09 Nisan 2023

Gıda, Mülksüzleştirme ve Bağımlılık: Yeni Dünya Düzenine Direnmek

Şu an dünyadaki tüm tarımsal gıda zincirinin şirketlerin eline geçişine şahitlik ediyoruz. Amazon, Microsoft, Facebook ve Google gibi yüksek teknoloji/büyük veri şirketleri, gıda ve tarım modellerini dünyaya dayatmaya çalışan Corteva, Bayer, Cargill ve Syngenta gibi eskiden beri tarım sahasında söz sahibi olan tekellere eşlik etmeye başladılar.

Hindistan’da Vandana Şiva’nın kurduğu, biyolojik çeşitliliği savunan, bu fikri desteklemek adına ismini “Dokuz Tohum” anlamına gelen kelimeden alan Navdanya Enternasyonali’nin “Küresel İmparatorluğa Açılan Kapılar” isimli raporunda da belgelendiği üzere, Bill ve Melinda Gates Vakfı da büyük tarım arazileri satın alıp, Afrika için çokça müjdelenen (ama başarısız olan) “yeşil devrimi” teşvik etmek, biyosentetik gıdayı ve genetik mühendisliğini dayatmak, en genel manada, devasa tarımsal gıda şirketlerinin amaçlarına ulaşmasını kolay kılmak suretiyle bu sürece dâhil oluyor.

Bu sürecin ardında duran ve kendi çıkarlarının gereğini yerine getiren milyarderler, tüm yapıp ettiklerini bir tür insanî çaba olarak takdim etmeye çalışıyorlar, bu bağlamda, gezegeni “iklim dostu çözümler”le kurtardıklarını iddia ediyorlar, 'çiftçilere yaptıkları yardımlar”dan veya “dünyanın sofrasına koydukları yiyecekler”den dem vuruyorlar. Oysa gerçeğin soğukluğu ile tüm yapıp edilenlere baktığımızda, bu milyarderlerin, esasında emperyalizmin mülksüzleştirme stratejilerini yeniden ambalajlayıp üzerine yeşil bir fiyonk iliştirdiklerine şahit oluyoruz.

Aşağıdaki metin, gıda ve tarımı etkileyen bazı güncel eğilimleri ortaya koyuyor. Çalışma yola, Gates Vakfı'nın başarısız bir endüstriyel, (GDO’lu), kimyasal yoğun tarım modelini ve bunun yerli çiftçilik ve çiftçiler, insan sağlığı, köy toplulukları, zirai ekolojik sistemler ve çevre üzerindeki zararlı etkilerini ele alarak koyuluyor.

Daha sonra organik tarım, bilhassa zirai ekoloji gibi bu modele alternatif olarak sunulan önerilere odaklanılıyor. Bu tür çözümlerin uygulanmasının önünde duran engeller ele alınıyor, özellikle, önemli kurumları ele geçiren tarım teknolojisi ve tarım şirketleri bünyesinde hareket eden, dünya tarımına yatırım yapmış sermaye üzerinde duruluyor.

Tartışma daha sonra, Hindistan'daki duruma odaklanmaya devam ediyor, zira bu ülkede devam eden tarım krizi ve çiftçilerin mücadelesi, esasında dünyayı ilgilendiren riskler ve tehlikelerle bağlantılı.

Son olarak, Kovid “pandemisinin”, bir kapitalizm krizinin yanında, gıda ve tarım da dâhil olmak üzere küresel ekonominin çoğunun yeniden yapılandırıldığı süreci yönetmek için bir kılıf olarak kullanıldığı iddia ediliyor.

Yazar Hakkında

Colin Todhunter, Küreselleşme Araştırmaları Merkezi'nde (CRG) Araştırma Görevlisidir.

2018 yılında, Engaging Peace Inc. kendisini yazılarından dolayı Yaşayan Barış ve Adalet Lideri/Modeli seçmiştir.

* * *

I. Bölüm
Zehirli Tarım:
Gates Vakfı’ndan Yeşil Devrim’e

Aralık 2018 itibariyle, Bill ve Melinda Gates Vakfı'nın varlıkları 46,8 milyar dolar değerindeydi. Dünyadaki en büyük hayır kurumu olan vakıf, küresel sağlık için herhangi bir hükümetten daha fazla yardım dağıtıyor.

Gates Vakfı, amacının gıda açısından güvenli bir gelecek için çaba göstermek olduğunu söyleyen Uluslararası Tarım Araştırmaları Danışma Grubu’nun (CGIAR) önemli bir fon sağlayıcısıdır.

2016 yılında Gates Vakfı, uluslararası kalkınmanın yönünü tehlikeli ve sorumsuz bir yaklaşımla çarpıtmakla suçlandı. Suçlamalar, İngiltere merkezli, dünyanın güneyindeki yoksul ülkeler için adaleti ve kalkınmayı savunan Küresel Adalet Şimdi isimli teşkilât tarafından hazırlanan “Gates’çi Kalkınma: Gates Vakfı Her Zaman Hayır İçin Çalışan Bir Güç müdür?” başlıklı raporda ortaya kondu.

Raporun yazarı Mark Curtis, vakfın tüm kıtada gıdanın büyük çoğunluğunu sağlayan mevcut sürdürülebilir, küçük ölçekli çiftçiliği baltalayacak olan endüstriyel tarımı Afrika genelinde teşvik ettiği süreci ana hatlarıyla aktarıyor.

Curtis, vakfın Güney Afrika'da "soya değer zincirini geliştirmek" için 8 milyon dolarlık bir projede ABD'li tarımsal emtia tüccarı Cargill ile nasıl birlikte çalıştığından bahsediyor. Cargill, Latin Amerika’da büyük yatırımlar yapan, dünya soya üretimi ve ticaretinin en büyük oyuncusu olan şirket olarak, söz konusu kıtada genetiği değiştirilmiş ve tek tür olarak ekilen soya (ve onunla bağlantılı zirai kimyasallarla) kırsal nüfusu yerinden etti, ayrıca sağlık sorunlarına ve çevresel hasara neden oldu.

Gates tarafından finanse edilen proje, muhtemelen Cargill'in şimdiye kadar kullanılmayan Afrika soya pazarını ele geçirmesini ve nihayetinde kıtaya genetiği değiştirilmiş soya getirmesini sağlayacak. Gates Vakfı ayrıca, DuPont, Syngenta ve Bayer dâhil olmak üzere diğer kimya ve tohum şirketlerini içeren projeleri de destekliyor. Dahası vakıf, zirai kimyasalların ve genetiği değiştirilmiş patentli tohumların daha fazla kullanılmasını öngören bir endüstriyel tarım modelinin kıtaya dayatılması yanında, çiftçiye girdi/hizmet desteği sunmak, ayrıca tavsiyelerde bulunmakla ilgili büyüme hizmetlerinin özelleştirilmesi yönünde çalışmalar da yürütüyor.

Gates Vakfı aslında Afrika’da ne yapıyorsa, bu kıtadaki açlığın ve yetersiz beslenmenin esas olarak teknoloji ve işleyen piyasa eksikliğinin sonucu olduğu önermesini esas alan Afrika’da Yeşil Devrim İttifakı (AGRA) girişiminin bir bileşeni olarak yapıyor. AGRA, Afrika hükümetlerinin tohum ve toprak gibi konularla alakalı tarım politikalarının oluşturulmasına doğrudan müdahale ederek, Afrika pazarlarını ABD tarım ticaretine açıyor.

Afrika'nın tohum arzının %80'inden fazlası, milyonlarca küçük ölçekli çiftçinin her yıl yeniden kullandığı ve kendi aralarında takas ettiği tohumların bir sonucu. Ancak AGRA, birkaç büyük şirketin tohum araştırma & geliştirme, üretim ve dağıtımını kontrol etmesine imkân sağlayan ticari (kimyasala bağımlı) tohum sistemlerinin kullanılması fikrine destek veriyor.

Afrika kıtasında doksanlardan bu yana işleyen kesintisiz süreç dâhilinde tek tek ülkeler, kendi tohum yasalarını gözden geçirip değiştirdiler. ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı’nın, G8 ülkelerinin ve Gates Vakfı gibi kuruluşların destekledikleri bu süreç, dünyadaki her büyük tohum işletmesinin satın alınması da dâhil olmak üzere, çok uluslu şirketlerin tohum üretimine katılımına kapı araladı.

Tuhaf olan şu ki endüstriyel tarımı teşvik edip sağlığa zarar veren zirai kimyasalları kullanan Gates Vakfı, bugün nasıl oluyorsa sağlık alanında da çok aktif.

Vakıf, Dünya Sağlık Örgütü ve UNICEF'in önde gelen bir fon sağlayıcısı. Gates, son yıllarda Dünya Sağlık Örgütü’nün bütçesine en büyük veya ikinci en büyük katkıyı yapan kişiydi. Belki de bu, pek çok uluslararası raporun zirai ilâçların sağlık üzerindeki etkilerini neden göz ardı ettiğine biraz olsun ışık tutuyor.

Zirai İlâçlar

Buffalo Üniversitesi bünyesinde faaliyet yürüten, öğrencilere araştırma ve eğitim sahasında katkı sunan Küresel Sağlık Eşitliği Mükemmeliyet Topluluğu’nun 2021 tarihli “Zirai Kimyasallar Artık Her Yerde: Çevre ve Sağlık İçin Yeni Sorular” başlıklı makalesine göre, zirai ilâç kullanımı ve onlara maruz kalma yoğunluğu, tarihte eşine rastlanmayacak niteliği itibarıyla, dünya tarihini etkileyecek düzeye ulaşmıştır. Zirai kimyasallar, artık bedenler ve çevre arasında dolaşıp yaygınlaşmaktadır. Yabani otları öldürmek için kullanılan glifosat ilâcı, kimyasalların kullanımdaki bu artışın sağlanmasında önemli bir faktör hâline gelmiştir.

İlgili makalenin yazarları, DSÖ'nün Uluslararası Kanser Araştırmaları Ajansı'nın (IARC) 2015 yılında glifosatı “kanserojen olma ihtimali yüksek ilâç” olarak ilan etmesiyle, güvenliği konusunda zaten kırılgan olan fikir birliğinin altüst olduğunu belirtiyorlar.

Yazarlara aktardığı kadarıyla, 2020'de ABD Çevre Koruma Ajansı, glifosat bazlı herbisitlerin (yabani ot ilâçlarının) insan sağlığı için hiçbir risk oluşturmadıklarını söylüyor, ama bunu söylerken, glifosat ile Hodgkin lenfoması hâriç tüm lenf kanserleri arasındaki bağlantıyı ve bu ilâcın karaciğer, böbrek ve sindirim sistemindeki kanser harici etkilerini göz ardı ediyor.

Beş yazarın ortak kaleme aldığı makale, devamında şu tespiti yapıyor:

“Yirmi yıldan kısa bir süre içerisinde birçok yeri zaten kimyasallarla yüklü olan insan bedenini, başka tür organizmaları ve ortamları içeren dünyanın büyük bir bölümü, glifosatla kaplandı.”

Bununla birlikte yazarlar, en ünlüsü, ilk başta Monsanto tarafından üretilen, şimdilerde Bayer’in ürettiği Roundup olan glifosatın yaygınlaşma imkânı bulan tek ilâç olmadığını söylüyorlar.

“Örneğin, İmidakloprid isimli böcek ilâcı, ABD’de kullanılan darı tohumlarında görülür, bu da onun ABD tarihinde en yaygın kullanılan böcek ilâcı olduğunu ortaya koyar. Sadece 2003 ile 2009 arasında, İmidakloprid ürünlerinin satışları yüzde 245 arttı (Simon-Delso vd., 2015). Bu tür bir kullanımın ölçeği ve bunun kurumlar ile çevre üzerindeki etkileri, özellikle güçlü düzenleme ve izleme becerilerine sahip olmayan ülkelerde henüz tam olarak hesaplanamamıştır.”

İmidakloprid, 1994 yılında Avrupa'da kullanım için lisans aldı. O yılın Temmuz ayında, Fransa'daki arıcılar beklenmedik bir şey fark ettiler. Ayçiçekleri açtıktan hemen sonra, işçi arılar uçup bir daha geri dönmediğinden, kraliçeyi ve olgunlaşmamış işçileri ölüme terk ettiğinden, kovanlarının önemli bir kısmı ürün vermedi. Fransız arıcıları kısa sürede sebebini anladılar: Gaucho adlı, etken madde olarak İmidakloprid içeren yepyeni bir böcek ilâcı, ilk kez ayçiçeklerine uygulanmıştı.

Environmental Health [“Çevre Sağlığı”] isimli derginin 2022 tarihli “Lösemi ve Lenfoma Tedavisi Gören Çocuklarda Bulunan Neonikotinoid Grubu Böcek İlâçları” başlıklı makalesinde yazarlar, çocukların beyin omurilik sıvısı (BOS), plazma ve idrarında çok sayıda neonikotinoid bulunduğunu belirtiyorlardı. İmidaklopridi de içeren, nikotine benzer bir kimyasal kullanılarak imal edilen neonikotinoid grubu, dünya çapında en yaygın kullanılan böcek ilâcı sınıfı olarak, çevrede, vahşi yaşamda ve gıdalarda her yerde bulunuyorlar.

Dünyanın en yaygın kullanılan yabani bitki ilâçlarına gelince, glifosat bazlı formüller bağırsak mikrobiyomunu etkiliyor ve dünya genelinde metabolizmayla bağlantılı bir sağlık krizini tetikliyor. Ayrıca insanlarda ve hayvanlarda epigenetik değişikliklere neden olan bu ilâçların neticesinde hastalıklar bir nesil atlayarak bir sonraki nesilde açığa çıkabiliyorlar.

Fransız bilim insanlarından oluşan bir ekip, insanların yemeklerinde glifosat bazlı yabani bitki ilâçlarından geçen ağır metallere rastladı. Diğer zirai ilâçlarda olduğu gibi, bu yabani bitki ilâçlarının yüzde 10 ilâ 20’si, kimyasal içeriyor. Yazarlar, yiyeceklerde petrol bazlı oksitlenmiş moleküller ve diğer kirleticilerin yanı sıra, zehirli ve endokrin bozucu oldukları bilinen arsenik, krom, kobalt, kurşun ve nikel gibi ağır metaller tespit ettiler.

1988'de (Monsanto tarafından görevlendirilen) W. P. Ridley ve K. Mirly isimli araştırmacılar, fare dokularında glifosat birikimi buldular. Kalıntılar kemik, kemik iliği, kan ve tiroid, testis ve yumurtalıklarda, ayrıca kalp, karaciğer, akciğerler, böbrekler, dalak ve mide dâhil olmak üzere ana organlarda mevcuttu. Glifosat, ayrıca gözdeki merceklerde yaşanan bozulmalarla da ilişkilendirildi.

Gene Monsanto’nun desteklediği, L. D. Stout ve F. A. Rueker tarafından yapılan çalışma (1990), farelerde glifosat maruziyetinin ardından katarakt oluştuğuna ilişkin kanıtlara ulaştı. Bu anlamda, İngiltere'de katarakt cerrahisi oranının 1989’da 100.000 vaka başına 173 iken 2004’te 637’ye çıkmış olması, üzerinde durulması gereken bir gelişme.

Dünya Sağlık Örgütü tarafından 2016 yılında yapılan bir araştırma da katarakt vakası sayılarının büyük ölçüde arttığını teyit ediyor: “Dünya Genelinde Çevresel Risklerden Kaynaklanan Hastalık Yüküne İlişkin Değerlendirme” başlıklı bu çalışma, kataraktın dünya genelinde körlüğün önde gelen sebebi olduğunu söylüyor. Çevresel riskler, katarakta bağlı körlük vakalarının yüzde 51’inden sorumlu olduğundan bahsediliyor. ABD'de 2000 ile 2010 yılları arasında katarakt vakalarının sayısı yüzde 20 artarak 20,5 milyondan 24,4 milyona çıktı. 2050 yılına kadar kataraktlı insan sayısının ikiye katlanarak 50 milyona ulaşacağı tahmin ediliyor.

Nature Yayın Grubu’nun çıkarttığı Scientific Reports [“Bilimsel Raporlar”] dergisinin 2019’da yayımladığı “Nesiller Boyu Kalıtım Yoluyla Aktarılan Glifosat Kaynaklı Hastalıklar ve Sperm Epimutasyonları: Nesil Toksikolojisi” isimli makalenin yazarları, ecdadın bulunduğu ortamda maruz kaldığı farklı faktörlerin ve zehirleyici maddelerin yetişkinlerde nesiller boyu aktarılan, epigenetik hastalıklara sebep olduğunu ortaya koydular.

Yazarların tespitine göre glifosat, belirli hastalıkların ve irsiyet hattı (misal sperm) epimutasyonlarının nesiller arası kalıtımını tetikleyebiliyor. Gözlemler, gelecek nesillerin hastalık etiyolojisinde glifosatın nesiller boyu sahip olduğu toksikolojisinin dikkate alınması gerektiğini ortaya koyuyor.

2017 yılında yapılan bir çalışmada, Carlos Javier Baier vd., farelerde tekrarlanan intranazal glifosat bazlı herbisit uygulamasının ardından davranış bozukluklarını belgelediler. Bu makaleye göre, glisofat bazlı yabani bitki ilâçlarına burun yoluyla maruz kalınması davranış bozukluklarına neden oluyor, omurilik merkezli faaliyetleri azaltıyor, kaygıya ve hafıza kaybına yol açıyor.

Bu makale, glisofat bazlı yabani bitki ilâçlarının anne karnında ceninin beyin gelişimine zarar verdiğini ve tekrar tekrar maruz kalınması durumunda yetişkin insan beynini zehirlediğini, omurilik merkezli faaliyetlerde değişikliklere, kaygıya ve hafıza bozukluğuna yol açabileceğini ortaya koyan, dünyanın dört bir yanında yürütülmüş birçok çalışmaya yönelik atıfları içeriyor.

Environmental Research [“Çevre Araştırmaları”] isimli derginin Şubat 2018 tarihli sayısında yayımlanan “Glisofat Maruziyeti Sonrası Sıçan Beyninde Nörotransmiterdeki Değişiklikler” isimli makale, farelerdeki nörolojik zehirlenmeyi ele alıyor. Gene 2014 tarihli, yavru farenin hipokambüsünde glisofat bazlı yabani bitki ilâçlarının sebep olduğu nörolojik zehirlenmenin altında yatan mekanizmaları inceleyen bir başka makale ise Monsanto'nun ürettiği glifosat bazlı Roundup ilâcının nörolojik açıdan zehirlenmeye sebep olan bir dizi süreci tetiklediğini tespit etti.

Environment International [“Çevre Enternasyonali”] isimli derginin 15 Ocak 2022 tarihli sayısında yayımlanan “Glisofat Farelerde Azot Oksit (+1) Üzerinden Tetiklenen Oksidatif Strese Bağlı Olarak Kan-Testis Bariyerine Zarar Veriyor: Uzun Soluklu Maruziyet Erkeklerin Üreme Sağlığını Olumsuz Yönde Etkiliyor” başlıklı makalede glisofatın kan-testis bariyerine zarar verdiğinden, düşük kaliteli sperm oluşumuna neden olduğundan, ilgili bariyerdeki hasar sebebiyle sperm kalitesinin düştüğünden söz ediliyor.

Farelerde alkolden kaynaklanmayan karaciğer yağlanmasıyla ilgili 2017 tarihli, gen, protein dizisi gibi farklı alanları ele alan multiomik çalışma, Roundup ilâcına çok az maruz kalındığında bile bu hastalığa yakalanıldığını ortaya koyuyor. Alkolden kaynaklanmayan karaciğer yağlanması hastalığı, şu anda ABD nüfusunun %25'ini ve benzer sayıda Avrupalıyı etkiliyor.

Neuroscience Letters [“Sinirbilim Mektupları”] isimli derginin 21 Haziran 2020 tarihli sayısında yayımlanan “Glifosat maruziyeti, Birkaç Kez Metil-Fenil-Tetrahidpüridin (MPTP) Verilmesi Sonrası Fare Beynindeki Dopamin Dolayımlı Nörolojik Zehirlenme Sürecini Hızlandırıyor” başlıklı makale, glifosatın Parkinson için çevresel bir risk faktörü olabileceğini öne sürüyor.

2019 Ramazzini Enstitüsü'nün glifosat bazlı yabani bitki ilâçlarının gelişim ve endokrin sistem üzerindeki etkilerini inceleyen 13 haftalık pilot çalışmasında, bu ilâçlara doğum öncesi dönemden yetişkinliğe kadar maruz kalmanın erkek ve dişi farelerdeki endokrin sistemini etkilediğini ve üremeyle ilgili gelişim parametrelerini değiştirdiğini ortaya koydu.

Bununla birlikte, Phillips McDougall'ın Yıllık Tarım Hizmeti Raporları’na göre, yabani bitki ilâçları, 2019'da değer bazında küresel zirai ilâç pazarının %43'ünü oluşturdu. Glifosat kullanımındaki artışın çoğu, ABD, Brezilya ve Arjantin'de glifosata toleranslı soya fasulyesi, mısır ve pamuk tohumlarının piyasaya sürülmesinden kaynaklandı.

Bir şirketin en büyük önceliği, kamu sağlığı değil, ne pahasına olursa olsun, her türden aracı kullanarak kâr etmektir. Bir CEO'nun yükümlülüğü, kârı maksimize etmek, pazarların yanında, düzenleyici ve politika yapıcı kurumları ele geçirmektir.

Şirketler ayrıca, genellikle şimdiye kadar kullanılmayan pazarlara açılmak anlamına gelen, yıldan yıla sürdürülebilir bir büyüme sağlamalıdır. Gerçekten de, yukarıda bahsini ettiğimiz “Zirai Kimyasallar Artık Her Yerde: Çevre ve Sağlık İçin Yeni Sorular” isimli makalenin yazarları, ABD gibi ülkelerde zirai ilâç kullanımının hâlen daha yüksek olduğunu, bu ilâçların kullanımının yoksul ülkelerde arttığını ortaya koyuyorlar:

“Örneğin, Kaliforniya'da zirai ilâç kullanımı 2005'ten 2015'e yüzde 10 artarken, Bolivyalı çiftçilerin kullanımı düşük bir seviyeden başlasa da aynı dönemde yüzde 300 arttı. Zirai ilâç kullanımı Çin, Mali, Güney Afrika, Nepal, Laos, Gana, Arjantin, Brezilya ve Bangladeş gibi çeşitli ülkelerde hızla artıyor. Yüksek büyüme seviyelerine ulaşmış olan çoğu ülke, zayıf düzenleyici yaptırımlara, ayrıca çevresel izleme ve sağlık gözetim altyapısına sahip.

Bu büyümenin çoğu, yabani bitki ilâçlarına yönelik talebin artmasından kaynaklanıyor:

“Hindistan, 2005'ten bu yana yüzde 250 artışa tanıklık etti (Das Gupta vd. 2017), yabani bitki ilâçlarının (herbisit) kullanımı Çin'de yüzde 2500 (Huang, Wang ve Xiao 2017) ve Etiyopya'da yüzde 2000 arttı (Tamru vd. 2017). ABD, Brezilya ve Arjantin'de glifosata dirençli soya fasulyesi, mısır ve pamuk tohumlarının piyasaya sürülmesi, talebi artırdı, ancak herbisit kullanımı da bu tür mahsulleri onaylamayan veya benimsemeyen, küçük ölçekli çiftçiliğin yapıldığı ülkelerde çarpıcı biçimde artıyor.”

Birleşmiş Milletler’de zehirli maddeler uzmanı olarak çalışan, Tehlikeli Maddelerin İmhası Özel Raportörü olarak görevlendirilen Başkut Tunçak, Guardian’da yayımlanan 6 Kasım 2017 tarihli makalesinde şunları söylüyor:

“Çocuklarımız, zehirli ot, böcek ve mantar öldüren ilâçlardan oluşan bir karışıma maruz kalarak büyüyorlar. Bu ilâçlar, onların yiyeceklerinde, sularında, hatta parklarında ve oyun alanlarında bile var.”

Şubat 2020'de Tunçak, son derece tehlikeli zirai ilâçların oluşturduğu risklerin güvenli bir şekilde yönetilebileceği fikrine karşı çıktı. Greenpeace İngiltere’nin haber sitesi Unearthed’a [“İfşaat”] yaptığı açıklamada, tarım için son derece tehlikeli olan zirai ilâçların yaygın kullanımının sürdürülmesi imkânsız bir pratik olduğunu söyledi. Ona göre bu ilâçlar, “tarım işçilerini zehirliyor, biyolojik çeşitliliği ortadan kaldırıyor, doğada varlığını uzun süre muhafaza ediyor, hatta anne sütüne karışıyor. Bu hâliyle zirai ilâç üzerine kurulu tarımın sürdürülemez olduğunu, bu ilâçların güvenli bir biçimde kullanılamayacağını, çoktan devre dışı kalmaları gerektiğini görmek gerekiyor.”

Tunçak, 2017 tarihli yazısında şunları söylüyor:

“BM Çocuk Hakları Sözleşmesi, devletlerin, çocukları zehirli kimyasallara maruz kalmaktan, kontamine gıdalardan ve kirli sulardan korumak ve her çocuğun ulaşılabilecek en yüksek sağlık standardı seviyesinde yaşama hakkını kullanmasını güvence altına almak gibi bir yükümlülüğü olduğunu net bir biçimde ortaya koymaktadır. Çocuğun bu ve daha pek çok hakkı, mevcuttaki zirai ilâç üzerine kurulu rejimin yoğun saldırısı altındadır. Bu kimyasallar her yerdeler ve görünmezler.”

Tunçak, çocuk doktorlarının, çocuklukta zirai ilâçlara maruz kalmanın, hastalık ve sakatlığın “sessiz bir salgın” gibi yayılmasına neden olduğuna ilişkin değerlendirmelerinden de bahsediyor. Hamilelikte ve çocuklukta maruz kalmanın doğum kusurları, diyabet ve kanser ile bağlantılı olduğunu kaydeden Tunçak, çocukların bu zehirli kimyasallara karşı özellikle savunmasız olduğunu belirtiyor: Artan kanıtlar, çocuklukta “düşük” dozlarda maruz kalmanın bile sağlık üzerinde geri dönüşü olmayan etkilerinin ortaya çıkabileceğini gösteriyor.

Son olarak Tunçak, düzenleyicilerin endüstri tarafından finanse edilen çalışmalara aşırı derecede güvendiği, bağımsız bilimin değerlendirmelerden dışlandığı ve yetkililerin bel bağladıkları çalışmaların gizli tutulduğu mevcut gerçekliğin değiştirilmesi gerektiğini söylüyor.

Unearthed ve Public Eye [“Kamunun Gözü”] adlı STK'nın ortak araştırması, dünyanın en büyük beş zirai ilâç üreticisinin gelirlerinin üçte birinden fazlasını, önde gelen ürünlerden olup, insan sağlığı ve çevre için ciddi tehlikeler oluşturan kimyasallardan elde ettiğini ortaya koyuyor.

2018'in en çok satan mahsul koruyan ürünlerle ilgili zengin bir veri tabanını inceleyen bir araştırma, dünyanın önemli zirai ilâç şirketlerinin satışlarının %35'inden fazlasını insanlar, hayvanlar veya ekosistemler için son derece tehlikeli olarak sınıflandırılan zirai ilâçlarla ilgili olduğunu ortaya çıkarttı. Analizin tespitine göre, tarımda kullanılan kimyasalları üreten ve bu alanda milyarlarca dolar gelir elde eden dev şirketler olarak BASF, Bayer, Corteva, FMC ve Syngenta’nın ürettiği ilâçlar konusunda düzenleyici kurumlar, bunların kanser ve düşük gibi sağlık sorunlarına yol açtığını söylüyorlar.

Bu araştırma, tarım için kimyasallar üreten şirketlere ve mahsulün korunması meselesini ele alan sektöre, veri, analiz ve danışmanlık hizmeti sunan Phillips McDougall şirketinin hazırladığı zirai ilâç satışları ile ilgili veri setini analiz ediyor. Veriler, 2018'de dünyadaki 57,6 milyar dolarlık zirai ilâç pazarının yaklaşık %40'ını kapsıyor. Veriler, aralarında değer olarak dünya zirai ilâç pazarının %90'ından fazlasını temsil eden 43 ülkeye odaklanıyor.

Bill Gates, tarımsal gıda işi yapan şirketlerin ihtiyaçlarıyla ve tedarik zincirleriyle örtüşen, kimyasalların yoğun olarak kullanılmasını öngören bir tarım modelini teşvik ettiği koşullarda, özellikle Birleşik Krallık ve ABD'de hasta sayıları hızla artıyor.

Buna karşın hâkim dil, “yaşam tarzı seçimlerinden” kaynaklandığı söylenen rahatsızlıklar ve koşullar konusunda bireyleri suçluyor. Ancak Monsanto'nun Alman sahibi Bayer, Roundup isimli yabani bitki ilâcına maruz kalmanın, kendilerinin veya sevdiklerinin Hodgkin harici lenf kanserine yakalanmalarına sebep olduğunu ve Monsanto'nun riskleri örtbas ettiğini iddia ederek 40.000'den fazla kişinin Monsanto'ya dava açtığını doğruladı.

Her yıl, yeni kanser hastalarının sayısında istikrarlı bir artış gözlemleniyor. Öte yandan aynı kanser türünden ölenlerin sayısı da artıyor. Geliştirilen hiçbir tedavi, sayılarda herhangi bir değişikliğe yol açmıyor. Bu tedaviler, ilâç şirketlerinin kârını en üst düzeye çıkarırken, zirai kimyasalların etkileri, hastalıkla ilgili hâkim anlayışın gündemine bile girmiyor.

Gates Vakfı, hegemonik stratejisinin bir parçası olarak, küresel gıda güvenliğini sağlayıp, sağlık ve beslenmeyi optimize etmek istediğini söylüyor. Ancak, onları üreten firmaların çıkarlarını desteklemeye devam ederken, zirai kimyasalların sağlığa zararlı etkilerini görmezden geliyor.

Peki Gates, zirai ekolojik yaklaşımları neden desteklemiyor? Çeşitli BM raporları, adil küresel gıda güvenliğini sağlamak için zirai ekolojiyi savunuyor. Bu, küçük ölçekli tarımı hem ayakta tutacak hem de onun Batı’nın tarım sahasına akan sermayesi karşısında bağımsız kalmasını sağlayacak bir yöntem aslında. İşte tam da bu özelliği, Gates'in desteklediği şirketlerin temel amaçlarına ters düşüyor. Bu şirketlerin geliştirdikleri modeller, esasen küçük köylüyü mülksüzleştirmeyi, ayrıca piyasayı şirketlerin ürettikleri ürünlere bağımlı kılmayı amaçlıyor.

Ülkeler onlarca yıldır şirketlerin dayattığı model önünde diz çöktürülüyorlar. Model, temelde Dünya Bankası ve IMF’nin “yapısal ayarlama” amaçlı talimatları ve dolarla geri ödeme zorunluluğu ile birlikte döviz elde etmek adına tek ürünlü ihracatı esas alıyor. Ayrıca model, gıda üretimine katkı sunan köylülerin yerlerinden edilmesi, Batılı tarımsal gıda oligopollerinin güçlenmesi ve birçok ülkenin gıdada kendi kendine yeterlilikten gıda açığı alanlarına dönüşmesi ile sonuçlanıyor.

Gates, Batı’nın Afrika tarımına akıttığı sermayeyi “gıda güvenliği” kisvesi ardında güçlenmesine katkı sunuyor. 1960'larda dekolonizasyon sırasında Afrika'nın sadece gıdada kendi kendine yeterli olmadığı, aynı zamanda 1966-70 yılları arasında yılda ortalama 1,3 milyon ton ihracatla net bir gıda ihracatçısı olduğu gerçeğini görmezden gelmek, Gates’in tabii ki işine geliyor.

Afrika’nın neredeyse tüm ülkeleri şu anda gıda ithalatçısı hâline gelmiş durumda. Kıta, ayrıca yiyeceğinin dörtte birini ithal ediyor. Aynı şekilde, dünya ölçeğine baktığımızda şunu görüyoruz: gelişmekte olan ülkeler, yetmişlerde yıllık bir milyar dolarlık fazla üretirken, 2004'te yılda 11 milyar ABD doları değerinde ürün ithal ettiler.

Gates Vakfı, şirketlerin hâkimiyetindeki endüstriyel çiftçilik sistemini ve dünya genelinde hâkim olan fosil yakıtlara bağımlı neoliberal rejimini güçlendirecek adımları destekliyor. Bu rejim, doğası gereği adaletsiz olan ticaret politikalarını, nüfusun yer değiştirmesini ve (Gates'in bir zamanlar mecazi bir ifadeyle “topraktaki hareketlilik” dediği) topraksızlaştırmayı, metalaştırılmış tek ürüne dayalı ziraatı, topraktaki ve çevredeki bozulmayı, hastalıkları, besin değeri düşük yemekleri, gıda ürünü çeşidinin azaltılmasını, susuzluğu, kirlenmeyi ve biyolojik çeşitliliğin yok olmasını içeren süreci hem besliyor hem de o süreç sayesinde ayakta kalıyor.

Yeşil Devrim

Aynı zamanda Gates, şirketlerin çıkarlarının bilgiyi ele geçirmesine ve metalaştırmasına yardımcı oluyor. 2003'ten bu yana, CGIAR ve 15 merkezi, Gates Vakfı'ndan 720 milyon dolardan fazla para aldı. Haziran 2016 tarihli bir makalesinde Vandana Şiva, merkezlerin araştırma ve tohumların şirketlere transferini hızlandırdıklarını, fikri mülkiyet korsanlığının yanında, fikri mülkiyet yasaları ve tohum düzenlemeleriyle oluşturulan tohum tekellerinin önünü açtığını belirtiyor.

Gates ayrıca, genom haritalama yoluyla tohum koleksiyonları üzerinde patent almaya yönelik küresel bir girişim olan, ürün çeşitliliğini korumayı amaçladığını söyleyen Diversity Seek [“Çeşitlilik Arayışı”] isimli ağı da finanse ediyor. Bugün kamuya ait tohum bankalarında yedi milyon ürün bulunuyor. Bu sayede beş şirket, söz konusu çeşitliliğe sahip olma imkânı buluyor.

Şiva şunu söylüyor:

“DivSeek, köylüden alınıp gen bankalarına konulan tohum çeşitliliğine ait genetik verileri haritalamak için 2015 yılında başlatılan küresel bir projedir. Köylülerin tohumlarını ve bilgilerini, tohumun bütünlüğünü ve çeşitliliğini, evrimsel tarihini, toprakla bağlantısını çalıyor ve onu basit bir 'kod'a indirgiyor. Bu anlamda DivSeek, müşterekleri ‘denetimi altına almak’ amacıyla tohumlarla alakalı verileri ele geçirmek için uygulamaya konulmuş bir projedir.”

Şiva’ya göre, bu çeşitliliği geliştiren köylülerin DivSeek'te yeri yok. Onların ürettiği bilgiye el konuluyor, ama köylüler kabul görmüyor, onurlandırılmıyor. Müşterek genetik miras, şirketlerin çıkarları adına çitleniyor.

Tohum, 10.000 yıldır tarımın merkezinde yer alıyor. Çiftçiler binlerce yıldır tohum biriktiriyor, değiştiriyor ve geliştiriyorlar. Tohumlar nesilden nesle aktarıldılar. Köylüler, hep tohumları, bilgiyi ve toprağı korudular.

Ama sonra, yirminci yüzyılda şirketler bu tohumları aldı, melezleştirdi, genetiğini değiştirdi, patentini aldı ve kimyasal ürünlerin kullanıldığı, tek tür ürünün yetiştirildiği tarımsal faaliyetlerin emrine verdiler.

Yereldeki halkın tarımsal faaliyetleri marjinalleştirildi, buradan da söz konusu şirketlere hizmet edildi, ayrıca köylülerin elindeki geleneksel tohumları geliştirmelerine, paylaşmalarına veya yeniden ekmelerine mani olan, fikri mülkiyet ve yetiştirici hakları ile ilgili bir dizi anlaşma metni hazırlanıp ülkelere dayatıldı. Bu sürecin başladığı günden beri binlerce tohum çeşidi kayboldu, neticede şirketlerin elindeki tohumlar zamanla tarıma hâkim oldu.

BM Gıda ve Tarım Örgütü, dünya genelinde insanlar tarafından tüketilen tüm bitki bazlı gıdaların %90'ını sadece yirmi bitki türünün oluşturduğunu söylüyor. Küresel gıda sisteminin bu dar genetik temeli, gıda güvenliğini ciddi bir risk altına sokuyor.

Çiftçileri yerel tohumları kullanmaktan uzaklaştırmak ve şirketlere ait tohumları ekmelerini sağlamak için hükümetler, tohum şirketleri adına, tohum belgelendirme ile ilgili kurallar ve yasalar hazırlıyorlar. Kosta Rika'da yaşanan, tohum üzerindeki kısıtlamaları kaldırma savaşı, ülkenin tohumdaki biyolojik çeşitlilikle ilgili yasalara aykırı olmasına rağmen ABD ile imzalanan serbest ticaret anlaşmasıyla birlikte kaybedildi.

Brezilya'daki tohum yasaları, nesiller boyunca ülke toprağına uygun hâle gelmiş tüm yerli tohumları etkin bir şekilde marjinalleştiren, tohumların şirketlerin mülkiyetinde olmasına izin veren bir rejim meydana getirdi. Bu rejim, çiftçilerin kendi tohumlarını kullanmalarını veya yetiştirmelerini engellemeye çalıştı.

Bu, aslında tohumu özelleştirme girişimiydi. Ortak mirasa ait olan bir şey, özelleştiriliyordu. Daha sonra sahiplik iddiasında bulunan şirketler, bitkisel gen kaynaklarında “ince ayar” yaptıkları (aslında çaldıkları) tohumlarda mündemiç olan bilgiyi özelleştirip temellük ettiler.

Tohumlar üzerindeki şirket kontrolü, aynı zamanda toplulukların ve geleneklerinin hayatta kalmasına yönelik bir saldırı. Tohumlar kimliğin ayrılmaz bir parçası, çünkü köy topluluklarında insanların yaşamları binlerce yıldır ekim, hasat, tohum, toprak ve mevsimlere bağlı.

Bu, hem biyolojik çeşitliliğe ve dünyanın her yerinde gördüğümüz gibi toprak, su, gıda, beslenme ve sağlığın bütünlüğüne, ayrıca güçlü ulusötesi şirketler eliyle sıklıkla yozlaştırılan uluslararası kurumların, hükümetlerin ve yetkililerin onuruna yönelik bir saldırı.

Piyasada yalnızca “sabit”, “tek tip” ve “yeni” tohumlara (yani şirket tohumlarına) izin vererek geleneksel tohumları ortadan kaldırmak için tasarlanmış yönetmelikler ve “tohum belgelendirme” yasaları, genellikle endüstri adına yürürlüğe konulurlar. Sadece “mevzuata uygun” tohumlara izin verilir ve bu tohumlar, kayıtlı, aynı zamanda belgelidir. Bu sayede şirketlerin emriyle yerli çiftçilik uygulamaları ortadan kaldırılır.

Hükümetler, tarım işletmeciliği holdinglerinin taleplerine uymak ve tedarik zincirlerine uyum sağlamak için ülkelerinin verili ölçeği ile çelişen ticaret anlaşmaları, boğaza kement gibi dolanan krediler ve şirket destekli tohum rejimleri üzerinden muazzam bir baskı altındadırlar.

Bugün nasıl oluyorsa Gates Vakfı sağlıktan bahsediyor, ancak savunduğu zirai kimyasallar, çok büyük hasara neden olan, yüksek oranda sübvanse edilen ve zehirli bir tarım biçiminin piyasaya sürülmesinin önünü açıyor. Vakıf, yoksulluğu ve yetersiz beslenmeyi azaltmaktan ve gıda güvensizliğiyle mücadele etmekten bahsediyor, ancak gıda güvensizliğini, nüfusun yerinden edilmesini, toprak gaspını, müştereklerin özelleştirilmesini, savunmasız ve marjinal kesimlerin aldıkları desteği ortadan kaldıran neoliberal politikaları sürdürmekten sorumlu olan, doğası gereği adaletsiz bir küresel gıda rejimine arka çıkıyor.

Bill Gates'in “hayırseverliği”, rıza imal etmek, siyasetçileri satın almak veya onları kendi safına katmak için çabalayan, böylece hâkim iktidar yapılarına meydan okuyacak, bu gündeme engel olarak hareket edecek radikal bir tarımsal değişime mani olan ve onu marjinalleştiren neoliberal ajandanın bir parçasıdır.

Gates ve şürekasının yürüttüğü faaliyetler, emperyalizmin hegemonik ve mülksüzleştirici stratejilerinin bir parçasıdır. Bu, gıda üreten bir köylülüğün yerinden edilmesini ve tarımda kalanların Batılı tarım sermayesinin egemen olduğu küresel dağıtım ve tedarik zincirlerinin ihtiyaçlarına boyun eğdirilmesini içeriyor.

Bugünse “iklim acil durumu” kavramı altında, Gates ve diğerleri, dünyanın tümünde uygulanacak hassas tarım ambalajı ile pazarlanan, gen düzenleme, veri güdümlü çiftçilik, bulut tabanlı hizmetler, laboratuvar tarafından oluşturulan “gıda”, tekelci e-ticarete dayalı perakende satış ve ticaret platformları gibi son teknolojileri teşvik ediyorlar.

Ancak bu, yarım asır veya daha fazla süredir olup bitenlerin sadece bir devamıdır.

Yeşil Devrim'den bu yana, Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu yanında ABD’li tarım işletmeleri ve finans kurumları da çiftçilere ve ulus devletlere şirket tohumlarını ve tescil ettirdikleri ürünleri satmaya, ayrıca onlara, kimyasal ürünlerin yoğun olarak kullanıldığı tarımın ihtiyaç duyduğu tarımsal altyapı türünü inşa etsinler diye krediler vermeye çalışıyorlar.

Monsanto-Bayer ve diğer tarım işletmelerinin doksanlardan beri tek derdi, genetiği değiştirilmiş tohumları piyasaya sürmek suretiyle çiftçileri şirketlere bağımlılığını daha da artırıp, küresel tarım üzerindeki hâkimiyetlerini güçlendirmek.

Vandana Şiva, “Tohumunu Geri Al” başlıklı raporunda şunları söylüyor:

“Seksenlerde kimya şirketleri, genetik mühendisliğine ve tohumların patentlenmesine aşırı kâr getirecek yeni kaynaklar olarak bakmaya başladılar. Kamuya ait gen bankalarından çiftçiye ait tohum çeşitlerini aldılar, geleneksel ıslah veya genetik mühendisliği yoluyla bu tohumlarla oynadılar, gidip bir de ortaya çıkan ürünün patentini aldılar.”

Şiva, Yeşil Devrim ve tohum sömürgeciliğinin yanında, bir de çiftçilerin elindeki tohumların ve bilginin çalınmasından söz ediyor. Dediğine göre, sadece Meksika'daki çiftçilerden 768.576 adet tohum alınmış:

“[…] çiftçilerin yaratıcılıklarını ve ürün yetiştirmeyle ilgili bilgilerini bugüne taşımış olan tohumları aldılar. Esasında tohum sömürgeciliğini medenileştirme misyonunun bir parçası olduğunu düşünenler, çiftçilerin ‘ilkel’, yetiştirdikleri ürün türlerinin ‘düşük seviye’ ve ‘az mahsul veren’ ürünler olduklarını, onların yerini kimyasallarla yetiştirilmiş ‘modern’ ve ‘gelişkin’ türlerin alması gerektiğini, bu üstün tohumların da ancak üstün ırka mensup yetiştiricilerce ekilebileceğini söylüyorlar.”

Oysa ilginç olan şu ki Yeşil Devrim'den önce alınan mahsullerin büyük bir kısmı, kalori başına düşen besin miktarı açısından daha zengin. Her insanın gün içerisinde tüketmesi gereken tahıl miktarının artmasının sebebi bu aslında. Örneğin darıdaki demir içeriği pirincinkinin dört katı. Yulaf, buğdaydan dört kat daha fazla çinko içeriyor. Sonuç olarak, 1961-2011 yılları arasında dünyada doğrudan tüketilen tahılların protein içeriği yüzde 4, çinko içeriği yüzde 5, demir içeriği ise yüzde 19 oranında azalmış.

Girdi maliyeti yüksek, kimyasalları bol miktarda kullanan Yeşil Devrim modeli, tek türlü tarımın (monokültür) yaygınlaşmasına neden oldu, bu da tükettiğimiz ürün çeşitliliğini azalttı, besin miktarı düşük gıdaların tüketimi ise arttı. Uzun vadede ise toprak bozuldu, mineraller azaldı, bu da neticede insan sağlığını olumsuz etkiledi.

2010 yılında International Journal of Environmental and Rural Development’ta [“Uluslararası Çevre ve Kırsal Kalkınma Dergisi”] yayımlanan “Zirai Sistemlerde Çinko Eksikliği” başlıklı makalenin yazarları, yaptığımız tespiti pekiştiren şeyler söylüyorlar:

“Yeşil Devrim tarafından desteklenen ürün yetiştirme sistemleri, gıda ve mahsul çeşitliliğinin, bunun yanı sıra, vücudun ihtiyaç duyduğu, az miktarda alınması gereken vitamin ve mineral türünden mikro besinlerin mevcudiyetinin azalmasına neden oldu. Mikro besinlerin yeterince alınmaması sorunu, birçok gelişmekte olan ülkede kanser, kalp hastalıkları, felç, diyabet ve osteoporoz gibi hastalıkların artmasına yol açıyor. Mikro besin eksikliği, dünya üzerinde üç milyardan fazla insanı etkileyen bir mesele. Mineral gübrelerin dengesiz kullanımı ve organik gübre kullanımının azalması, tek tip ürün yetiştiren bölgelerde görülen besin eksikliğinin başlıca nedenleridir.”

Yazarlar, topraktaki mikro besin eksikliği ile insan beslenmesi arasındaki bağlantının giderek daha önemli kabul edildiğini söylüyorlar:

"Tarımda yoğunlaşma, ekinlere doğru artan bir besin akışına ve daha fazla besin alımına ihtiyaç duyar. Şimdiye kadar mikro besin eksikliği, çoğunlukla toprak ve daha az ölçüde bitki sorunu olarak ele alındı. Günümüzde insanlarda görülen bir beslenme sorunu olarak da ele alınıyor. Topraklar ve gıda sistemleri, mikro besin eksikliğinden giderek daha çok etkileniyorlar, bu da mahsul üretiminin azalmasına, yetersiz beslenmeye, ayrıca insanlarda ve bitkilerde hastalıklara yol açıyor.”

Örneğin Hindistan, çeşitli temel gıda maddelerinde artık kendi kendine yeterli olsa da, bu gıda maddelerinin çoğu yüksek kalorili ama düşük besinlidir, bu durum ise besin açısından farklı değerlere sahip ürünleri yetiştiren sistemin ortadan kalkmasına, toprağın besin maddelerinden arınmasına neden oldu. 1974 yılında vefat eden ünlü ziraat mühendisi William Albrecht’in sağlıklı topraklar ve sağlıklı insanlar üzerine yaptığı, asla göz ardı edilmemesi gereken çalışmaları bu konuda çok şey söylemektedir.

Bu bağlamda, Hindistan’da ikamet eden botanikçi Stuart Newton, Hindistan'daki tarımsal üretkenliğe verilecek cevabın, tekeller tarafından teşvik edilen kimyasala bağımlı, genetiği değiştirilmiş ürünler olmadığını söylüyor: Hindistan, yoksullaşmış, saldırıya uğramış topraklarını eski hâline döndürüp, onları beslemeli, hem insan hem de hayvan sağlığını tehlikeye atan, o şüpheli kimyasalları aşırı kullanarak, toprağa zarar vermemelidir.

Hindistan Tarımsal Araştırmalar Konseyi, toprağın besin maddeleri ve verimlilik açısından yetersiz hâle geldiğini söylüyor. Ülke, gübre, böcek ilâcı ve zirai ilâçların tedbirsiz ve aşırı kullanımı sonucu yaşanan toprak erozyonu nedeniyle her yıl 5,334 milyon ton toprak kaybediyor.

Bu zararlı etkilerin ve kimyasala bağımlı ürünlerin sağlıkla ilgili sonuçları ortaya koyması yanında (bu konuda bkz.: Dr. Rosemary Mason’ın raporu) Glenn Stone’un 2019 tarihli “Yeni Yeşil Devrim Hikâyeleri” isimli makalesi, Yeşil Devrim’in üretkenliği artırdığı iddiasını çürütürken, Vandana Şiva’nın 1989 tarihli “Yeşil Devrim’in Şiddeti” isimli çalışması, başka konular yanında, bu devrimin Pencap’taki köylüler üzerinde yarattığı olumsuz etkileri ortaya koyuyor. Baskar Save’nin 2006’da Hintli yetkililere yazdığı açık mektupsa ekolojik tahrifatı ele alıyor.

Yerinde ve anlamlı bir ölçüt sunan Experimental Biology and Agricultural Sciences [“Deneysel Biyoloji ve Tarım Bilimleri”] dergisinin Ocak 2019 tarihli sayısında yayımlanan “Yerli Buğday Türündeki Besin Özelliklerinin Belirlenmesi” başlıklı makalede yazarlar, Hindistan'daki yerli buğday çeşitlerinin Yeşil Devrim’in ürettiği çeşitlerden daha yüksek besin içeriğine sahip olduğunu belirtiyorlar. Profesör Glenn Stone ise Yeşil Devrim'in aslında sadece Hintlilerin sofralarına daha fazla buğday ürününün taşınmasını sağlama, diğer gıda ürünlerini çıkartma noktasında "başarılı" olduğunu söylüyor. Stone ayrıca, Yeşil Devrim’de kişi başına düşen gıda verimliliğinin hiçbir artış göstermediğini, hatta fiilen azaldığını savunuyor.

Hibrit tohumların ve ilgili kimyasal girdilerin daha yüksek üretkenlik temelinde gıda güvenliğini artıracağı vaadiyle pazarlanan Yeşil Devrim, birçok bölgede tarımı dönüştürdü. Ancak Şiva’nın belirttiği gibi, Pencap gibi yerlerde tohum ve kimyasallara erişmek için çiftçilerin kredi almak zorunda kalıyorlar, bu borçsa sürekli bir endişe kaynağı hâline geliyor. Bu köylülerin büyük bir kısmı süreç içerisinde yoksullaştı ve köy topluluklardaki sosyal ilişkiler kökten değişti: önceden çiftçiler tohum biriktirir ve takas ederdi, ancak şimdi vicdansız tefecilere, bankalara ve tohum üreticilerine ve tedarikçilerine bağımlı hâle geldiler. Şiva kitabında, Yeşil Devrim'den kaynaklanan toplumsal marjinalleşmeyi, şiddeti ve bu şiddetin etkilerini anlatıyor.

Bu noktada ayrıca Baskar Save'nin kıymetli değerlendirmelerini de anmak gerek. Save’ye göre, Yeşil Devrim dayatmasının asıl nedeni, devletin ve bir avuç işkolunun Hint nüfusunun büyük bir kısmını teşkil eden köylülerin uzun zamandır istifade ettikleri besin açısından yeterli ve çeşitlilik açısından zengin ürünlerin yetiştirildiği tarımsal faaliyetin ortadan kaldırılıp, kentlerin ve sanayinin büyümesini sağlamayı, bu amaç doğrultusunda daha dayanıklı, ama az sayıda tahıl türünün piyasadaki ağırlığının artırılmak istenmesi.

Önceleri Hintli çiftçiler, büyük ölçüde kendilerine yetecek kadar ürün topluyor, hatta daha fazla ürün çeşidini yetiştirdikten sonra ellerinde epey mahsul kalıyordu. Ömrü az olan bu ürünlerin kentlerdeki pazarlara taşınmasında güçlükler yaşanıyordu. Bu nedenle çiftçiler, satın alınacak girdilere pek ihtiyaç duymayan geleneksel çok-türlü tarım yerine, buğday, pirinç veya şeker gibi para getiren birkaç ürünü tek türlü tarım dâhilinde yetiştirmeye başladılar.

Neticede uzun boylu, yerli tahıl çeşitleri daha fazla biyokütle sağladılar, toprağı güneşten korudular ve şiddetli muson yağmurları altında toprağın erozyon karşısında direnmesine katkı sundular, ancak zamanla bunların yerini cüce çeşitler aldı, bu da yabani otların daha güçlü bir biçimde büyümesine yol açtı ve bodur ürünler, yabani otlarla güneş ışığı konusunda rekabet etmek zorunda kaldı.

Sonuç olarak çiftçi, otları ayıklamak veya herbisitleri kullanmak zorunda kaldığı için daha fazla emek ve para harcadı. Ayrıca, cüce tahıl türleri ile birlikte saman miktarı azaldı. Toprağın yeniden verimli kılınabilmesi noktasında gerekli organik madde azaldığı için dışarıdan temin edilen girdilere yönelik ihtiyaç arttı. Bu da kaçınılmaz olarak çiftçilerin kimyasalları daha fazla kullanmasına neden oldu, sonuçta toprak bozuldu, erozyon hızlandı.

Kimyasal gübrelerle yetiştirilen egzotik türler, “zararlılara ve hastalıklara” karşı daha duyarlıydı ve bu da daha fazla kimyasalın dökülmesine yol açtı. Ancak saldırıya uğrayan böcek türleri direnç geliştirdi ve hızla çoğaldı. Bu böceklerle beslenen ve popülasyonlarını kontrol eden örümcek ve kurbağa gibi canlı türleri yok edildi. Solucanlar ve arılar gibi birçok faydalı tür de bu kervana katıldı.

Baskar Save, Hindistan'ın Latin Amerika'dan sonra dünyanın en fazla yağış alan bölge olduğunu söylüyor. Kalın bitki örtüsünün zemini kapladığı yerlerde, toprak canlıdır ve gözeneklidir, dolayısıyla yağmurun en az yarısı toprak ve toprak altı tabakalarında depolanır.

Sonra yağmurun önemli bir kısmı akiferleri veya yeraltı suyu tablalarını yeniden doldurmak için daha derine sızar. Canlı toprak ve altındaki akiferler böylece devasa, hazır rezervuarlar olarak hizmet görürler. Elli yıl önce Hindistan'ın çoğu bölgesinde, yağmurların dinmesinden çok sonra, tüm yıl boyunca yeterli tatlı su bulunurdu. Ancak ormanların kesilmesiyle toprağın yağmuru emme kapasitesi büyük ölçüde düştü. Dereler ve kuyular kurudu.

Yeraltı suyunun yenilenme hızı ve miktarı azaldı, çıkartılan su miktarı arttı. Hindistan, şu anda her gün 1950'de olduğundan 20 kat daha fazla yeraltı suyu çıkartıyor. Ancak Hindistan’da çoğunluğu köylerde elle çekilen veya elle pompalanan suyla yaşayan, yalnızca yağmurun beslediği toprağı işleyen halk, yüzlerce yıldır olduğu gibi bugün de aynı miktarda yüzey suyunu kullanmaya devam ediyor.

Hindistan'ın su tüketiminin %80'den fazlası sulama amaçlıdır, suda en büyük paysa, kimyasallarla, piyasa için yetiştirilen ürünlere tahsis edilmiştir. Örneğin, kimyasal katkısıyla yetiştirilen dört dönüm şeker kamışı, 100 dönüm darıya yetecek suya ihtiyaç duyar. Suyu şeker fabrikaları da çok büyük miktarlarda tüketmektedir.

Yetiştirmeden işlemeye kadar her bir kilo rafine şeker, iki ila üç ton suya ihtiyaç duyar. Baskar Save, bunun geleneksel, organik yolla yaklaşık 150 ila 200 kg besleyici ak darı veya bajra (yerli darı) yetiştirmek için kullanılabileceğini söylüyor:

“Bu ülkede 150'den fazla tarım üniversitesi var. Ancak her yıl, her biri yalnızca çiftçileri yanlış yönlendirmek ve doğadaki yıkım sürecinin fiili alanını genişletmek için eğitilmiş yüzlerce ‘eğitimli’ işsiz üretiyor. Bir öğrencinin tarım alanında yüksek lisans yapmak için harcadığı altı yılın tamamında tek hedef, kısa vadeli ve dar anlamda ele alınan ‘verimlilik’ meselesidir. Bunun için çiftçinin yüz tane şey yapması ve satın alması isteniyor. Ancak toprak, gelecek nesillere ve öteki mahlukata bozulmadan miras kalması için bir çiftçinin neleri kesinlikle yapmaması gerektiği konusuna kimse kafa yormuyor. Halkımızın ve hükümetimizin, kurumlarımız tarafından desteklenen, endüstrinin yön verdiği bu çiftçilik yönteminin doğası gereği suç ve intihara meyilli olduğunun farkına varmasının zamanı geldi!”

Yeşil Devrim'in çevreyi tahrip eden etkilere yol açtığı, son derece verimli olan ve eskiden beri uygulana gelen, düşük girdili tarımın ve bu tarımsal faaliyetin zaten sağlam olan temelini alttan alta oyduğu, köylüleri yerinden yurdundan ettiği, toplumlara, beslenme süreçlerine, sağlığa ve bölgesel gıda güvenliğine ciddi zararlar verdiği gerçeğini artık daha fazla insan idrak ediyor.

Bu yöntemin getirisi çok olsa bile şu soruyu sormamız gerekiyor: yerel gıda güvenliği, dönüm başına düşen toplam besin, su seviyeleri, toprak yapısı, yeni zararlılar ve hastalıkların yol açacağı baskılar açısından üretilen emtianın artan miktarı, ne tür bir maliyete yol açtı?


II. Bölüm
Genetik Mühendisliği
Değer İhrazı ve Piyasaya Bağımlılık

Genellikle “Yeşil Devrim 2.0” olarak tanımlanan, genetiği değiştirilmiş ürünlere gelince, bunlar da verilen sözleri yerine getiremedi ve ilk versiyon gibi, çoğu zaman yıkıcı sonuçlar doğurdu.

Ne olursa olsun, endüstri ve onun iyi finanse edilmiş lobicileri ve satın alınmış kariyerist bilim insanları, genetiği değiştirilmiş ürünlerin muhteşem bir başarı olduğu ve dünyanın genel bir gıda kıtlığından kaçınmak için daha fazlasına ihtiyacı olduğu fikrini tekrar tekrar dillendirmeye devam ediyorlar. “Dünyayı beslemek için GDO'lu ürünler lazım”, esasında her fırsatta ortaya atılan, oldukça yıpranmış bir endüstri sloganı. Genetiği değiştirilmiş ürünlerin muazzam bir başarı olduğu iddiası gibi, bu da bir efsaneye dayanıyor.

Küresel gıda sıkıntısı diye bir şey yok. Dr. Jonathan Latham “Gıda Krizi Efsanesi” isimli makalesinde gelecekte en makul senaryo dâhilinde bile dünyada bir gıda sıkıntısı yaşanmayacağı iddiasını kanıtlarıyla birlikte aktarıyor.

Bu tür yayınlara karşın, bugün genlerin olağan kalıtım kurallarına uymamalarını sağlamak adına değiştirilmesini ifade eden gen sürücüsü ve genetik kurgulama teknikleri geliştiren endüstri, bu yöntemlere dayanan ticari ürünlerin kontrolsüz bir biçimde piyasaya sokulmasının yollarını arıyor.

Endüstri, genetik kurgulama tekniği ile oluşturulan bitki, hayvan ve mikroorganizmaların güvenlik kontrollerine, takip işlemine veya tüketici etiketlemesi işlemine tabi tutulmasını istemiyor. Bu tekniklerin ortaya çıkardığı gerçek tehlikeler göz önüne alındığında, bu, gayet endişe verici bir yaklaşım.

Karşımızda, aslında yeni bir şişe içerisinde takdim edilmiş eskinin GDO’lu şarabı var.

Gelgelelim, STK’lardan, çiftçi örgütlerinden ve sektör temsilcilerinden oluşan 162 kuruluş bu gidişata teslim olmadı. Bu kuruluşlar, Avrupa Komisyonu Başkan Yardımcısı Frans Timmermans'tan yeni genetik mühendisliği tekniklerinin Avrupa Birliği’nde geçerli GDO standartları uyarınca düzenlenmeye devam etmesi konusunda güvence vermesini istediler.

Bu koalisyon, yeni tekniklerin, yeni toksinlerin veya alerjenlerin üretilmesine veya antibiyotik direnç genlerinin transferine neden olabilecek bir dizi istenmeyen genetik modifikasyona neden olabileceğini savunuyor. Açık mektup ayrıca, amaçlanan değişikliklerin bile gıda güvenliği, çevre veya hayvan refahı ile ilgili endişeleri artırabilecek özelliklerle sonuçlanabileceğini söylüyor.

Avrupa Adalet Divanı, 2018'de yeni genetik modifikasyon teknikleriyle elde edilen organizmaların AB'nin mevcut GDO yasaları kapsamında düzenlenmesi gerektiğine hükmetti. Bununla birlikte, bugün Gates Vakfı tarafından mali olarak desteklenen biyoteknoloji endüstrisi, düzenleyici kurumların gücünü kırmak için yoğun bir lobi faaliyeti yürütüyor.

Koalisyon, çeşitli bilimsel yayınların, genetiği değiştiren yeni teknikleri geliştirenlerin doğada meydana gelenlerden çok farklı olabilecek önemli genetik değişiklikler yapmasına izin verdiğini gösterdiğini belirtiyor. Bu yeni GDO’lu ürünler, eskinin GDO’lu ürünlerine benziyor veya onlardan daha büyük riskler barındırıyor.

Bu endişelere ek olarak, Çinli bilim insanlarının “Herbisit Direnci: Bitkilerde Gen Kurgulaması İçin Önemli Olan Başka Bir Tarımsal Özellik” başlıklı makalesi, GDO destekçilerinin gen kurgulama pratiklerinin iklim dostu olacağı ve pestisit kullanımını azaltacağı yönündeki iddialarına rağmen, eskiye göre hiçbir şeyin değişmeyeceğini, genetiği değiştirilmiş herbisitlere toleranslı ürünlerin gündeme geleceğini ve herbisit kullanımının artacağını söylüyor.

Endüstri, yeni tekniklerinin denetimsiz olmasını, böylece genetiği değiştirilmiş ürünlerin daha hızlı geliştirilmesini, bunların daha kârlı olmasını ve bu özelliğinin ürünler dükkânlardan ve marketlerden satın alınırken gizlenmesini istiyor. Aynı zamanda çiftçiler, maliyeti yüksek herbisitleri sürekli kullanmaya zorlanacaklar.

Düzenlemeden kaçmanın yanı sıra, ekonomik, sosyal, çevresel ve sağlıkla alakalı etkilerin değerlendirilmesinden imtina eden endüstriyi asıl motive edenin, her şeyden önce değer ihrazı, kâr ve demokratik hesap verebilirliğe dönük nefret olduğu açık biçimde görülüyor.

Hindistan'da Bt pamuk

Endüstrinin bu yönü en net biçimde, Hindistan'da (bu ülkede resmi olarak onaylanmış tek GDO'lu ürün olan) Bt pamuğun piyasaya sürülmesinde kendisini ele veriyor. Pamuğa zararlı böcekleri öldürsünler diye bir bakterinin ürüne aşılanmasıyla elde edilen Bt pamuk, Monsanto şirketinin kârına kâr katıyor, ama öte yandan da Hindistan'daki çok sayıda küçük üretimle meşgul olan, kıyıya köşeye atılmış yoksul köylüyü bağımlı kılıyor, sıkıntıya sokuyor, üstelik ona zirai açıdan zerre fayda sunmuyor. Prof A. P. Gutierrez, Bt pamuğun bu çiftçilerin boyunlarına şirketin kemendini geçirdiğini söylüyor. Monsanto, bu pamukla çiftçilerin sırtından yüz milyonlarca dolar kâr elde ettiği koşullarda, endüstri tarafından finanse edilen bilim insanlarına, Hindistan'da Bt pamuğun piyasaya sürülmesinin köylülerin koşullarını iyileştirdiği sakızını çiğnemek düşüyor.

24 Ağustos 2020'de, internet üzerinden, Kaliforniya Üniversitesi Berkeley Kampüsü Doğal Kaynaklar Koleji'nde kıdemli emekli profesör Andrew Paul Gutierrez, Hindistan'daki Pamuk Araştırmaları Merkez Enstitüsü eski direktörü Kişav Kranti, Birleşmiş Milletler’e bağlı Gıda ve Tarım Örgütü’nün eski Hindistan temsilcisi Peter Kenmore ve Dünya Gıda Ödülü Sahibi Hans Herren’in katıldığı bir seminer düzenlendi.

O seminerde Dr Herren, "Bt pamuktaki başarısızlığın", bitki koruma konusundaki sağlıksız bir bilimin ve tarımsal gelişmenin hatalı yönünün nelere yol açabileceğinin klasik bir temsili olduğunu söyledi:

“Hindistan'daki melez Bt teknolojisi, bu ülkede gerçek çözümlerin uygulanmamasına ve reddedilmesine neden oldu. Gerçek çözümse Hindistan’a has saf pamuk türleri ve Amerikan pamuk türleri içerisinden bir türün alınıp genetiği değiştirilmeden, bakteri aşılanmadan, kısa sezon içerisinde yoğun bir biçimde ekilmesinde aranmalıydı.”

Dr. Herren’in seminerde ayrıca, asıl lazım gelenin, tarımın ve gıda sisteminin dönüştürülmesi olduğunu, bu dönüşümün de yenileyici, organik, biyolojik açıdan dinamik ve kalıcı tarımı, ayrıca doğal çiftçilik uygulamalarını içeren zirai ekolojiye geçişi şart koştuğunu söyledi.

Dr. Kenmore ise Bt pamuğun eski bir haşere kontrol teknolojisi olduğunu söyledi:

"Bt pamuk, aslında arsenikten DDT'ye, BHC'den endosülfana, monokrotofosa, karbarilden imidaklopride kadar birçok böcek ilâcı molekülü türünün yürüdüğü yolu izliyor. Kurum içi araştırmalarda amaç, her molekülün piyasaya sürülmeden ve tanıtılmadan önce biyokimyasal, yasal ve ticari olarak paketlenmesidir. Şirketler ve devlet kurumları, sonrasında mahsulde artış talep ederler, ama bu, haşereyi azaltmaz, başka haşere türlerinin ortaya çıkmasına neden olur, onlara karşı ürünün direnci azalır.”

Tekrarlayan kriz döngüleri, devletin harekete geçmesine neden oldu, sonuçta da zirai ekolojiyi temel alan stratejilerin yerelliğe uyarlanmasını sağlayacak ekolojik saha araştırmaları yapıldı.

Kenmore, bu tespitine şunları ekliyor:

“Bugün bu zirai ekoloji, vatandaş gruplarından, hükümetlerden ve FAO'dan destek alıyor. Hint pamuğu konusunda yere sağlam basan, yereli esas alan çözümler, Bt pamukta görüldüğü gibi, endotoksinler türünden yeni moleküllere hiç ihtiyaç duymamaktadır.”

Gutierrez, sunumunda hibrit Bt pamuğun Hindistan'da neden başarısız olduğuna dair ekolojik nedenleri aktardı: Hindistan'da tanıtılan uzun sezonluk Bt pamuğu, çiftçileri GDO’lu tohum üreticilerine fayda sağlayan biyoteknolojiye ve yoğun böcek ilâcı kullanımına mahkûm eden hibritlere eklemlendi:

"Yağmurla beslenen bölgelerde Bt pamuğun uzun bir sezon boyunca ekilmesi Hindistan’a has bir durumdur. Burada esasen verime zerre katkı sağlamayan, mahsuldeki durağanlığı besleyen ve üretim maliyetlerini artıran bir değer ihrazı mekanizması işlemektedir.”

Gutierrez, pamuk çiftçisi intiharlarındaki artışın, bunun sonucunda ortaya çıkan ekonomik sıkıntıyla ilişkili olduğunu ileri sürdü:

"Mevcut GDO’lu hibrit sistemine karşı geliştirilebilecek yegâne uygulanabilir çözüm, GDO’lu olmayan, ama iyileştirilmiş, yüksek yoğunluklu, kısa sezonda ekilen, bol mahsul veren pamuk türlerinin benimsenmesidir."

Mahsul, böcek ilâcı kullanımı, sulama, gübre kullanımı, haşere görülme sıklığı ve haşereye karşı dirençle ilgili veriler sunan Dr Kranti, resmi istatistikler (eands.dacnet.nic.in ve cotcorp.gov.in) ilgili analizin, Bt hibrit teknolojisinin Hindistan'da mahsul veya böcek ilâcı kullanımı konusunda herhangi bir somut fayda sağlamadığını ortaya koyduğunu söyledi.

Bt hibritlerine doymuş olmasına ve en yüksek gübre kullanımına rağmen Maharaştra'da pamuk veriminin dünyadaki en düşük seviyede olduğundan bahseden Kranti, Maharaştra'da alınan mahsulün, Bt hibritleri, gübreler, böcek ilâçları veya sulama gibi teknolojilerin neredeyse hiç kullanılmadığı, yağmurla beslenen Afrika'dan daha az olduğunu söyledi.

Kranti ayrıca araştırmaların, Hindistan pamuğu rekoltesinin dünyada 36. sırada yer aldığı ve son 15 yılda durgun seyrettiği, güya böceklere mani olan Bt pamuğun ekildiği arazilerdeki artışına rağmen 2005 yılından sonra böcek ilâcı kullanımının sürekli arttığını ortaya koyduğundan bahsetti.

Bunun dışında Kranti araştırmaların, Bt hibrit teknolojisinin, pembe pamuk kurdunda Bt pamuğa direnç göstermesi, emici haşere istilasını artırması, böcek ilâcı ve gübre kullanımında artan eğilimler, artan maliyetler, 2014 ve 2015 yıllarında negatif net getiri ile sürdürülebilirlik testinde başarısız olduğunu ortaya koyduğunu savundu.

Dr. Herren, GDO çalışmalarının, esasen bir teknolojinin uygulanmasından ibaret olduğunu söyledi:

“Bu teknoloji, en geniş anlamda esnek, üretken ve biyolojik çeşitliliğe sahip gıda sistemleri oluşturmak ve sosyal, çevresel ve ekonomik boyutlarında sürdürülebilir ve uygun fiyatlı çözümler sunmak için bir sistem yaklaşımı benimsemek yerine, esasen semptomları tedavi etmekle ilgilidir.”

Bt pamuğun başarısızlığının, sağlıksız bir bitki koruma biliminin ve hatalı bir tarımsal gelişme yönünün neye yol açabileceğinin klasik bir ifadesi olduğunu söyleyen Herren, ardından şu tespiti yaptı:

“Bugün ‘Dünyanın daha fazla gıdaya ihtiyacı var’ gibi temelsiz argümanlarla dönüşümü engelleyen şirketleri ve çıkarları bir kenara itip ileriye dönük politikalar tasarlamalı ve uygulamalıyız. […] Gıdayla ve beslenme güvenliğiyle alakalı zirai ekolojik yaklaşımların başarılı sonuçlar verdiğine dair elimizde epey bilimsel veri ve pratik mevcut.”

Hindistan'da büyük bir başarıymış gibi, hâlen daha Bt pamuğu eğirmeye devam edenler, çiftçilerin karşılaştıkları (Andrew Flachs'in 2019 tarihli Toprağı İşlemenin Bilgisi: Hindistan’da Biyoteknoloji, Sürdürülebilirlik ve Pamuğa Dayalı Kapitalizmin İnsana Maliyeti isimli kitabında dile getirilen) mali sıkıntı, artan haşere direnci, düzensiz tohum pazarlarına bağımlılık, çevreden öğrenmenin ortadan kaldırılması, üretim araçları üzerindeki kontrol kaybı, biyoteknolojik ve kimyasal ürünlere esir olma hâli (ki bu, aslında endüstrinin tam da amaçladığı şeydir) gibi güçlükleri kasten görmezden geliyorlar.

Bununla birlikte, son zamanlarda, biyoteknoloji endüstrisi ile işbirliği içerisinde olan Hindistan hükümeti, Bt pamuğun ülke tarihine devasa bir başarı olarak kaydedilmesi için uğraşıyor, böylece onun, diğer genetiği değiştirilmiş ürünler için bir şablon olarak piyasaya sürülmesini teşvik ediyor.

Genel olarak, dünya genelinde GDO'lu ürünlerin bugüne kadarki performansı ciddi bir biçimde sorgulanıyordu, ancak GDO yanlısı lobi, kendi stratejisi hükmünü yitirmesin diye, hemen açlık ve yoksulluk konularını siyasi bağlamlarından çıkartıp, “çiftçilere yardım etme” ve “dünyanın karnını doyurma” gibi kavramları devreye soktu. GDO yanlısı bilim lobisinde esas söz sahibi ise, yoksulluğun, açlığın ve yetersiz beslenmenin temel nedenlerinden, ayrıca gıda adaleti ve gıda egemenliğine dayalı gerçek çözümlerden uzaklaşan bir GDO “çözümünü” saldırgan bir üslupla dayatan “kibirli emperyalizm”.

GDO’lu ürünlerin performansı uzun zamandır hararetle tartışılan bir konu. P.C. Kesavan ve M. S. Svaminatan tarafından Current Science [“Aktüel Bilim”] dergisinde 2018 yılında yayınlanan bir makalede vurgulandığı gibi, bilhassa (2007 yılı itibarıyla dünya genelinde biyoteknoloji üzerinden üretilmiş toplam ürünün yüzde 80’ini teşkil eden) herbisitlere dirençli ürünlerin verimli olmadıklarını, en azından Latin Amerika gibi yerlerde çevreye, insan sağlığına ve gıda güvenliğine zarar verdiğini söyleyen yığınla kanıt mevcut.

Kesavan ve Svaminatan, makalelerinde GDO teknolojisinin tamamlayıcı olduğunu ve ihtiyaç temelli olması gerektiğini savunuyor. Vakaların %99'undan fazlasında, eski çağlardan kalma geleneksel yetiştirme pratiğinin yeterli olduğunu söylüyor. Bu bağlamda, GDO’lu ürünlere kıyasla daha iyi performans ortaya koyan geleneksel seçenekler ve yenilikler, Bill ve Melinda Gates Vakfı gibi güçlü yapılar, arkasındaki şirketlere tonla kâr getiren GDO’lu ürünleri dünya tarımına takdim edecek diye göz ardı edilmemeli, bir kenara atılmamalı.

Avrupa'da GDO'lar konusunda sağlam düzenleyici mekanizmalar mevcut, çünkü AB, GDO’lu gıdaların ve ürünlerin GDO’lu olmayan ürünlere denk olmadığını bilmektedir. GDO’lu ve GDO’suz ürünlerin birbirlerine denk olduğu önermesinin yanlış olduğunu ortaya koyan birçok araştırma var.

Ayrıca, GDO projesinin başlangıcından itibaren bu teknolojiyle ilgili ciddi endişeler gündeme gelmiş, ama bunlar nasılsa bir kenara itilmiş. İlgili endüstri aksini iddia etse de Hilbeck vd.’nin de (Environmental Sciences Europe, 2015) ifade ettiği biçimiyle, GDO’lu ürünlerin sağlığa etkileri konusunda ortada herhangi bir uzlaşma bulunmamaktadır. Dolayısıyla GDO bağlamında “ona ihtiyatlı yaklaşılmalı” ilkesi, geçerliliğini hâlen daha muhafaza eden bir yaklaşımdır.

Hem Cartagena Protokolü hem de Cartagena Kodeksi, GDO'lu ürünlerin geleneksel tarzda yetiştirilen ürünlerden farklı olduğu, GDO tekniğinin gıdada kullanılmasından veya bu ürünlerin çevreye salınmadan önce güvenlik değerlendirmelerinin yapılması gerektiği konusunda hemfikir oldukları için, GDO’lu ürünlere ve gıdalara yönelik bahsi edilen ihtiyatlı yaklaşımı paylaşıyorlar. GDO'lu ürünlerin ticarileştirilmesinden vazgeçmek ve her GDO'yu bağımsız, şeffaf çevresel, sosyal, ekonomik ve sağlıkla alakalı etki değerlendirmelerine tabi tutmak için yeterli neden mevcuttur.

Dolayısıyla eleştirmenlerin endişeleri, endüstri lobicilerinin “bilim” kendileri tarafından kararlaştırıldığı, GDO ile ilgili gerçeklerin tartışılmaz olduğu ile ilgili iddiaları üzerinden bir kenara atılamaz. Bu tür iddialar, yalnızca siyasi duruşla alakalıdır ve politik gündemi GDO lehine çevirme stratejisinin bir parçasıdır.

Ne olursa olsun, küresel gıda güvensizliği ve yetersiz beslenme, üretkenlikteki eksikliğin sonucu değildir. Gıda adaletsizliği, küresel gıda rejiminin yerleşik bir özelliği olarak kaldığı sürece, GDO’lu gıda ve ürünlerin dünyayı beslemek için gerekli olduğu söyleminin abartılı bir söylem olduğu görülecektir.

Örneğin Hindistan'ı ele alalım. Dünyadaki açlıkla ilgili değerlendirmelerde oldukça başarısız bir konumda olmasına rağmen, Hindistan, tahıl ürünleri konusunda kendi kendine yeterli ülke seviyesine ulaştı ve tüm nüfusunu beslemek için yeterli gıdanın (kalori açısından) mevcut olmasını sağladı. Bugün Hindistan, dünyanın en büyük süt, bakliyat ve darı üreticisidir; pirinç, buğday, şeker kamışı, yerfıstığı, sebze, meyve ve pamukta ise ikinci en büyük üretici konumundadır.

FAO'ya göre, gıda güvenliği, tüm insanların her zaman, aktif ve sağlıklı bir yaşam için beslenme ihtiyaçlarını ve gıda tercihlerini karşılayan yeterli, güvenli ve besleyici gıdaya fiziksel, sosyal ve ekonomik erişimi olduğunda sağlanır.

Ancak birçok yerli halk için gıda güvenliği, uzak bir hayal olmaya devam ediyor. Hindistan nüfusunun büyük bir kısmı sağlıklı kalmak için yeterli yiyeceğe sahip değil ve yeterli düzeyde mikro besin sağlayan ve çeşitlilik arz eden yiyeceklerden mahrum. 2016-18 arası dönemi ele alan Kapsamlı Ulusal Beslenme Anketi, Hindistan'daki çocuk ve ergenlere yönelik, ülkeye dair önemli veriler sunan, ilk beslenme anketidir. Anketin tespitine göre, beş yaşın altındaki çocukların %35'i, okul çağındaki çocuklarınsa %22'si bodur, ayrıca ergenlerin %24'ü de yaşına göre zayıftır.

Hindistan'da insanlar, çiftçiler yeterince gıda ürünü üretmediği için aç değil. Açlık ve yetersiz beslenme, yetersiz gıda dağıtımı, cinsiyetlerarası eşitsizlik ve yoksulluk gibi çeşitli faktörlerden kaynaklanıyor, hatta milyonlarca insan aç kalırken, ülke gıda ihraç etmeye devam ediyor. Hindistan, bolluk içerisