Hindistan'ın
çoğu bölgesinde, yağmurların dinmesinden çok sonra, tüm yıl boyunca yeterli
tatlı su bulunurdu. Ancak ormanların kesilmesiyle toprağın yağmuru emme
kapasitesi büyük ölçüde düştü. Dereler ve kuyular kurudu.
Yeraltı
suyunun yenilenme hızı ve miktarı azaldı, çıkartılan su miktarı arttı. Hindistan,
şu anda her gün 1950'de olduğundan 20 kat daha fazla yeraltı suyu çıkartıyor.
Ancak Hindistan’da çoğunluğu köylerde elle çekilen veya elle pompalanan suyla
yaşayan, yalnızca yağmurun beslediği toprağı işleyen halk, yüzlerce yıldır
olduğu gibi bugün de aynı miktarda yüzey suyunu kullanmaya devam ediyor.
Hindistan'ın
su tüketiminin %80'den fazlası sulama amaçlıdır, suda en büyük paysa, kimyasallarla,
piyasa için yetiştirilen ürünlere tahsis edilmiştir. Örneğin, kimyasal
katkısıyla yetiştirilen dört dönüm şeker kamışı, 100 dönüm darıya yetecek suya
ihtiyaç duyar. Suyu şeker fabrikaları da çok büyük miktarlarda tüketmektedir.
Yetiştirmeden
işlemeye kadar her bir kilo rafine şeker, iki ila üç ton suya ihtiyaç duyar.
Baskar Save, bunun geleneksel, organik yolla yaklaşık 150 ila 200 kg besleyici ak
darı veya bajra (yerli darı) yetiştirmek için kullanılabileceğini söylüyor:
“Bu ülkede 150'den fazla
tarım üniversitesi var. Ancak her yıl, her biri yalnızca çiftçileri yanlış
yönlendirmek ve doğadaki yıkım sürecinin fiili alanını genişletmek için
eğitilmiş yüzlerce ‘eğitimli’ işsiz üretiyor. Bir öğrencinin tarım alanında
yüksek lisans yapmak için harcadığı altı yılın tamamında tek hedef, kısa vadeli
ve dar anlamda ele alınan ‘verimlilik’ meselesidir. Bunun için çiftçinin yüz
tane şey yapması ve satın alması isteniyor. Ancak toprak, gelecek nesillere ve
öteki mahlukata bozulmadan miras kalması için bir çiftçinin neleri kesinlikle
yapmaması gerektiği konusuna kimse kafa yormuyor. Halkımızın ve hükümetimizin,
kurumlarımız tarafından desteklenen, endüstrinin yön verdiği bu çiftçilik
yönteminin doğası gereği suç ve intihara meyilli olduğunun farkına varmasının
zamanı geldi!”
Yeşil
Devrim'in çevreyi tahrip eden etkilere yol açtığı, son derece verimli olan ve
eskiden beri uygulana gelen, düşük girdili tarımın ve bu tarımsal faaliyetin
zaten sağlam olan temelini alttan alta oyduğu, köylüleri yerinden yurdundan
ettiği, toplumlara, beslenme süreçlerine, sağlığa ve bölgesel gıda güvenliğine
ciddi zararlar verdiği gerçeğini artık daha fazla insan idrak ediyor.
Bu
yöntemin getirisi çok olsa bile şu soruyu sormamız gerekiyor: yerel gıda
güvenliği, dönüm başına düşen toplam besin, su seviyeleri, toprak yapısı, yeni
zararlılar ve hastalıkların yol açacağı baskılar açısından üretilen emtianın
artan miktarı, ne tür bir maliyete yol açtı?
II. Bölüm
Genetik Mühendisliği
Değer İhrazı ve Piyasaya Bağımlılık
Genellikle
“Yeşil Devrim 2.0” olarak tanımlanan, genetiği değiştirilmiş ürünlere gelince,
bunlar da verilen sözleri yerine getiremedi ve ilk versiyon gibi, çoğu zaman
yıkıcı sonuçlar doğurdu.
Ne
olursa olsun, endüstri ve onun iyi finanse edilmiş lobicileri ve satın alınmış
kariyerist bilim insanları, genetiği değiştirilmiş ürünlerin muhteşem bir
başarı olduğu ve dünyanın genel bir gıda kıtlığından kaçınmak için daha
fazlasına ihtiyacı olduğu fikrini tekrar tekrar dillendirmeye devam ediyorlar.
“Dünyayı beslemek için GDO'lu ürünler lazım”, esasında her fırsatta ortaya
atılan, oldukça yıpranmış bir endüstri sloganı. Genetiği değiştirilmiş
ürünlerin muazzam bir başarı olduğu iddiası gibi, bu da bir efsaneye dayanıyor.
Küresel
gıda sıkıntısı diye bir şey yok. Dr. Jonathan Latham “Gıda Krizi Efsanesi”
isimli makalesinde gelecekte en makul senaryo dâhilinde bile dünyada bir gıda
sıkıntısı yaşanmayacağı iddiasını kanıtlarıyla birlikte aktarıyor.
Bu
tür yayınlara karşın, bugün genlerin olağan kalıtım kurallarına uymamalarını
sağlamak adına değiştirilmesini ifade eden gen sürücüsü ve genetik kurgulama teknikleri
geliştiren endüstri, bu yöntemlere dayanan ticari ürünlerin kontrolsüz bir
biçimde piyasaya sokulmasının yollarını arıyor.
Endüstri,
genetik kurgulama tekniği ile oluşturulan bitki, hayvan ve mikroorganizmaların
güvenlik kontrollerine, takip işlemine veya tüketici etiketlemesi işlemine tabi
tutulmasını istemiyor. Bu tekniklerin ortaya çıkardığı gerçek tehlikeler göz
önüne alındığında, bu, gayet endişe verici bir yaklaşım.
Karşımızda,
aslında yeni bir şişe içerisinde takdim edilmiş eskinin GDO’lu şarabı var.
Gelgelelim,
STK’lardan, çiftçi örgütlerinden ve sektör temsilcilerinden oluşan 162 kuruluş
bu gidişata teslim olmadı. Bu kuruluşlar, Avrupa Komisyonu Başkan Yardımcısı
Frans Timmermans'tan yeni genetik mühendisliği tekniklerinin Avrupa Birliği’nde
geçerli GDO standartları uyarınca düzenlenmeye devam etmesi konusunda güvence
vermesini istediler.
Bu
koalisyon, yeni tekniklerin, yeni toksinlerin veya alerjenlerin üretilmesine
veya antibiyotik direnç genlerinin transferine neden olabilecek bir dizi
istenmeyen genetik modifikasyona neden olabileceğini savunuyor. Açık mektup
ayrıca, amaçlanan değişikliklerin bile gıda güvenliği, çevre veya hayvan refahı
ile ilgili endişeleri artırabilecek özelliklerle sonuçlanabileceğini söylüyor.
Avrupa
Adalet Divanı, 2018'de yeni genetik modifikasyon teknikleriyle elde edilen
organizmaların AB'nin mevcut GDO yasaları kapsamında düzenlenmesi gerektiğine
hükmetti. Bununla birlikte, bugün Gates Vakfı tarafından mali olarak desteklenen biyoteknoloji endüstrisi,
düzenleyici kurumların gücünü kırmak için yoğun bir lobi faaliyeti yürütüyor.
Koalisyon,
çeşitli bilimsel yayınların, genetiği değiştiren yeni teknikleri
geliştirenlerin doğada meydana gelenlerden çok farklı olabilecek önemli genetik
değişiklikler yapmasına izin verdiğini gösterdiğini belirtiyor. Bu yeni GDO’lu
ürünler, eskinin GDO’lu ürünlerine benziyor veya onlardan daha büyük riskler barındırıyor.
Bu
endişelere ek olarak, Çinli bilim insanlarının “Herbisit Direnci: Bitkilerde
Gen Kurgulaması İçin Önemli Olan Başka Bir Tarımsal Özellik” başlıklı makalesi, GDO destekçilerinin gen kurgulama
pratiklerinin iklim dostu olacağı ve pestisit kullanımını azaltacağı yönündeki
iddialarına rağmen, eskiye göre hiçbir şeyin değişmeyeceğini, genetiği
değiştirilmiş herbisitlere toleranslı ürünlerin gündeme geleceğini ve herbisit
kullanımının artacağını söylüyor.
Endüstri,
yeni tekniklerinin denetimsiz olmasını, böylece genetiği değiştirilmiş ürünlerin
daha hızlı geliştirilmesini, bunların daha kârlı olmasını ve bu özelliğinin
ürünler dükkânlardan ve marketlerden satın alınırken gizlenmesini istiyor. Aynı
zamanda çiftçiler, maliyeti yüksek herbisitleri sürekli kullanmaya
zorlanacaklar.
Düzenlemeden
kaçmanın yanı sıra, ekonomik, sosyal, çevresel ve sağlıkla alakalı etkilerin
değerlendirilmesinden imtina eden endüstriyi asıl motive edenin, her şeyden
önce değer ihrazı, kâr ve demokratik hesap verebilirliğe dönük nefret olduğu
açık biçimde görülüyor.
Hindistan'da
Bt pamuk
Endüstrinin
bu yönü en net biçimde, Hindistan'da (bu ülkede resmi olarak onaylanmış tek
GDO'lu ürün olan) Bt pamuğun piyasaya sürülmesinde kendisini ele veriyor.
Pamuğa zararlı böcekleri öldürsünler diye bir bakterinin ürüne aşılanmasıyla
elde edilen Bt pamuk, Monsanto şirketinin kârına kâr katıyor, ama öte yandan da
Hindistan'daki çok sayıda küçük üretimle meşgul olan, kıyıya köşeye atılmış
yoksul köylüyü bağımlı kılıyor, sıkıntıya sokuyor, üstelik ona zirai açıdan
zerre fayda sunmuyor. Prof A. P. Gutierrez, Bt pamuğun bu çiftçilerin
boyunlarına şirketin kemendini geçirdiğini söylüyor. Monsanto, bu pamukla çiftçilerin
sırtından yüz milyonlarca dolar kâr elde ettiği koşullarda, endüstri tarafından
finanse edilen bilim insanlarına, Hindistan'da Bt pamuğun piyasaya sürülmesinin
köylülerin koşullarını iyileştirdiği sakızını çiğnemek düşüyor.
24
Ağustos 2020'de, internet üzerinden, Kaliforniya Üniversitesi Berkeley Kampüsü
Doğal Kaynaklar Koleji'nde kıdemli emekli profesör Andrew Paul Gutierrez,
Hindistan'daki Pamuk Araştırmaları Merkez Enstitüsü eski direktörü Kişav Kranti,
Birleşmiş Milletler’e bağlı Gıda ve Tarım Örgütü’nün eski Hindistan temsilcisi Peter
Kenmore ve Dünya Gıda Ödülü Sahibi Hans Herren’in katıldığı bir seminer
düzenlendi.
O
seminerde Dr Herren, "Bt pamuktaki başarısızlığın", bitki koruma
konusundaki sağlıksız bir bilimin ve tarımsal gelişmenin hatalı yönünün nelere
yol açabileceğinin klasik bir temsili olduğunu söyledi:
“Hindistan'daki melez Bt
teknolojisi, bu ülkede gerçek çözümlerin uygulanmamasına ve reddedilmesine
neden oldu. Gerçek çözümse Hindistan’a has saf pamuk türleri ve Amerikan pamuk
türleri içerisinden bir türün alınıp genetiği değiştirilmeden, bakteri
aşılanmadan, kısa sezon içerisinde yoğun bir biçimde ekilmesinde aranmalıydı.”
Dr.
Herren’in seminerde ayrıca, asıl lazım gelenin, tarımın ve gıda sisteminin
dönüştürülmesi olduğunu, bu dönüşümün de yenileyici, organik, biyolojik açıdan dinamik
ve kalıcı tarımı, ayrıca doğal çiftçilik uygulamalarını içeren zirai ekolojiye
geçişi şart koştuğunu söyledi.
Dr.
Kenmore ise Bt pamuğun eski bir haşere kontrol teknolojisi olduğunu söyledi:
"Bt pamuk, aslında arsenikten
DDT'ye, BHC'den endosülfana, monokrotofosa, karbarilden imidaklopride kadar birçok
böcek ilâcı molekülü türünün yürüdüğü yolu izliyor. Kurum içi araştırmalarda
amaç, her molekülün piyasaya sürülmeden ve tanıtılmadan önce biyokimyasal,
yasal ve ticari olarak paketlenmesidir. Şirketler ve devlet kurumları, sonrasında
mahsulde artış talep ederler, ama bu, haşereyi azaltmaz, başka haşere
türlerinin ortaya çıkmasına neden olur, onlara karşı ürünün direnci azalır.”
Tekrarlayan
kriz döngüleri, devletin harekete geçmesine neden oldu, sonuçta da zirai
ekolojiyi temel alan stratejilerin yerelliğe uyarlanmasını sağlayacak ekolojik
saha araştırmaları yapıldı.
Kenmore,
bu tespitine şunları ekliyor:
“Bugün bu zirai ekoloji,
vatandaş gruplarından, hükümetlerden ve FAO'dan destek alıyor. Hint pamuğu
konusunda yere sağlam basan, yereli esas alan çözümler, Bt pamukta görüldüğü
gibi, endotoksinler türünden yeni moleküllere hiç ihtiyaç duymamaktadır.”
Gutierrez,
sunumunda hibrit Bt pamuğun Hindistan'da neden başarısız olduğuna dair ekolojik
nedenleri aktardı: Hindistan'da tanıtılan uzun sezonluk Bt pamuğu, çiftçileri
GDO’lu tohum üreticilerine fayda sağlayan biyoteknolojiye ve yoğun böcek ilâcı
kullanımına mahkûm eden hibritlere eklemlendi:
"Yağmurla beslenen
bölgelerde Bt pamuğun uzun bir sezon boyunca ekilmesi Hindistan’a has bir
durumdur. Burada esasen verime zerre katkı sağlamayan, mahsuldeki durağanlığı
besleyen ve üretim maliyetlerini artıran bir değer ihrazı mekanizması
işlemektedir.”
Gutierrez,
pamuk çiftçisi intiharlarındaki artışın, bunun sonucunda ortaya çıkan ekonomik
sıkıntıyla ilişkili olduğunu ileri sürdü:
"Mevcut GDO’lu hibrit
sistemine karşı geliştirilebilecek yegâne uygulanabilir çözüm, GDO’lu olmayan, ama
iyileştirilmiş, yüksek yoğunluklu, kısa sezonda ekilen, bol mahsul veren pamuk türlerinin
benimsenmesidir."
Mahsul,
böcek ilâcı kullanımı, sulama, gübre kullanımı, haşere görülme sıklığı ve
haşereye karşı dirençle ilgili veriler sunan Dr Kranti, resmi istatistikler (eands.dacnet.nic.in ve cotcorp.gov.in) ilgili analizin, Bt hibrit
teknolojisinin Hindistan'da mahsul veya böcek ilâcı kullanımı konusunda
herhangi bir somut fayda sağlamadığını ortaya koyduğunu söyledi.
Bt
hibritlerine doymuş olmasına ve en yüksek gübre kullanımına rağmen Maharaştra'da
pamuk veriminin dünyadaki en düşük seviyede olduğundan bahseden Kranti, Maharaştra'da
alınan mahsulün, Bt hibritleri, gübreler, böcek ilâçları veya sulama gibi teknolojilerin
neredeyse hiç kullanılmadığı, yağmurla beslenen Afrika'dan daha az olduğunu
söyledi.
Kranti
ayrıca araştırmaların, Hindistan pamuğu rekoltesinin dünyada 36. sırada yer
aldığı ve son 15 yılda durgun seyrettiği, güya böceklere mani olan Bt pamuğun ekildiği
arazilerdeki artışına rağmen 2005 yılından sonra böcek ilâcı kullanımının
sürekli arttığını ortaya koyduğundan bahsetti.
Bunun
dışında Kranti araştırmaların, Bt hibrit teknolojisinin, pembe pamuk kurdunda
Bt pamuğa direnç göstermesi, emici haşere istilasını artırması, böcek ilâcı ve
gübre kullanımında artan eğilimler, artan maliyetler, 2014 ve 2015 yıllarında
negatif net getiri ile sürdürülebilirlik testinde başarısız olduğunu ortaya
koyduğunu savundu.
Dr.
Herren, GDO çalışmalarının, esasen bir teknolojinin uygulanmasından ibaret
olduğunu söyledi:
“Bu teknoloji, en geniş
anlamda esnek, üretken ve biyolojik çeşitliliğe sahip gıda sistemleri
oluşturmak ve sosyal, çevresel ve ekonomik boyutlarında sürdürülebilir ve uygun
fiyatlı çözümler sunmak için bir sistem yaklaşımı benimsemek yerine, esasen
semptomları tedavi etmekle ilgilidir.”
Bt
pamuğun başarısızlığının, sağlıksız bir bitki koruma biliminin ve hatalı bir
tarımsal gelişme yönünün neye yol açabileceğinin klasik bir ifadesi olduğunu söyleyen
Herren, ardından şu tespiti yaptı:
“Bugün ‘Dünyanın daha
fazla gıdaya ihtiyacı var’ gibi temelsiz argümanlarla dönüşümü engelleyen şirketleri
ve çıkarları bir kenara itip ileriye dönük politikalar tasarlamalı ve uygulamalıyız.
[…] Gıdayla ve beslenme güvenliğiyle alakalı zirai ekolojik yaklaşımların
başarılı sonuçlar verdiğine dair elimizde epey bilimsel veri ve pratik mevcut.”
Hindistan'da
büyük bir başarıymış gibi, hâlen daha Bt pamuğu eğirmeye devam edenler,
çiftçilerin karşılaştıkları (Andrew Flachs'in 2019 tarihli Toprağı İşlemenin
Bilgisi: Hindistan’da Biyoteknoloji, Sürdürülebilirlik ve Pamuğa Dayalı
Kapitalizmin İnsana Maliyeti isimli kitabında dile getirilen) mali sıkıntı,
artan haşere direnci, düzensiz tohum pazarlarına bağımlılık, çevreden
öğrenmenin ortadan kaldırılması, üretim araçları üzerindeki kontrol kaybı, biyoteknolojik
ve kimyasal ürünlere esir olma hâli (ki bu, aslında endüstrinin tam da
amaçladığı şeydir) gibi güçlükleri kasten görmezden geliyorlar.
Bununla
birlikte, son zamanlarda, biyoteknoloji endüstrisi ile işbirliği içerisinde
olan Hindistan hükümeti, Bt pamuğun ülke tarihine devasa bir başarı olarak kaydedilmesi
için uğraşıyor, böylece onun, diğer genetiği değiştirilmiş ürünler için bir
şablon olarak piyasaya sürülmesini teşvik ediyor.
Genel
olarak, dünya genelinde GDO'lu ürünlerin bugüne kadarki performansı ciddi bir
biçimde sorgulanıyordu, ancak GDO yanlısı lobi, kendi stratejisi hükmünü
yitirmesin diye, hemen açlık ve yoksulluk konularını siyasi bağlamlarından
çıkartıp, “çiftçilere yardım etme” ve “dünyanın karnını doyurma” gibi kavramları
devreye soktu. GDO yanlısı bilim lobisinde esas söz sahibi ise, yoksulluğun,
açlığın ve yetersiz beslenmenin temel nedenlerinden, ayrıca gıda adaleti ve
gıda egemenliğine dayalı gerçek çözümlerden uzaklaşan bir GDO “çözümünü” saldırgan
bir üslupla dayatan “kibirli emperyalizm”.
GDO’lu
ürünlerin performansı uzun zamandır hararetle tartışılan bir konu. P.C. Kesavan
ve M. S. Svaminatan tarafından Current Science [“Aktüel Bilim”] dergisinde
2018 yılında yayınlanan bir makalede
vurgulandığı gibi, bilhassa (2007 yılı itibarıyla dünya genelinde biyoteknoloji
üzerinden üretilmiş toplam ürünün yüzde 80’ini teşkil eden) herbisitlere
dirençli ürünlerin verimli olmadıklarını, en azından Latin Amerika gibi yerlerde çevreye, insan
sağlığına ve gıda güvenliğine zarar verdiğini söyleyen yığınla kanıt mevcut.
Kesavan
ve Svaminatan, makalelerinde GDO teknolojisinin tamamlayıcı olduğunu ve ihtiyaç
temelli olması gerektiğini savunuyor. Vakaların %99'undan fazlasında, eski
çağlardan kalma geleneksel yetiştirme pratiğinin yeterli olduğunu söylüyor. Bu
bağlamda, GDO’lu ürünlere kıyasla daha iyi performans ortaya koyan geleneksel
seçenekler ve yenilikler, Bill ve Melinda Gates Vakfı gibi güçlü yapılar,
arkasındaki şirketlere tonla kâr getiren GDO’lu ürünleri dünya tarımına takdim
edecek diye göz ardı edilmemeli, bir kenara atılmamalı.
Avrupa'da
GDO'lar konusunda sağlam düzenleyici mekanizmalar mevcut, çünkü AB, GDO’lu
gıdaların ve ürünlerin GDO’lu olmayan ürünlere denk olmadığını bilmektedir.
GDO’lu ve GDO’suz ürünlerin birbirlerine denk olduğu önermesinin yanlış
olduğunu ortaya koyan birçok araştırma var.
Ayrıca,
GDO projesinin başlangıcından itibaren bu teknolojiyle ilgili ciddi endişeler
gündeme gelmiş, ama bunlar nasılsa bir kenara itilmiş. İlgili
endüstri aksini iddia etse de Hilbeck vd.’nin de (Environmental
Sciences Europe, 2015) ifade ettiği biçimiyle, GDO’lu ürünlerin sağlığa
etkileri konusunda ortada herhangi bir uzlaşma bulunmamaktadır. Dolayısıyla GDO
bağlamında “ona ihtiyatlı yaklaşılmalı” ilkesi, geçerliliğini hâlen daha
muhafaza eden bir
yaklaşımdır.
Hem
Cartagena Protokolü hem de Cartagena Kodeksi, GDO'lu ürünlerin geleneksel tarzda
yetiştirilen ürünlerden farklı olduğu, GDO tekniğinin gıdada kullanılmasından
veya bu ürünlerin çevreye salınmadan önce güvenlik değerlendirmelerinin
yapılması gerektiği konusunda hemfikir oldukları için, GDO’lu ürünlere ve
gıdalara yönelik bahsi edilen ihtiyatlı yaklaşımı paylaşıyorlar. GDO'lu
ürünlerin ticarileştirilmesinden vazgeçmek ve her GDO'yu bağımsız, şeffaf
çevresel, sosyal, ekonomik ve sağlıkla alakalı etki değerlendirmelerine tabi
tutmak için yeterli neden mevcuttur.
Dolayısıyla
eleştirmenlerin endişeleri, endüstri lobicilerinin “bilim” kendileri tarafından
kararlaştırıldığı, GDO ile ilgili gerçeklerin tartışılmaz olduğu ile ilgili
iddiaları üzerinden bir kenara atılamaz. Bu tür iddialar, yalnızca siyasi duruşla
alakalıdır ve politik gündemi GDO lehine çevirme stratejisinin bir parçasıdır.
Ne
olursa olsun, küresel gıda güvensizliği ve yetersiz beslenme, üretkenlikteki
eksikliğin sonucu değildir. Gıda adaletsizliği, küresel gıda rejiminin yerleşik
bir özelliği olarak kaldığı sürece, GDO’lu gıda ve ürünlerin dünyayı beslemek
için gerekli olduğu söyleminin abartılı bir söylem olduğu görülecektir.
Örneğin
Hindistan'ı ele alalım. Dünyadaki açlıkla ilgili değerlendirmelerde oldukça
başarısız bir konumda olmasına rağmen, Hindistan, tahıl
ürünleri konusunda kendi kendine yeterli ülke seviyesine ulaştı ve tüm nüfusunu
beslemek için yeterli gıdanın (kalori açısından) mevcut olmasını sağladı. Bugün
Hindistan, dünyanın en büyük süt, bakliyat
ve darı üreticisidir; pirinç, buğday, şeker kamışı, yerfıstığı, sebze, meyve ve
pamukta ise ikinci en büyük üretici konumundadır.
FAO'ya göre, gıda
güvenliği, tüm insanların her zaman, aktif ve sağlıklı bir yaşam için beslenme
ihtiyaçlarını ve gıda tercihlerini karşılayan yeterli, güvenli ve besleyici
gıdaya fiziksel, sosyal ve ekonomik erişimi olduğunda sağlanır.
Ancak
birçok yerli halk için gıda güvenliği, uzak bir hayal olmaya devam ediyor. Hindistan
nüfusunun büyük bir kısmı sağlıklı kalmak için yeterli yiyeceğe sahip değil ve
yeterli düzeyde mikro besin sağlayan ve çeşitlilik arz eden yiyeceklerden
mahrum. 2016-18 arası dönemi ele alan Kapsamlı Ulusal Beslenme Anketi,
Hindistan'daki çocuk ve ergenlere yönelik, ülkeye dair önemli veriler sunan,
ilk beslenme anketidir. Anketin tespitine göre, beş yaşın altındaki çocukların
%35'i, okul çağındaki çocuklarınsa %22'si bodur, ayrıca ergenlerin %24'ü de yaşına
göre zayıftır.
Hindistan'da
insanlar, çiftçiler yeterince gıda ürünü üretmediği için aç değil. Açlık ve
yetersiz beslenme, yetersiz gıda dağıtımı, cinsiyetlerarası eşitsizlik ve
yoksulluk gibi çeşitli faktörlerden kaynaklanıyor, hatta milyonlarca insan aç
kalırken, ülke gıda ihraç etmeye devam ediyor. Hindistan, bolluk içerisinde
“kıtlık” çekiyor.
Çiftçilerin
geçim kaynakları söz konusu olduğunda, GDO yanlısı lobi, onun üretkenliği
artıracağını ve çiftçilerin daha iyi bir gelir elde etmesine yardımcı olacağını
söylüyor. Bu da yanıltıcı bir tespit aslında, zira bu tespit, önemli siyasi ve
ekonomik bağlamları göz ardı ediyor. Bol miktarda hasat kaldırmalarına rağmen, Hintli
çiftçiler hâlen daha finansal sıkıntılarla boğuşuyorlar.
Hintli
çiftçiler, düşük verimlilik nedeniyle zorluk yaşamıyorlar. Neoliberal
politikaların, yıllarca süren ihmalin, ayrıca Dünya Bankası'nın ve tarımsal gıda
alanında faal olan yağmacı şirketlerin emriyle küçük ölçekli tarımı ortadan
kaldırmak için yürürlüğe koydukları kasıtlı stratejinin etkilerinin ceremesini çekiyorlar. Bu
sebeple kırsal kesimdeki yoksulların kalori ve temel besin alımında yaşanan büyük düşüşe şaşmamak
gerek. Ne kadar çok üretilirse üretilsin, hiçbir GDO bu sorunu çözemez.
Bununla
birlikte, hem Hindistan'ın dışındaki hem de içindeki GDO yanlısı lobi,
kamuoyunu ve siyasetçileri etkilemek adına yoğun halkla ilişkiler kampanyaları yürüttü,
bu kampanyalara destek olmak için de mevcut durumu kendi amaçları doğrultusunda
çarpıttı.
Altın
Pirinç
Endüstri,
uzun yıllardır altın pirincin reklâmını yapıp duruyor. Genetiğiyle oynanmış bir
ürün olarak altın pirincin, uzak bölgelerdeki yoksul çiftçilere, beslenme
düzeni dâhilinde çok ihtiyaç duyulan A vitaminini ekleyebilecek bir geçimlik ürün
sağlamanın pratik bir yolu olup olmadığı, uzun zamandır tartışılan bir konu. A
vitamini eksikliği, Küresel Güney'deki birçok fakir ülkede karşılaşılan bir
sorun ve bu sorun, milyonlarca insanın enfeksiyon, hastalık ve körlük gibi
diğer rahatsızlıkları yaşama riskini artırıyor.
Bazı
bilim insanları, Rockefeller Vakfı'nın finansmanıyla geliştirilen altın
pirincin her yıl A Vitamini eksikliğinden ölen yaklaşık 670.000 çocuğun ve kör
olan 350.000 çocuğun hayatını kurtarmaya yardımcı olabileceğine inanıyorlar.
Bu
arada kimi eleştirmenlerse, altın pirinç ile ilgili ciddi sorunlar olduğunu ve
A vitamini eksikliğiyle mücadele için alternatif yaklaşımların uygulanması
gerektiğini söylüyorlar. Greenpeace ve diğer çevre grupları, altın pirinç
yanlısı lobi tarafından ortaya atılan iddiaların yanıltıcı olduğunu, lobinin A
vitamini eksikliğiyle mücadelede gerçek sorunları fazla basitleştirdiğini
söylüyorlar.
Pek
çok eleştirmen, altın pirinci biyoteknoloji şirketlerinin ve müttefiklerinin
diğer daha kârlı GDO’lu ürünlerin dünya genelinde onaylanmasının önünü
açacağını umdukları, aşırı abartılmış bir Truva atı olarak görüyor.
Rockefeller
Vakfı, “hayırsever” bir kuruluş olarak kabul edilebilir, ancak sahip olduğu sicil, ticari ve
jeopolitik çıkarları yerel tarımın ve yerel ve ulusal ekonomilerin zararına
kolaylaştıran bir gündemin büyük ölçüde parçası olduğunu ortaya koyuyor.
2013'te
İngiltere'de çevre bakanı olarak çalışmış biri olarak, artık gözden düşmüş olan
Owen Paterson, GDO
karşıtlarının “dünyanın karnını doyurma girişimlerine kara bir gölge
düşürdüğünü” iddia etti. Ayrıca Paterson, dünyadaki çocuk ölümlerinin üçte
birinin nedeninin önlenmesine yardımcı olmak için A vitamini ile
zenginleştirilmiş pirincin hızla piyasaya sürülmesi çağrısında bulundu:
“Az sayıda insanın bu
teknolojiyle ilgilenmesi nedeniyle küçük çocukların kör olmasına ve ölmesine
izin verilmesi berbat bir durum. Bu konunun beni çok üzdüğünü söylemek
istiyorum. Yaptıklarının kesinlikle kötü olduğunu düşünüyorum.”
Observer'ın
bilim yazarı Robin McKie, altın pirinçle ilgili, endüstrinin hakkında laf
ettiği olağan konu başlıklarını tek bir eleştiri yöneltmeksizin ele alan bir
yazı kaleme aldı. Twitter'da, Observer'dan Nick
Cohen, kaleme aldığı şu notla yazıya destek sundu:
"Cahil Batılıların
ayrıcalık isteyip duran yanını, gereksiz yere sefalete sebep olan, genetiği
değiştirilmiş altın pirince karşı yürütülen kampanyadan daha iyi ortaya koyan
başka bir örnek bulamazsınız.”
Şirketler
adına lobi faaliyeti yürüten Patrick Moore, siyasiler için lobi faaliyeti
yürüten Owen Paterson, biyoteknoloji denilen yan sanayinin tüccarlarından Mark Lynas, iyi ücret
alan gazeteciler ya da gerçekleri öğrenmekten çok fırıldak çevirmekle alakalı
olan lobici C. S. Prakaş gibi
kişiler, pazarlama dilinin sinik bir biçimini benimseyip, GDO
karşıtı eylemcilerin ve çevrecilerin, zengin ülkelerde yaşayan, ensesi kalın ve
ayrıcalıklı kişilere nazaran daha fazla olduklarını, bu insanların yoksulları GDO’lu
ürünlerin “faydalarından” mahrum bıraktıklarını söylüyorlar.
Altın
pirinç yanlılarının başvurdukları karalama kampanyalarına ve şantajlara rağmen,
Agriculture & Human Values [“Tarım ve İnsanî Değerler”] isimli dergide 2016 yılında
yayınlanan bir makalede Glenn Stone ve Dominic Glover, altın pirincin yerine
getirilmemiş vaatlerinden GDO karşıtı eylemcilerin sorumlu olduğuna dair çok az
kanıt bulunduğunu ortaya koydu. Altın pirinç uzun yıllardır ekiliyor, ama hâlen
daha destekçilerinin iddia ettikleri sağlıkla alakalı faydalarını henüz kimse
görebilmiş değil.
Glenn
Stone, konuyla ilgili şu tespiti yapıyor:
“Altın pirinç hâlâ piyasaya
hazır değil, ancak çevre aktivistlerinin piyasaya sürülmesini geciktirmekten
sorumlu olduğu yönündeki ortak iddiayı destekleyecek çok az kanıta
ulaşabiliyoruz. Sorun, GDO karşıtları değil.”
Stone,
pirincin, önde gelen araştırmaların yapıldığı Filipinler'deki pirinç yetiştirme
enstitülerinin test alanlarında başarılı olmadığını da sözlerine ekliyor. Eylemciler,
2013 yılındaki bir protestoda bir altın pirinç deneme planını ortadan kaldırma
başarısı gösterseler de, bu eylemin altın pirincin onaylanması üzerinde önemli
bir etkisi olması pek mümkün değil.
Stone
şunları söylüyor:
“Test alanlarını yok
etmek, muhalefeti ifade etme konusunda başvurulacak şüpheli bir yoldur, ancak
bu, uzun yıllar boyunca birçok yerde yürürlüğe konulan sayısız plandan sadece
biriydi. Üstelik, altın pirinci eleştirenler, uzun zamandır ‘katiller’ olarak
adlandırıyorlar.”
Altın
pirincin başlangıçta iyi niyetlerle desteklenen umut verici bir fikir olduğuna
inanan Stone, şunları söylüyor:
"Fakat sadece GDO'lar
için savaşmak yerine, yoksul çocukların refahıyla gerçekten ilgileniyorsak,
olası çözümler hakkında tarafsız değerlendirmeler yapmalıyız. Basit gerçek şu
ki, 24 yıllık araştırma ve yetiştirme pratiklerinin ardından altın pirincin piyasaya
sürülmeye hazır olmasına daha yıllar var.”
Araştırmacılar,
çiftçiler tarafından hâlihazırda yetiştirilmekte olan GDO’lu olmayan türlerin
yanı sıra, verim sağlayan, beta karoten ile zenginleştirilmiş türleri
geliştirmede hâlâ sorun yaşıyorlar. Stone ve Glover, altın pirinçteki beta
karotenin yetersiz beslenen çocukların vücutlarında A vitaminine dönüştürülüp
dönüştürülemeyeceğinin hâlâ bilinmediğine dikkat çekiyor. Ayrıca, altın pirinçteki
beta karotenin hasat mevsimleri arasında uzun süre saklandığında veya uzak
kırsal bölgelerde yaygın olan geleneksel yöntemlerle pişirildiğinde ne kadar
iyi dayanacağına dair çok az araştırma yapılmış.
GMWatch
sitesinin editörlüğünü yapan Claire Robinson, depolama ve pişirme sırasında
pirincin içindeki beta karotendeki hızlı bozulmanın, onun gelişmekte olan ülkelerdeki
A vitamini eksikliğine bir çözüm olmadığı anlamına geldiğini savunuyor. Bağırsakta
emilim ve ilk etapta altın pirinç tarafından verilebilecek düşük ve değişken
beta karoten seviyeleri de dâhil olmak üzere çeşitli başka problemler de söz
konusu.
Bu
arada, Glenn Stone, altın pirinci geliştirme çalışmalarının sürdüğü dönemde
Filipinler’in A vitamini eksikliğinin görüldüğü vaka sayılarını GDO dışı
yöntemlerle azaltmayı başardığını söylüyor.
Burada
sunulan ve altın pirincin ticari pazara ulaşamamasından aktivistlerin sorumlu
olmadığını ortaya koyan kanıtlar üzerinden, pirinci destekleyenlerin onu
eleştirenlere yönelik karalama kampanyaları, saldırıları ve şantajları neden
devam ettirdikleri sorusunu sorabiliriz. “Bu teknolojiyi bu kadar çok
dayatanlar, gerçekte kimlerin çıkarına hizmet ediyorlar?” sorusu makul ve
yerinde bir soru.
2011
yılında, böcek ekolojisi ve haşere yönetimi konusunda önemli bir birikime sahip
olan Marcia Ishii-Eiteman da benzer bir soru yöneltiyor:
“Altın pirinci
savunanların onun milyonların acısını dindireceğini söylediği bu iddialı
projeyi kim yönetiyor?”
Eiteman,
sorusunu şu sözlerle yanıtlıyor:
“(Projeyi) altın pirincin
mucitleri, Rockefeller Vakfı, ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı (USAID), halkla
ilişkiler ve pazarlama uzmanları yanında, yönetim kurulunda önemli bir yere
sahip olan Syngenta'yı da içeren elitler yönetiyor. Bu
devasa deneyin yol açacağı muazzam politik, sosyal ve ekolojik sonuçlarını
değerlendirecek tek bir çiftçi, yerli, hatta bir ekolojist veya sosyolog bile
yok. Üstelik Uluslararası Pirinç Araştırmaları Enstitüsü’nün (IRRI) yürüttüğü
altın pirinç projesinin başında, önceden Monsanto şirketinde direktör olarak
çalışmış olan Gerald Barry var.”
Asya
ve Pasifik Pestisit Eylem Ağı'nın yönetici direktörü Sarojeni V. Rengam,
bağışçıları ve bilim insanlarını uykularından uyanıp doğru olanı yapmaya çağırdı:
“Altın pirinç, gerçek bir
'Truva atı'; İpleri, GDO’lu ürünlerin ve gıdaların kabulünü sağlamak için
uğraşan tarımsal ticaret şirketlerinin elinde. Genetik mühendisliğinin ürünü
olan tohumların arkasındaki fikir, tümüyle para kazanmak üzerine kurulu. […]
Altın pirincin tanıtılmasına destek sunan herkese, bilhassa bu konuda bağışta
bulunan kuruluşlara, paralarının ve çabalarının doğa ve tarımdaki biyolojik çeşitliliği
tek türlü tarım yapılan alanlarla ve genetik mühendisliğinin elinden çıkma
besin ürünleri ile yok etmek yerine, onu geri kazanmaya harcanmasının daha
hayırlı olacağına dair güçlü bir mesaj göndermek istiyoruz.”
Rengam,
esasen geçerli bir noktaya değiniyor. Hastalık, yetersiz beslenme ve
yoksullukla mücadele etmek için önce altta yatan nedenleri anlamanız, daha
doğrusu, en azından anlamak istemeniz gerekiyor.
Tanınmış
yazar ve akademisyen Walden Bello,
Filipinler'i son 30 yılda ekonomik bir bataklığa iten politikaların, borç
ödemesine öncelik verilmesini, muhafazakâr makroekonomik yönetimi, hükümet
harcamalarındaki kesintileri, ticaretin ve finansın serbestleştirilmesini,
özelleştirmeleri ve deregülasyonu, tarımın yeniden yapılandırılmasını ve
ihracat odaklı üretimi içeren “yapısal uyum” sürecinin bir sonucu olduğunu
söylüyor.
Tarım
ekonomisinin yeniden yapılandırılmasına da değinen Claire Robinson, eskiden
yeşil yapraklı sebzelerin arka bahçelerde ve aynı zamanda pirincin büyüdüğü su
basmış hendekler arasındaki çeltik tarlalarında yetiştirildiğini belirtiyor.
Bu
hendekler, ayrıca zararlıları yiyen balıkları da içeriyordu. Böylece insanlar,
pirince, yeşil sebzelere ve balıklara erişebiliyor, bu sayede bol miktarda beta
karoten içeren besinlerden oluşan dengeli bir beslenme düzenine sahip
olabiliyorlardı.
Ancak
yerli mahsullerin ve tarım sistemlerinin yerini kimyasal girdilere bağımlı, tek
türlü tarım aldı. Yeşil sebzeler pestisitler ile öldürüldü, suni gübreler
getirildi ve balıklar kimyasal olarak kirlenmiş suda yaşayamadı. Ayrıca,
araziye erişimin azalmasıyla birçok insan, yeşil sebzeler yetişen arka bahçelerden
mahrum kaldı. İnsanlar, sadece pirince dayalı bir beslenme düzenine tabi hâle
geldiler, böylece altın pirinç denilen “çözüm”ün temellerini attılar.
IMF
ve Dünya Bankası’nın dayattığı “yapısal düzenlemeler, Filipinler, Etiyopya, Somali ve bir bütün
olarak Afrika’yı kötü etkiledi, bu ülkelerdeki
tarım ekonomilerini harap etti, ayrıca onları Batı’nın hâkim olduğu tarım
ticaretine, manipüle edilmiş piyasalara ve haksız ticaret kurallarına bağımlı hâle
getirdi. Buna karşın bugün GDO, yoksullukla ilgili hastalıklarla mücadele için “çözüm”
olarak sunuluyor. Tarım ekonomilerinin yeniden yapılandırıldığı süreçten
kazançlı çıkan şirketler, şimdi meydana gelen tahribattan kâr etmek istiyorlar.
2013'te
Toprak Derneği, yoksulların sadece A vitamini eksikliğinin değil, daha kapsamlı
bir yetersiz beslenme sorununun çilesini çektiğini ortaya koydu. Derneğe göre en
iyi çözüm, beslenmeyi takviye edecek ürünlerle güçlendirme yöntemini ilk yardım
sargısı gibi kullanmak, ardından daha geniş yoksulluk ve yetersiz beslenme
sorunlarıyla mücadele eden önlemleri uygulamaktır.
Kapsamlı
sorunların üstesinden gelmek için çiftçilere, yetersiz beslenmeyle ilgili
sorunları çözme noktasında farklı ürünleri yetiştirmelerini sağlayacak çeşitli
tohumlar, aletler verilmeli, kimi beceriler kazandırılmalı. Örneğin, tropikal
koşullarda yetişen tatlı patateslerin, ABD'de yetişen, A vitamini yönünden
zengin turuncu tatlı patateslerle melezlemek bir çözüm olabilir. Bugün
başarıyla yürütülen bir kampanya dâhilinde, altın pirinçten beş kat daha fazla
A vitamini içeren bu patatesler Uganda ve Mozambik'teki çiftçilere veriliyor.
Altın
pirince son yirmi yılda yatırılan para, bu konuda yürütülen araştırma ve
tanıtım çalışmaları, A vitamini eksikliğini gidermenin kanıtlanmış yollarına teksif
edilseydi, gelişmekte olan ülkelerdeki körlük yıllar önce ortadan
kaldırılabilirdi.
Buna
karşın, gerçek çözümler peşinde koşmak yerine, tartışmayı kapatmak için karalamalara
maruz kalıyor, GDO yanlısı yorumlar
almaya devam ediyoruz.
Küçük
toprak sahipleri tarafından kullanılan geleneksel zirai ekolojik uygulamaların
çoğu, artık gelişmiş ve
yüksek verimli, besleyici, sürdürülebilir tarım için uygun olarak kabul ediliyor.
Zirai
ekolojik ilkeler, yerel gıda güvenliğine, yerel kalorifik üretime, ekim
modellerine ve dönüm başına çeşitli beslenme üretimine, su tablası
stabilitesine, iklim esnekliğine, iyi toprak yapısına ve gelişen haşerelerin
yanında hastalıkların yol açtığı baskılarla başa çıkma yeteneğine öncelik
veren, gıda ve tarıma yönelik bütünleşik, düşük girdiye ihtiyaç duyan bir
sistemsel yaklaşımı ifade ediyor. İdeal olansa böylesi bir sistemin, optimal
düzeyde kendi kendine yeterli olması, ayrıca toprak, su, tarla ve tohum gibi
müşterek kaynakların yerli halk tarafından korunup sahiplenilmesi fikrini ve
uygun gıda ürünlerine sahip olma hakkını temel alması.
Değer
İhrazı
Geleneksel
üretim sistemleri, ithal “çözümlerin” aksine çiftçilerin bilgi ve uzmanlığına
dayanır. Örnek olarak Hindistan'daki pamuk ekimini alırsak, çiftçiler
geleneksel tarım yöntemlerinden uzaklaştırılmaya devam ediyorlar, dahası, genetiği
değiştirilmiş, haşereye dirençli, aslında yasaya aykırı olan pamuk tohumlarını
kullanmaya zorlanıyorlar.
Araştırmacılar
Glenn Stone ve Andrew Flachs, geleneksel uygulamaları terk etmiş olmanın bugüne
dek çiftçilere hiçbir fayda sağlamadığını söylüyor. Burada mesele, (endüstrinin
diline fazla doladığı bir laf olarak) genetiği değiştirilmiş tohumlar ve ilgili
kimyasallar söz konusu olduğunda çiftçilere başka bir “seçenek” sunuluyor
olması değil. Mesele, daha çok, genetiği değiştirilmiş tohum üreten şirketler
ve son derece kazançlı olan bir pazardan yararlanmak isteyen yabani ot ilâcı
üreticileri.
Hindistan'da
herbisit pazarının büyümesi ihtimali çok yüksek. Hedef, Hindistan pazarını yabani
bitkilere dirençli, genetiği değiştirilmiş tohumlara açmak, biyoteknoloji
endüstrisinin en fazla para kazanan sektörü hâline getirmek (2015'te dünyada
genetiği değiştirilmiş tohumların ekildiği alanların %86'sını glifosat veya
glufosinata dirençli bitkiler kaplıyordu, bugün 2,4-D’ye dirençli ürünler de
artık öne çıkıyor.)
Amaç,
çiftçilerin yürüdüğü geleneksel yolları tahrip edip, onları endüstrinin
yararına olacak şekilde biyoteknoloji/kimyasal kölesi yapmak.
Hindistan’da
yayın yapan Country India isimli sitede (countryindiaonline.org) yayınlanan bir
habere göre, Odişa'nın güneyindeki bir bölgede çiftçiler, yasaya aykırı ve
pahalı olan GDO'lu, haşereye dirençli pamuk tohumlarına bağımlı hâle getirildiler.
Oysa eskiden çiftçiler, bir önceki yıl ailecek kaldırdıkları hasattan toplanıp
bir kenara konulan ve bol mahsul veren atalık tohumlarını karışık ekerlerdi.
Artık geçimlerini sağlamak için tohum satıcılarına, kimyasal girdilere ve
değişken bir uluslararası pazara bağımlılar ve ayrıca ortada gıda güvencesi diye
bir şey de kalmadı.
Zirai
ekolojiye yönelik çağrılar ve geleneksel, küçük ölçekli tarımın faydalarına
dönük vurgular, aslında geçmişe ya da “köylülüğe” yönelik romantik bir özleme
dayanmıyor. Mevcut kanıtlar,
düşük girdili yöntemler kullanan küçük ölçekli çiftçiliğin, genel toplam çıktı
açısından büyük ölçekli endüstriyel çiftliklerden daha verimli ve kârlı olduğunu,
hatta iklim değişikliğine karşı daha fazla dirençli olabileceğini ortaya
koyuyorlar. Çok sayıda üst düzey raporun bu tür tarıma yatırım çağrısında
bulunmasının makul bir sebebi var.
Dünya
genelinde endüstriyel tarım, sübvansiyonların %80'ini, araştırma fonlarınınsa
%90'ını alıyor. Bu tür baskılara rağmen küçük
ölçekli tarım, dünyanın karnının doyurulması noktasında hâlen daha önemli bir
rol oynuyor.
Ortada
muazzam ölçülere varmış olan bir sübvansiyon ve fon dağıtımı söz konusu. Bu
sayede sistem daha fazla kâr elde ediyor. Çünkü tarım ve gıda sektöründe at
koşturan oligopoller, sağlık, toplum ve çevre bağlamında yüzleştikleri maliyeti
başkalarının sırtına yükleme imkânı buluyorlar.
Öte
yandan siyasetçiler, kâr amacı güden ulusötesi şirketlerin doğal varlıkların (“müşterek
varlıkların”) sahipleri ve koruyucuları olma hakkına sahip olduklarını kabul
ediyorlar. Bu şirketler, lobiciler ve siyasi temsilcileri, tarımla alakalı vizyonları
için siyasetçiler arasında “güçlü bir meşruiyet” elde etme konusunda epey yol katettiler.
Bu
varlıkların ortak mülkiyeti ve yönetimi, kamu yararı için birlikte çalışan
insanların varlığını şart koşuyor. Gelgelelim bu kaynakları ulus-devletler ve
özel kuruluşlar temellük ediyorlar.
Örneğin
Cargill, Hindistan'daki yemeklik yağ işleme
sektörünü ele geçirdi ve bu süreçte köyde çalışan binlerce işçiyi işsiz
bıraktı; Monsanto, tohumları
kendi üretmiş ve icat etmiş gibi patentini almasına izin veren bir fikri
mülkiyet hakları sistemi oluşturmak için bir plan hazırladı; Hindistan'ın yerli
halkları, devletin madencilik şirketleriyle yaptığı gizli anlaşma nedeniyle
kadim topraklarından zorla çıkartıldılar.
Temel
ortak kaynakları ele geçirenler, ister kereste için ağaçlar, ister gayrimenkul
için arazi veya tarım tohumları olsun, onları metalaştırmaya çalışırlar, yapay
kıtlık yaratıp, diğer herkesi bu ortak kaynaklara erişim için para ödemeye
zorlarlar. Süreç, kendi kendine yeterliliği ortadan kaldırarak ilerler.
Dünya
Bankası'nın “tarım işini etkinleştirme” direktiflerinden, Dünya Ticaret
Örgütü'nün “tarım anlaşmasına” ve ticaretle ilgili fikri mülkiyet anlaşmalarına
kadar birçok örnekte de görüldüğü üzere, uluslararası kuruluşlar, zaten bize
ait olan tohumları, toprağı, suyu, biyolojik çeşitliliği ve diğer doğal
kaynakları tekelleştirmeye çalışan şirketlerin çıkarlarını yüceltmişlerdir. GDO'lu
tarımın destekçileri olan bu şirketler, çiftçilerin yoksullaşmasına veya
açlığına bir “çözüm” sunmuyorlar; zira genetiği değiştirilmiş tohumlar, sadece
bir değer ihrazı, değerleri gasp etme yöntemi değil.
GDO
yanlısı lobinin “dünyanın karnını doyurmak” için genetiği değiştirilmiş
tohumlara ihtiyaç duyulduğuna dair söylemini değerlendirmek için, öncelikle
(sübvansiyonlu) aşırı gıda üretimi zemininde açlığı ve yetersiz beslenmeyi
besleyen küreselleşmiş bir gıda sisteminin dinamiklerini anlamamız gerekiyor. Kapitalizmin
yıkıcı, yağmacı dinamiklerini ve tarımsal gıda devlerinin yeni (dış) pazarlar arayarak
ve mevcut üretim sistemlerini kendi kârlarına hizmet edenlerle değiştirerek
kârlarını sürdürme ihtiyacını görmek gerekiyor. GDO yanlısı bilim lobisi
bünyesinde söz sahibi olan, GDO’yu çözüm olarak dayatan ve bu anlamda herkesi
kandıran “kibirli emperyalizmi” reddetmek şart.
Journal
of South Asian Studies [Güney Asya Çalışmaları] dergisinde çıkan “Hindistan'da
Gıda Güvenliği ve Geleneksel Bilgi” isimli makalede de ifade edildiği üzere,
teknokratik müdahaleler, yüzlerce yıllık geleneksel bilgiden yararlanan ve gıda
güvenliğini güvence altına almak için geçerli yaklaşımlar olarak görülen tarım
ekosistemlerini çoktan yok etti, temelsiz bıraktı.
Bu
makalenin yazarları, Marika Vicziany ve Jagjit Plahe, Hintli çiftçilerin
binlerce yıldır göç, ticaret ağları, hediye alışverişi veya tesadüfi yayılma
yoluyla elde edilen farklı bitki ve hayvan örnekleriyle deneyler yaptığını belirtiyor. Hindistan'da gıda güvenliği
için geleneksel bilginin hayatî önemine ve bu tür bilgilerin öğrenerek,
yaparak, deneme yanılma yoluyla evrimine dikkat çekiyorlar. Hassas gözlem yapma
becerileriyle çiftçiler, detayları hatırlayan bir hafızaya, ayrıca bilgiyi
öğrenim ve hikâye anlatma yoluyla nesilden nesle aktarma şansına sahipler.
Bu
çiftçilerin elindeki tohumlar ve bilgi, mülkiyetin konusu hâline gelmiş,
kimyasala bağımlı melez ürünler yanında genetiği değiştirilmiş ürünler
yetiştirmek adına şirketler tarafından temellük ediliyor.
Tohumları
ve sentetik kimyasal girdileri elinde bulunduran büyük şirketler, geleneksel
tohum değişim sistemlerini ortadan kaldırdılar. Çiftçilerin binlerce yıldır ektikleri
tohumları çaldılar, çiftçilerin bin yıl boyunca geliştirdikleri irsiyet
plazmasına el koydular, gerisin geri o tohumları çiftçilere kiraladılar. Besin
ürünlerindeki genetik çeşitlilik önemli ölçüde azaldı. Tohum çeşitliliğinin
ortadan kaldırmasıyla şirketlerin tohumları ayrıcalık kazanıp öne çıktı. Bu
anlamda “Yeşil Devrim” denilen süreç, zaten bol mahsul toplayan ve iklime uygun
ekim yapan köylülerin muhafaza ettikleri geleneksel tohumları çöpe attı.
Bununla
birlikte, “iklim acil durumu” kisvesi, Gates’in dünyadaki yoksul ülkelerin
küresel tarım ticareti ve teknoloji devlerinin egemen olduğu tek dünya tarımı
vizyonunu benimsemeleri yönünde yaptığı baskıları gizliyor. Neticede bugün çevreyi
asıl yağmalayan ve doğal dünyayı yıkıma uğratan, sözde gelişmiş ülkeler ve
zengin elitler.
Yağmur
ormanlarının çiftlikler ve tek türlü tarım ürünleri için tahrip edildiği süreci
durdurmak, okyanuslara pestisit akışına mani olmak, büyüyen et endüstrisini
kısıtlamak için kendi evlerini düzene sokmak, bu anlamda mısır gibi hayvan
beslemek için kullanılan ürünlerin aşırı üretimine son vermek, GDO’lu glisofata
bağımlı tarım faaliyetlerini durdurmak ve dünya gıda sisteminin her aşamasında
uzun tedarik zincirlerinin fosil yakıtlara bağımlılığını ortadan kaldırmak,
zengin ülkelerin ve onların güçlü tarım ve gıda şirketlerinin
sorumluluğundadır.
GDO'ya
dayalı tarım modelinin artık tüm ülkeler tarafından kabul edilmesi gerektiğini
söyleyenler, doğal ekolojilerle uyumlu kendi tohumları ve uygulamalarıyla
çalışan yerli gıda sistemlerini zaten mahvetmiş olan sömürgeci zihniyete hizmet
etmekten başka bir şey yapmamaktadırlar.
III. Bölüm
Zirai Ekoloji
Yerelleştirme ve Gıda Egemenliği
Sektörün
önde gelen isimleri ve bilim insanları, pestisit kullanımının ve GDO'ların “modern
tarım” için gerekli olduğunu iddia ediyorlar. Ancak durum hiç de böyle değil:
Artık elimizde aksini iddia etmek için yeterince kanıt var. Endüstri, bunların “güvenli”
seviyelerde bulunduğuna dair bize ne kadar güvence vermeye çalışsa da,
vücudumuzun zehirli tarım kimyasalları ile zehirlenmesine hiç gerek yok.
Ayrıca,
“modern tarım”da sentetik pestisitlere veya GDO'lara olan ihtiyacı
sorgularsanız, endüstri sizi bir şekilde cahil ve hatta “bilim karşıtı” olarak
etiketliyor. Bunların zaruri olduğunu söyleyenler doğruyu söylemiyorlar.
Asıl,
“modern tarım”ın anlamını sorgulamak gerekiyor. O, esasen dünya genelinde
tarımsal sermayenin, ona ait uluslararası pazarların ve tedarik zincirlerinin
taleplerini karşılamak için uyarlanmış bir sistemi ifade ediyor.
Yazar
ve akademisyen Benjamin R Cohen'in kısa süre önce belirttiği gibi:
“Modern tarımın uzun
mesafelere taşınabilen, markette ve evde birkaç günden fazla tutulabilen
ürünler yetiştirmek gibi kimi ihtiyaçlarını karşılamanın sonucunda domateslerin
ve çileğin tadı kalmayacak. Bunlar, aslında modern tarımın ihtiyaçları değil. Bunlar,
küresel pazarların ihtiyaçları.”
Burada
asıl sorgulanan, belirli bir sosyal ve ekonomik kalkınma modeline ve belirli
bir tarım türüne ayrıcalık tanıyan politika paradigmasıdır. Bu paradigma ise
kentleşme, dev süpermarketler, küresel pazarlar, uzun tedarik zincirleri,
harici özel girdiler (tohumlar, sentetik pestisitler ve gübreler, makineler
vb), kimyasala bağımlı tek ürün yetiştirme pratikleri, aşırı işlenmiş gıdalar
ve marketlere (şirketlere) bağımlılık üzerine kuruludur. İşte bu paradigma,
kırsal topluluklar, küçük bağımsız işletmeler ve küçük çiftlikler, yerel
pazarlar, kısa tedarik zincirleri, çiftlik içi kaynaklar, çeşitli zirai ekolojik
ürünler, besin değeri yüksek yiyecekler ve gıda egemenliği hilafına uygulamaya
konulmaktadır.
Alternatif
bir tarımsal gıda sisteminin gerekli olduğu açıktır.
400
bilim insanı tarafından hazırlanan ve 60 ülke tarafından desteklenen Uluslararası
Kalkınma için Tarımsal Bilgi, Bilim ve Teknoloji Değerlendirme Kurulu’nun
hazırladığı Tarım Yol Ayrımında isimli 2009 tarihli rapor,
küresel tarımın verimliliğini korumak ve artırmak için zirai ekolojiyi tavsiye ediyor.
Rapor ayrıca, 57 ülkede 37 milyon hektarı kapsayan 286 projeyi analiz eden ve
ortalama ürün veriminin %79 arttığını tespit eden Küresel Güney'deki en büyük “sürdürülebilir
tarım” çalışmasına atıfta bulunuyor (çalışma, bir yandan da “kaynakları koruyan”,
organik olmayan konvansiyonel tarımı da içeriyor.).
Rapor,
zirai ekolojinin endüstriyel tarıma kıyasla büyük ölçüde geliştirilmiş gıda
güvenliği ve beslenme, cinsiyet, çevre ve verim faydaları sağladığı sonucuna ulaşıyor.
One
Earth [“Tek Dünya”] dergisinde yayınlanan, “Avrupa’daki Tarımsal
Gıda Sisteminin Yeniden Şekillendirilmesi ve Azot Döngüsünün Sonlandırılması: Beslenme
Düzenindeki Değişiklikleri, Zirai Ekolojiyi ve Döngüselliği Birleştirme
İhtimali” (2020) başlıklı makalede iletilen mesajda, organik bazlı,
tarımsal gıda sisteminin Avrupa'da uygulanabileceğinden, bunun çevre ve tarım
arasında dengeli bir birlikteliği ve yaşama pratiğini mümkün kılacağından
bahsediliyor. Ayrıca raporda, bu ihtimalin gerçekleşmesi durumunda, Avrupa’nın
özerk konumunun güçleneceğinden, kıtanın 2050'de öngörülen nüfusu besleyebileceğinden,
Avrupa’da üretilen tahılın insan tüketimi noktasında ihtiyaç duyan ülkelere yönelik
ihracın devam edeceğinden, su kirliliğini ve tarımdan kaynaklanan zehirli
emisyonları önemli ölçüde azaltacağından söz ediliyor.
Gilles
Billen vd.’nin elinden çıkan makale, organik tarımın gıda güvenliğini, kırsal
kalkınmayı, daha iyi beslenmeyi ve sürdürülebilirliği garanti etmek için hayatî
olduğu sonucuna varan uzun bir araştırma ve rapor dizisini takip ediyor.
2006
tarihli Organik Tarımın Küresel Gelişimi: Zorluklar ve Beklentiler
isimli kitabında Neils Halberg vd.,
çoğunluğu Küresel Güney'de yaşayan 740 milyondan fazla (ki bu rakam bugün en az
100 milyon daha arttı) insanın gıda güvensizliğinden muzdarip olduğunu
söylüyor. Yazarlar ayrıca, Küresel Güney'deki tarım alanının yaklaşık %50'sinin
organik tarıma dönüştürülmesinin, kendi kendine yeterliliğin artması ve bölgeye
net gıda ithalatının azalmasıyla sonuçlanacağını söylüyorlar.
2007'de
FAO, organik modellerin maliyet etkinliğini artırdığını ve iklimsel stres
karşısında dayanıklılığa katkıda bulunduğunu belirtti. FAO, biyolojik çeşitliliği,
zaman (rotasyon) ve mekân (farklı ürünlerin ekilmesi) bağlamında yöneterek,
organik ürün üreten çiftçilerin, üretimi sürdürülebilir bir şekilde yoğunlaştırabilmeleri
noktasında kendi emeklerini ve çevresel faktörleri kullanabilecekleri ve
organik tarımın, çiftçilerin birilerinin mülkü olan tarımsal girdiler için borçlandıkları
o kısır döngünün kırılmasının bu sayede mümkün olabileceği sonucuna ulaştı.
Tabii
ki, organik tarım ve zirai ekoloji mutlaka bir ve aynı şey değildir. Organik
tarım, hâlâ dev tarımsal gıda holdinglerinin hâkim olduğu küreselleşmiş gıda
rejiminin bir parçası iken, zirai ekoloji organik uygulamaları kullanıyor,
ancak ideal olarak yerelleştirme, gıda egemenliği ve kendine güven ilkelerine
dayanıyor.
FAO,
zirai ekolojinin gıda konusunda kendi imkânlarına dönük güveni artırdığı, küçük
ölçekli tarımın canlanmasına ve istihdam fırsatlarının artmasına katkıda
bulunduğu iddiasındadır. Organik tarımın, mevcut dünya nüfusu için dünya
genelinde kişi başına düşen yeterli gıdayı üretebileceğini, üstelik bunu
konvansiyonel tarımdan daha az çevresel etkiyle üretebileceğini savunuyor.
2012
yılında BM Ticaret ve Kalkınma Konferansı (UNCTAD) Genel Sekreter Yardımcısı Petko
Draganov, Afrika'nın organik tarıma geçiş sürecinin kapsamını genişletmenin
kıtanın beslenme ihtiyaçları, çevre, çiftçilerin gelirleri, pazarlar ve
istihdam üzerinde olumlu etkileri olacağını belirtti.
BM
Çevre Programı (UNEP) ve UNCTAD (2008) tarafından yürütülen bir meta-analiz, Afrika'da 114 organik tarım
vakasını değerlendirdi. Bu iki BM kuruluşu, organik tarımın Afrika'da gıda
güvenliğine çoğu geleneksel üretim sisteminden daha elverişli olabileceği ve
uzun vadede sürdürülebilir olma olasılığının daha yüksek olduğu sonucuna vardı.
Rodale Enstitüsü, BM Yeşil Ekonomi Girişimi,
Tamil Nadu Kadın Kolektifi,
Newcastle Üniversitesi
ve Washington Eyalet Üniversitesi
gibi birçok kurumun çalışmaları ve yürüttükleri projeler, organik tarımın
etkinliğini kanıtlıyorlar. Dahası, tek başına Malavi'deki organik temelli
tarımın sonuçları bile bize
birçok şey söylüyor.
Bu
arada Küba, endüstriyel kimyasalları yoğun olarak kullanan tarımdan uzaklaşarak,
en kısa sürede en büyük değişiklikleri yapan dünyadaki tek ülkedir.
Zirai
Ekoloji Profesörü Miguel Altieri, Küba'nın
SSCB'nin çöküşü sonucunda yaşadığı zorluklar nedeniyle, doksanlarda organik ve zirai
ekolojik tekniklere yöneldiğini belirtiyor. 1996'dan 2005'e kadar, Küba'da kişi
başına düşen gıda üretimi, üretimin Küba’nın da içinde olduğu bölgede durgun
olduğu bir dönemde, yıllık %4,2 arttı.
2016
itibarıyla Küba şehirlerinde 383.000 çiftlik vardı ve bu çiftlikler, 1,5 milyon
tondan fazla sebze üreten, eskiden kullanılmayan 50.000 hektarlık bir alanı
kapsıyordu. En üretken kentsel çiftlikler, sentetik kimyasallar kullanmadan,
dünyanın en yüksek oranı olan metrekare başına 20 kiloya kadar gıda üretebiliyor.
Bu çiftlikler, Havana ve Villa Clara'da tüketilen tüm taze sebzelerin %50 ila
%70'ini, hatta daha fazlasını sağlıyor.
Altieri
ve Fernando R Funes-Monzote’nin hesabına göre, tüm köy çiftlikleri ve
kooperatifleri çeşitlendirilmiş zirai ekolojik kurguyu benimserlerse, Küba'nın
nüfusunu besleyecek, turizm endüstrisine gıda tedarik edecek, hatta başka
ülkelere ihraç edilen kimi gıdalar üzerinden döviz temin etme imkânı bile
bulabilecekler.
Sistemlerin
Bütünlüğünü Gözeten Yaklaşım
Zirai
ekolojik ilkeler, diğer şeylerin yanı sıra, insan sağlığı, toprak ve su
kaynakları üzerinde muazzam baskılara neden olan, endüstriye hâkim, kimyasalın
yoğun kullanılmasını, mahsul ve ürün miktarını esas alan indirgemeci yaklaşımdan
uzaklaşmayı ifade ediyor.
Zirai
ekoloji, çağdaş ekoloji, toprak biyolojisi ve zararlıların biyolojik kontrolüyle
ilgili unsurları kullanan geleneksel bilgi ve modern tarımsal araştırmalara
dayanır. Bu sistem, tarım kimyasallarını ve şirketlere ait tohumları kullanmadan,
zararlıları ve hastalıkları yönetmek için çiftlikte yenilenebilir kaynaklardan
yararlanıp endojen çözümlere öncelik vermek suretiyle, sağlam temeller üzerine
kurulu ekolojik yönetimi oluşturmaya gayret eder.
Akademisyen
Raj Patel çalışmasında,
inorganik gübre kullanmak yerine azotun bağlanmasına yardımcı olan fasulyenin
yetiştirilebileceğinden, çiçeklerin haşerelere mani olma noktasında faydalı
böcekleri çekecek çiçeklerin kullanılabileceğinden ve yoğun ekimle yabani
otların tasfiye edilebileceğinden dem vururken, aslında zirai ekolojinin temel
uygulamalarını ana hatlarıyla aktarıyor. Bu uygulamaların neticesinde ortaya
iyice zenginleşmiş, karmaşıklaşmış bir çok-türlü tarım faaliyeti çıkıyor. Bu
faaliyet dâhilinde tek ürün yerine birçok farklı ürün aynı anda üretilebiliyor.
Ne
var ki bu model, küresel tarım ticareti çıkarlarıyla çelişen, ona meydan okuyan
bir modeldir. Yerelleştirme ve çiftlik içi girdilere vurgu yapan zirai ekoloji,
şirketlerin mülkü olan kimyasallara, korsan patentli tohumlara ve bilgiye veya
uzun vadeli küresel tedarik zincirlerine bağımlılığa ihtiyaç duymuyor.
Zirai
ekoloji, kimyasalları yoğun kullanan, hâkim endüstriyel tarım modeliyle keskin
bir tezat oluşturuyor. Endüstriyel tarım modeli, esasen salt mahsul ve ürün miktarına
bakan dar bakış açısına saplanıp kalmış indirgemeci bir zihni temel alıyor.
İlgili bakış açısı ise gıda ve tarım sahasını toplumsal, kültürel, ekonomik ve
zirai sistemlerle bütünleştirmeyi öngören yaklaşımı kavrayamıyor, belki de
kavramak istemiyor.
Bizim,
zirai ekolojinin ilkelerine ve kısa tedarik zincirlerine dayalı yerel ve demokratik
gıda sistemlerine ihtiyacımız var. Ülkeden ırak güçlü şirketlere ve onların
çevreye zarar veren pahalı girdilerine bağımlı olmak yerine, yerel ve bölgesel
gıdada kendi kendine yeterliliği mümkün kılan bir yaklaşımın esas alınması
gerekiyor. Son iki yıl içerisinde dünya genelinde ülke ekonomilerinin çoğunun kepenklerini
indirmesiyle oluşan fiilî durum, bize uzun tedarik zincirlerinin ve küresel
piyasaların şoklara karşı savunmasız olduğunu göstermiş olmalı. Gerçekten de,
uygulanan muhtelif kapanma tedbirlerinin bir sonucu olarak yüz milyonlarca insan,
bugün gıda kıtlığıyla karşı karşıya.
2014
yılında, o dönemin BM özel raportörü Olivier De Schutter tarafından
hazırlanan bir raporda, zirai ekolojinin savunduğu ilkelerin demokratik yollarla
kontrol altında tutulan tarım sistemlerine uygulanması suretiyle gıda
krizlerine ve yoksulluk sorunlarına son verebileceğimizden bahsediliyordu.
Buna
karşın Batılı şirketler ve vakıflar, hep birlikte “sürdürülebilirlik” türküsünü
tutturuyorlar, bir yandan da geleneksel tarımı ve gerçek manada sürdürülebilir
olan tarımsal gıda ürünü sistemlerini yok ediyor, bir de şirketlerin gıda
üretimi sahasını ele geçirdiği süreci “çevreci” ve “yeşil” bir misyon olarak
pazarlamaya çalışıyorlar.
Gates
Vakfı, “Tek Dünya Tarımı” denilen girişim üzerinden, tüm dünyada tek bir tarım
türünün uygulanması için bastırıyor. Çiftçilerin veya halkın neye ihtiyacı
olduğuna veya ne istediğine bakılmaksızın yukarıdan aşağıya doğru belirli bir
yaklaşım dayatılıyor. Burada önerilen sistemse şirketlerin merkezde durdukları,
onların gücüne güç katan bir yapı.
Böylesi
bir model için uğraşıp duranların gücü ve etkisi düşünüldüğünde, bu sistemin
kurulması kaçınılmaz mı? ETC Grubu ile işbirliği içinde “Uzun Gıda Hareketi:
2045'e Kadar Gıda Sistemlerini Dönüştürmek” başlıklı bir rapor yayınlayan “Sürdürülebilir Gıda
Sistemlerine İlişkin Uluslararası Uzmanlar Paneli” böyle düşünmüyor.
Sivil
toplum ve sosyal hareketler bünyesinde ele alınabilecek taban örgütleri,
uluslararası STK'lar, çiftçi ve balıkçı grupları, kooperatifler ve sendikalar
türü yapılar, finansal akışları, yönetişim yapılarını ve gıda sistemlerini tümüyle
dönüştürmek için sıkı bir işbirliği kurulması çağrısında bulunuyorlar.
Raporun
baş yazarı Pat Mooney, tarımsal
ürün ticaretinin çok basit bir mesajı olduğunu söylüyor: Art arda gelen
çevresel kriz, ancak hükümetler, girişimci dâhilerin önünü açarsa, zenginleri
teşvik edip en güçlü şirketlerin risk alma ruhunu özgür kılarsa
geliştirilebilecek güçlü yeni gen ve bilgi teknolojileri ile çözülebilir.
Mooney,
onlarca yıldır gelişen teknolojiye dayalı benzer mesajlar aldığımızı, ancak
teknolojilerin ya ortaya çıkmadığını ya da başarısız olduğunu ve büyüyen tek
şeyin şirketler olduğunu belirtiyor.
Mooney,
zirai ekoloji gibi gerçekten başarılı olan yeni alternatiflerin sıklıkla
tehlikeye attıkları endüstriler tarafından bastırıldığını söylüyor, ama öte
yandan, sivil toplumun, özellikle sağlıklı ve adil zirai ekolojik üretim
sistemleri geliştirme, kısa (topluluk temelli) tedarik zincirleri oluşturma ve
yönetişim sistemlerini yeniden yapılandırıp demokratik kılma noktasında sahip
olduğu o dikkate değer siciline işaret ediyor. Mooney, tüm bunları söylerken
belirli kanıtlarla desteklenen bir fikri esas alıyor.
Birkaç
yıl önce Oakland Enstitüsü, iklim değişikliği, açlık ve yoksulluk karşısında
Afrika'da zirai ekolojik tarımın başarısını vurgulayan 33 vaka çalışması ile
ilgili bir rapor yayınladı. Çalışmalar, iklim
adaletini sağlayıp, toprakları ve çevreyi eski hâline getirirken, tarımsal
dönüşümün ekonomi, toplum ve gıda güvenliği açısından nasıl muazzam faydalar
sağlayabileceğine dair olguları ve rakamları aktarıyor.
Araştırma,
çiftçilerin gelirlerini, gıda güvenliğini ve mahsul direncini artırırken,
tarımsal verimi artırmanın ekonomik ve sürdürülebilir yolları da dâhil olmak
üzere, zirai ekolojinin birçok faydasına vurgu yapıyor.
Rapor,
zirai ekolojinin, bitki çeşitlendirmesi, ara ürün ekimi, toprak verimliliği
için malç, gübre veya kompost uygulaması, zararlıların ve hastalıkların doğal
yönetimi, tarımsal ormancılık ve su yönetim yapılarının inşası dâhil olmak
üzere çok çeşitli teknikleri ve uygulamaları nasıl kullandığını açıklıyor.
Zirai
ekolojinin başarıyla uygulandığı birçok örnek var. Buna karşılık, birçok
çiftçi, Yeşil Devrim’in önerdiği fikri ve uygulamaları terk ediyor.
Modelin
Kapsama Alanının Genişletilmesi
Million
Belay, Farming Matters [“Çiftçilik Meseleleri”] isimli internet sitesine
verdiği röportajda, zirai ekolojik tarımın Afrika için nasıl en iyi model
hâline geldiğini anlatıyor. Belay, en büyük zirai ekolojik girişimlerden
birinin 1995 yılında Kuzey Etiyopya'nın Tigray kentinde başladığını ve bugün de
devam ettiğini söylüyor.
Proje
dört köyle başlamış, iyi neticeler alındıktan sonra 83 köye ve nihayet Tigray
Bölgesi'nin tamamına yayılmış. Projenin kapsama alanının ülke genelini içerecek
şekilde genişletilmesi önerisi, Tarım Bakanlığı'na iletilmiş. Proje, bugün
Etiyopya'nın altı bölgesine yayılmış durumda.
Mekele’deki
Etiyopya Üniversitesi’nin yürüttüğü araştırmaların bu projeye destek vermesi,
esasen karar vericileri bu tür uygulamaların işe yaradığına ve hem çiftçiler
hem de toprak için daha iyi olduğuna ikna etmede kritik öneme sahip olduğunun
kanıtı niteliğinde.
Bellay,
Doğu Afrika'da geniş çapta uygulamaya konulan, “itme-çekme” adı verilen bir zirai
ekoloji uygulamasından bahsediyor. Bu yöntem, önemli ot türlerinin yabani ot
türleriyle birlikte ekilmesiyle haşereleri kontrol altına alma amacına hizmet
ediyor. Bu işlemde haşereler, bir yandan bir ya da daha fazla bitkiyle
sistemden kovuluyor, yani itiliyor, bir yandan da “yem” niyetine ekilmiş
bitkilerle avlanıyor, yani o bitkilere doğru çekiliyor, böylece ürün böcek
istilasına karşı korunmuş oluyor.
İtme-çekme
yönteminin tarlalardaki haşere popülasyonlarını biyolojik olarak kontrol
etmede, pestisit ihtiyacını önemli ölçüde azaltmada, özellikle mısırda üretimi
artırmada, çiftçilerin gelirini ve hayvanlara verilen yem miktarını çoğaltmada,
buna bağlı olarak, süt üretimini artırmada, ayrıca toprak verimliliğinin
iyileştirilmesinde çok etkili olduğu kanıtlanmıştır.
2015
yılına kadar bu uygulamayı kullanan çiftçi sayısı 95.000'e yükseldi. Başarının
temel taşlarından biri, Doğu Afrika'da 15 yıldan fazla bir süredir sap kurtları
ve canavar otları üzerine etkin bir ekolojik çalışma yürüten Uluslararası Böcek
Fizyolojisi ve Ekolojisi Merkezi ile Rothamsted Araştırma İstasyonu'nun
(İngiltere) işbirliğiyle en son elde edilen bilimsel bilgilerin
birleştirilmesidir.
Bu
deneyim, bakanlıklar ve araştırma kurumları gibi önemli kurumların desteğiyle
nelerin başarılabileceğinin delilidir.
Örneğin
Brezilya'da yönetimler, “Gıda Tedariği Programı” adı altında, devlet okulları
ve hastaneleri ile birlikte tedarik zincirleri geliştirerek, köylü tarımını ve zirai
ekolojiyi desteklediler. Bu, halkın iyi fiyatlara ürün satın almasını sağladı
ve çiftçileri bir araya getirdi. Program, toplumsal hareketlerin hükümete
yönelik, onun harekete geçmesi için uyguladığı baskının bir sonucuydu.
Federal
hükümet, ayrıca yerli tohumlar getirdi ve onları ülke çapındaki çiftçilere
dağıttı; bu, birçok çiftçinin yerel tohumlara erişim imkânını yitirdiği
koşullarda şirketlerin ilerlemesiyle mücadele etmek için önemli bir adımdı.
Ancak
zirai ekoloji, sadece Küresel Güney ile ilgili bir mesele olarak görülmemeli.
Önce Gıda olarak da bilinen Gıda ve Kalkınma Politikası Enstitüsü isimli
STK’nın İcra Direktörü Eric Holtz-Gimenez, zirai ekolojinin, dünyanın tarımın da
ötesine geçen (ancak bununla bağlantılı olan) sorunlarının çoğuna somut, pratik
çözümler sunduğu düşüncesinde. Ona göre bu çözümleri sunarken zirai ekoloji,
bir yandan da can çekişen doktriner neoliberal ekonomiye meydan okuyor ve ona
alternatifler sunuyor.
Zirai
ekolojinin ölçeğinin büyütülmesiyle açlık, yetersiz beslenme, çevredeki
tahribat ve iklim değişikliği ile mücadele etmek mümkün hâle gelecektir. Zirai
ekoloji, nispeten zengin ülkelerde entansif tarım çalışmaları dâhilinde ücretli
emeğin yapacağı, güvence altına alınmış işler konusunda imkânlar yaratmak suretiyle,
başka ülkelerden işçilerin kullanılması ile dışarıdan gelen işleri yapmak için
köylülerin şehirlere göç edip toplu hâlde terhanelere dolması ve oralarda
yabancı şirketlerin işlerini yapması arasındaki bağı kurar ve ilgili sorunu
çözüme kavuşturur. Zira bu sorun, iki yönlü işleyen, neoliberal küreselleşmeden
kaynaklanan, ABD ve İngiltere ekonomilerini mahveden bir sorundur. Bugün Hindistan gibi
ülkelerde ucuz yedek işçi ordusu meydana getirmek için köylerdeki altyapı bu
sebeple tahrip edilmekte, yerli halkın kurduğu gıda üretim sistemleri bu
sebeple yıkıma uğratılmaktadır.
Çeşitli
resmi raporlar, düşük gelirli bölgelerdeki açları beslemek ve gıda güvenliğini
sağlamak için küçük çiftlikleri ve çeşitli, sürdürülebilir zirai ekolojik tarım
yöntemlerini desteklememiz ve yerel gıda ekonomilerini güçlendirmemiz
gerektiğini savunmaktadır.
Olivier
De Schutter’in de tespit ettiği gibi:
“2050'de dokuz milyar
insanı beslemek için acilen mevcut en verimli tarım tekniklerini benimsememiz
gerekiyor. Günümüzün bilimsel kanıtları, zirai ekolojik yöntemlerin, özellikle
elverişsiz ortamlarda, açların yaşadığı gıda üretimini artırmada kimyasal gübre
kullanımından daha iyi performans gösterdiğini ortaya koyuyor.”
Olivier
De Schutter, küçük ölçekli üretim yapan çiftçilerin ekolojik yöntemler
kullanarak kritik bölgelerde gıda üretimini on yıl içerisinde ikiye
katlayabileceğini belirtiyor. Bilimsel literatürün kapsamlı bir incelemesine
dayanan, kendisinin de dâhil olduğu çalışma, gıda üretimini artırmanın ve en
yoksulların durumunu iyileştirmenin bir yolu olarak zirai ekolojiye tümden
geçilmesi çağrısında bulunuyor. Rapor, ayrıca devletleri zirai ekolojiye geçmeye
çağırıyor.
Zirai
ekolojinin başarı öyküleri, kalkınma meselesi, çiftçilerin ellerine teslim
edildiğinde nelerin başarılabileceğini ortaya koyuyor. Zirai ekolojik
uygulamaların yaygınlaşması, gelecek nesiller için sürdürülebilecek hızlı, adil
ve kapsayıcı bir kalkınma anlamına geliyor. Bu model, aşağıdan yukarıya doğru
uzanan ve devletin daha sonra yatırım yapıp kolaylaştırabileceği politika ve
faaliyetleri içeriyor.
Uygun
yollar, depolama ve diğer altyapı ile desteklenen yerel pazarlara erişimi olan ve
merkezî olmayan bir gıda üretimi sistemi, egemen olan ve küresel sermayenin
ihtiyaçlarına hizmet etmek için tasarlanmış sömürücü uluslararası pazarların
önüne geçmeli.
Ülkeler
ve bölgeler, nihayetinde dar bir şekilde tanımlanmış gıda güvenliği kavramından
uzaklaşmalı ve gıda egemenliği kavramını benimsemeliler. Gates Vakfı ve tarım
işletmelerine sahip holdingler tarafından tanımlanan şekliyle “gıda güvenliği” hep,
yalnızca uzmanlaşmış üretime, arazi konsantrasyonuna ve ticaretin
serbestleştirilmesine dayalı büyük ölçekli, sanayileşmiş şirket temelli
çiftçiliğin yaygınlaştırılmasını haklı çıkarmak için kullanıldı. Bu ise, küçük
üreticilerin yaygın olarak mülksüzleştirilmesine ve küresel ekolojik bozulmaya
yol açtı.
Dünya
genelinde, tarım uygulamalarında makineleştirilmiş, endüstriyel ölçekte
kimyasalları yoğun kullanan, tek türlü tarımsal faaliyetlere ve kırsal
ekonomilerin, geleneklerin ve kültürlerin altının oyulmasına veya ortadan
kaldırılmasına yönelik bir değişikliğe tanık oluyoruz. Bölgesel tarıma
dayatılan “yapısal uyum” politikalarının, şirketlere ait tohumlara ve
teknolojilere bağımlı hâle gelen çiftçiler açısından girdi maliyetlerini hızla
arttırdığına ve gıdada kendi kendine yeterliliğin yok edildiğine şahit oluyoruz.
Gıda
egemenliği, sağlıklı ve kültürel açıdan uygun gıda hakkını ve insanların kendi
gıda ve tarım sistemlerini tanımlama hakkını kapsar. “Kültürel açıdan uygun
gıda” ifadesi, aslında insanların geleneksel olarak ürettikleri ve yedikleri
yiyeceklerin yanı sıra topluluk ve topluluk duygusunu destekleyen, sosyal
olarak yerleşik uygulamalara çakılmış bir selamdır.
Ama
bir yandan da bu söylenenlerin ötesini de görmemiz gerekiyor. Zira “yerel” ile
kurduğumuz bağ, bir yandan da fazlasıyla fizyolojik bir bağdır.
İnsanlar,
bağırsak mikrobiyomunu etkileyen yerel topraklarla, işleme ve fermantasyon
süreçleriyle derin bir mikrobiyolojik bağlantıya sahiptir. Bakterilerden,
virüslerden ve mikroplardan oluşan bu yaklaşık üç kiloluk mikrobiyom, insanın
yaşadığı yerin toprağına benzer. Toprakta olduğu gibi mikrobiyom da
yediklerimize ve yiyemediklerimize bağlı olarak bozulur. Ana organlardan gelen
birçok sinir ucu bağırsakta bulunur ve mikrobiyom onları etkili bir şekilde
besler. Mikrobiyomun modern küresel gıda üretim/işleme sistemi ve maruz kaldığı
kimyasal bombardıman tarafından nasıl bozulduğuna dair, hâlen daha devam
etmekte olan bir yığın araştırma mevcuttur.
Kapitalizm,
yaşamın tüm yönlerini, varlığımızın özünü, hatta fizyolojik düzeyde bile
sömürgeleştirir. Güçlü şirketler, zirai kimyasallar ve gıda katkı maddeleriyle
bu “toprağa” ve onunla birlikte insan vücuduna saldırmaktadır. Sağlıklı
topraklarda yetiştirilen, geleneksel olarak işlenmiş gıdaları yemeyi bırakıp,
kimyasal yüklü tarım ve işleme faaliyetlerine tabi tutulan gıdaları yemeye
başladığımız anda kendimizi değiştirmeye başladık.
Gıda
üretimini ve mevsimleri çevreleyen kültürel geleneklerin yanı sıra,
yerelliklerimizle olan köklü mikrobiyolojik bağımızı da kaybettik. Yerini, şirketlere
ait kimyasallar, tohumlar ve Monsanto (şimdi Bayer), Nestle ve Cargill gibi
şirketlerin hâkim olduğu küresel gıda zincirleri aldı.
Bağırsaktaki
nörotransmiterler, ana organların işleyişini etkilemenin yanı sıra ruh hâlimizi
ve düşüncemizi de etkiler. Bağırsak mikrobiyomunun bileşimindeki değişiklikler,
otizm, kronik ağrı, depresyon ve Parkinson dâhil olmak üzere çok çeşitli
nörolojik ve psikiyatrik durumlarla ilişkilendirilmiştir.
Bilim
yazarı ve nörobiyolog Mo Costandi, bağırsak bakterilerini ve bunların beyin
gelişimindeki dengelerini ve önemini tartışıyor. Bağırsak mikropları, beyindeki
istenmeyen sinapsları ortadan kaldıran bağışıklık hücreleri olan mikrogliyanın
olgunlaşmasını ve işlevini kontrol ediyor. Bağırsaktaki mikrop bileşiminde yaşa
bağlı değişiklikler, ergenlikte miyelinasyonu (sinir kılıflanması) ve sinaptik
budamayı düzenlemekte, bu nedenle bilişsel gelişime katkıda bulunabilmektedir. Bu
değişikliklerin yaşanmaması, çocuklar ve ergenler için ciddi sonuçlar doğurmaktadır.
Ek
olarak, çevreci Rosemary Mason, artan obezite seviyelerinin bağırsaktaki düşük
bakteri zenginliği ile ilişkili olduğunu belirtiyor. Gerçekten de modern gıda
sistemine maruz kalmayan kabilelerin daha zengin mikrobiyomlara sahip oldukları
kaydedilmiştir. Mason, suçu doğrudan tarımda kullanılan kimyasallara atıyor, bu
noktada özellikle dünyanın en yaygın biçimde kullanılan herbisiti olan ve
kobalt, çinko, manganez, kalsiyum, molibden ve sülfat gibi temel minerallerin
güçlü bir şelat ajanı olarak iş gören glisofata işaret ediyor. Mason’ın
düşüncesine göre glisofat, yararlı bağırsak bakterilerini de öldürüyor, ayrıca
zehirli bakterilere alan açıyor.
Siyasetçiler,
Yeşil Devrim uygulamaları ve teknolojisinin reklâmını yaptıkları kadar zirai
ekolojiye öncelik vermiş olsalardı, yoksulluk, işsizlik ve kentsel göçü
çevreleyen sorunların çoğu çözülebilirdi.
Uluslararası
Zirai Ekoloji Forumu'nun 2015 tarihli bildirgesi, gerçek anlamda zirai ekolojik
gıda üretimine dayalı, yeni kırsal-kentsel bağlantılar yaratan tabandan yerel
gıda sistemlerinin kurulması fikrini savunuyor. Zirai ekolojinin endüstriyel
gıda üretim modelinin bir aracı hâline getirilmemesi gerektiğini söyleyen
bildirge, onun ilgili modelin temel alternatifi olması gerektiğine vurgu
yapıyor.
Bildirge,
bir yandan da zirai ekolojinin politik olduğunu, yerel üreticilerin ve
toplulukların toplumdaki iktidar yapılarına meydan okuması ve dönüştürmesi
gerektirdiğini, özellikle tohumların, biyolojik çeşitliliğin, toprak ve
bölgelerin, suların, bilginin, kültürün ve müştereklerin kontrolünün dünyanın
karnını doyuranların ellerine verilmesini gerektirdiğini söylüyor.
Bununla
birlikte, zirai ekolojiyi geliştirmenin en büyük zorluğu, büyük şirketlerin
ticari tarıma yönelmesinde ve zirai ekolojiyi marjinalleştirme girişimlerinden
kaynaklanıyor. Bugün ne yazık ki, küresel tarım işletmeciliğinin, bilimsel,
politik ve yönetsel alanlarda başarılı bir şekilde örülmüş karmaşık bir
süreçler ağına dayanan "güçlü meşruiyet" statüsünü güvence altına
aldığını görüyoruz. Bu algılanan meşruiyet, devlet dairelerini, kamu
kurumlarını, tarımsal araştırma paradigmasını, uluslararası ticareti, ayrıca gıda
ve tarımla ilgili kültürel anlatıyı ele geçirmek veya şekillendirmek için yola
çıkan tarım işletmeciliği holdinglerinin lobicilik faaliyetlerinden, finansal
nüfuzundan ve siyasi gücünden kaynaklanıyor.
IV. Bölüm
Tahrif Edici Kalkınma
Şirketlerin İhrazı ve Emperyalizmin Niyeti
Birçok
hükümet, tarım teknolojileri sektörünün ve tarım işletmeciliği endüstrinin
kullandığı teknolojileri halka kabul ettirmek için o teknolojilerin
sahipleriyle birlikte çalışıyor. Aslında halkın çıkarları adına çalışma
yürütmesi gereken bilim kurulları ve düzenleme kurumları, endüstriyle güçlü
bağlara sahip önemli isimler eliyle yollarından saptırıldılar, öte yandan
bürokratlar ve siyasetçiler endüstriye çalışan güçlü lobilerin kulu hâline
geldiler.
2014'te
Avrupa Şirket Gözlemevi, Avrupa Komisyonu'nun önceki beş yılını ele alan önemli
bir rapor yayınladı. Rapor, komisyonun şirketlerin ajandasına gönüllü uşaklık
yaptığı sonucuna varmaktaydı. GDO'lar ve böcek ilâçları konusunda tarım
ticaretinden yana olan komisyon, Avrupa'yı daha sürdürülebilir bir gıda ve
tarım sistemine yönlendirmek şöyle dursun, tarım işletmeciliği ve ona hizmet
eden lobilerin Brüksel sahnesine hâkim olmayı sürdürdüğü koşullarda, bunun tam
tersini yaptı.
Avrupa'daki
tüketiciler genetiği değiştirilmiş gıdaları reddetmesine rağmen komisyon,
Unilever gibi dev gıda şirketleri ve FoodDrinkEurope isimli lobi grubu
tarafından desteklenen biyoteknoloji sektörünün GDO'ların Avrupa'ya girmesine
izin verme taleplerini karşılamak için çeşitli girişimlerde bulundu.
Raporda,
komisyonun araştırılan tüm alanlarda şirketlerin ajandasına uygun adımlar
attığından, büyük iş dünyasının çıkarlarıyla uyumlu politikalar için baskı
yaptığından bahsedilmekteydi. Komisyon, bu yaptıklarını, iş dünyasının
çıkarlarının genel olarak toplumun çıkarlarıyla eşanlamlı olduğu inancıyla
yapmıştı.
O
zamandan beri çok az şey değişti. Aralık 2021'de Dünya Dostları Enternasyonali
Avrupa Şubesi (FOEE), büyük tarım işletmeleri ve
biyoteknoloji şirketlerinin şu anda Avrupa Komisyonu'nu yeni genom teknikleri
için tüm etiketleme ve güvenlik kontrollerini kaldırması için bastırdığını
belirtti. Lobicilik çabalarının başladığı 2018 yılından bu yana bu şirketler
Avrupa Birliği genelinde yürüttükleri lobi faaliyetleri için en az 36 milyon avro
harcadılar, ayrıca Avrupa Komisyonu üyeleri, icra komitesi üyeleri ve genel
müdürleriyle, haftada birden fazla olmak kaydıyla, 182 toplantı gerçekleştirdi.
FOEE'ye
göre, Avrupa Komisyonu, güvenlik kontrollerini zayıflatma ve GDO etiketlemesini
baypas etme gibi adımları içeren yeni yasaya lobinin taleplerini eklemeye fazlasıyla
istekli görünüyor.
Şirketlerin
önemli ulusal ve uluslararası kuruluşlara etki etmesi yeni bir şey değil.
Ekim
2020'de Ürün Ömrü Enternasyonali, FAO ile yeni stratejik ortaklığının
sürdürülebilir gıda sistemlerine katkıda bulunacağını söyledi. Bunun endüstri
ve FAO için bir ilk olduğunu ve bitki bilimi sektörünün ortak hedeflerin
paylaşıldığı bir ortaklık dâhilinde yapıcı bir şekilde çalışma kararlılığını
gösterdiğini sözlerine ekledi.
Güçlü
bir ticaret ve lobi birliği olan Ürün Ömrü Enternasyonali üyeleri arasında
dünyanın en büyük tarımsal biyoteknoloji ve pestisit işletmeleri olan Bayer,
BASF, Syngenta, FMC, Corteva ve Sumitoma Chemical gibi şirketleri bulunmaktadır.
Bitki bilimi teknolojisini teşvik etme kisvesi altında, dernek, her şeyden önce
üye şirketlerin çıkarlarını gözetiyor.
Unearthed
(Greenpeace) ve Public Eye (insan hakları STK'sı) tarafından 2020 yılında
gerçekleştirilen ortak bir araştırma, BASF, Corteva, Bayer, FMC ve Syngenta'nın
düzenleyici makamlar tarafından ciddi sağlık tehlikeleri oluşturan zehirli
kimyasalları satarak milyarlarca dolar kazandırdığını ortaya koydu.
Araştırma
ayrıca, satışlarının bir milyar dolardan fazlasının, arılar için oldukça
zehirli olan (bazıları artık Avrupa pazarlarında yasaklanmış) kimi
kimyasallardan geldiğini tespit etti. Bu satışların üçte ikisinden fazlası,
Brezilya ve Hindistan gibi düşük ve orta gelirli ülkelerde gerçekleşti.
2021'deki
BM Gıda Sistemleri Zirvesi'nde sunulan Halkın Bağımsız Cevabı isimli politik bildiri, küresel şirketlerin çok bileşenli
yapılara giderek daha fazla sızdığını, burada amacın, endüstrileşme sürecini
hızlandırmak, köylülerin emeği üzerinden zenginleşmek ve şirketlerin gücünün
yoğunlaşmasını sağlamak adına sürdürülebilirlik söylemine el koymak olduğunu
dile getirmekteydi.
Bu
gerçeği akılda tutalım, ama şu önemli meseleye de bigâne kalmayalım: Ürün Ömrü
Enternasyonali, artık FAO'nun zirai ekolojiye olan bağlılığını ortadan
kaldırmaya ve gıda sistemlerinin şirketlerin hizmetine daha fazla girmesini
sağlamak için çalışacak. Bugün söz konusu enternasyonalin üyelerinin
çıkarlarını tehdit eden alternatif kalkınma ve tarımsal gıda modellerine
yönelik FAO içinden ideolojik bir saldırı var gibi görünüyor.
Erozyon,
Teknoloji ve Konsantrasyon Eylem Grubu’nun [ETC Group) “Bizi Kim Besleyecek? Endüstriyel
Gıda Zinciri ve Köylü Gıda Ağı isimli 2017 tarihli rapor, muhtelif küçük ölçekli üreticiler
ağının (köylü gıda ağı) aslında en aç ve marjinal olanlar dâhil dünyanın
%70'ini beslediğini ortaya koyuyor.
Bu
oldukça önemli olan rapor, endüstriyel gıda zinciri tarafından üretilen
gıdaların aslında sadece %24'ünün insanlara ulaştığını ifade ediyor. Ayrıca,
endüstriyel gıdanın bize daha pahalıya mal olduğunu söyleyen rapor, endüstriyel
gıdaya harcanan her bir dolar karşılığında pisliği temizlemek için iki dolar
daha harcandığından bahsediyor.
Lâkin
sonrasında iki önemli gazete, küçük çiftliklerin dünya nüfusunun sadece %35'ini
beslediğini iddia etti.
Gazetelerden
biri, bu bilgiyi “Dünyamızdaki yiyeceklerin ne kadarını küçük toprak sahipleri
üretiyor?” sorusunu soran makale (Ricciardi vd., 2018), diğeri de “Hangi
çiftlikler dünyayı besliyor ve tarım arazileri daha yoğun hâle geldi mi?”
başlıklı bir FAO raporu (Lowder vd., 2021) iletmekteydi.
Sekiz
önemli kuruluş, FAO'ya, kuruluşun uzun zamandır savunduğu pozisyonlarla çelişen
cümleler sarf eden Lowder ve arkadaşlarına ait makaleyi eleştiren bir mektup
kaleme aldı. Mektup, Oakland
Enstitüsü, Tarım Emekçileri İttifakı, ETC Grubu, Tarım Kültürü, Afrika’da Gıda
Güvenliği İttifakı, GRAIN, Dip Dalgası Enternasyonali ve Tarım ve Ticaret
Politikası Enstitüsü tarafından imzalandı.
Açık
mektup, FAO'ya (küçük
çiftçiler, zanaatkâr balıkçılar, göçebe çobanlar, avcı-toplayıcılar ve kentsel
üreticiler dâhil) tüm köylülerin daha az kaynakla daha fazla yiyecek
sağladığını ve dünya nüfusunun en az %70'i için birincil besin kaynağı olduğunu
yeniden teyit etme çağrısı yapıyor.
ETC
Grubu ayrıca, hazırladığı , 16 sayfalık “Küçük Ölçekli Çiftçiler ve Köylüler
Dünyayı Hâlâ Besliyor” raporunda Lowder ve arkadaşlarının
makalelerinde metodolojiye ve kavramlara taklalar attırdıklarını, “%35”
rakamına ulaşmak için bazı önemli gerçekleri ihmal ettiklerini, “ailecek
çiftçi” tanımını değiştirdiklerini, “küçük çiftliği” iki hektardan az olarak
tanımladıklarını ortaya koyuyor. Oysa Lowder’ın makalesindeki küçük
çiftliklerle ilgili bu değerlendirme, 2018’de FAO’nun ülkelere özgü, daha
hassas bir küçük çiftlik tanımı yapmak adına tarım arazisi konusunda genel bir
eşik belirlememe kararıyla çelişiyor.
Lowder
ve arkadaşlarının makalesi, ayrıca son FAO ve devlet ait köylü çiftliklerinin
büyük çiftliklerden hektar başına daha fazla gıda ve daha besleyici gıda
ürettiğine dair diğer raporlarla da çelişiyor. Lowder’ın makalesi, ayrıca
siyasetçilerin yanlış bir tutum dâhilinde köylü üretimine odaklandıklarını,
aslında daha büyük üretim birimlerine daha fazla dikkat etmeleri gerektiğini
savunuyor.
FAO'ya
gönderilen açık mektubu imzalayanlar, Lowder çalışmasının gıda üretiminin gıda
tüketimi için bir aracı olduğu ve pazardaki gıdanın ticari değerinin tüketilen
gıdanın besin değeri ile eşitlenebileceği varsayımına kesinlikle katılmıyorlar.
Makale
aslında, özel mülke ait teknolojileri ve tarımsal gıda modelini öne çıkartmak
için köylü üretiminin etkinliğini baltalamaya çalışan tarım işletmeciliği
anlatısını besliyor.
Küçük
ölçekli köylü çiftçiliği, bu holdingler tarafından bir engel olarak görülüyor.
Bu şirketlerin gözleri, gıda egemenliği ve dönüm başına çeşitli beslenme
üretimini açıklayan entegre bir sistem yaklaşımını kavramak istemeyen,
metaların toplu üretimine dayanan dar bir mahsul-çıktı paradigmasından başka
bir şey görmüyor.
Oysa
entegre sistem yaklaşımı, yerel toplulukları ortadan kaldırmak ve kalanları
küresel tedarik zincirlerinin ve küresel pazarların ihtiyaçlarına tabi kılmak
yerine gelişen, kendi kendine yeten yerel topluluklara dayalı kırsal ve
bölgesel kalkınmayı artırmaya hizmet edecek.
FAO
raporu, dünyadaki küçük çiftliklerin tarım arazilerinin %12'sini kullanarak
dünyadaki gıdanın yalnızca %35'ini ürettiği sonucuna varıyor. Ancak ETC Group,
FAO'nun normal veya karşılaştırılabilir veri tabanlarıyla çalışarak, köylülerin
tarım arazisi ve kaynaklarının üçte birinden daha azıyla dünya nüfusunun en az
%70'ini beslediklerinin açıkça görüldüğünü söylüyor.
Ancak,
toprağın %12'sinde gıdanın %35'i üretilse bile, bu, büyük ölçekli kimyasal
yoğun tarım yerine küçük, aile ve köylü çiftçiliğine yatırım yapmamız
gerektiğini göstermez mi?
Tüm
küçük çiftlikler zirai ekoloji veya kimyasal içermeyen tarım uygulamasa da, bunların
yerel pazarların ve ağların ayrılmaz bir parçası olmaları ve dünyanın öbür
ucundaki işletmelerin, yatırımcı şirketlerin ve hissedarların çıkarlarından
ziyade, kendi toplumlarının gıda ihtiyaçlarını karşılama ihtimalleri daha
yüksek.
Bir
kurumu şirketler ele geçirdiğinde, çoğu zaman ilk zayi olacak olan, hakikatin
kendisidir.
Şirketlerin
Emperyalizmi
FAO’nun
şirketlerce ele geçirilmesi, esasen, daha kapsamlı bir eğilimin parçası. Dünya
Bankası'nın tarım işletmelerinin açılmasını mümkün kılan çalışmalarından, Gates Vakfı’nın Afrika
tarımının küresel gıda ve tarım işletmeleri oligopollerine açılmasında oynadığı
role kadar birçok
unsur, şirket yanlısı dilin güçlenmesine katkı sunuyor. Bu süreç dâhilinde
herkesi tohum tekellerine kul etmek için, yürürlükteki demokratik usuller
baypas ediliyor, güçlü şirketlerin hâkimiyetinde bulunan tarımsal gıda
zincirlerinin kâr elde ettiği süreç çeşitli mekanizmalarla besleniyor.
Dünya
Bankası, şirketler tarafından yönetilen bir endüstriyel tarım modelini dayatıyor,
politikaları oluşturma iradesi, bir biçimde şirketlere teslim ediliyor.
Monsanto,
tohum tekelleri oluşturmak için Ticaretle Bağlantılı Fikri Mülkiyet Haklarına
İlişkin DTÖ Anlaşması'nın taslağının hazırlanmasında önemli bir rol oynadı, ayrıca
küresel gıda işleme endüstrisi, Sağlık ve Bitki Sağlığı Önlemlerinin
Uygulanmasına İlişkin DTÖ Anlaşması'nın şekillenmesine öncülük etti. Kodeksten,
Hint toplumunu yeniden yapılandırmayı amaçlayan Tarımda Bilgi Girişimi'ne kadar,
güçlü tarımsal işletme lobisi, kendi tarım modelinin hüküm sürmesini sağlamak
için siyasetçilere ayrıcalıklı erişim imkânı sundu.
Ulusötesi
tarım işletmelerini ellerinde bulunduran holdingler nihai darbeyi, hükümet
yetkililerinin, bilim insanlarının ve gazetecilerin, Fortune dergisinin
en zengin ilk 500 şirket listesine girmiş, kâr peşinde koşan şirketlerinin
doğal varlıkların koruyucusu oldukları fikrini meşrulaştırmalarını sağlayarak
indirdi. Bu şirketler o kadar çok kişiyi ikna ettiler ki, artık özünde
insanlığın ortak malı olan şeye sahip olmak ve onları kontrol etmek için nihai
meşruiyete sahipler.
Bazıları
bugün, söz konusu şirketlerin insanlığın ihtiyaçlarını karşıladıkları varsayımı
üzerinden, suyun, gıdanın, toprağın ve tarımın kâr etsinler diye güçlü
ulusötesi şirketlere teslim edilmesi fikrini savunuyorlar.
Endüstriyel
tarımı teşvik eden şirketler, hem ulusal hem de uluslararası düzeylerde
politika oluşturma mekanizmasının derinlerine yerleşmiş durumda. Ancak öte
yandan da şu soruyu sormak gerekiyor: Sadece kötü gıda üretip, dünya genelinde
gıdaya yeterince kavuşamayan bölgeler oluşturan, sağlığı yok eden, küçük
çiftlikleri yoksullaştıran, farklı besin kaynaklarının sayısını azaltan, besin
değeri düşük gıda üreten, küçük çiftliklere nazaran daha az üretken olan,
susuzluğa yol açan, bağımlılığı ve yoksulluğu besleyip ona bağımlı olan bir
sistem, daha ne kadar meşru kalabilir?
Güçlü
tarımsal ticaret şirketleri, ancak hükümetleri ve düzenleyici kurumları ele
geçirdikleri, dünya genelinde sahip oldukları nüfuzu artırmak, ayrıca ABD
militarizmi veya istikrarsızlaştırıcı politikalardan istifade ederek kazanç
sağlamak adına için Dünya Ticaret Örgütü ve iki taraflı ticaret anlaşmalarını
kullanabildikleri sürece faaliyet yürütebiliyorlar.
Örneğin
Ukrayna'yı ele alalım. 2014 yılında küçük çiftçiler, o ülkedeki tarım
arazilerinin %16'sını işletiyorlardı, ancak patateslerin %97'si, balın %97'si,
sebzelerin %88'i, meyve ve çileğin %83'ü ve sütün %80'i dâhil olmak üzere
tarımsal üretimin %55'ini sağlıyorlardı. Bu da gösteriyor ki Ukrayna’daki küçük
çiftlikler çarpıcı sonuçlar ortaya koyuyorlar.
Ukrayna
hükümetinin 2014'ün başlarında devrilmesinin ardından, yabancı yatırımcıların
ve Batılı tarım işletmeciliğinin tarımsal gıda sektörünü sağlam bir şekilde ele
geçirmesinin yolu açıldı. 2014 yılında Ukrayna'ya verilen AB destekli kredinin
zorunlu kıldığı reformlar, yabancı tarım ticaretine fayda sağlamayı amaçlayan
tarımsal deregülasyonu içeriyordu. Doğal kaynak ve arazi politikasındaki
değişiklikler, çok büyük miktarda arazinin yabancı şirketlerin eline geçmesini kolaylaştırmak
için tasarlandı.
Oakland
Enstitüsü'nün politika direktörü Frederic Mousseau, o sırada Dünya Bankası ve
IMF'nin yabancı pazarları Batılı şirketlere açma niyetinde olduğunu, ayrıca Dünya’daki
mısır ihracatçısı ülkeler içerisinde birinci, buğday ihracatçısı ülkeler
içerisinde ise beşinci sırada olan Ukrayna’daki uçsuz bucaksız arazilerin ve
tüm tarım sektörünün böylesi bir riskle karşı karşıya kaldığı gerçeğinin gözden kaçırılmaması
gereken, önemli bir gelişme olduğunu söylüyordu. Son yıllarda yabancı
şirketlerin Ukrayna’da 1,6 milyon hektarın üzerinde araziyi satın aldığını da
sözlerine eklemekteydi.
Batılı
tarım işletmeleri, darbeden çok önce, uzun bir süredir Ukrayna'nın tarım
sektörüne göz dikmişti. Bu ülke, Avrupa'daki tüm ekilebilir arazilerin üçte
birini içeriyor. Oriental Review [“Doğu
Araştırmaları”] tarafından 2015 yılında yayınlanan bir makale, doksanların ortalarından
bu yana ABD-Ukrayna İş Konseyi'nin başındaki Ukraynalı-Amerikalıların, Ukrayna
tarımının yabancıların kontrolüne girmesini teşvik etme noktasında etkili
olduğunu belirtiyor.
Kasım
2013'te Ukrayna Tarım Konfederasyonu, GDO’lu tohumların yaygın kullanımına izin
vererek, küresel tarım ticareti şirketlerine fayda sağlayacak bir yasal
değişiklik taslağı hazırladı. GDO'lu ürünler, yasal olarak Ukrayna pazarına girdiği
2013 yılında, çeşitli tahminlere göre, tüm soya fasulyesi tarlalarının %70'ine,
mısır tarlalarının %10-20'sine ve tüm ayçiçeği tarlalarının %10'undan fazlasına
(yani ülkedeki tarım arazilerinin yüzde 3’üne) ekildi.
Haziran
2020'de IMF, Ukrayna ile 18 aylık 5 milyar dolarlık bir kredi programını onayladı. Brettons Wood Project isimli
internet sitesine göre hükümet, uluslararası finanstan gelen sürekli baskının
ardından devlete ait tarım arazilerinin satışına ilişkin 19 yıllık moratoryumu
kaldırmayı taahhüt etti. Dünya
Bankası, Haziran ayı sonunda onaylanan, Ukrayna'ya
verilen 350 milyon dolarlık Kalkınma Politikası Kredisi'ne (COVID “yardım
paketi”) koşul olarak kamuya ait tarım arazilerinin satışına ilişkin ilave
önlemleri dâhil etti. Bu, “tarım
arazilerinin satışına ve arazinin teminat olarak kullanılmasına” imkân sağlamak
için gerekli bir “ön eylemi” içeriyordu.
IMF’nin sitesine ait ekran görüntüsü
Frederic
Mousseau konuya dair yaklaşımını kısa süre önce şu şekilde aktarmıştı:
“Amaç, açıkça özel
yatırımcıların ve Batılı tarım işletmelerinin çıkarlarını gözetmektir. […] Batılı
finans kurumlarının, ekonomik durumu kötü olan bir ülkeyi topraklarını satmaya
zorlaması, yanlış ve ahlak dışıdır.”
IMF
ve Dünya Bankası'nın küresel tarım ticaretine devam eden taahhüdü ve geliştirdiği
hileli “küreselleşme” modeli, devam eden yağma için bir reçetedir. İster Bayer,
Corteva, Cargill gibi şirketlerin modelini benimsesin, isterse Bill Gates'in önayak
olduğu, Afrika tarımının şirketlerin eline geçmesini sağlayan sürece öncülük
etsin, sermaye, “serbest ticaret” ve “kalkınma” gibi klişelerin ardına saklanıp
her şeyin sermayeye teslim edilmesi için elinden gelen her şeyi yapacaktır.
Hindistan
Gıda
ve tarımın geleceği için verilen savaşı özetleyen bir ülke varsa, o da
Hindistan'dır.
Hindistan'da
tarım bir dönüm noktasında. Gerçekten de ülkenin 1,3 milyarı aşan nüfusunun
%60'ından fazlasının (doğrudan veya dolaylı olarak) geçimini hâlâ tarımdan
sağladığı düşünülürse, burada asıl mevzu, ülkenin geleceğidir. Vicdansız
çıkarlar, Hindistan'ın yerli tarımsal gıda sektörünü yok etmeye ve kendi
imajlarına göre yeniden şekillendirmeye niyetli ve çiftçiler protesto için
ayaklanıyor.
Hindistan'da
tarıma ve çiftçilere neler olduğunu anlamak için önce kalkınma paradigmasının
nasıl altüst edildiğini anlamalıyız. Kalkınma, eskiden sömürgecilerin
sömürüsünden kurtulup iktidar yapılarını kökten yeniden tanımlamakla ilgiliydi.
Bugün, ekonomi teorisi maskesi takan neoliberal ideoloji ve uluslararası
sermayenin mevzuat ve kurallardan kurtulduğu süreç birlikte, dev ulusötesi
holdinglerin ulusal egemenlik üzerinde kabadayılık yapabilmelerini sağlıyor.
Uluslararası
sermaye akışlarının kuralsızlaştırılması (finansal liberalizasyon), gezegeni
dünyanın en zengin kapitalistlerinin rahatça cirit attıkları, semirdikleri bir
yer hâline getirdi. İkinci Dünya Savaşı sonrası Bretton Woods para rejimi
altında, ülkeler sermaye akışına kısıtlamalar getirmişlerdi. Yerli firmalar ve
bankalar, izin almaksızın başka bir yerde bankalardan veya uluslararası sermaye
piyasalarından serbestçe borç alamıyor, paralarını başka ülkelere sokup
çıkartamıyorlardı.
Yurtiçindeki
mali piyasalar, başka yerlerdeki uluslararası piyasaların güdümündeydi. Hükümetler,
büyük ölçüde başkaları tarafından tasarlanan para veya maliye politikaları
tarafından kısıtlanmadan, kendi makroekonomik politikalarını uygulayabiliyorlardı.
Ayrıca, piyasa güvenini aramak veya sermaye kaçışı konusunda endişelenmek
zorunda kalmadan, kendi vergi ve sanayi politikalarına sahip olabiliyorlardı.
Bununla
birlikte, Bretton Woods'un dağıtılması ve küresel sermaye hareketinin
kuralsızlaştırılması, (devlet borçları dâhil) farklı alanlarda başgösteren
finansal krizlerin daha fazla yaşanmasına yol açtı ve ulus-devletlerin sermaye
piyasalarına bağımlılığını artırdı.
Hâkim
anlatı, bu süreci “küreselleşme” olarak adlandırıyor; oysa bu tabir, sonsuz kâr
artışına, aşırı üretim krizlerine, aşırı birikime ve piyasa doygunluğuna, kârlılığı
sürdürmek için sürekli olarak yeni, kullanılmayan (yabancı) pazarlar arama ve
kullanma ihtiyacına dayanan yağmacı neoliberal kapitalizm için bir örtmeceden
başka bir şey değil aslında.
Hindistan'da
bunun etkilerini çok net bir şekilde görebiliyoruz. Hindistan, demokratik bir
gelişme yolu izlemek yerine, dış kaynaklı finansman rejimine boyun eğmeyi seçti
(veya buna zorlandı). Bugün ülke, elini kolunu bağlayıp ne kadar para
harcayabileceğine dair gelecek emirleri ve sinyalleri bekliyor, ekonomik
egemenlikle ilgili iddialarından vazgeçiyor, piyasaları gelip ele geçirsin diye
sermayeye alan açıyor.
Hindistan'ın
tarımsal gıda sektörü bağrını esen tüm rüzgârlara açtı, böylece sektör ele
geçirilecek kıvama getirildi. Ülke, Dünya Bankası'ndan, o kurumun tarihindeki
herhangi bir ülkeden daha fazla borç aldı.
Doksanlarda
Dünya Bankası Hindistan'ı, 400 milyon insanın kırsal kesimden yerinden
edilmesiyle sonuçlanacak piyasa reformlarını uygulamaya yönlendirdi. Ayrıca,
Dünya Bankası'nın “Tarım İşletmelerini Etkinleştirme” direktifleri, Batılı
tarım ticaretine ve bunların gübrelerine, böcek ilâçlarına, yabani ot öldürücü ilâçlara
ve patentli tohumlara pazarları açmaya, ayrıca çiftçileri ulusötesi şirketlerin
elindeki küresel tedarik zincirlerini beslemeye dair emirler içeriyor.
Amaç,
güçlü şirketlerin “piyasa reformları” kisvesi altında kontrolü ele geçirmesine
izin vermektir. Vergi mükelleflerinden kesilen paralar üzerinden muazzam sübvansiyonlar
alan ulusötesi şirketler, piyasaları manipüle ediyor, ticaret anlaşmaları kaleme
alıyor ve bir fikri mülkiyet hakları rejimi kuruyor, bu da bize gösteriyor ki “serbest”
piyasanın yalnızca “fiyat keşfi” ve “piyasa”nın kutsallığı ile ilgili klişeleri
yayanların kafalarındaki çarpık sanrılarda varolabilir.
Hint
tarımı, kitleleri beslerken yüz milyonlarca köylünün geçim kaynağının muhafazasına
yardımcı olan küçük çiftliklerin yerini alan büyük ölçekli, makineleşmiş (tek-türlü)
tarım işletmeleriyle tamamen ticarileştirilecektir.
Hindistan'ın
tarım konusunda sahip olduğu zemin, ülkenin temeli, kültürel gelenekleri, toplulukları
ve köy ekonomisi kökünden sökülüyor. Hint tarımı, yıllarca yetersiz yatırım
sorunuyla boğuştu, bu nedenle şimdi yanlış bir yaklaşım
dâhilinde, performansı düşük, bu anlamda ondaki yatırım eksikliğinde payı
olanlara satılacak kıvama gelmiş, yardıma muhtaç bir yoksul ülke muamelesi
görüyor.
Bugün
“doğrudan yabancı yatırım”dan ve Hindistan'ı “şirketlere dost ülke” hâline
getirmekten bahseden çok fazla konuşmaya tanık oluyoruz. Oysa bu kulağa hoş
gelen tabirler, modern kapitalizmin çıkarı esas alan yaklaşımının birer ürünü.
İlk dönem endüstriyel kapitalizm İngiliz köylüler için neyi ifade ediyorsa,
modern kapitalizm de Hintli çiftçiler için onu ifade ediyor: Biri diğerinden
daha merhametli değil.
İlk
kapitalistler ve onlara amigoluk yapanlar, köylülerin nasıl layıkıyla
sömürülemeyecek kadar bağımsız ve rahat olduklarından şikâyet ediyorlardı. Gerçekten
de birçok önde gelen isim, o köylülerin topraklarını terk edip fabrikalarda
düşük ücretle çalışmak için yoksullaşmalarını savundu.
Gerçekte,
büyük ölçüde kendi kendine yeten İngiliz köylüleri, üretim araçlarından yoksun
bırakıldılar ve topraklarından sürüldüler. Kendi kendini yetiştirme, ürünlerin
geri dönüşüme sokulması ve tutumluluk kültürü gibi hasletleriyle işçi sınıfı o
özgüveniyle kendi ayakları üzerinde durabiliyorken bu özelliği, kapitalizmin
ürettiği mallara bağımlı hâle gelme ve rahata düşkünlük için gerekli zemini
sağlayan eğitim sistemi ve yürütülen reklâm kampanyaları üzerinden yok edildi.
Amaç,
Hindistan'ın yerinden edilmiş yetiştiricilerinin, Batı'nın uzak diyarlarda
kurduğu fabrikalarda ucuz emek olarak çalışmak üzere yeniden eğitilmesidir.
Oysa aslında hiçbir yerde yeterince iş imkânı oluşturulmamaktadır. Üstelik kapitalizmin kendisini “Büyük Reset” ile
sıfırladığı koşullarda insan emeğinin yerini yapay zekânın yönlendirdiği
teknoloji almaktadır. Yapay zekânın yol açacağı etkilerin yanında, Hindistan
küresel kapitalizmin yan kuruluşu hâline gelecek, ülkenin tarımsal gıda sektörü
küresel tedarik zincirlerinin ihtiyaçları uyarınca yeniden yapılandırılacak,
Batı’da emeğin sermayeye karşısında sahip olduğu gücü kırmak için Hintli
işçilerden oluşan yedek işçi ordusu oluşturulacaktır.
Bağımsız
yetiştiriciler iflas ettikçe araziler büyük ölçekli endüstriyel ekimi
kolaylaştırmak için birleştirilecek, çiftçiye kalan arazilerse şirketlerin
elindeki tedarik zincirlerince yutulacak, büyük tarım işletmeleri ve zincir
perakendecilerinin dayattıkları sözleşmelere tabi oldukları ölçüde
ezileceklerdir.
2016
tarihli BM raporu, 2030 yılına kadar Delhi'nin nüfusunun 37 milyon olacağını
söylüyor.
Raporun
baş yazarlarından biri olan Felix Creutzig “Yükselen
mega şehirler, yerel gıda zincirlerini dışlayan endüstriyel ölçekli tarım ve
süpermarket zincirlerine giderek daha fazla tabi hâle gelecek” diyor.
Amaç,
endüstriyel tarımı sağlamlaştırmak ve kırsalı ticarileştirmek.
Sonuç
olarak kentlileşen ülke, endüstriyel tarıma ve bunun gerektirdiği her şeye
bağımlı hâle gelecek, gıdalardaki besin değerleri azalacak, giderek tek tip
beslenme düzenleri hâkim hâle gelecek, tarımda kimyasallar daha fazla
kullanılacak, gıdalar, steroidler, antibiyotikler ve bir dizi kimyasal katkı
maddesi ile daha fazla kirlenecek. Beraberinde ülkedeki sağlık sorunları hızla
artacak, toprak bozulacak, böcek popülasyonları yok olacak, su kaynakları
kirlenecek ve tükenecek, tohum, kimyasal ve gıda işleme alanında faaliyet
yürüten şirketlerin meydana getirdiği karteller ortaya çıkacak ve bunlar
dünyadaki gıda üretimini ve tedarik zincirlerini daha fazla kontrol eder hâle
gelecek.
Bu
anlamda, geleceği bugünden görmek için bir kristal küreye ihtiyacımız yok. Yukarıda
saydığımız şeylerin çoğu zaten yaşanıyor, köylerin yok olmasından, kırsalın
yoksullaşmasından ve devam eden, Hindistan’daki kalabalık şehirlerin
yüzleştikleri, kıymetli tarım arazilerini tüketen sorunlara sebep olan
kentleşmeden bahsetmeye bile gerek yok.
Ulusötesi
şirket destekli gruplar, bu geleceği güvence altına almak için perde arkasında
sıkı bir çalışma yürütüyorlar. New York Times’da
Eylül 2019'da yayınlanan “Kararlı Bir Sanayi Grubu Dünya Çapında Gıda
Politikasını Şekillendiriyor” başlıklı rapora göre, Uluslararası Yaşam
Bilimleri Enstitüsü (ILSI) hükümetin sağlık ve beslenme kurumlarına sessizce
sızıyor. Makale, bu enstitünün, özellikle Hindistan'da olmak üzere, küresel
düzeyde üst düzey gıda politikasının şekillendirilmesi üzerindeki etkisini
açıkça ortaya koyuyor.
ILSI,
yüksek düzeyde yağ, şeker ve tuz içeren işlenmiş gıdaların piyasaya sürülmesini
onaylayan söylemleri ve politikaları şekillendirmeye yardımcı oluyor. Hindistan'da,
ILSI’ın artan etkisi, obezite, kardiyovasküler hastalık ve diyabet oranlarındaki
artışı koşulluyor.
Batılı
ülkelerde son altmış yılda gıda kalitesinde köklü değişiklikler olduğunu
belirtmekte fayda var. Birçok temel gıda maddesindeki eser elementler ve mikro
besin içerikleri ciddi şekilde tükenmiştir.
2007'de
beslenme terapisti David Thomas, McCance ve Widdowson’ın The Mineral
Depletion of Foods Available to US as a Nation [“Bir Ulus Olarak ABD’ye
Sunulan Gıdalardaki Mineral Eksikliği”] isimli kitabının altıncı baskısı için
yazdıkları eleştiride bu durumu mevcut rahatlığa ve doymuş yağlar, işlenmiş et
ve rafine karbonhidrat içeren, çoğunlukla hayatî önemde olan mikro besinlerden
mahrum olan, buna karşın renklendiriciler, tatlandırıcılar ve koruyucular
içeren kimyasal katkı maddeleriyle yoğrulmuş, önceden hazırlanmış gıdalara
yönelik hızlı değişime bağlıyor.
Yeşil
Devrim’in ürün yetiştirme sistemlerine ve uygulamalarına yönelik etkisinden
bahseden Thomas, bu değişikliklerin beslenme kaynaklı sağlık sorunlarındaki
artışa ciddi bir katkı sunduğunu öne sürüyor. Devam eden araştırmaların, mikro
besinlerdeki eksiklikler ile fiziksel ve zihinsel sağlık sorunları arasında
önemli bir ilişki olduğunu açıkça gösterdiğini de sözlerine ekliyor.
Artan
diyabet sıklığı, çocukluk çağı lösemisi, çocukluk çağı obezitesi,
kardiyovasküler bozukluklar, kısırlık, osteoporoz ve romatoid artrit, akıl
hastalıkları ve benzerlerinin hepsinin beslenme düzeni ve özellikle mikro besin
eksikliği ile doğrudan bir ilişkisi olduğu ispatlanmış bir husus.
Uluslararası
Yaşam Bilimleri Enstitüsü, işte tam da bu türden bir gıda modeline destek
sunuyor. 17 milyon dolarlık bütçesini maddi katkılarıyla besleyen 400 şirket
içinde Coca-Cola, DuPont, PepsiCo, General Mills ve Danone yer alıyor. Raporda
ILSI’ın, aralarında Monsanto'nun da bulunduğu kimya şirketlerinden 2 milyon
dolardan fazla para aldığı belirtiliyor. 2016'da bir BM komitesi, Monsanto'nun
yabani ot öldürücü Roundup ilâcındaki ana bileşen olan glifosatın “muhtemelen
kanserojen değil” diyen bir karar yayınladı. Oysa bu karar, DSÖ'ye bağlı kanser
ajansının daha önceki raporuyla çelişiyordu. Komiteye iki ILSI yetkilisi
başkanlık etmekteydi.
Hindistan'dan
Çin'e, sağlıksız paketlenmiş gıdalara uyarı etiketleri koyan veya fiziksel
aktiviteyi vurgulayıp dikkati gıda sisteminin kendisinden başka yöne çeviren
obezite karşıtı eğitim kampanyalarını şekillendiren kimi önemli isimlerin de
şirketlerin koridorlarıyla güçlü bağları var. Bu insanlar, tarımsal gıda
şirketlerinin çıkarlarını savunmak adına nüfuz oluşturabilmek için uygulamaya
konulan siyaset dâhilinde örgütleniyorlar.
Afrika'da olduğu
gibi ya IMF-Dünya Bankası’nın dayattığı yapısal uyum programları da, Meksika’yı
kötü etkileyen NAFTA gibi ticaret anlaşmaları
da, ulusal ve uluslararası düzeylerde politik kurumların şirketlerin safına
çekilmesine dönük çabalar da serbest bırakılmış küresel ticaret yolları da dünyanın
her yerinde aynı sonucu doğurdu: geleneksel yerli tarımın ortadan kaldırılması
ve gıdanın serbest bırakılmış küresel piyasalar ile ulusötesi tekelleri merkez
alan şirket yanlısı model
eliyle üretilmesi sonucu beslenme düzeni çeşitliliğini yitirdi, hastalıklar çoğaldı.
V. Bölüm
Hintli Çiftçilerin Mücadelesi
Çiftlik Yasaları ve Neoliberalizmin Çaldığı Ölüm Çanı
Broşürün
bundan sonraki bölümleri, büyük ölçüde, Hindistan hükümetinin 2021 sonlarında
tartışılan üç çiftlik yasasının yürürlükten kaldırılacağını açıklamasından önce
yazılmıştı. Burada, aslında 2022'de köylülerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerde
yapılacak olan seçimlerin yaklaştığı gerçeği dikkate alındığında taktiksel bir
manevrayı aşan bir şeyler söz konusu. Bu yasaların ardında güçlü küresel şirketlerin
çıkarları var ve bu çıkarlar hükmünü yitirmiş değil, dolayısıyla aşağıda ifade
edilen endişeler hâlâ fazlasıyla meşru ve yerinde. Zira Hindistan'da hüküm
süren tarımsal gıda sistemini ortadan kaldırmak için on yıllardır dayatılan
ajandanın arkasında o küresel şirketlerin çıkarları var. Yasalar yürürlükten
kaldırılmış olabilir, ancak sektörü ele geçirme ve onu radikal bir şekilde
yeniden yapılandırma amacı ve bu amaç doğrultusunda belirlenmiş temel çerçeve
yerli yerinde duruyor. Hindistan'da çiftçilerin mücadelesi bitmedi.
1830'da
İngiliz sömürge valisi Lord Metcalfe, Hindistan'ın köylerinin istediklerinde
her şeyi bulabildikleri, hemen hemen her şeye sahip küçük birer cumhuriyet
olduğunu söylüyordu. İşte Hindistan bu topluluklar sayesinde ayakta kalabildi:
“Hanedanlıkların biri
gidiyor, biri geliyor ama köy topluluğu aynı kalıyor. Bu, esasen toplulukların
mutlu olmasıyla, özgürlüğün ve bağımsızlığın nimetlerinden faydalanıyor
olmasıyla ilgili bir durum.”
Metcalfe,
Hindistan'ı boyun eğdirmek için bu "dayanma" kapasitesinin kırılması
gerektiğinin kesinlikle farkındaydı. İngilizlerden bağımsızlığını kazanmasından
bu yana, Hindistan'ın yöneticileri, Hindistan'ın canlılığını veya kırsalını
zayıflatmaktan başka bir şey yapmadılar. Bugünse Hindistan ve köyleri için ölüm
çanı çalıyor.
Hindistan'ın
geleceği için bir plan hazırlıyorlar, ama çiftçiler plan konusunda hiçbir
iradeye sahip değiller.
Çiftliklerle
ilgili olarak meclise getirilen üç önemli yasa tasarısı, neoliberalizmin şok
terapisini büyük emtia tüccarları ve diğer (uluslararası) şirketlerin yararına olacak
şekilde, Hindistan'ın tarımsal gıda sektörüne dayatmayı amaçlıyor: Küçük toprak
sahibi çiftçilerin çoğu olmasa bile önemli bir kısmı, “yırtmak veya büyümek”
isterken bu süreçte duvara toslayabilir.
Bu
yasama faaliyeti, 2020 tarihli Çiftçi Üretimi ve Ticareti (Tanıtım ve
Kolaylaştırma) Yasası’nı, 2020 tarihli Fiyat Güvencesi ve Çiftlik Hizmetlerine
İlişkin Çiftçi (Güçlendirme ve Koruma) Anlaşması’nı ve gene 2020 tarihli Temel
Mallar Yasası’nda değiştirilen maddeleri içeriyor.
Bu
müdahale, esasen Hindistan'daki yerli tarım için son bir ölüm çanını ifade
ediyor. Yasalar, çiftçilerin tarımsal ürünlerini müzayede yoluyla tüccarlara
satmaları için devlet tarafından işletilen pazar yerleri olan, “büyük pazar”
anlamına gelen Mendilerin baypas edilip, çiftçilerin başka yerlerde (fiziksel
ve çevrimiçi olarak) özel oyunculara satış yapmasına izin vermek suretiyle,
kamunun düzenleyici rolünün baltalanması anlamına geliyor. Özel sektöre açık olan
ticaret alanlarında hiçbir ücret alınmaması öngörülüyor (oysa mendilerde ödenen
ücretler eyaletlere gidiyor ve ilkesel olarak çiftçilere yardımcı olmak amacıyla,
altyapıyı geliştirmek için kullanılıyor).
Bu,
büyük pazarlar dışında faaliyet gösteren şirketlerin çiftçilere (en azından
başlangıçta) daha iyi fiyatlar sunması konusunda şirketleri teşvik etse de,
büyük pazar (mendi) sistemi çöktüğü için söz konusu şirketler ticareti
tekellerine alacak, sektörü ele geçirecek ve çiftçilere fiyatları dikte edecek.
Bu
politikanın diğer bir sonucu da ürün depolama sürecinin düzensizleşmesi ve
spekülasyon olacak, neticede çiftçilik sektörü büyük tüccarların elini kolunu
sallaya sallaya girdiği ve kârına baktığı bir işleyişe mahkûm edecek, ayrıca
gıda güvenliği riske atılacak. Hükümet, sektörde herhangi bir düzenleme
yapamayacak, temel ürünleri tüketicilere adil fiyatlarla sunamayacak. Bu
politika, ilgili alanı pazarın etkili aktörlerine terk etmek içindir.
Çünkü
yasalar da Cargill ve Walmart gibi ulusötesi tarımsal gıda şirketlerinin, ayrıca (tarım şirketi
holdinginin sahibi) Gautam Adani ile (Reliance Industries perakende zincirinin
sahibi) Mukeş Ambini gibi Hintli milyarderlerin neyin hangi fiyata ekileceğine,
ekilecek miktara, neyin üretilip neyin işleneceğine karar vermelerini
sağlayacak. Endüstriyel tarım, modelin beraberinde getirdiği, sağlık, toplum ve
çevre ile alakalı tüm maliyetleri ile birlikte bir norm hâlini alacak.
Yasa
Washington'da Hazırlandı
Son
tarım yasası, ABD ve Hindistan'daki bir avuç milyardere fayda sağlayacak 30
yıllık bir planın son parçalarını temsil ediyor. Bu, geçimini hâlâ tarıma
bağlayan yüz milyonlarca kişinin (nüfusun çoğunluğunun) geçim kaynağının, elitlerin
çıkarları adına feda edilmesi anlamına geliyor.
Ünlü
ekonomist Utsa Patnaik'e göre, Birleşik Krallık'ın servetinin büyük
bir kısmını Hindistan’dan çalışan 45 trilyon dolar oluşturuyor. İngiltere,
Hindistan'ın gelişmesine mani olarak zenginleşti. Bugün eskinin Doğu Hindistan
Şirketi’nin güncel versiyonu olan şirketler, ülkenin en değerli varlığı olan
tarıma katkı sunma yarışına girdiler.
Dünya
Bankası'nın 2015 yılına kadar derlenen verilere dayanan kredi raporuna göre,
Hindistan, kurum tarihinde kolayca en fazla kredi alan ülke oldu. Hindistan'ın doksanlardaki
döviz krizinin ardından, IMF ve Dünya Bankası, Hindistan'ın yüz milyonları
tarım sahasından çekmesini istedi.
O
sırada 120 milyar dolardan fazla kredi karşılığında Hindistan, devlete ait
tohum tedarik sistemini kaldırmaya, sübvansiyonları azaltmaya, kamu tarım
kurumlarını kapatmaya ve döviz kazanmak için para getiren ürünlerin
yetiştirilmesi konusunda teşvikler sunmaya yönlendirildi.
Bu
planın ayrıntıları, Mumbai merkezli Politik Ekonomi Araştırma Birimi (RUPE)
tarafından Ocak 2021'de yayınlanan, “Modi'nin Çiftlik Ürünleri Yasası Otuz Yıl
Önce Washington DC'de Yazıldı” başlıklı bir makalesinde yer alıyor. Makale, mevcut
tarımsal “reformların” emperyalizmin Hindistan ekonomisini giderek daha fazla
ele geçirme sürecinin daha geniş bir sürecinin parçası olduğunu söylüyor:
“Telekom, perakende ve
enerji gibi sektörlerde gördüğümüz gibi, Reliance ve Adani gibi Hintli şirketler,
yabancı yatırımın büyük alıcıları. Aynı zamanda, çok uluslu şirketler ve tarım,
lojistik ve perakende sektörlerindeki diğer finansal yatırımcılar da Hindistan'da
kendi operasyonlarını yürütüyorlar. Çokuluslu ticaret şirketleri, tarımsal
emtianın alınıp satıldığı küresel ticarete hâkim. […] Hindistan'ın tarım ve
gıda ekonomisinin yabancı yatırımcılara ve küresel tarım işletmelerine
açılması, emperyalist ülkelerin uzun süredir devam eden bir projesi.”
Makale,
Hindistan için programı belirleyen 1991 Dünya Bankası muhtırasının
ayrıntılarını sunuyor.
Makaleye
göre o sırada Hindistan, henüz 1990-91 döviz krizinden çıkamamış ve kendisini
IMF’in izlediği “yapısal uyum” programına yeni teslim etmiş. Hindistan, Temmuz
1991’de hazırladığı bütçe ile kendi neoliberalizm sürecine kaçınılmaz olarak
girmiş oldu.
Modi
hükümeti, bugüne kadar Washington'daki derebeyleri için çok yavaş olan
yukarıdaki programın uygulamasını çarpıcı biçimde hızlandırmaya çalışıyor: kamu
alımlarının ve gıda dağıtımının kaldırılması, meclisten geçen, tarımla alakalı
üç yasa sayesinde daha da kolay olacak.
Ne
olduysa bugünkü hükümetten önce oldu ama Modi, sanki ilgili ajandanın son
maddelerini yerine getirmek için özel bir hazırlık yürütmüş gibi.
Kendisini
büyük bir küresel iletişim, paydaş katılımı ve iş stratejisi şirketi olarak
tanımlayan APCO Worldwide, Wall Street ve şirket yanlısı ABD devletiyle güçlü bağlantıları olan bir lobi
ajansıdır ve küresel ajandanın yürürlüğe konulmasına katkıda bulunur. Birkaç
yıl önce Modi, imajını düzeltmek ve kendisini seçilebilir şirket yanlısı bir
başbakan portresi sunan birine dönüştürmek için APCO'ya başvurdu. Aynı zamanda,
APCO, Gucerat başbakanı iken Modi’nin ekonomik neoliberalizmin bir mucizesi olarak
nitelendirilmesine de katkıda bulundu, oysa ortada mucize olarak görülebilecek
bir şey yoktu.
Birkaç
yıl önce, 2008 mali krizini takiben APCO, Hindistan'ın küresel altüste karşı
direncinin hükümetleri, siyasetçileri, ekonomistleri, şirket yanlısı kurumları
ve fon yöneticilerini ülkenin küresel kapitalizmin toparlanmasında önemli bir
rol oynayabileceğine inandırdığını belirtti.
Söylenenlerin
alt metnine bakıldığında, aslında küresel sermayenin bölgelere ve uluslara
taşınması ve yerli oyuncuları yerinden etmesi yönünde bir çağrıda
bulunulmaktaydı. Tarım söz konusu olduğunda bu niyet, “çiftçilere yardım etme”
ve (Hintli çiftçilerin zaten yaptığı gibi) “artmakta olan bir nüfusu besleme”
ihtiyacına ilişkin duygusal ve fedakârmış görünümü veren retoriğin arkasına
saklanıyordu.
Modi
bu amaçla yola çıktı ve Hindistan'ın şu anda dünyanın “iş dünyasına dost” en
önemli ülkelerden biri olduğunu gururla ifade etti. Gerçekte Modi aslında, Dünya
Bankası’nın emirlerine uyarak, Hindistan'ın, kamu işletmelerinin daha fazla
özelleştirileceği sürecin önünü açacağını, çevreye zarar veren politikalara uygulayacağını, “iş yapma kolaylığı”
sağlayacağını, tarım sektöründe iş yapılmasını mümkün kılacağını ve serbest piyasa köktenciliği temelinde emekçi insanları uçuruma
sürükleyecek bir rekabetin içine sokacağını söylemiş oluyordu.
APCO,
Hindistan'ı trilyon dolarlık bir pazar olarak nitelendirdi. Uluslararası
fonların konumlandırılmasından ve şirketlerin pazarlardan yararlanma, ürün
satma ve kâr elde etme yeteneklerini kolaylaştırmaktan bahsediyor. Bunların
hiçbiri, bırakın gıda güvenliğini, ulusal egemenliğin de reçetesi değil.
Ünlü
bilimsel tarım uzmanı M. S. Svaminatan şunları söylüyor:
“Bağımsız dış politika
ancak gıda güvenliği ile mümkündür. Bu nedenle, gıda ürünlerinin sadece yemekle
ilgili olan sonuçlarından daha fazla sonuca yol açtığını görmek gerekir. Gıda
güvenliği, ulusal egemenliği, ulusal hakları ve ulusal prestiji korur.”
Amaç,
kamu sektörünün tarımdaki rolünü büyük ölçüde azaltmak ve onu özel sermayenin yolunu
açan bir araca indirgemektir. Cargill, Archer Daniels Midlands, Louis Dreyfus,
Bunge ve Hindistan'daki perakende ve tarım ticareti devlerinin yanı sıra
küresel tarım teknolojisi, tohum ve zirai ilâç şirketleri ve “verilerin yön
verdiği tarım” fikrine öncülük eden Silikon Vadisi'nin ihtiyaçlarına uygun
endüstriyel (GDO’lu) meta-ürün yetiştiriciliği kural hâlini alacaktır.
Tabii
ki, APCO’nun bahsini ettiği fon yöneticileri ve şirketler, özellikle arazi
satın alma ve arazi spekülasyonu yoluyla avantaj elde etme imkânına sahip oluyorlar.
Örneğin, Karnataka Arazi Reformu Yasası, işletmelerin tarım arazisi satın
almasını kolaylaştıracak ve bu da artan topraksızlık ve kentsel göçle
sonuçlanacak.
Devam
eden programın bir sonucu olarak, Hindistan'da 1997'den beri 300.000'den fazla
çiftçi canına kıydı ve çok daha fazlası ekonomik sıkıntı yaşıyor ya da borç, para
getiren ürünlere geçiş ve ekonomik liberalleşme nedeniyle çiftçiliği bıraktı. Hindistan'daki
çiftçilerin çoğu, çiftçiliğin yapılmasını imkânsız kılan bir stratejinin
çilesini çekiyor.
Hindistan'daki
yetiştirici sayısı 2004 ile 2011 arasında 166 milyondan 146 milyona düştü. Her
gün yaklaşık 6.700 kişi çiftçiliği bıraktı. 2015 ile 2022 arasında, yetiştirici
sayısının yaklaşık 127 milyona düşmesi bekleniyor.
Sektörün
onlarca yıldır tükendiğine, girdi maliyetlerinin hızla arttığına, devlet
yardımının geri çekildiğine ve ucuz, sübvansiyonlu ithalatın çiftçilerin
gelirlerini düşüren etkilerine şahit olduk. Hindistan'ın GSYİH’sinde son on
yılda yaşanan artış, kısmen ucuz gıda ve çiftçilerin yoksullaşması nedeniyle gerçekleşti:
çiftçilerin geliri ile nüfusun geri kalanı arasındaki uçurum giderek daha da
büyüdü.
Düşük
performans gösteren şirketler büyük bağışlar alıp borçlarını sildirirlerken , güvenli bir gelirin
olmaması, uluslararası piyasa fiyatlarına maruz kalma ve ucuz ithalat,
çiftçilerin üretim maliyetlerini karşılayamadığı sefalet koşullarına katkıda
bulunuyor.
800
milyonu aşan nüfusuyla Hint köylüsü, hiç tartışmasız, gezegenin en ilginç ve en
karmaşık yerinde yaşıyor. Köyler, çiftçi intiharları, çocukların yetersiz
beslenmesi, artan işsizlik, artan kayıt dışılık, borçluluk ve tarımda genel bir
çöküşle boğuşuyor.
Hindistan'ın
hâlâ tarıma dayalı bir toplum olduğu göz önüne alındığında, ünlü gazeteci P
Sainath, yaşananların bir medeniyet krizi olarak tanımlanabileceğini ve sadece şu
beş kelimeyle açıklanabileceğini söylüyor: şirketlerin tarım sahasını gasp etmesi.
Bu sürecin gerçekleşmesini de gene beş kelimeyle izah ediyor: kırsalın yağmacı
bir tarzda ticarileştirilmesi. Ortaya çıkan sonuç da beş kelimeyle ifade
ediliyor: tarihimizdeki en büyük yerinden edilme.
Örneğin,
çiftçilerin durumunu vurgulayan bakliyat ekimini ele alalım. Indian Express'te
(Eylül 2017) yer alan bir rapora göre, bakliyat üretimi rekor kırılan önceki 12
ayda %40 arttı. Bununla birlikte, aynı zamanda ithalat da arttı ve siyah mercimeğin
kilosunun 40 rupiden (önceki 12 aya göre çok daha az bir fiyata) satılmasıyla
sonuçlandı. Bu, fiyatları etkili bir şekilde aşağı çekti ve böylece çiftçilerin
zaten yetersiz olan gelirlerini azalttı.
Diğer
tanık olduğumuz bir gelişme de Endonezya'dan (Cargill'e fayda sağlayan) hurma
yağı ithalatı sayesinde, yerli yemeklik yağ sektöründeki zayıflamaydı. Dünya
Bankası'nın tarifeleri düşürme baskısı üzerinden bu gelişmeye tanıklık eden
Hindistan, doksanlarda yemeklik yağ konusunda kendi kendisine yeten bir
ülkeyken, bugün ülkenin ithalat kaynaklı maliyeti artıyor.
Zengin
ulusların Hindistan hükümetine çiftçilere verilen desteği daha da azaltması,
ithalata ve ihracata yönelik “serbest piyasa” ticaretine açılması yönünde
yaptığı baskı, ikiyüzlülükten başka bir şey değil.
2017'nin
sonlarında Down to Earth [“Gerçekçi”] isimli internet sitesinde, 2015
yılında ABD'de yaklaşık 3,2 milyon kişinin tarımla uğraştığı ifade ediliyor.
ABD hükümeti, her bir çiftçiye ortalama kişi başı 7.860 ABD dolar sübvansiyon
sağlamış. Japonya’da bu sübvansiyon 14.136, Yeni Zelanda’da ise 2.623 doları
buluyor. 2015 yılında, bir İngiliz çiftçi 2.800 dolar kazandı ve sübvansiyonlarla
bu rakam 37.000 dolara çıktı. Hindistan hükümeti, çiftçilere ortalama olarak
873 dolarlık bir sübvansiyon sağlıyor. Ancak, 2012 ile 2014 arasında Hindistan,
tarım ve gıda güvenliğine verilen sübvansiyonu 3 milyar dolar azalttı.
Politika
analisti Devinder Şarma'ya göre, ABD'li buğday ve pirinç çiftçilerine sağlanan
sübvansiyonlar, bu iki mahsulün piyasa değerinden daha fazla. Ayrıca,
Avrupa'daki her bir ineğin, Hintli bir çiftçinin günlük gelirinden daha fazla
değerde sübvansiyon aldığını da belirtiyor.
Hintli
çiftçinin bu ülkelerdeki çiftçilerle rekabet edebilmesi mümkün değil. Dünya
Bankası, DTÖ ve IMF, Hindistan'daki yerli tarım sektörünü baltalamaya etkin bir
şekilde hizmet etti.
Bugünse
yeni çiftlik yasaları üzerinden kamu sektörüne ait tampon stokları azaltıp,
şirketlerin dikte ettikleri sözleşmeli çiftçilik yanında, ürün satışı ve
tedariki için tam ölçekli neoliberal piyasalaştırmanın önünü açmak suretiyle
Hindistan, çiftçilerini ve kendi gıda güvenliğini, bir avuç milyarder yararına,
feda edecek.
Bu
süreçte doğal olarak milyonlarca insan, Hindistan kırsalında yerinden edildi ve
şehirlerde iş aramak zorunda bırakıldı. Pandemi dönemindeki karantina
uygulamalarıyla birlikte “göçmen işçiler”in büyük bir kısmı, şehir
merkezlerinde güvenli bir yere sahip olamadıkları için köylerine dönmek zorunda
kaldılar. Otuz yıldır neoliberal reformlar uygulanıyor, hâlen daha bu insanlar,
düşük ücretler alıyorlar ve iş güvencesine sahip değiller.
Değişim
İçin Kuruluş Sözleşmesi
Kasım
2018'in sonlarında, (yaklaşık 250 çiftçi örgütünden oluşan) Tüm Hindistan Kisan
Sangarş Koordinasyon Komitesi, tarafından, o zamanlar Delhi'de gerçekleşen
büyük ve kamuoyuna yaygın bir biçimde duyurulan çiftçi yürüyüşünün
gerçekleştirildiği günlerde kuruluş sözleşmesini paylaştı.
Sözleşmede
şunlar yazılıydı:
“Çiftçiler, sadece
geçmişimize ait bir kalıntı değil; çiftçiler, tarım ve köyler, tarihî bilgi,
beceri ve kültürün taşıyıcıları, gıda güvenliği, gıda ürünlerinin korunması ve
gıda egemenliğinin temsilcileri, ayrıca biyolojik çeşitliliğin ve ekolojik
sürdürülebilirliğin koruyucuları olarak ülkenin ve dünyanın geleceğinin
ayrılmaz birer parçasıdır.”
Çiftçiler,
bu süreçte, Hindistan tarımının ekonomik, ekolojik, sosyal ve varoluşsal
krizinin yanı sıra devletin sektörü sürekli olarak ihmal etmesi ve çiftçi
topluluklarına karşı ayrımcılığa maruz kalmasından endişe duyduklarını
belirttiler.
Ayrıca,
büyük, yağmacı ve kâra aç şirketlerin nüfuzunun derinleşmesi, çiftçilerin ülke
çapında intihar etmesi ve borçluluğun dayanılmaz yükü ve çiftçiler ile diğer
sektörler arasındaki artan eşitsizlikten endişe duyuyorlardı.
Kuruluş
sözleşmesi, Hindistan meclisini, Hintli çiftçilere ait, onlar tarafından
hazırlanmış ve onlara hizmet edecek iki yasa tasarısının meclisten geçirilip
yürürlüğe sokulması için acilen toplanmaya çağırdı.
Meclis
tarafından kabul edilirse, diğer şeylerin yanı sıra, 2018 tarihli Çiftçilerin
Borçluluktan Kurtulma Yasası, tüm çiftçiler ve tarım işçileri için tam kredi
muafiyeti sağlayacaktı.
Gene
2018 tarihli ikinci yasa tasarısı, Çiftçilerin Tarımsal Emtia İçin Ücretli
Asgari Destek Fiyatlarını Garanti Altına Alma Hakkı Yasa Tasarısı ise,
hükümetin tohum, tarım makineleri, ekipman, mazot, gübre ve böcek ilâçlarının fiyatlarıyla
ilgili özel düzenleme üzerinden tarımsal girdi maliyetlerini düşürmesini,
çiftlik ürünlerini hem yasaya aykırı olan hem de cezalandırılmayı gerektiren
bir müdahale dâhilinde asgari destek fiyatının altında satın almasını
öngörüyordu.
Kuruluş
sözleşmesi ayrıca, kamu dağıtım sisteminin genelleştirilmesi, başka yerlerde
yasaklanmış olan pestisitlerin geri çekilmesi ve kapsamlı bir ihtiyaç ve etki
değerlendirmesi yapılmadan genetiğiyle oynanmış tohumların onaylanmaması
konusunda özel bir tartışma yürütülmesi çağrısında bulundu.
Diğer
talepler arasında, tarım ve gıda işlemede doğrudan yabancı yatırım olmaması,
çiftçilerin sözleşmeli çiftçilik adına şirket yağmalarından korunması, çiftçi
üretici örgütleri ve köylü kooperatifleri oluşturmak için çiftçi kolektiflerine
yatırım ve uygun ürün yetiştirme modellerine dayalı, yereldeki tohum
çeşitliliğinin canlandırılmasını öngören zirai ekolojinin teşvik edilmesi gibi
talepler yer alıyordu.
Bu
tür taleplere rağmen 2021 yılında hükümet, mevcut ihtiyaçlara cevap vermek
yerine, son çıkarttığı yasalar üzerinden, tarımın şirketleştirildiği, kamusal
dağıtım sisteminin ve asgari destek fiyatının yürürlükten kaldırıldığı, ayrıca
sözleşmeli çiftçilik için gerekli zeminin oluşturulduğu sürecin önünü açtığına
ve ona destek sunduğuna şahit olduk.
2018'de
gündeme getirilen, yukarıda bahsettiğimiz iki yasa hükmünü yitirmiş olmasına
rağmen, çiftçiler gene de şirket yanlısı (çiftçi karşıtı) çiftlik yasalarının
iptal edilip yerine çiftçilere asgari destek fiyatını garanti eden yeni bir
yasal çerçeve sunulmasını talep ettiler.
RUPE’nin de belirttiği gibi, temel ürünlerin
ve emtianın devlet tarafından satın alınması yoluyla asgari destek fiyatının mısır,
pamuk, yağlı tohum ve bakliyat gibi alanları kapsayacak şekilde genişletilmesi
gerekiyor. Şu anda, devlet yalnızca belirli eyaletlerde pirinç ve buğday üreten
çiftçilerden asgari destek fiyatı üzerinden ürün alıyor.
Hindistan'da
kişi başına düşen protein tüketimi son derece düşük olduğundan ve serbestleşme
döneminde bu tüketim daha da düştüğünden, kamu dağıtım sisteminde bakliyat
tedarikinin vadesi çoktan dolmuş durumdadır ve bu tedarike acilen ihtiyaç
vardır. RUPE, Hindistan Gıda Şirketi'ndeki “fazla” tahıl stokunun yalnızca
hükümetin insanlara tahıl dağıtmayı reddetmesinin veya başarısızlığının bir
sonucu olduğunu savunuyor.
Kamu
dağıtım sistemini bilmeyenler için şunu söyleyelim: Merkezî hükümet, Hindistan
Gıda Şirketi üzerinden, hububatı çiftçilerden devlete ait pazar yerlerinde ve
büyük pazarlarda asgari destek fiyatından almakla yükümlüdür. Ardından bu
hububat tüm eyaletlere dağıtılır. Eyalet yönetimleri de kendi payını istihkakın
bulundurulduğu dükkânlara teslim eder.
Eğer
asgari destek fiyatından daha fazla çeşit ürün alınırsa, yani tüm eyaletlerde
pirinç ve buğday gibi ürünlerde asgari destek fiyatından alınacağına dair
güvence verilecek olursa, bu adım çiftçilerin sıkıntılarının giderilmesine ve
açlık, yetersiz beslenme gibi sorunların çözülmesine katkıda bulunacaktır.
Devletin
tarımdaki rolünü ortadan kaldırıp sistemi tümden şirketlere teslim etmek
yerine, resmi satın alma ve kamu dağıtımını daha da genişletmek gerekiyor. Bu,
tedarik sürecinin başka eyaletleri de kapsayacak şekilde genişletilmesi ve kamu
dağıtım sisteminin kapsamındaki ürün çeşitliliğinin artırılmasıyla
gerçekleşecektir.
Bu
öneriye kimileri doğal olarak itiraz edecek ve bunun çok pahalıya mal olacağını
söyleyecektir. Oysa RUPE'nin belirttiği gibi, nüfusun çoğunluğuna hiçbir
şekilde fayda sağlamayan şirketler ve o şirketlerin aşırı zengin sahiplerinin
aldığı bağışlarda (“teşviklerde”) yapılacak yaklaşık yüzde yirmilik bir
kesintiyle bu işler halledilebilir. Hindistan'da sadece beş büyük şirkete sağlanan
kredilerin 2016'da tüm çiftlik borcuna eşit
olduğunu da dikkate almakta fayda var.
Ancak
hükümet bu tür konulara öncelik vermeyi tercih etmiyor.
Asgari
destek fiyatının, Hindistan Gıda Şirketi'nin, kamu dağıtım sisteminin ve halka
açık tampon stoklarının varlığının, devlet kurumlarıyla görüşen ve isteklerini
ortaya koyan küresel tarım ticareti çıkarlarının kâr odaklı gereksinimlerine
engel teşkil ettiği açıktır.
RUPE,
Hindistan'ın dünya tahıl tüketiminin %15'ini oluşturduğunu belirtiyor. Hindistan'ın
tampon stokları, küresel stokların %15-25'ine, dünya pirinç ve buğday
ticaretinin ise %40'ına denk düşüyor. Bu stoklardaki herhangi bir büyük düşüş,
dünya fiyatlarını dolayısıyla çiftçileri kesin olarak etkileyecektir.
Sonrasında Hindistan ithalata bağımlı hâle geldiğinde, uluslararası piyasada
fiyatlar yükselecek, Hintli tüketiciler zarar göreceklerdir.
Aynı
zamanda, daha zengin ülkeler, yetersiz tarım sübvansiyonlarını kaldırması için
Hindistan'a muazzam bir baskı uygulamaktadır; oysa onların sağladıkları sübvansiyonlar
Hindistan’daki sübvansiyonların katbekat fazlasıdır. Sübvansiyonlar
kaldırılırsa, Hindistan ithalata bağımlı hâle gelecek, kendi tarımını ihracata
yönelik ürünlere göre yeniden yapılandırmak zorunda kalacaktır.
Geniş
tampon stokları elbette var olmayı sürdürecek, ama Hindistan bu stokları çok
uluslu ticaret şirketlerine teslim etmek ve eline geçen döviz rezervi ile yetinmek
zorunda kalacaktır.
Birbiri
peşi sıra kurulan hükümetler, ülkeyi yabancı sermaye akışındaki değişkenliğe
bağımlı hâle getirmiş, Hindistan'ın döviz rezervleri borçlanma ve yabancı
yatırımlar ile oluşturulmuştur. Sermaye kaçacağı korkusu her zaman mevcuttur. Politikalar,
genellikle bu girişleri çekme-tutma ve uluslararası sermayenin taleplerine teslim
olarak piyasa güvenini sürdürme dürtüsünün güdümündedir.
Demokrasinin
bu şekilde daraltılması ve tarımın “finansallaştırılması”, ülkenin gıda
güvenliğini ciddi şekilde baltalayacak ve yaklaşık 1,4 milyar insanı
uluslararası spekülatörlerin, piyasaların ve yabancı yatırımın insafına
bırakacaktır.
Yürürlükten
kaldırılmadığı takdirde, son çıkartılan yasalar, Hindistan'ın çiftçilerine ve
demokrasisine ihanetin edildiğinin birer delili olarak tarihe geçecektir.
Ayrıca gıda güvenliği ve gıda egemenliğini kimseye hesap vermeyen şirketlere teslim
eden yasalar, bilhassa çatışmalara, halk sağlığı ile ilgili korku verici
gelişmelere, kuralsız arazi ve emtia spekülasyonuna ve fiyat şoklarına meyilli
olan, değişkenliği giderek artan bir dünyada kendi halkının karnını doyurmak
için hükümetin dış güçlere bel bağlamasına, buradan da yüzlerin ülke için
yeterli olmayacak ithal ürünlere dönülmesine neden olacaktır.
VI. Bölüm
Sömürgecilerin Ülkeleri Sanayisizleştirmesi
Yıkım Süreci ve Eşitsizlik
Oxfam
tarafından hazırlanan “Eşitsizlik Virüsü” raporuna göre, dünya
milyarderlerinin serveti 18 Mart ile 31 Aralık 2020 arasında 3,9 trilyon dolar arttı.
Toplam servetleri şu anda 11,95 trilyon dolar. Dünyanın en zengin on milyarderi,
bu dönemde servetlerinin toplamda 540 milyar dolar arttığına şahitlik etti. Eylül
2020'de Jeff Bezos, 876.000 Amazon çalışanının tümüne 105.000 ABD doları
ikramiye ödeyebildi, ama gene de Kovid’den önceki servetine göre pek bir şey
kaybetmedi.
Aynı
zamanda bu süreçte yüz milyonlarca insan işini kaybetti, yoksulluk ve açlıkla
karşı karşıya kaldı. 2020'de dünya genelinde yoksulluk içinde yaşayan insan
sayısının 200 milyon ile 500 milyon arasında artabileceği tahmin ediliyor.
Yoksulluk içinde yaşayan insan sayısı, on yıldan fazla bir süre kriz öncesi
düzeyine bile dönmeyebilir.
Hindistan'ın
en zengin adamı ve petrol, perakende ve telekomünikasyonda uzmanlaşmış Reliance
Industries'in başkanı Mukeş Ambani, Mart ve Ekim 2020 arasında servetini ikiye
katladı. Şu anda 78,3 milyar doları var. Ambani'nin servetindeki dört günden
biraz fazla bir süre içindeki ortalama artış, Reliance Industries'in 195.000
çalışanının toplam yıllık ücretlerinden daha fazlasına denk düşüyordu.
Oxfam
raporu, Hindistan'da kapanma tedbirlerinin, ülkenin milyarderlerinin
servetlerinin yaklaşık %35 oranında artmasına neden olduğunu ifade ediyor. Aynı
zamanda, hanelerin %84'ü farklı düzeylerde gelir kaybı yaşadı. Yalnızca Nisan
2020'de saatte 170.000 kişi işini kaybetti.
Yazarlar
ayrıca, Mart 2020'den bu yana Hindistan'ın en büyük 100 milyarderi için yapılan
gelir artışlarının, en yoksul 138 milyon insanın her birine 94.045 rupilik bir
çek vermek için yeterli olduğunu kaydetti.
Rapor
devamında şunu söylüyor:
“[…] vasıfsız bir işçinin
pandemi sırasında Ambani'nin bir saatte yaptığını yapması 10.000 yıl ve
Ambani'nin bir saniyede yaptığını yapması üç yıl alırdı.”
Karantina
sırasında ve sonrasında, şehirlerdeki yüz binlerce göçmen işçi (yapılan,
derinleşen tarım krizinden kaçınmak için şehre kaçmaktan başka seçeneği
olmayan) işsiz, parasız, yiyeceksiz ve barınaksız kaldı.
Şurası
açık ki Kovid pandemisi, hayal edilemeyecek ölçüde zengin olan şirketlerin gücünü
artırma noktasında, bir tür kılıf olarak kullanıldı. Ne var ki bu şirketlerin
güçlerini ve servetlerini artırma planları burada kalmayacak.
Teknoloji
Devleri
Grain.org
internet
sitesinde yer alan “Dijital Kontrol: Gıda ve Çiftçilik Sahasında Büyük
Teknoloji Şirketlerinin Payı Ne” başlıklı makale, Amazon, Google, Microsoft, Facebook
ve diğerlerinin dünyadaki tarımsal gıda sektörüne nasıl yaklaştıklarını ele
alıyor. Makaleye göre, diğer yandan Bayer, Syngenta, Corteva ve Cargill gibi
şirketler de hâkimiyetlerini artırıyorlar.
Teknoloji
devlerinin sektöre girişi, çiftçilere ürün tedarik eden (pestisitler, tohumlar,
gübreler, traktörler vb.) ile veri akışını kontrol eden ve dijital (bulut) altyapıya
ve gıda tüketicilerine erişimi olan şirketler arasında giderek daha fazla
karşılıklı yarar sağlayan bir entegrasyona yol açacaktır. Bu sistem,
şirketlerin alana daha fazla yoğunlaşmasının (tekelleşmenin) bir ürünüdür.
Hindistan'da
küresel şirketler perakende sahasını, ayrıca e-ticaret yoluyla da
sömürgeleştiriyorlar. Walmart, Hindistan'a 2016 yılında, çevrimiçi perakende
girişimi Jet.com'u 3,3 milyar dolara satın alarak girdi ve bunu 2018'de
Hindistan'ın en büyük çevrimiçi perakende platformu Flipkart'ın 16 milyar dolara
satın alınması izledi. Bugün Walmart ve Amazon, Hindistan'ın dijital perakende
sektörünün neredeyse üçte ikisini kontrol ediyor.
Amazon
ve Walmart, müşterileri çevrimiçi platformlarına çekmek için yıkıcı
fiyatlandırma, derin iskontolar ve diğer haksız iş uygulamalarını kullanıyor. GRAIN'e
göre, iki şirket Diwali festivali sırasında sadece altı günde 3 milyar doların
üzerinde satış gerçekleştirdiğinde, Hindistan'ın küçük perakendecileri
çaresizlik içinde çevrimiçi alışverişi boykot etme çağrısında bulundular.
2020'de
Facebook ve ABD merkezli özel sermaye şirketi KKR, Hindistan'ın en büyük
perakende zincirlerinden birinin dijital mağazası olan Reliance Jio'ya 7 milyar
ABD dolarının üzerinde taahhütte bulundu. Müşteriler yakında Facebook'un sohbet
uygulaması WhatsApp aracılığıyla Reliance Jio'da alışveriş yapabilecekler.
Perakende
için plan açık: Milyonlarca küçük tüccar ve perakendecinin ve mahalledeki bakkalların
ortadan kaldırılması. Tarımda da benzer bir süreç işliyor.
Amaç,
kırsal arazileri satın almak, birleştirmek ve finansal spekülatörler, yüksek
teknoloji devleri ve eskinin tarım işletmelerinin kontrolünde veya mülkiyetinde
olan, kimyasala mahkûm edilmiş topraksız köylülerden oluşan bir sistem
oluşturmak. Bunun sonucunda da büyük teknolojinin, büyük tarım ticaretinin ve
büyük perakende şirketlerinin çıkarlarına hizmet eden bir sözleşmeli çiftçilik
sistemi ortaya çıkacak. Bunun önündeki en büyük engelse küçük ölçekli köylü
tarımı.
Bu
model, sürücüsüz traktörlere, insansız hava araçlarına, genetiğiyle
oynanmış/laboratuvarda üretilen yiyeceklere ve arazi, su, hava durumu, tohumlar
ve toprakla ilgili patentli ve genellikle köylülerden çalınan tüm veriler
üzerine inşa edilecek.
Çiftçiler,
bir kez gittiklerinde bir daha asla geri gelmeyecek yüzlerce yıllık bilgi
birikimine sahiptirler. Sektörün şirketleşmesi, yüzyıllardır süren geleneksel
bilgi birikimine dayanan ve gıda güvenliğini sağlama almak için geçerli
yaklaşımlar olarak giderek daha fazla kabul gören, işleyen tarım
ekosistemlerini zaten yok etti veya baltaladı.
Peki
ya bu şirketlerin milyarder sahiplerinin ceplerini doldurmak için yerinden
edilecek yüz milyonlarca insana ne olacak? İşsizlikle dolu bir gelecekle
yüzleşmek için şehirlere sürüklenecek olan bu insanlar, ekoloji ve doğa
arasındaki bağı yok eden ve aşırı zenginlerin kârlarını yükseltmek için mülksüzleştirici,
yağmacı ve miyop bir kapitalist sistemden kaynaklanan basit bir “zayiat”tan
başka bir şey değiller.
Hindistan'ın
tarımsal gıda sektörü, on yıllardır küresel şirketlerin radarında. ABD'de ve
başka yerlerde tarım işletmelerinin pazarı ele geçirdiği koşullarda Hindistan, kâr
artışı, iş sahasının yaşama şansının artması ve genişleme konusunda önemli
fırsatlar sunuyor. Öte yandan, Silikon Vadisi'ndeki yüksek teknoloji üreticisi
şirketler de bir araya gelip, milyarlarca dolarlık veri yönetimi pazarları
yaratıyorlar. Veri ve bilgiden toprağa, havaya ve tohumlara kadar kapitalizm,
eninde sonunda yaşamın ve doğanın tüm yönlerini metalaştırmaya (patent ve
mülkiyete) mecbur kalıyor.
Bağımsız
yetiştiriciler iflas ettikçe amaç, arazinin sonunda büyük ölçekli endüstriyel
ekimi kolaylaştırmak için birleştirilmesidir. Gerçekten de, RUPE sitesindeki “Kisanlılar
Haklı: Toprakları Tehlikede” başlıklı makale , Hindistan hükümetinin, arazilerin
kime ait olduğunu nasıl tespit ettiğini anlatıyor. Devletin burada amacı, o
arazileri yabancı yatırımcılara ve tarım işletmelerine satmak.
Son
dönemdeki (şimdi yürürlükten kaldırılan) çiftlik yasaları, mülksüzleştirme ve
bağımlılığa ilişkin neoliberal şok terapisini empoze edecek ve sonunda tarımsal
gıda sektörünü yeniden yapılandırmanın önünü açacak. Kovid ile ilgili
karantinalardan kaynaklanan büyük eşitsizlikler ve adaletsizlikler, olacakların
sadece küçük bir fragmanı niteliğinde.
Haziran
2018'de Yabancı Perakende ve E-ticarete Karşı Ortak Eylem Komitesi (JACAFRE),
Walmart'ın Flipkart'ı satın almasıyla ilgili bir bildiri yayınladı. Metin, bu adımın
Hindistan'ın ekonomik ve dijital egemenliğini ve milyonların geçimini
baltaladığını savundu.
Anlaşma,
Walmart ve Amazon'un Hindistan'ın e-perakende sektörüne hâkim olmasına yol
açacaktı. Bu iki ABD şirketi, aynı zamanda Hindistan'ın temel tüketici ve diğer
ekonomik verilerine de sahip olacak ve bu da onları Google ve Facebook
saflarına katılarak ülkenin dijital hâkimi hâline getirecek.
JACAFRE,
Walmart ve Amazon gibi yabancı şirketlerin Hindistan'ın e-ticaret pazarına
girişine direnmek için kuruldu. Üyeleri, büyük ticaret, işçi ve çiftçi
örgütleri dâhil olmak üzere 100'den fazla ulusal grubu temsil ediyor.
8
Ocak 2021'de JACAFRE, bir açık mektup
kaleme aldı. Mektupta, Eylül 2020'de meclisin kabul ettiği üç yeni çiftlik
yasasının, tarımsal ürün tedarik zincirlerinin yasal mevzuata uymayan
şirketlerin eline geçmesini sağladığını söylüyordu. Mektuba göre bu, çiftçileri
ve küçük tarımsal ürün tüccarlarını etkili bir şekilde birkaç tarımsal gıda ve
e-ticaret devinin çıkarlarına tabi hâle getirecek veya onları tamamen ortadan
kaldıracak bir hamle.
Devlet,
tüm tedarik zincirini kontrol etmek için özellikle dijital veya e-ticaret
platformları aracılığıyla dev şirketlerin hâkimiyetini kolaylaştırıyor. Mektupta,
yeni çiftlik yasaları yakından incelenirse, düzenlenmemiş dijitalleşmenin
bunların önemli bir yönü olduğu açıkça görülecektir.
JACAFRE’nin
de üyesi olan Değişim İçin Enformasyon Teknolojisi çalışmasının
yöneticilerinden Parminder Jeet Singh de bu tehlikeye işaret ediyor. Walmart'ın
çevrimiçi perakende şirketi Flipkart'ı devralmasına atıfta bulunan Singh, Walmart'ın
mağazalarıyla Hindistan'a girmesine karşı güçlü bir direncin geliştiğini
söylüyor ancak, çevrimiçi ve çevrimdışı dünyaların artık birleştiğini sözlerine
ekliyor.
Çünkü
günümüzde e-ticaret şirketleri, sadece tüketimle ilgili verileri kontrol
etmekle kalmıyor, aynı zamanda üretim, lojistik, kimin neye ihtiyacı var, ne
zaman ihtiyacı var, kimin üretmesi, kimin taşıması ve ne zaman taşınması
gerektiğine dair verileri de kontrol ediyor.
Verilerin
(bilginin) kontrolü sayesinde e-ticaret platformları tüm fiziksel ekonomiyi
şekillendirebilir. Buradaki endişe, Amazon ve Walmart'ın, Hindistan
ekonomisinin çoğunu aşağı yukarı kontrol eden bir düopol (iki kişilik tekel) hâline
gelmelerini sağlamak için yeterli küresel nüfuza sahip olmalarıdır.
Singh,
Hintli bir şirketi düzenleyebilirken, bunun küresel verilere, küresel güce
sahip ve düzenlemesi neredeyse imkânsız olacak yabancı oyuncularla
yapılamayacağını söylüyor.
Çin’in
kendi firmalarını kurarak, dijital sanayileşme konusunda başarılı adımlar
attığı koşullarda, Singh, AB'nin artık ABD'nin dijital bir sömürgesi hâline
geldiğini söylüyor. Böylesi bir dünyada Hindistan’ın tehlikeyle karşı karşıya
olduğunu artık görmek gerekiyor.
Hindistan'ın
kendi becerileri ve dijital faaliyetleri var, öyleyse neden hükümet, ABD
şirketlerinin Hindistan'ın dijital platformlarına hükmetmesine ve satın
almasına izin veriyor?
Burada
“platform” anahtar kelimedir. Pazarın ortadan kalktığını görüyoruz. Platformlar,
üretimden lojistiğe, hatta tarım ve çiftçilik gibi birincil faaliyetlere kadar
her şeyi kontrol edecek. Veriler, platformlara neyin üretilmesi gerektiğini ve
hangi miktarlarda üretilmesi gerektiğini belirleme gücü veriyor.
Dijital
platform, tüm sistemin beynidir. Çiftçi artık üretim ve yağışla ilgili
beklenti, mevcut toprak kalitesi, gerekli (GDO’lu) tohum ve girdiler, ayrıca
ürünün hazır olacağı vakit konusunda bilgilendirilmektedir.
Böylesi
bir sürecin sonunda hayatta kalan tüccarlar, üreticiler ve birincil üreticiler,
platformların kölesi olacak ve bağımsızlıklarını kaybedecekler. Ayrıca, yapay
zekâ, yukarıdakilerin tümünü planlamaya ve belirlemeye başladığında, e-ticaret
platformları kalıcı olarak yerleşik hâle gelecek.
Elbette,
özellikle Hindistan doksanların başında neoliberalizmin ilkelerine teslim
olmaya başladığından beri, işler uzun zamandır bu yönde hareket ediyor, bu da
Hindistan’ın daha fazla borçlanmasına, Dünya Bankası’nın ve IMF’nin ekonomiyle
ilgili yıkıcı direktiflerine daha fazla teslim olmasına neden oluyor.
Son
Büyük Darbe
Meclise
sunulan, çiftçilikle ilgili üç yasa tasarısı ve e-ticaretin giderek artan rolü,
köylülüğe ve birçok küçük bağımsız işletmeye son darbeyi indirecek. Çünkü büyük
şirketler Hindistan’ı, başlarında duran imparatorluk tacında ışıl ışıl
parıldayan bir mücevher olarak görmektedirler.
Süreç,
yirmi otuz yıl önce Afrika ülkelerine dayatılan yapısal uyum programlarına uygun
şekilde işliyor. Ekonomi Profesörü Miçel Çossudovski, 1997 tarihli “Yoksulluğun
Küreselleşmesi adlı kitabında, ekonomilerin “önceden var olan bir üretken
sistemin yıkılmasıyla başka güçlere açıldığını, bu süreç dâhilinde, küçük ve
orta ölçekli işletmelerin iflasa sürüklendiğini veya küresel bir dağıtımcı için
üretim yapmak zorunda kaldığını, devlet işletmelerinin özelleştirildiğini ya da
kapatıldığını, neticede de bağımsız tarımsal gıda üreticilerinin
yoksullaştığını” söylüyor. (s. 16)
Oyun
planı açık. Bu bağlamda JACAFRE, hükümetin tüm paydaşlara, tüccarlar, çiftçiler
ve diğer küçük ve orta ölçekli oyunculara acilen danışması gerektiğini
söylüyor; burada tüm ekonomik aktörlere gereken ve uygun şekilde değer verilen
rollerinin güvence altına alındığı bütünsel yeni bir ekonomi modeli önerisinde
bulunuluyor. Ekonominin küçük ve orta ölçekli aktörlerinin, dijital olarak
etkin birkaç mega şirketin çaresiz ajanları hâline gelmesine izin verilemeyeceği
üzerinde duruluyor.
JACAFRE
şu sonuca varıyor:
“Hükümete, üç yasanın
yürürlükten kaldırılmasını isteyen çiftçilerin gündeme getirdiği sorunları
acilen çözmesi çağrısında bulunuyoruz. Spesifik olarak, tüccarların bakış
açısından, tüm tarımsal ürün tedarik zinciri boyunca küçük ve orta ölçekli
tüccarların rolü güçlendirilmeli ve bu zincir, tümüyle şirketleşmeye karşı
korunmalıdır.”
Hindistan'da
devam eden çiftçi protestosunun sadece çiftçilikle ilgili olmadığı açık. O
eylemler, esasen ülkenin kalbi ve ruhu için verilen bir mücadeleyi ifade
ediyorlar.
Çiftçiler,
çiftçi birlikleri ve temsilcileri, yasaların yürürlükten kaldırılmasını talep
ediyor ve uzlaşmayı kabul etmeyeceklerini belirtiyorlar. Çiftçi liderleri, Ocak
2021'de Hindistan Yüksek Mahkemesi'nin çiftlik yasalarının uygulanmasına
ilişkin kararı memnuniyetle karşıladılar.
Ancak,
çiftçi temsilcileri ile hükümet arasında on turdan fazla süren görüşmelere
dayanarak, bir aşamada iktidarın yasaları uygulamaktan asla geri adım
atmayacağı görülüyor.
Kasım
2020'de, çiftçileri desteklemek için ülke çapında bir genel grev gerçekleşti ve
o ay içinde yaklaşık 300.000 çiftçi, liderlerin merkezî hükümetle “belirleyici
bir savaş” dediği şey için Pencap ve Haryana eyaletlerinden Delhi'ye yürüdü.
Ancak
çiftçiler başkente ulaştıklarında, çoğu barikatlar tarafından durduruldu,
yolları kazıldı, tazyikli sular, coplar ve polis tarafından dikilen tellerle
karşılandı. Çiftçiler, taleplerinin karşılanmaması durumunda aylarca kalabilmek
için beş ana yol boyunca kamplar kurdular ve derme çatma çadırlarda kaldılar.
2021
boyunca binlerce çiftçi, soğuğa, yağmura ve yakıcı sıcağa dayanarak sınırın
çeşitli noktalarında kamp kurdu. Mart 2021'in sonlarında, Delhi sınırındaki
Singhu ve Tikri'de kamp yapan yaklaşık 40.000 protestocu olduğu tahmin
ediliyordu.
Hindistan'ın
Cumhuriyet Bayramı olan 26 Ocak 2021'de on binlerce çiftçi, büyük bir traktör
konvoyu ile bir çiftçi geçit töreni düzenledi ve Delhi'ye gitti.
Eylül
2021'de Hindistan'ın Uttar Pradeş (UP) eyaletindeki Muzaffernigar şehrinde on
binlerce çiftçinin katıldığı bir miting gerçekleştirildi. Eyaletteki diğer
mitinglere yüz binlerce kişi daha katıldı.
Bu
devasa mitingler, Başbakan Modi'nin Baratiya Canata Partisi (Hindistan Halk
Partisi -BJP) tarafından yönetilen, 200 milyonluk nüfusuyla ülkenin en
kalabalık eyaleti olan Uttar Pradeş’te 2022'de yapılan önemli anketlerde bile
öngörülemeyen bir sonuçtu. Zira 2017’deki meclis seçimlerinde BJP, 403
sandalyenin 325’ini elde etmişti.
Muzaffernigar’daki
mitingde konuşan çiftçilerin lideri Rakeş Tikait şunları söyledi:
“Mezarlığımız orada
yapılsa bile protesto alanını orada (Delhi civarında) terk etmeyeceğimize dair
söz veriyoruz. Gerekirse canımızı veririz ama galip gelene kadar protesto
alanını terk etmeyeceğiz.”
Tikait,
ayrıca Modi hükümetine yönelik saldırılarının sebebini şu şekilde izah ediyordu:
“[O] ülkeyi şirketlere sattı.
[…] Ülkenin satılmasını engellemek zorundayız. Çiftçiler kurtarılmalı, ülke
kurtarılmalı.”
Resmi
makamlar, kendilerini kararlılık, direnç ve itidalli tutumla tanımlayan
çiftçilerin mücadelesine polis zulmüyle, bazı önde gelen medya yorumcularının
ve politikacıların eylemcilere yönelik yürüttükleri karalama kampanyalarıyla, protestocuların
yasaya aykırı biçimde gözaltına alınmasıyla ve ifade özgürlüğüne yönelik
kısıtlamalarla (gazetecilere yönelik tutuklamalarla, sosyal medya hesaplarını
kapatarak, internet hizmetlerini sonlandırarak) cevap verdi.
Ancak
çiftçilerin mücadelesi bir gecede ortaya çıkmış bir şey değildi. Hint tarımı,
onlarca yıldır kasıtlı olarak hükümet desteğinden yoksun bırakıldı. Neticede
tarım, hatta medeniyetin kendisi, önemli bir krizle yüzleşti. Şu anda
gördüğümüz her şey, yabancı tarım sermayesinin kendi neoliberal “nihai
çözümünü” Hint tarımına dayatmaya çalışmasıyla açığa çıkan adaletsizliklerin ve
ihmalin doruğa ulaşmasının bir sonucudur.
Bugün
asıl önemli olan, çiftçileri, seyyar satıcıları, gıda işleyicilerini veya
bakkalları içerecek şekilde tüm yerel pazarları, ülkenin kendi imkânlarıyla
kurduğu küçük ölçekli işletmeleri korumak ve güçlendirmektir. Bu, Hindistan'ın
gıda arzı üzerinde daha fazla kontrole sahip olmasını, kendi politikalarını ve
ekonomik bağımsızlığını belirleme becerisini, başka bir deyişle, gıdanın ve
ulusal egemenliğin korunmasını ve gerçek demokratik kalkınmayı sürdürmek için
daha büyük bir yeteneğe sahip olmasını sağlayacaktır.
Washington
ve onun ideolojisini yayan ekonomistler, buna ekonominin “serbestleştirilmesi”
diyorlar: Oysa, kendi ekonomik politikalarınızı belirleyememek ve gıda
güvenliğini herhangi bir şekilde dış güçlere teslim etmek nasıl özgürleştirici olabilir?
BBC'nin
dünyadaki politik hak ve özgürlüklerle ilgili yıllık raporunda da dile
getirildiği biçimiyle, ABD merkezli STK Freedom House'un Hindistan'ı özgür
demokrasiden “kısmen özgür demokrasi” seviyesine indirdiğini söylemesi esasen
ilginç bir gelişmedir. Ayrıca İsveç merkezli V-Dem Enstitüsü'nün Hindistan'ın
artık bir “seçime dayalı otokrasi” ile yönetildiğini söylemektedir. Hindistan, Economist
Dergisi İstihbarat Birimi Demokrasi Endeksi’nin hazırladığı bir raporda da
hayırla yâd edilmemektedir.
Her
ne kadar İngiltere'nin Kovid döneminde otoriterliğe kaymış olduğu gerçeğini
görmezden gelmiş olsa da BBC’nin Hindistan raporu bizce önemli. Raporda, Başbakan
Narendra Modi'nin iktidara gelmesinden bu yana Müslüman karşıtı duyguların
artması, ifade özgürlüğünün azalması, medyanın rolü ve sivil toplum üzerindeki
kısıtlamalar üzerinde duruluyor.
Tüm
bu alanlarda özgürlüklerin baltalanması başlı başına bir endişe kaynağıdır. Ancak
bölücülüğe ve otoriterliğe yönelik bu eğilim, başka bir amaca hizmet ediyor: Modi,
esasen ülkenin şirketlerin eline geçmesi için gerekli yolu döşüyor.
Dikkati
başka yöne çekmek için dinî fay hatlarına müdahale etmeyi öngören “böl-yönet”
stratejisi, ifade özgürlüğünün bastırılması veya polis ve medyayı çiftçilerin
protestosunu baltalamak için kullanırken, halktan destek görmeyen çiftlik yasa
tasarılarını uygun bir tartışma olmaksızın meclisten geçirme amacını güdüyor.
Neticede demokrasi karşıtı bir soygun düzeni, insanların geçim kaynaklarını ve
Hindistan'ın kültürel ve sosyal dokusunu temelden olumsuz yönde etkileyecek bir
süreci işletiyor.
Bir
tarafta, Hindistan'ı kontrol etmeye çalışan şirketlere ve platformlara sahip
olan bir avuç multi-milyarderin çıkarları var. Öte yanda, bu zengin bireyler
tarafından sadece zayiat olarak görülen yüz milyonlarca yetiştirici, satıcı ve
çeşitli küçük ölçekli işletmelerin çıkarları var. Bu sürecin sonunda birinci
kesim o kâr arayışı dâhilinde ikinci kesimin yerini alacak.
Hintli
çiftçiler, şu anda küresel kapitalizme ve ekonominin sömürge tarzı
sanayisizleştirilmesine karşı ön saflarda mücadele yürütüyorlar. Burası,
nihayetinde demokrasi ve Hindistan'ın geleceği için verilen mücadelenin
gerçekleştiği yerdir.
Nisan
2021'de Hindistan hükümeti Microsoft ile bir Mutabakat Anlaşması imzalayarak
yerel ortağı CropData'nın çiftçilerin ana veri tabanından yararlanmasına izin
verdi. Anlaşma, tarım sektöründe “yıkıcı” sonuçlar doğuracak teknolojilerin ve
dijital veri tabanlarının kullanıma sunulmasını içeren AgriStack politika
girişiminin bir parçası gibi görünüyor.
Basında
çıkan haberlere ve hükümet açıklamalarına bakacak olursak, Microsoft,
işbirliğine dayalı bir platform oluşturacak ve mahsul verimi, hava durumu
verileri, pazar talebi ve fiyatlar gibi tarımsal verileri toplayıp, hasat
sonrası yönetim konusunda çözüm bulmada çiftçilere yardımcı olacak. Bu da hasat
sonrası yönetim ve dağıtım da dâhil olmak üzere “akıllı” tarım için bir çiftçi
arayüzü oluşturacak.
CropData'ya
hükümetin elinde bulunan, 50 milyon çiftçiye ait verileri içeren veri tabanına ve
arazi kayıtlarına erişim izni verilecek. Veri tabanı geliştirildiği ölçüde, ona
çiftçilerin kişisel bilgileri, eldeki arazilerin profilleri (kadastro
haritaları, çiftlik büyüklüğü, arazi tapuları, yerel iklim ve coğrafi koşulları),
üretim detayları (yetiştirilen ürünler, üretim geçmişi, girdi geçmişi, çıktı
kalitesi, kullanılan makineler) ve finansal ayrıntılar (girdi maliyetleri,
ortalama getiri, kredi geçmişi) dâhil edilecek.
Söylenene
göre bu çalışmanın amacı, finansmanı, girdileri, ekimi, arzı ve dağıtımı
iyileştirmek için dijital teknolojiyi kullanmak.
Görünen
o ki, AgriStack planı, çiftçilerin kendileriyle istişare veya katılım
eksikliğine rağmen bir üst aşamaya geçmiş durumda. Dolayısıyla anlaşılan o ki
planı ilerletenler, teknolojinin sektörü iyileştireceğini düşünüyorlar, ama
kontrolü tümüyle özel sektöre devretmenin, bu sektörün pazar hâkimiyeti ile
ilgili ihtiyaçlarının karşılanmasından ve çiftçilerin şirketlere bağımlı
gelmesini sağlamaktan başka bir işe yaramayacağını görmüyorlar.
Bu
tür bir “veriye dayalı tarım”, yetiştiricilerin dijital bir profilini, çiftlik
varlıklarını, bir bölgedeki iklim koşullarını, neyin yetiştirildiğini ve
ortalama çıktıyı oluşturma önerisini içeren son çiftlik yasalarının ayrılmaz
bir parçasıdır.
Bu
konuda, çiftçilerin yerinden edilmesinden, mikrofinans yoluyla çiftçilerin daha
fazla sömürülmesinden ve çiftçi verilerinin kötüye kullanılmasından ve hesap
vermeksizin artan algoritmik karar verme süreçlerine kadar birçok endişe dile
getiriliyor.
Herkesin
Bildiği Taktikler
Mumbai
merkezli Politik Ekonomi Araştırma Birimi (RUPE) çiftçilerin yerinden edilmesi
meselesini ele aldığı üç bölümlük makale dizisinde, neoliberal kapitalizmin
şirketlerin çıkarları adına köylüleri topraklarından söküp attığından,
böylelikle arazi piyasasını zenginlere açtığından söz ediyor. Hint hükümeti,
ülkedeki tüm araziler için bir “kat’i tapu” sistemi kurmaya çalışıyor, böylece
mülkiyetin tespit edilip sonrasında arazilerin alınır satılır kılınması için
uğraşıyor.
Meksika'yı
örnek olarak ele alan RUPE şunları söylüyor:
“Meksika'nın aksine
Hindistan, hiçbir zaman önemli bir toprak reformuna tanıklık etmedi. Bununla
birlikte, şu anki araziler ilgili olarak uygulanan 'kat’i tapu' programı,
Meksika'nın 1992 sonrası mülkiyet haklarını devretme dürtüsüyle paralellikler
arz ediyor. […] Hintli yöneticiler, Washington'da yazılan Meksika'nın izlediği
senaryoyu yakından takip ediyorlar.”
Plan,
çiftçilerin araziye erişim imkânlarını yitirmeleri veya yasal sahipler olarak belirlenmeleri
üzerinden, toprağı yatırım amacıyla yağma eden şirketlerin ve büyük tarım
işletmelerinin, yüksek girdili, şirkete bağımlı endüstriyel tarımın daha da
yaygınlaşmasını kolaylaştırmak suretiyle, varlıkları satın alması ve
birleştirmesi üzerine kurulu.
Bu,
Dünya Ekonomi Forumu benzeri kurumların reklâmını yaptıkları, paydaş veya
ortaklık kapitalizminin önerdiği bir plan aslında. Bu tür bir planda hükümet,
arazilerle ve tarımla ilgili bilgilerin özel bir oyuncunun eline geçmesini
sağlıyor, bu oyuncu da söz konusu verileri, yatırımcılar için (hükümetin arazi yasasında
yaptığı değişiklikler sayesinde) bir arazi piyasası oluşturmak amacıyla
kullanıyor. Sürecin sonunda da köylüler topraklarından kovuluyorlar.
“Veriye
dayalı tarım” gibi kulağa hoş gelen politika kılıfı ardında bilgileri izinsiz
toplayan şirketler, çiftçilerin durumlarını kendi amaçları için kullanma
konusunda daha iyi bir konuma geliyorlar. Neticede gelirleri ve işleri hakkında
bireysel çiftçilerin kendisinden daha fazla bilgi sahibi oluyorlar.
55
kadar sivil toplum grubu ve kuruluşu hükümete bir mektup göndererek, bu gibi endişelerini
aktardılar. Mektupta özellikle çiftçilerin veri gizliliğiyle ilgili politika
boşluğundan ve fiiliyatta atılan politik adımlarda çiftçilerin dışlanmasından bahsedilmekteydi.
Açık
mektupta şunlar söyleniyordu:
“Verinin petrol yerini aldığı, endüstrinin veriyi yeni kâr kaynağı
olarak gördüğü bir dönemde, çiftçilerin
çıkarlarının kollanması gerekiyor. Şirketlerin veri meselesine daha fazla kâr
elde etme imkânı olarak yaklaşması şaşırtıcı bir gelişme olmayacaktır. Ama
önerilen ‘çözümler’ sürdürülemez durumda olan tarımsal girdilerin satışına yol
açacağı, buna finans teknolojisi üzerinden çiftçilerin daha fazla borçlanacağı
ve daha fazla kredi alacağı sürecin eşlik edeceği, ayrıca şirketlerin
köylülerin giderek daha fazla mülksüzleşecekleri
açık bir biçimde görülmektedir.”
Hint
tarımını rahatsız eden sorunları çözmeyi amaçlayan herhangi bir önerinin, bu
sorunların temel nedenlerini ele alması gerektiğini ekleyen mektup, mevcut
modelin yapısal sorunları çözmek için teknolojinin kullanılmasına vurgu yapan
“her şeyi teknoloji çözer” anlayışına yaslandığını söylüyor.
Bu
noktada, algoritma temelli karar verme yoluyla hükümetin şeffaflığının azalması
sorunundan da bahsetmek gerekiyor.
55
imzacı, hükümetin, dijital hamlesinin yönü ve ortaklıkların temeli konusunda
başta çiftçi örgütleri olmak üzere tüm paydaşlarla istişarelerde bulunmasını
talep ediyor ve çiftçilerden ve çiftçi örgütlerinden gelen geri bildirimleri
dikkate alarak, bu konuda bir politika belgesi hazırlıyor. Mektupta, “Tarım bir
devlet konusu olduğundan, merkezî hükümet eyalet hükümetlerine de danışmalıdır”
deniliyor.
İmzacılar,
hükümetin, bireysel çiftçiler veya çiftlikleri hakkında özel/kişisel bilgilerle
birden fazla veri tabanını entegre etmek ve/veya paylaşmak için özel
kuruluşlarla başlattığı tüm girişimlerin, kapsayıcı bir politika çerçevesi ve
bir veri koruma yasası yürürlüğe girene kadar askıya alınması gerektiği
üzerinde duruyorlar.
AgriStack'in
hem politik çerçeve hem de icra noktasında geliştirilmesine dönük çalışmaların
çiftçilerin endişelerini ve deneyimlerini asli çıkış noktası olarak ele alması
gerektiğinden bahsediyorlar.
Mektupta,
“yeni çiftlik yasaları yakından incelenirse, düzenlenmemiş dijitalleşmenin
bunların önemli bir yönü olduğu açıkça görülecektir” deniliyor.
Tekelci
şirketlere ait e-ticaret “platformlarının”, mevcut politik seyri göz önüne
alındığında, sonunda Hindistan ekonomisinin çoğunu kontrol edeceğine dair güçlü
bir olasılık söz konusu. Perakende ve lojistikten ekime kadar, veriler
kesinlikle petrolün yerini alacak, platformlara neyin üretilmesi ve hangi
miktarlarda üretilmesi gerektiğini dikte etme gücü verecek.
Sektörle
ilgili tüm bilgileri Microsoft gibi şirketlere devretmek, gücü tümüyle onların
eline teslim etmek, böylece o şirketlerin sektörü kendi suretinde yeniden
biçimlendirmesine izin vermek anlamına gelecektir.
Bayer,
Corteva, Syngenta ve geleneksel tarım işletmeleri, Amazon ve Walmart'ın hâkim
olduğu e-ticaret sahasının ve yapay zekânın yönlendirdiği çiftçisiz
çiftliklerin önünü açmak için Microsoft, Google gibi büyük teknoloji
şirketleriyle birlikte çalışıyor. Ekonominin komuta kademelerinde yer alan,
veri sahipleri, özel mülke ait girdi tedarikçileri ve e-ticaret şirketlerinden
oluşan bir kartel, dünyaya zehirli endüstriyel gıda ürünleri dağıtıyor ve
onunla bağlantılı olarak, insan sağlığını bozuyor.
Peki
seçimle göreve gelen temsilcilere ne olacak? Bu kişilerin görevleri, yukarıda
saydığımız tüm faaliyet alanlarını planlayıp tayin eden platformları ve yapay
zekâyı birer teknokrat gibi gözetlemekten ibaret olacak.
İnsanlar
ve toprak arasındaki bağlantılar, neoliberal kapitalizmin ilkelerine uygun
olarak yapay zekâ güdümlü teknokratik bir distopyaya indirgendi. AgriStack, bu
son oyunu kolaylaştırmaya yardımcı olacak.
VII. Bölüm
Neoliberalizmin Taktik Tahtası
Ekonomik Terörizm ve Çiftçilerin Başlarının Ezilmesi
Dev
perakende satış mağazalarının raflarında sıralanan markalar çok geniş görünse
de, aslında bu markalar bir avuç gıda şirketine ait, üstelik bu markalar,
içerik olarak nispeten dar bir ürün yelpazesine sahip. Aynı zamanda, bu seçim
yanılsaması, Dünya Bankası, IMF, DTÖ ve küresel tarım ticareti çıkarlarının izin
verdiği ölçüde, tarım ihracatını kolaylaştırmak için tarımsal faaliyetlerini
yeniden yapılandırmak zorunda kalan yoksul ülkelerde gıda güvenliği pahasına gündeme
geliyor.
Meksika'da,
ulusötesi gıda perakende ve işleme şirketleri, gıda dağıtım kanallarını genellikle
hükümetin doğrudan desteğiyle, yerel gıdaları ucuz işlenmiş ürünlerle değiştirmek
suretiyle ele geçirdiler. Serbest ticaret ve yatırım anlaşmaları bu süreç için
kritik öneme sahipti. Neticede söz konusu süreç, halk sağlığı bağlamında yol
açtığı sonuçlarla felâkete neden oldu.
Meksika
Ulusal Halk Sağlığı Enstitüsü, 2012 yılında gıda güvenliği ve beslenme ile
ilgili olarak ülke genelinde yapılan bir anketin sonuçlarını yayınladı. Ankete
göre, 1988 ve 2012 yılları arasında, 20 ile 49 yaş arasındaki fazla kilolu
kadınların oranı %25'ten %35'e; obez kadınların sayısı aynı yaş grubunda %9'dan
%37'ye çıktı. 5 ile 11 yaş arasındaki Meksikalı çocukların yaklaşık %29'unun,
11 ile 19 yaş arasındaki gençlerin %35'inin aşırı kilolu olduğu, okul çağındaki
her on çocuktan birinin anemi yaşadığı tespit edildi.
Eski
Gıda Hakkı Özel Raportörü Olivier De Schutter, ticaret politikalarının taze ve
kolay bozulan gıdalardan çok raf ömrü uzun, işlenmiş gıda ürünlerinin
tüketilmesinden yana olduğunu söylüyor. Meksika'nın karşı karşıya olduğu, aşırı
kiloluluk ve obezite ile ilgili acil durumun önlenebileceğini de sözlerine ekliyor.
2015
yılında, GRAIN isimli STK’nın
tespitine göre, Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması (NAFTA), gıda işleme
alanına doğrudan yatırım yapılmasına, Meksika’daki perakende sahasının
yapısında değişikliklerin yaşanmasına (süpermarketlerin ve marketlerin
açılmasına) ayrıca küresel güce sahip tarımsal ürün ticareti yapan şirketlerin
ve ulusötesi gıda şirketlerinin ülkeye giriş yapmasına neden oldu.
NAFTA,
yabancı yatırımcıların bir şirketin %49'undan fazlasına sahip olmasını
engelleyen kuralları yürürlükten kaldırdı. Ayrıca, üretimde asgari miktarda
yerli içeriği yasakladı ve yabancı yatırımcıların ilk yatırımlardan elde
ettikleri kâr ve getirileri elinde tutma haklarını artırdı. 1999'a
gelindiğinde, ABD şirketleri, Meksika'nın gıda işleme endüstrisine 5,3 milyar
dolar yatırım yaptılar, bu rakam, esasen son 12 yıl içerisinde yatırım
tutarının 25 kat arttığına işaret ediyordu.
ABD
gıda şirketleri, tienda (bakkal) olarak bilinen küçük ölçekli satıcıların hâkim
olduğu gıda dağıtım ağlarını ele geçirmeye başladılar. Bu sayede ilgili
şirketler, yiyeceklerini küçük kasaba ve topluluklardaki yoksul halka satma ve
reklâm etme, böylece besin değeri düşük gıdaları her yana yayma imkânı
buldular. 2012 itibarıyla perakende zincirleri, Meksika'nın ana gıda satış
kaynağı olan tiendaları yerinden etti.
Meksika'da
gıda egemenliğinin kaybı, ülkenin beslenme düzeninde korkunç değişikliklere
neden oldu ve birçok küçük ölçekli çiftçi, ABD'den gelen, sübvansiyonlar
sayesinde üretim maliyetinin altında üretilen fazla ürünün ucuza satılması sebebiyle geçinemez
hâle geldi. NAFTA, milyonlarca Meksikalı köylüyü, çiftlik sahibini ve esnafı
hızla iflasa sürükledi ve milyonlarca göçmen işçinin kaçışına yol açtı.
Küresel
şirketlerin, sözleşmeli çiftçilik, kamu sektörü destek sistemlerinin büyük
ölçüde geri alınması, sonrasında ABD ile imza edilecek ticaret anlaşmasıyla
gerekli zemini döşenen ithalata bağımlılık süreci ve geniş ölçekli e-ticaret
işlemlerinin hızlanması üzerinden tarımsal gıda sektörünü tamamen
şirketleştirmeye çalıştığı koşullarda, Meksika'da olanlar Hintli çiftçiler için
bir uyarı işlevi görmelidir.
Hindistan'ın
yerel pazarlarının ve küçük perakendecilerin olası nihai kaderini bilmek
istiyorsanız, ABD Hazine Bakanı Steven Mnuchin'in 2019'da söylediklerinden
başka bir yere bakmanıza gerek yok. Bakan orada, Amazon'un “ABD’deki perakende
endüstrisini yok ettiği”nden bahsediyor.
Küresel
ve Yerel Karşı Karşıya
Amazon'un
Hindistan'a taşınması, yerel ve küresel pazarlar arasında uzanan alan için
sürmekte olan haksız mücadeleyi özetliyor. Şirketler ve platformlar, sadece bir
avuç multi-milyarderin mülkiyetindeler. Üstelik bu zenginler, on milyonlarca
satıcıyı ve küçük üreticiyi zayiat olarak görüyorlar. O insanların yerinden
yurdundan olmalarını kendilerine asla dert etmiyorlar.
Amazon'un
yönetim kurulu başkanı Jeff Bezos, Hindistan'ı yağmalamayı ve milyonlarca küçük
tüccarı, perakendeciyi ve mahalle bakkalını ortadan kaldırmayı hedefliyor.
Bezos,
vicdanı olmayan bir adam.
Bezos,
Temmuz 2021'de kendi özel uzay şirketi tarafından inşa edilen bir roketle uzaya
kısa bir uçuştan döndükten sonra bir basın toplantısında şunları söyledi:
"Ayrıca her Amazon
çalışanına ve her Amazon müşterisine teşekkür etmek istiyorum, çünkü tüm bu yolculuğun
masrafını siz ödediniz."
Bu
sözüne cevaben, ABD kongre üyesi Nydia Velazquez, Twitter'da şunu yazdı:
"Jeff Bezos’un uzaya
gitmek için harcadığı parayı konuşacağımıza, onun dünyada yaptıklarına
bakalım.”
Bu
sözün ardından, Velazquez, Amazon'un vergi kaçakçılığına atıfta bulunarak
#WealthTaxNow [“Şimdi Zenginlerden Vergi Alın”] etiketini tweet’ine ekledi. Şirketin vergi
kaçakçılığı yaptığı, birçok raporda dile getirilen bir gerçekti. Bu raporlardan
biri de Mayıs 2021'de Londra Üniversitesi'ndeki araştırmacılar tarafından
yapılan “Amazon Yöntemi: Vergi Ödemekten Kaçınmak İçin Uluslararası Devlet Sisteminden
Nasıl Yararlanılır?” çalışmasıydı.
Bezos
Ocak 2020'de Hindistan'ı ziyaret ettiğinde, onun sıcak karşılanmamasına hiç şaşmamak
gerek.
Bezos
ise Twitter'da Hindistan'a övgüler diziyordu:
“Dinamizm. Enerji. Demokrasi. #HintYüzyılı.”
İktidar
partisi BJP’nin dış ilişkiler bakanlığındaki en üst düzey adamı Bezos’a şu
şekilde karşılık verdi:
“Lütfen bunu Washington’daki
çalışanlarınıza söyleyin. Yoksa sempati toplamak için gerçekleştirdiğiniz bu
ziyaret, zaman ve para kaybından başka bir şeyle sonuçlanmayacak.”
Mevcut
yönetimin yabancıların ekonomiyi ele geçirmesine yönelik önerdiği yaptırım düşünüldüğünde,
kafa karıştırıcı olsa da uygun bir cevaptı bu.
Bezos,
ülkeye geldiğinde Hindistan’da tekelleşmeyle mücadele kurulu Amazon aleyhine
soruşturma açmış durumdaydı, ayrıca sokaklarda esnaf eylemdeydi. O günlerde Tüm
Hindistan Tüccarlar Konfederasyonu (CAIT), ülke çapındaki bağlı kuruluşlarının
üyelerinin protesto amacıyla 300 şehirde oturma eylemleri ve halk mitingleri
düzenleyeceğini duyurdu.
CAIT
sekreteri General Pravin Handelval, Bezos'un ziyaretinden önce Başbakan Modi'ye
yazdığı bir mektupta, Amazon'un, Walmart'ın sahibi olduğu Flipkart gibi, "binlerce
küçük esnafın ve tüccarın işletmesinin kapanmasına neden olan fiyat politikası
sebebiyle bir "ekonomik terörist" olduğunu iddia etti.
2020'de
KOBİ’lerin üye olduğu Delhi Vyapar Mahasangh (DVM) isimli birlik, Hindistan
Rekabet Kurulu’na Amazon ve Flipkart’ı şikâyet etti. Birliğe göre bu iki
şirket, platformlarında belirli satıcıları indirimli ücretler ve tercihli
listeleme imkânı sunarak diğerleri karşısında imtiyazlı kılmaktaydı. Küçük
tüccarların çıkarlarını savunmak için lobi faaliyeti yürüten bu DVM isimli
dernek, ayrıca Amazon ve Flipkart'ın cep telefonu üreticileriyle yalnızca kendi
platformlarında telefon satmalarını sağlamak amacıyla bağlantı kurmasıyla
ilgili endişelerini de gündeme getirdi.
DVM,
küçük tüccarlar, bu cihazları alıp satamayacakları için bunun rekabete aykırı
bir davranış olduğu iddiasındaydı. Dile getirilen diğer bir mesele de e-ticaret
şirketlerinin sunduğu, küçük tüccarlar tarafından karşılanamayan hızlı satışlar
ve büyük indirimlerdi.
CAIT,
2019'da 50.000'den fazla cep telefonu perakendecisinin büyük e-ticaret
firmaları tarafından işten atıldığını tahmin ediyor.
Reuters
tarafından açıklandığı üzere, Amazon Hindistan’da sahibi olduğu platformda
yapılan satışların büyük bir kısmını gerçekleştiren bir avuç satıcı firmanın
dolayı sahibi konumunda. Bu bir sorun, çünkü Hindistan'da Amazon ve Flipkart'ın
yasal olarak yalnızca üçüncü taraf satıcılar ve alıcılar arasındaki işlemleri
bir ücret karşılığında kolaylaştıran tarafsız platformlar olarak çalışmasına
izin veriliyor.
Sonuç
olarak, Hindistan Yüksek Mahkemesi, kısa süre önce Amazon'un rekabete aykırı iş
uygulamaları iddiasıyla Hindistan Rekabet Kurulu (CCI) tarafından soruşturmayla
karşı karşıya kalması gerektiğine karar verdi. CCI, Amazon ve Flipkart'ın
rekabeti ortadan kaldırmak için kullandığı iddia edilen derin indirimleri,
tercihli listelemeleri ve dışlayıcı taktikleri araştıracağını söyledi.
Ne
var ki bugün iyice büyüyen şirketler büyük güçlere sahipler.
Ağustos
2021'de CAIT, Tüketici İşleri Bakanlığı tarafından önerilen e-ticaret
kurallarına müdahale ettiği için (Hindistan Hükümeti'nin etkili politika
komisyonu düşünce kuruluşu) NITI Aayog'a saldırdı.
CAIT,
düşünce kuruluşunun açıkça yabancı e-ticaret devlerinin baskısı ve etkisi
altında göründüğünü söyledi.
CAIT
başkanı BC Bhartia, yıllardır susup olan biteni izlemekle yetinen NITI Aayog'un
böyle duygusuz ve kayıtsız bir tavır sergilemesinin kendisini çok şaşırttığını
söyledi:
“[…] yabancı e-ticaret
devleri, doğrudan yabancı yatırım politikasının tüm kurallarını alt üst ederek,
ülkenin perakende ve e-ticaret ortamını açıkça ihlal edip yıkıma uğrattılar,
ancak önerilen e-ticaret kurallarının e-ticaret şirketlerinin yanlış
uygulamalarına son verme ihtimali bulunduğu bir zamanda birden ağızlarını
açmaya karar verdiler.”
Oysa
aslında hükümetin yürüdüğü politik yol göz önünde bulundurulduğunda bu,
beklenebilecek bir gelişme.
Üç
tarım yasasına karşı protestoları sırasında çiftçilere göz yaşartıcı gazla
saldırıldı, medya onlara yönelik karalama kampanyası yürüttü, gelen geçen
çiftçileri ezdi. Gazeteci Satya Sagar, hükümet danışmanlarının, harekete
geçmiş olan çiftçiler karşısında zayıf görünmenin yabancı tarımsal gıda
yatırımcılarını rahatsız edeceğinden, ayrıca sektöre ve bir bütün olarak
ekonomiye büyük para akışını durdurabileceğinden korktuklarına dikkat çekiyor.
Politikalar,
yabancı yatırımı çekme, elde tutma ve uluslararası sermayenin taleplerine boyun
eğerek “piyasa güveni”ni sürdürme güdüsü tarafından yönetiliyor. Demek ki “Doğrudan
yabancı yatırım”, Modi liderliğindeki yönetimin kutsal kâsesi hâline gelmiş.
Hükümetin
protestocu çiftçiler konusunda “sert” davranmaya ihtiyaç duymasına şaşmamak
gerek, çünkü bugün Hindistan, gıda politikasıyla ilgili sorumluluğunu tampon
stokları tüketmek suretiyle özel şirketlere teslim ettiği için, uluslararası
piyasada gıda satın alma noktasında eskiye nazaran daha fazla dövizi ülkeye
çekmek ve onu elde tutmak zorunda.
Ülkede
tarımsal gıdayı kökten yeniden yapılandırma planı halka, sektörü “modernleştirme”
kisvesi altında satılıyor. Üstelik bu plan, Zuckerberg, Bezos ve Ambani gibi
kendilerini “servet yaratıcıları” ilân eden ve kendileri için zenginlik yaratma
konusunda oldukça deneyimli kişiler tarafından yürütülüyor.
Oysa
bu “zenginlik yaratıcılarının” kim için zenginlik yarattıkları açık.
Tanmoy İbrahim, People's Review [“Halkın
Eleştirisi”] sitesinde, esas olarak Ambani ve Adani'ye odaklanan, Hindistan'ın
milyarder sınıfı ile ilgili bir yazı yazıyor. Hindistan'daki ahbap-çavuş
kapitalizminin niteliğini özetleyen yazı, Modi'nin “servet yaratıcılarına” kamu
hazinesini, insanları ve çevreyi yağmalamak için tam yetki verdiğini, o “servet
yaratıcıları”nın gerçek servet yaratıcılarının, özellikle çiftçilerin
varlıkları için mücadele ettiklerini açık bir dille ortaya koyuyor.
Tarım
krizi ve son protestolar, hükümet ile çiftçiler arasındaki bir savaş olarak
görülmemelidir. Meksika'da olan biten bize bir şeyler söylüyor olmalı. Neticede
halk sağlığının daha da bozulacağını ve geçim kaynaklarının yitip gideceğini,
tüm ülkenin bu süreçten olumsuz etkileneceğini bugünden görmek için kâhin
olmaya gerek yok.
Hindistan'daki
obezite oranlarının son yirmi yılda üç katına çıktığını ve ülkenin hızla
dünyanın diyabet ve kalp hastalıkları merkezi hâline geldiğini görmek gerekiyor.
Ulusal Aile Sağlığı Araştırması'na (NFHS-4) göre, 5-9 yaş grubundaki her beş
çocuktan birinin bodur olduğu tespit edilmesine rağmen, 2005 ve 2015 yılları
arasında obez insanların sayısı iki katına çıktı.
Bunlar,
sektörü milyarder (komprador) kapitalistler Mukeş Ambani ve Gautum Adani ve
(dünyanın en zengin ismi olan) Jeff Bezos’a, (dünyanın en zengin dördüncü
kişisi olan) Mark Zukerberg'e, (14 milyarderi içeren) Cargill iş ailesine ve
(ABD’nin en zengini olan) Walmart iş ailesine teslim etmenin sebep olduğu
maliyet içerisinde değerlendirilmesi gereken sonuçlar.
Bu
kişiler, Hindistan'ın tarımsal gıda sektörünün zenginliğini sömürmeyi
amaçlarken, milyonlarca küçük ölçekli çiftçinin ve perakendecinin geçim
kaynaklarını ortadan kaldırıyorlar, bir yandan da ülke insanının sağlığını
bozuyorlar.
Hindistan'ın
Uttar Pradeş eyaletinin Muzaffernigar şehrinde 5 Eylül 2021'de yüz binlerce çiftçi
bir mitinge katıldı. Eyaletteki diğer mitinglerde de aşağı yukarı aynı sayıda
insan bir araya geldi.
Önde
gelen çiftçi liderlerinden Rakeş Tikait, bunun Hintli çiftçilerin protesto
hareketine yeni bir soluk getireceğini söyledi ve şu uyarıyı yaptı:
“Modi hükümetinin çiftçi
karşıtı olduğu mesajını iletmek için Uttar Pradeş'in her şehrine ve kasabasına
giderek protestomuzu yoğunlaştıracağız.”
Tikait,
protesto hareketinin lideri ve Bharatiya Kisan Birliği'nin (Hintli Çiftçiler
Birliği) sözcüsü.
On
binlerce çiftçi, Delhi’nin kenar mahallelerine kamp kurdu ve bahsi edilen üç çiftlik
yasasının yürürlükten kaldırılmasını istedi. Onlara göre bu yasalar, tarımsal gıda
sektörünü pratikte şirketlere bırakıyor, Hindistan'da gıda güvenliği meselesini
uluslararası emtia ve finans piyasalarının insafına terk ediyordu.
Uttar
Pradeş'teki mitinglerin yanı sıra, Haryana eyaletindeki Karnal'da da binlerce
çiftçi, Modi liderliğindeki hükümete yasaları yürürlükten kaldırması için baskı
yapmaya devam etmek için toplandı. Bu özel protesto, aynı zamanda Karnal'da
(Delhi'nin 200 km kuzeyinde) Ağustos ayı sonlarında çiftçilerin bir otoyolu
trafiğe kapattığı başka bir gösteri sırasında polis şiddetine tepki olarak
gerçekleşti. Polis o eylemde çiftçilere bambu coplarla (lathi) saldırmış,
saldırı sonucu on kişi yaralanmış, bir kişi de ertesi gün kalp krizinden
ölmüştü.
Sonrasında
sosyal medyaya, üst düzey bir hükümet yetkilisi olan Ayuş Sinha'nın polislere
çiftçilerin otoyola yerleştirilen barikatları aşmaları durumunda “onların başlarını
ezmelerini” istediğini ortaya koyan bir video düştü.
Haryana
Başbakanı Manohar Lal Hattar, kelime seçimini eleştirdi, ancak “asayişi
sağlamak için katılığın korunması gerektiğini” söyledi.
Oysa
bu doğru değil. Hindistan'ın tarımsal gıda sektörü üzerinde birer akbaba gibi
dönüp duran yabancı şirketleri memnun etmenin yolu, aslında gaddarlık ve
zulümden başka bir şeyi ifade etmeyen o “katılığın” herkese hissettirilmesinden
geçiyor.
Yetkililer
kendilerini bu tür bir dilden uzak tutmaya çalışsalar da, “kafaları ezmek”, tam
da Hintli yöneticilerin ve yabancı tarımsal gıda şirketlerinin milyarder
sahiplerinin talep ettiği bir şey.
Hükümet,
“piyasadaki kendisine yönelik güveni” muhafaza edebilmek ve sektöre doğrudan
yabancı yatırımı çekmek (diğer bir deyişle, sektörün ele geçirilmesini sağlamak)
için çiftçilere karşı sert olduğunu küresel tarım sermayesine göstermek
zorunda.
Şimdi
(geçici olarak) çiftlik yasaları yürürlükten kaldırıldı, ama gene de şunu
görmek gerekiyor: Hindistan, hâlen daha kendisine ait tarımsal gıda sektörünü
başka güçlere teslim etmek istiyor. Bu isteği, esasen ABD dış politikasının bir
zaferi olarak değerlendirmek gerekiyor.
İktisatçı
Prof. Michael Hudson’ın 2014 yılında yaptığı
değerlendirmeye göre:
“Amerikan diplomasisi,
Üçüncü Dünya'nın çoğunu ancak tarım ve gıda tedarikini kontrol etmek suretiyle
kontrol altına alabilir. Dünya Bankası'nın jeopolitik amaçlar üzerine kurulu
kredi verme stratejisi, hep ülkeleri, kendi yetiştirdikleri gıda ürünleriyle
karınları doymasın diye, para getiren ürünler, yani plantasyonlarda üretilen
ihraç ürünleri yetiştirmeye ikna ederek, onları gıda kıtlığı çekmesini sağlama
amacını gütmüştür.”
Eskiden
olduğu gibi bugün de küresel tarımın kontrolü, ABD kapitalizminin jeopolitik
stratejisinin bir koludur. Yeşil
Devrim, petrol zengini ülkelerin ve petrol şirketlerinin
izniyle ihraç edilen bir ürün. Yoksul ülkeler, girdiler ve ilgili altyapı
gelişimi için kredi gerektiren tarımsal sermayenin kimyasal ve petrole bağımlı
tarım modelini benimsediler. Bu süreç, ülkelerin küreselleşmiş bir borç esareti
sistemine, hileli ticaret ilişkilerine ve petrol fiyatlarındaki şoklara karşı
savunmasız bir sisteme hapsetmeyi gerekli kılıyordu.
Hindistan
Basın Vakfı’nın yayınladığı Aralık 2020 tarihli bir fotoğraf, Hindistan
hükümetinin çiftçileri protesto etme yaklaşımını ortaya koyuyor. Fotoğrafta paramiliter
kılıklı bir güvenlik görevlisinin elindeki bambu copunu havaya kaldırdığı
görülüyor. Sih çiftçi topluluğundan bir yaşlı, zulmü iliklerinde hissediyor.
Bugün
“çiftçilerin kafalarının ezmek” denilen eylem, dünyadaki tüm totaliter “liberal
demokrasiler”in artık kendi halkları içindeki birçok kişiye nasıl baktığının somut
bir ifadesi aslında. Bunun neden böyle olduğunu tam olarak anlamak için analizin
kapsamını genişletmek gerekiyor.
VIII. Bölüm
Yeni Normal
Kapitalizmin Krizi ve Distopik Sıfırlama
Bugün, etkili bir isim olan
yönetim kurulu başkanı Klaus Schwab'ın vizyonuna uygun hareket eden Dünya
Ekonomi Forumu, yaşama, çalışma ve ilişki kurma tarzımızı kökten değiştirecek
yapısal bir değişim süreci olarak gündeme gelen distopik “büyük sıfırlama” fikrinin
odağında duruyor.
Büyük sıfırlama, geçim kaynaklarının
ve tüm sektörlerin, ilâç şirketlerinin, Amazon ve Google gibi yüksek
teknoloji/büyük veri devlerinin, önemli küresel zincirlerin, dijital ödeme
sektörünün, biyoteknoloji şirketlerinin vs. tekelini güçlendirip hegemonyasını
artırmak adına feda edildiği koşullarda, temel özgürlüklerin kalıcı olarak
kısıtlanacağı, kitlesel gözetleme pratiklerin yerleşik hâle geleceği bir
kapitalist dönüşümü öngörüyor.
Kovid salgını ile mücadele
kapsamında alınan kapanma ve kısıtlama tedbirlerinin bahane ve perde olarak
kullanıldığı büyük sıfırlama süreci, “Dördüncü Sanayi Devrimi” kılıf altında
hızla ilerledi. Bu süreçte küçük işletmeler iflasa sürüklendi, tekeller
tarafından satın alındılar. Ekonomiler, birçok işin ve görevin yapay zekâ
destekli teknolojiye devredildiği koşullarda, “yeniden yapılandırılıyor.”
Ayrıca bir yandan da, “sürdürülebilir
tüketim” ve “iklim acil durumu” retoriğiyle desteklenen “yeşil ekonomi”ye doğru
gidişe tanık oluyoruz.
Kapitalizmin kâr için ihtiyaç
duyduğu yeni alanlar, “finansallaştırma” ve doğanın tüm yönlerinin mülk
edinilmesi yoluyla yaratılacakmış gibi görünüyor; doğa,
tam da sahte “çevreyi koruma” anlayışı ile sömürgeleştirilecek,
metalaştırılacak ve ticaretin konusu hâline getirilecek. Bu, esasen, “sıfır
emisyon” bahanesi altında, kirleticilerin çevreyi kirletmeye devam
edebilecekleri, ancak yerli halkların ve çiftçilerin topraklarını ve
kaynaklarını karbon yutağı olarak kullanmak ve alıp satmak (dolayısıyla bu topraklardan
ve kaynaklardan kâr elde etmek) suretiyle “dengeleyebilecekleri” anlamına geliyor.
Bu, aslında “yeşil emperyalizm”e dayanan başka bir finansal Ponzi planı.
Dünyanın dört bir yanında
politikacılar, “yeni normal”e geçiş için gerekli zemini “daha iyi” inşa etme
gerekliliğinden bahsederken, bu büyük sıfırlama söylemine başvuruyorlar. Hepsinin
ağzından aynı lafın dökülmesi, hiç de tesadüf değil.
Peki ama bu sıfırlama neden
gerekli?
Kapitalizm, kâr oranlarını
korumak zorunda. Hâkim ekonomik sistem, sürekli artan seviyelerde kaynak temini,
üretim ve tüketim talep ediyor, ayrıca büyük firmaların yeterince kâr elde
etmesi için her yıl belirli düzeyde GSYİH artışına ihtiyaç duyuyor.
Gelgelelim piyasalar doydu, talep
oranları düştü, aşırı üretim ve aşırı sermaye birikimi, bir sorun hâline geldi.
Buna karşılık, işçi ücretlerinin düşürüldüğü, finans ve emlak
spekülasyonlarının arttığı (yeni yatırım piyasalarının oluştuğu) koşullarda,
hisselerin alındığına, büyük çaplı kurtarma operasyonlarının yapıldığına, (özel
sermayenin hayatta kalma kapasitesini muhafaza etmek için kullanılan kamuya ait
para anlamında) sübvansiyonlara, ayrıca (ekonominin birçok sektörü için büyük
bir itici güç olarak) militarizmdeki artışa tanıklık ediyoruz.
Ayrıca, küresel şirketlerin
yabancı ülkelerdeki pazarları ele geçirmesi ve genişletmesi için üretim
sistemleri ortadan kaldırılıyor.
Ne var ki bu çözümler, yüzeysel
ve geçiciydi. Dünya ekonomisi, sürdürülemez bir borç dağının altında
boğuluyordu. Pek çok şirket, kendi borçlarının faizlerini karşılayacak kadar
kâr elde edemeyecek durumdaydı ve sadece yeni krediler alarak ayakta kalabiliyordu.
Düşen cirolara, azalan kâr oranlarına ve sınırlı nakit akışlarına, ancak borçla
dengelenen bilançolar eşlik ediyordu.
Ekim 2019'da bir Uluslararası
Para Fonu konferansında yaptığı konuşmada, eski İngiltere Merkez Bankası
başkanı Mervyn King, dünyanın “demokratik piyasa sistemi” olarak adlandırdığı
sistem için yıkıcı sonuçları olacak yeni bir ekonomik ve finansal krize doğru
yürüdüğü konusunda uyarıda bulundu.
King'e göre, küresel ekonomi,
düşük büyüme tuzağına saplanmıştı, üstelik 2008 krizinden çıkış süreci, Büyük
Buhran'ı takip eden süreçten daha yavaş ilerliyordu. King, o konuşmada,
Amerikan Merkez Bankası’nın ve diğer merkez bankalarının politikacılarla kapalı
kapılar ardında görüşmelere başlama zamanının geldiği sonucuna varıyordu. 16
Eylül günü repo
piyasasında faiz oranları yükseldi. Amerikan Merkez Bankası, dört gün boyunca,
günlük 75 milyar dolarlık bir müdahaleyle sürece dâhil oldu. Bu, 2008 krizinden
bu yana görülmeyen bir tutardı.
Cardiff Üniversitesi'nde
eleştirel teori profesörü olarak çalışan Fabio Vighi'ye göre, o
sırada Amerikan Merkez Bankası, Wall Street'e haftada yüz milyarlarca doların
pompalanmasını sağlayan bir acil para programını devreye soktu.
Son iki yıldır, “pandemi” kisvesi
altında, ekonomilerin kapatıldığını, küçük işletmelerin ezildiğini, işçilerin
işsiz bırakıldığını ve insan haklarının yok edildiğini gördük. Kapanmalar ve
kısıtlamalar bu süreci hızlandırdı. Bu sözde “halk sağlığı önlemleri”,
kapitalizmin krizini yönetmeye çalışanlara hizmet etmekten başka bir işe
yaramadılar.
Neoliberalizm, işçilerin
gelirlerini ve aldıkları sosyal yardımları kıstı, ekonomiler dâhilinde kilit
rol oynayan sektörleri ülke dışına savurdu, talebi sürdürmek ve zenginlerin hâlâ
yatırım yapıp bundan kâr elde edebilecekleri finansal Ponzi planları oluşturmak
için elindeki her tür aracı kullandı.
2008 çöküşünün ardından
bankacılık sektörüne yapılan kurtarma operasyonları, yalnızca geçici bir
soluklanma sağladı. Çöküş etkisini, milyarlarca dolarlık kurtarma paketleriyle
birlikte, Kovid öncesinde yaşanan çok daha büyük bir patlamayla ortaya koydu.
Fabio Vighi, tüm bunlarda “pandemi'nin
rolü olduğunu söylüyor:
“Sanırım
[…] bazı insanlar, genellikle vicdansız olan muktedir elitlerin, neredeyse
yalnızca üretim dışı olan (seksen yaşın üzerindeki) kişileri öldüren bir virüs
karşısında, dünya üzerinde işleyen kâr mekanizmasını durdurmaya neden karar
verdiklerini artık merak etmeye başlamıştır.”
Vighi, Kovid öncesi dönemde dünya
ekonomisinin başka bir büyük çöküşün eşiğine geldiğinden, İsviçre Ödemeler
Bankası’nın, (dünyanın en güçlü yatırım fonu olan BlackRock’un, G7
ülkelerindeki merkez bankalarının ve diğer güçlerin finansal iflası önlemek
için nasıl uğraştıklarından bahsediyor.
Kapanma tedbirinin uygulanmasında
ve ekonomik işlemlerin dünya genelinde askıya alınmasında asıl amaç, Amerikan
Merkez Bankası’nın (Kovid bahanesiyle) zor durumdaki finans piyasalarını yeni
basılmış parayla doldurmasına ve hiperenflasyonu önlemek için reel ekonominin
kapısına kilit vurmasına imkân sağlamaktı.
Vighi’nin tespitiyle:
“Mart
2020’de borsa, kapanma tedbirinin uygulamaya konulmasının zorunlu hâle gelmesi
sebebiyle çökmedi, bilâkis, finans piyasaları çöktüğü için kapanma tedbirleri
alınmak durumunda kalındı. Kapanmalarla birlikte ticari işlemler askıya alındı,
bu da kredi talebini azalttı, neticede salgın durdu. Başka bir ifadeyle, sıra
dışı para politikası ile finansal yapı yeniden inşa edilmeliydi, bu ise
ekonominin motorunun durdurulmasına bağlıydı.”
Tüm bu adımların amacı, Kovid
“yardımları” kılıfı ardında, Wall Street’i kurtaracak trilyonlarca doların
akıtılmasını sağlamaktı. Sonrasında bu yardımları, kapitalizmi yeniden
yapılandıracak plan takip etti. İlgili plan dâhilinde küçük işletmeler ya
iflasa sürüklendiler ya da tekeller ve küresel zincirler tarafından satın
alındılar. Böylelikle, bu yağma ile büyüyen şirketlerin kesintisiz kâr etmeleri
güvence altına alınmış oldu. Bunun bedeli, kapanmalar ve hızlanan otomasyon ile
milyonlarca insanın işsiz kalmasıydı.
Kovid’le mücadele kapsamında
hazırlanan yardım paketlerinin faturasını sıradan insanlar ödeyecek. Eğer finansal
kurtarma paketleri plana uygun sonuçlar doğurmazsa, muhtemelen başka bir
“virüs” bahanesiyle veya “iklim acil durumu” bahanesiyle tekrar kapanmalar
gündeme gelecek.
Burada sadece büyük finans
şirketleri kurtarılmıyor. Zaten zor durumda olan ilâç endüstrisi de para
kazandıran Kovid aşıları ile önemli bir can simidine kavuşuyor. Zira ilâç
şirketleri, geliştirilmesi ve satın alınması için ayrılan kamu fonları ile üretilen
bu aşılar sayesinde kurtarılıyorlar.
Öyle ya da böyle, bugün dünya
genelinde milyonlarca insanın geçim kaynaklarından mahrum kalışına tanıklık
ediyoruz. Ufukta görünen, yapay zekâ ve gelişmiş otomasyon üzerine kurulu
üretim, dağıtım ve hizmet temini dâhilinde artık kitlesel bir işgücüne gerek
kalmayacak.
Bu süreç, beraberinde kapitalist
ekonomik faaliyetin ihtiyaç duyduğu emeği yeniden üretmeye ve sürdürmeye hizmet
eden kitlesel eğitim, sosyal yardımlar ve sağlık hizmeti verilmesinin gerekli
olup olmadığına, bu alanların geleceğine dair önemli soruları gündeme
getiriyor. Ekonomi yeniden yapılandırıldıkça, emeğin sermayeyle ilişkisi de
dönüşüyor. Bu da “işin kendisi kapitalistler nezdinde emekçi sınıfların
varlığının bir koşulu ise, bugün kapitalistler, artık ihtiyaç duymadıkları bir fazla
emek havuzunu neden muhafaza etsinler?” sorusunu sordurtuyor.
Bugün nüfusun büyük bir bölümünün
sürekli işsizlik tuzağına düştüğü koşullarda, yöneticiler, kitlesel muhalefetle
ve direnişlerle uğraşmak istemiyorlar. Bu sebeple, günümüz dünyası, hareket ve
toplanma özgürlüğünden siyasi protesto ve ifade özgürlüğüne kadar birçok farklı
özgürlük alanının kısıtlanması için tasarlanmış bir biyogüvenlikçi gözetim
devletine tanık oluyor.
Nüfusun giderek büyüyen bir
kısmının “üretken olmayan” ve “işe yaramaz yiyiciler” olarak görüldüğü,
yukarıdan aşağıya doğru örgütlenmiş bir gözetim kapitalizmi sisteminde elitler,
bireyciliği, liberal demokrasiyi, özgür seçim ideolojisini ve tüketimciliği,
siyasi haklar, yurttaşlık hakları ve özgürlükler gibi “gereksiz lüksler” olarak
görüyorlar.
Bir ülkenin “liberal demokrasiden”
ne kadar hızlı bir şekilde toplanma ve protestolara müsamaha gösterilmeyen,
sonu gelmeyen karantinaların olduğu, acımasız ve totaliter bir polis devletine
dönüştüğünü görmek için Avustralya'da süregiden zorbalığa bakmamız yeterli.
Sağlığı korumak adına insanların
dövülmesi, yerlerde sürüklenmesi ve plastik mermilerle vurulması ne kadar
mantıklı ve anlamlıysa, “hayat kurtarmak” için sosyal ve ekonomik açıdan
insanları yıkıma sürükleyen, tüm toplumları mahveden karantinalar da o kadar
mantıklı ve anlamlı.
Esasen burada mantık aranmamalı. Ama
tabii, olan bitene kapitalizmin krizi açısından bakarsak, her şey çok daha
mantıklı gelmeye başlayacaktır.
İlk kapanma kararı alındığında
insanlar, zaten 2008 çöküşünü izleyen kemer sıkma önlemlerinin yol açtığı etkilerin
çilesini çekiyorlardı.
Devletler, ileride daha köklü ve
daha sert sonuçların doğacağını, daha kapsamlı değişimlerin yaşanacağını
biliyorlar. Bu nedenle, kitleleri kölelik kıvamına getirme ve daha sıkı bir
biçimde kontrol altına alma konusunda oldukça kararlı görünüyorlar.
IX. Bölüm
Pandemi Sonrası Kurulacak Distopya
Tanrı’nın Eli ve Yeni Dünya Düzeni
Çok
sayıda uzun süreli kapanmalar esnasında Avustralya'nın bazı bölgelerinde
protesto etme ve halka açık alanda toplanma hakkı ve ifade özgürlüğü hakkı
askıya alındı. Yetkililer saçma sapan bir “sıfır Kovid” politikası izledikleri
için ülke zamanla dev bir ceza kolonisine dönüştü. Bugünlerde Avrupa genelinde,
ayrıca ABD ve İsrail'de, hareket özgürlüğünü ve hizmetlere erişimi kısıtlamak
için gereksiz ve ayrımcı “Kovid pasaportları” kullanıma sunuluyor.
Oysa
bugün hükümetler, büyük finans şirketleri, Gates ve Rockefeller vakıfları,
Dünya Ekonomi Forumu ve ordu-finans kompleksi içerisindeki her türden gücün
karşısında kararlılıkla durmak zorunda. “Büyük Sıfırlama”, “Dördüncü Sanayi
Devrimi” ve “Yeni Normal” gibi kulağa hoş gelen ama aslında kapitalizmin
yeniden yapılandırılmasını ve onun sıradan insanlar üzerindeki acımasız
etkilerini gizlemekten başka bir işe yaramayan tabirlere de ve o tabirleri
kullananlara da karşı çıkılmalı.
Kapanma
ve kısıtlama tedbirlerinin sıradan insanlara ve küçük işletmelere dayatıldığı
pandemi koşulları sayesinde trilyonlarca dolar, elitlerin ellerine teslim
edildi. Bu süreçte kazananlar, Amazon, büyük ilâç şirketleri ve teknoloji
devleri oldu. Bu sürecin kaybedeni olan küçük işletmeler ve nüfusun büyük bir
kısmı, geçmişte insanların uğruna mücadele ettikleri çalışma haklarından ve
yurttaşlık haklarından mahrum bırakıldı.
Küreselleşme
Araştırmaları Merkezi'nden (CRG) Profesör Miçel Çossudovski şunları söylüyor:
“Dünyaya para akıtan finans
kuruluşları, krizde olan reel ekonomilere kredi sağlamaktadırlar. Küresel
ekonominin kapanması küresel borçluluk sürecini tetikledi. Dünya tarihinde
görülmemiş bir şekilde, 193 ülkenin ulusal ekonomileri, aynı anda milyonlarca
dolar tutarında borç yüküyle karşı karşıya kalıyor."
Ağustos
2020'de, Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) tarafından hazırlanan bir raporda şu
ifadeler yer aldı:
“Kovid-19 krizi, dünyanın tüm
bölgelerinde ekonomileri ve işgücü piyasalarını ciddi şekilde sekteye uğratmıştır.
2020'nin ikinci çeyreğinde yaklaşık 400 milyon tam zamanlı işe eşdeğer çalışma
saati kaybı tahmin edilmektedir ve bunların çoğu gelişmekte olan ve yeni
gelişen ülkelerdedir."
En
fazla zarar gören kesimse 1,6 milyarlık nüfusuyla kayıt dışı ekonomi dâhilinde
çalışanlar. Dünyadaki toplam işgücünün yarısını teşkil eden bu kesim, diğer
kesimlere göre daha fazla işten çıkartmalara maruz kaldı, kapanma döneminde
herkesten daha fazla gelir kaybı yaşadı. Süreçten etkilenen işçilerin büyük bir
kısmı (1,25 milyar), perakende, barınma, gıda hizmetleri ve imalat sektöründe
çalışanlardan oluşuyor.
Bu
bağlamda, kapanmaların en fazla etkilediği ülkelerden biri de Hindistan oldu. Kapanma
politikası, 230 milyon kişiyi yoksulluğa itti ve birçok kişinin hayatını ve
geçim kaynaklarını mahvetti. Azim Premji Üniversitesi Sürdürülebilir İstihdam
Merkezi tarafından hazırlanan Mayıs 2021 raporunda, istihdam ve gelirin
2020'nin sonlarına gelindiğinde bile salgın öncesi seviyelere gelemediğini
ortaya koyuyor.
“2021
Tarihli Hindistan’da Kovid’le Geçen Bir Yılda Çalışanların Durumu Raporu”, eskiden
kaydı bulunan işçilerin neredeyse yarısının kayıt dışı sektöre nasıl geçtiğinden
bahsediyor, ayrıca 230 milyon kişinin ulusal asgari ücret yoksulluk sınırının
altına düştüğünü söylüyor.
Kovid’den
önce zaten Hindistan, çok az iş imkânının oluşturulduğu, eşitsiz gelişmenin
damgasını vurduğu, kayıt dışı ekonominin alanının genişlediği, 1991’den bu yana
uzanan süreçte ülke tarihinin en uzun süren ekonomik yavaşlama dönemine
tanıklık ediyordu. RUPE tarafından kaleme alınan bir makale,
ekonominin yapısal zayıflıklarını ve sıradan insanların genellikle umutsuz
durumunu ortaya koyuyor.
Modi'nin
uyguladığı kapanma tedbirlerinin yükünden kurtulabilmek adına, toplam hane
sayısının dörtte birini teşkil eden yoksul aileler, ortalama gelirlerinin 3,8
katı tutarında borç alırlarken, gene dörtte bir oranındaki zengin kesim,
ortalama gelirlerinin 1,4 katı tutarında borç aldı. Çalışma, aynı zamanda borç
tuzağının yol açtığı sonuçlar üzerinde de duruyor.
Makaleye
göre, kapanmadan en fazla etkilenen, ülke nüfusunun beşte birlik kesimini ifade
eden aileler, altı ay sonra da kapanma döneminde satın alabildikleri yiyeceği
alabilmişler.
Bu
dönemde zenginlerin kendilerine iyi baktıklarını söylemeye bile gerek yok. Left
Voice’a [“Sol Ses”] göre:
"Modi hükümeti, pandemi
sürecini işçilerin geçim kaynakları ve hayatları karşısında büyük şirketlerine
öncelik verip milyarderlerin servetlerini koruyarak yönetmeyi tercih etti.”
Hükümetler,
artık küresel kredi kuruluşlarının kontrolü altında. Kovid sonrası dönem,
işçilere verilen yardımların ve sosyal güvenlik ağlarının iptali de dâhil olmak
üzere büyük tasarruf tedbirleri alınacak. Zaten ödenemez durumda olan
trilyonlarca dolarlık kamu borcu katlanacak. Büyük finans kuruluşları
devletlere kredi sağlayan güçler olarak ileride devletlerin özelleştirilmesini
talep edecekler.
Nisan
ve Temmuz 2020 arasında, dünyadaki milyarderlerin elindeki toplam servet 8
trilyon dolardan 10 trilyon doların üzerine çıktı. Çossudovski, yeni nesil
milyarder yenilikçilerin, gelişmekte olan teknolojilerin artan repertuarını
kullanarak hasarın onarılmasında kritik bir rol oynamaya hazır göründüğünü
söylüyor. Yarının yenilikçilerinin ekonomiyi dijitalleştireceğini,
yenileyeceğini ve devrime uğratacağını da ekliyor: ancak, kendisinin de ifade
ettiği gibi, bu soysuz milyarderler halkları yoksullaştıranlar.
US
Right to Know [“Bilmek ABD’nin Hakkı”] isimli internet sitesinde
çıkan “Bill Gates’in Gıda Sistemleri İçin Hazırladığı Radikal Menü” isimli
yazıyı bu bağlamda okumak gerekiyor. Yazı, Gates’in hazırlanma
sürecine öncülük ettiği ajandadan bahsediyor. Bu ajanda, biyolojinin, gelecekte
gıda ürünlerinin sentetik ve genetik olarak tasarlanmış maddeler üretecek
şekilde programlanması üzerinde duruyor. Bu ajandanın arkasındaki fikirse bilgisayarların
bilgi ekonomisi dâhilinde programlanmasını temel alıyor. Tabii ki, bu süreçte
yapılacak işlemlerle ve ürünlerle ilgili patentleri dün olduğu bugün de Gates
gibiler mülkiyetine alıyor.
Örneğin,
“özel organizmalar” meydana getiren, Gates destekli bir start-up olan Ginkgo
Bioworks, geçtiğimiz günlerde 17,5 milyar dolarlık bir anlaşmayla halka açıldı.
Şirket “hücre programlaması” teknolojisine başvuruyor. Burada amaç, ticari
anlamda alınıp satılacak küf ve bakteri türlerini laboratuvar ortamında imal
edip bunlara genetik mühendisliği üzerinden üretilmiş lezzetler ve kokular
katarak, aşırı işlenmiş gıdalar için lezzetler, vitamin, amino asit, enzimler
eklemek.
Ginkgo,
gıda ürünleri ve diğer birçok kullanım alanı için 20.000 adet tasarlanmış “hücre
programı” (ki şimdi bu programdan ellerinde beş tane var) oluşturmayı
planlıyor. Müşterilerden “biyoloji platformu”nu kullanmaları için ücret talep
etmeyi düşünüyor. Müşterileri ise tüketiciler veya çiftçiler değil, dünyanın en
büyük kimya, gıda ve ilâç şirketleri.
Gates,
kapitalizmin çürümüşlüğünü gizlemek için onu yeşile boyamak istiyor. Bunun için
de her yerde sahte yiyeceklerin reklâmını yapıyor. Eğer Bill Gates gerçekten “iklim
felâketi”nden kaçınmak, çiftçilere yardım etmek veya yeterli gıda üretmekle
ilgileniyorsa, şirketlerin gıdamız üzerindeki gücünü ve kontrolünü
sağlamlaştırmak yerine, toplum temelli/toplumun öncülüğünde ilerleyen zirai ekolojik
yaklaşımların önünü açmalıdır.
Ama
Gates bunu yapamaz, çünkü o, demokratik süreçleri baypas edip kendi ajandasını
uygulamanın derdinde. Bu bağlamda da patentleri, şirketlerin elindeki ürünlerin
tarıma sokuşturulması, metalaştırma ve küresel şirketlere bağımlılığı
insanlığın tüm sorunlarını çözeceğine inanıyor.
Hindistan
bu sözlerimizi dikkate almalı, çünkü burada mevzubahis “gıdanın geleceği”dir.
Çiftçiler çiftlik yasalarını yürürlükten kaldıramazlarsa, Hindistan gene gıda
ithalatına veya yabancı gıda üreticilerine, hatta laboratuvar yapımı “gıdaya”
bağımlı hâle gelecek. Sahte veya zehirli gıdalar, geleneksel beslenme
alışkanlıklarını ortadan kaldıracak, yetiştirme yöntemleri dronlar, genetik
olarak tasarlanmış tohumlar ve çiftçisiz çiftlikler tarafından yönlendirilecek,
bu süreçte yüz milyonlarca insan geçim kaynağını (ve sağlığını) yitirecek.
Dünya
Bankası Grup Başkanı David Malpass, uygulanan kapanma tedbirlerinin ardından
yoksul ülkelerin ayağa kalkmasına “yardım edileceğini” belirtti. Bu “yardım”, illaki neoliberal
reformların uygulanması, kamu hizmetlerinin kesilmesi şartıyla verilecektir.
Nisan
2020'de Wall Street Journal, “IMF, Dünya Bankası Gelişmekte Olan
Dünyadan Yoğun Yardım Talebiyle Karşı Karşıya” başlığını attı. Çok sayıda ülke, finans
kuruluşlarından kurtarma paketi ve kredi adı altında toplamda 1,2 trilyon
dolarlık borç talep ediyor. Bu talebin bağımlılığı daha da artıracağını kimse
görmüyor.
Borçların
hafifletilmesi veya “destek” karşılığında, Bill Gates gibilerle birlikte
küresel şirketler, ulusal politikaları daha fazla belirleme ve ulus devlet
egemenliğinin kalıntılarını ortadan kaldırabilme imkânına kavuşacaklar.
Bu
ajandayı dayatan milyarder sınıf, doğaya ve tüm insanlara sahip
olabileceklerini ve her ikisini de kontrol edebileceklerini düşünüyorlar, çünkü
atmosferi jeomühendislik yoluyla, toprak mikroplarını genetik olarak
değiştirerek veya bir laboratuvarda biyo-sentezlenmiş sahte yiyecekler üreterek
doğadan daha iyi bir iş yapacaklarını zannediyorlar.
İnsan
olmanın ne demek olduğunu yeniden şekillendirerek tarihi sona yaklaştırabileceklerini
ve çarkı yeniden keşfedebileceklerini düşünüyorlar. Bunu er ya da geç
başarabileceklerini umuyorlar. Binlerce yıllık kültürü, geleneği ve
uygulamaları neredeyse bir gecede yok etmek isteyen soğuk bir distopik vizyon
bu.
Oysa
o binlerce yıllık kültürlerin, geleneklerin ve uygulamaların çoğu, gıdayla, onu
nasıl ürettiğimizle ve doğayla olan köklü bağlantılarımızla ilgilidir.
Atalarımızın eski ritüellerinin ve kutlamalarının çoğu, ölümden yeniden doğuşa
ve doğurganlığa kadar varoluşun en temel meseleleriyle yüzleşmelerine yardımcı
olan hikâyeler ve mitler etrafında inşa edilmişlerdir. Bu kültüre yedirilmiş
olan inançlar ve uygulamalar, doğayla pratik ilişkilerini ve insan yaşamını
sürdürmedeki rolünü kutsallaştırmaya hizmet etmiştir.
Tarım,
insanın hayatta kalmasının anahtarı hâline geldikçe, ürünlerin ekimiyle, hasadıyla
ve gıda üretimiyle ilişkili diğer mevsimsel faaliyetler, bu geleneklerin
merkezine yerleştiler. Örneğin Freyfaxi, İskandinav putperestliğinde hasat
döneminin başladığına işaret ederken, Lammas veya Lughnasadh putperestlikte ilk
hasadın, ilk tahıl hasadının kutlamasıdır.
İnsanlar,
doğayı ve doğanın doğurduğu hayatı yücelttiler. Eski inançlar ve ritüeller umut
ve yenilenme beklentisi ile yüklüdür. İnsanlar güneş, tohumlar, hayvanlar, rüzgâr,
ateş, toprak, yağmur ve hayatı doğurup besleyen mevsimlerle zaruri ve ilk elden
bir ilişkiye sahiplerdi. Tarım üretimi ve onunla bağlantılı tanrılarla kültürel
ve sosyal ilişkilerimiz sağlam bir pratik zemine sahipti. İnsanların hayatı
binlerce yıldır ekime, hasada, tohumlara, toprağa ve mevsimlere bağlı.
Örneğin
Prof. Robert W Nicholls, Woden ve Thor kültlerinin güneş ve toprakla, ekinlerle
ve hayvanlarla ilgili çok daha eski ve daha köklü inançlar temelinde geliştiğini,
mevsimlerin döngüsünün ışık ve sıcaklık mevsimi yaz ile soğuk ve karanlık
mevsimi kış arasında gerçekleştiğini söylüyor.
Kültür,
tarım ve ekoloji arasındaki önemli ilişkiyi takdir edeceksek eğer, muson
yağmurlarının, mevsimsel ekimin ve hasadın ülkesi Hindistan'dan başka bir yere bakmamıza
gerek yok. Kır temelli inançlar ve doğayla dolu ritüeller, şehirli Hintliler
arasında bile devam ediyor. Bunlar, geçim kaynaklarının, mevsimlerin,
yiyeceklerin, yemek pişirmenin, gıda işleme ve hazırlamanın, tohum
alışverişinin, sağlık hizmetlerinin ve bilginin iletilmesinin birbiriyle
ilişkili olduğu ve Hindistan içindeki kültürel çeşitliliğin özünü oluşturduğu
geleneksel bilgi sistemlerine bağlıdır.
Sanayi
çağı, insanlar şehirlere taşındıkça gıda ve doğal çevre arasındaki bağlantının
azalmasına neden olsa da, geleneksel “yemek kültürleri”, gıda üretimi, dağıtımı
ve tüketimini çevreleyen uygulamalar, tutumlar ve inançlar, hâlâ gelişiyor,
tarım ve doğayla devam etmekte olan bağımıza vurgu yapıyor.
Tanrı'nın
Eli
Ellilere
geri dönüp baktığımızda ilginç bir söylemle karşılaşıyoruz. O yıllarda Amerikan
kimya şirketi Union Carbide, kendisini insanlığın karşı karşıya kaldığı
meseleleri çözsün diye Tanrı’nın gökyüzünden aşağıya uzattığı eli olduğunu
iddia ediyor. Hatta şirket, Kızılderililerin topraklarındaki geleneksel tarım
uygulamalarını “geri” kabul ettiği için, kendisiyle ilgili hazırladığı
görsellerde şirketin elinden Kızılderili topraklarına dökülen zirai
kimyasalları resmediyor.
Kamuoyunda
reklâmı yapılırken kullanılan cümlelerde söylenenlerin aksine bu kimyasallar
gıda üretimini artırmıyor, hatta uzun vadede ekolojiyi, toplumu ve ekonomiyi
yıkıma sürükleyen sonuçlara yol açıyor.
Bob
Ashley vd.’nin kaleme aldığı Food and Cultural Studies [“Gıda ve Kültür
Çalışmaları”] isimli kitapta, birkaç yıl önce, televizyon için hazırlanan bir Coca
Cola reklâmında, modernliğin şekerli bir içecekle ilişkilendirildiğinden, eski
Aborijin inançlarının zararlı, cahil ve modası geçmiş olarak gösterilmesinden,
kitleye ürünün bu tür bir söylem üzerinden satıldığından bahsediliyor. Reklâm
metnini hazırlayanlara göre sıcaktan kavrulmuş toprağa can veren yağmur değil
kola.
Bu
tür bir ideoloji, geleneksel kültürleri itibarsızlaştırmak ve onları “Tanrı’ya
benzeyen” şirketlere muhtaç olan, eksik, kusurlu şeylermiş gibi göstermek için geliştirilmiş
kapsamlı stratejinin bir parçasını oluşturuyor.
Bugün
laboratuvar tabanlı gıdaların kural hâlini aldığı koşullarda, çiftçisiz
çiftliklerin sürücüsüz makineler tarafından çalıştırılıp dronlarla izlenmesi
üzerinde duruluyor. Bunun ne anlama gelebileceğini tahmin edebiliyoruz:
kimyasallarla işlenmiş ve endüstriyel “biyomadde” için yetiştirilen patentli GDO’lu
tohumlardan elde edilen, birer mal olarak alınıp satılan bitkiler,
biyoteknoloji şirketleri tarafından işlenecek ve gıdaya benzeyen bir şey hâline
getirilecek.
Zaten
Kovid salgınından önce çiftçisinin ağır borç yükü altında ezildiği Hindistan
gibi ülkelerde bu çiftçiler, yüksek teknolojili, veri odaklı, GDO üzerine
kurulu endüstriyel ürünlerini bolca üretsin diye, finans kurumlarına ve küresel
tarım sektörüne teslim edilecekler mi edilmeyecekler mi, mesele tam da budur.
Dünya
Ekonomi Forumu’nun ön ayak olduğu “cesur yeni dünya” bu tür adımları içeriyor.
Bir avuç hükümdarın, doğa ve insanlığın üstünde olduklarına inanarak, insanlığa
ve kibirlerine olan nefretlerini sergiledikleri bir dünya bu.
Bill
Clinton döneminde üst düzey yöneticilik yapmış, ayrıca Dış İlişkiler Konseyi
üyesi olan, Henry Kissenger’ın kurduğu Kissenger’ın Dostları Derneği’nde müdür
olarak çalışmış David Rothkopf’un 2008 tarihli kitabı SuperClass: The Global
Power Elite and the World They Making’de [“Üst Sınıf: Dünyanın Güçlü
Elitleri ve İnşa Ettikleri Dünya”] dediğine göre, bu zengin sınıf altı yedi bin
civarında insandan oluşuyor (ki bu da dünya nüfusunun yaklaşık milyonda birine
denk düşen bir rakam).
Bu
sınıf, iç içe geçmiş dev şirketlerden ve dünya genelinde yürütülecek
siyasetlere karar veren elitlerden oluşuyor. Bu insanlar, küresel güç
piramidinin en tepesinde duruyorlar. Üçlü Komisyon, Bilderberg Grubu, G-8,
G-20, NATO, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü'nde ajandaları bu insanlar
belirliyorlar, ayrıca finans kapitalin ve ulusötesi şirketlerin yönetim
kurullarında da onlar varlar.
Ama
bir yandan da son dönemde gazeteci Ernst
Wolff'un bahsini ettiği, küreselleşmeyi ve tek dünya tarımını yönlendiren, kendisinin “dijital-finansal
kompleks” olarak adlandırdığı şeyin yükselişine tanıklık ediyoruz. Bu kompleks,
Microsoft, Alphabet (Google), Apple, Amazon ve Meta (Facebook) gibi daha önce
bahsedilen şirketlerin çoğunun yanı sıra, ulusötesi yatırım/varlık yönetimi
şirketleri olan BlackRock ve Vanguard'ı da içeriyor.
Hükümetlerin
yanı sıra Avrupa Merkez Bankası ve ABD Merkez Bankası gibi önemli kurumların
dizginleri de bu kuruluşların ellerinde. Gerçekten de Wolff, BlackRock ve
Vanguard'ın Avrupa Merkez Bankası ve Amerikan Merkez Bankası’nın toplamından
daha fazla finansal varlığa sahip olduğunu belirtiyor.
BlackRock
ve Vanguard'ın gücünü ve etkisini anlayabilmek için bu noktada dünyanın en
büyük şirketlerinin hisselerinin aynı yatırımcı şirketlere ait olduğunu savunan
Monopoly: An Overview of the Great Reset [“Tekel: Büyük Resete Genel
Bakış”] isimli belgesele dönüp bakmak gerekiyor. Buradan
görüyoruz ki, Coke ve Pepsi gibi “rakip” markalar aslında gerçekte rakip değiller,
çünkü hisseleri aynı yatırım şirketlerine, yatırım fonlarına, sigorta
şirketlerine ve bankalara ait.
Daha
küçük yatırımcılar daha büyük yatırımcılara bağlı. Bu büyük yatırımcılarsa daha
büyük yatırımcılara ait. Bu piramidin görünür tepesi sadece iki şirketi
gösteriyor: Vanguard ve Black Rock.
Bloomberg’in
2017 tarihli raporunda, 2028 yılında bu iki şirketin toplamda
20 trilyon dolar tutarında yatırımları olacağı belirtiliyor. Başka bir deyişle,
sahiplenilecek hemen hemen her şeye sahip olacaklar.
Dijital-finansal
kompleks, hayatın her alanında kontrol istiyor. Nakitsiz bir dünya talep ediyor,
gelişmekte olan dijital teknolojilerle ve biyoeczacılık teknolojileriyle
bağlantılı zorunlu bir aşılama gündemiyle bedensel bütünlüğü yok etme, tüm
kişisel verileri ve dijital parayı kontrol altına alma, gıda ve çiftçilik de dâhil
olmak üzere her şey üzerinde tam hâkimiyet tesis etme ihtiyacı duyuyor.
2020'nin
başından bu yana yaşanan olayların da bize gösterdiği gibi, hesap vermek nedir
bilmeyen otoriter elitler, yaratmak istedikleri dünyanın nasıl bir yer
olacağını iyi biliyorlar, kendi ajandalarını dünya ölçeğinde koordine etmeyi
bilen bu elitler, emellerine ulaşmak adına hileye ve ikiyüzlülüğe
başvuruyorlar. Kapitalist “liberal demokrasi”nin yürüdüğü bu cesur yeni Orwellci
dünyada gerçekten bağımsız ulus devletlere
veya bireysel haklara yer olmayacak.
Ulus
devletlerin bağımsızlığı, dijital-finansal kompleksin “doğanın finansallaşması”,
ülke ve şirketlerin “çevrecilik maskesi takması” ile daha da aşınacak.
Yine,
Hindistan örneğini alırsak, Hindistan hükümeti, (küresel yatırımcılar için
kazançlı bir pazar meydana getiren) devlet tahvilleri konusunda yabancı yatırım
girişlerini çekmek için dizginlenemez bir dürtüye sahip. Yatırımcıların bu tahvillerin içinde
veya dışında büyük hareketlerle ekonomiyi nasıl istikrarsızlaştırabileceklerini
görmek için çok fazla hayal gücüne gerek yok, aynı zamanda Hindistan'ın çevreyle
ilgili sicilinin, ülkenin kredi notunu düşürme noktasında nasıl hesaba
katılabileceğini görmek için de çok fazla hayal gücüne ihtiyaç yok.
Peki
Hindistan çevreyle ilgili sicilini, dolayısıyla “kredi alma konusunda değerli
olduğunu” nasıl ortaya koyabilir? Bunun için muhtemelen Hindistan, GDO
sektörünün yanıltıcı bir şekilde “iklim dostu” olarak tasvir ettiği herbisit
dirençli GDO’lu ticari ürünlerin tek tür olarak ekilip biçilmesine izin vermek
ya da halkı yerinden edip, ona ait toprakları ve ormanları küresel şirketler
karbon yutağı olarak kullanıp kendi kirlilik oranlarını dengelesinler diye onlara
teslim etmek zorunda kalacak.
Gıda
üretimi, doğa ve hayata anlam ve ifade veren kültüre yedirilmiş inançlar
arasındaki bağın tümüyle koptuğu koşullarda elimizde sadece, karnını laboratuvarda
üretilmiş yiyeceklerle doyuran, gelirini devletten alan, üretim dâhilinde
kendisini tatmin eden bir işlev göremeyen, kendisini gerçek manada
gerçekleştiremeyen birey kalacak.
Bugün
Hindistan’da çiftçilerin eylemleri ve dünya genelinde gıda ile tarımın geleceği
konusunda verilen mücadele, insanlığın gelecekte yüzünü döneceği yönle ilgili
kapsamlı mücadelenin ayrılmaz birer parçası olarak görülmelidir.
Kalkınma
eleştirisi teorisyeni Arturo Escobar’ın da izah ettiği gibi, bugün kalkınmanın kendisine bir
alternatif sunulması gerekiyor:
“Çünkü İkinci Dünya
Savaşı'ndan yetmiş yıl sonra belirli temel unsurlar hâlen daha değişmiş değil.
Küresel eşitsizlik, hem ülkeler arasında hem de ülkeler içinde ciddiyetini koruyor.
Siyasi ve ekolojik faktörlerin yol açtığı çevresel yıkım ve insanın yerinden
yurdundan olması gibi meseleler giderek derinleşiyor. Bunlar, ‘kalkınma’nın başarısızlığının
belirtileridir, entelektüel ve siyasi gelişim sonrası projenin acil bir görev
olarak önümüzde durmaya devam ettiğinin delilidirler.”
Latin
Amerika'daki durumu ele alan Escobar, kalkınma stratejilerinin palmiye ağacı
ekim alanlarının genişletilmesi, madencilik ve büyük liman geliştirme gibi
büyük ölçekli müdahalelere odaklandığını söylüyor.
Hindistan’da
da benzer bir süreç işliyor: salt ticari meta olarak ekilen tek bir türün
yetiştirilmesine dayalı tarımsal faaliyet, kırsalın boşalması, biyolojik çeşitliliğin
temellük edilmesi, milyonlarca köylünün geçim araçlarına el konulması, gereksiz
yere, uygunsuz bir biçimde çevrenin tahrip edilmesi, insanları yerinden eden
altyapı projeleri, ayrıca devletin toplumun en yoksul ve en marjinal
kesimlerine uyguladığı şiddet.
Bu
sorunlar kalkınma eksikliğinin değil, “aşırı kalkınma”nın birer sonucudur.
Escobar, yerli halkların dünya görüşlerine kulak veriyor, çözümleri insanların
ve doğanın ayrılmazlığında, birbirine olan bağımlılığında arıyor.
Escobar
bu konuda yalnız değil. Felix Padel ve Malvika Gupta, Adivasi (Hindistan'ın yerli
halkları) ekonomisinin gelecek için tek umut olabileceğini, çünkü Hindistan'ın
kabile kültürlerinin kapitalizmin ve sanayileşmenin antitezi olmaya devam
ettiğini savunuyor. Asırlık bilgi ve değer sistemleri, doğadan alınanlara
getirilen kısıtlamalar üzerinden, uzun vadede sürdürülebilirliğe katkı
sunuyorlar. Kabile toplulukları, aynı zamanda hiyerarşi ve rekabetten ziyade
eşitliğe ve paylaşıma vurgu yapıyorlar.
Dünyanın
neresinde yaşıyor olursak olalım bu ilkeler, alternatif arayışı içinde
olanların eylemlerine rehberlik etmelidir. Narsisizm, tahakküm, ego, insanmerkezcilik,
türcülük ve yağma ile yönlendirilen bir sisteme alternatif üretilmek
zorundadır. Çünkü mevcut sistem, doğal kaynakları yenilenmelerine fırsat
vermeden, oldukça hızlı bir biçimde tüketen bir sistemdir. Nehirleri ve
okyanusları zehirledik, doğal yaşam alanlarını yok ettik, yaban hayatı yok olmanın
eşiğine getirdik, doğayı kirletmeye, tahrip etmeye hâlen daha devam ediyoruz.
Tam
da tanık olduğumuz üzere, nükleer füzelerin Demokles’in kılıcı misali
insanlığın başının üzerinde asılı durduğu koşullarda, sınırlı kaynaklar için
bitmek bilmeyen çatışmaların yaşanmasından başka bir netice beklenemez.
Colin Todhunter
13
Ağustos 2022
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder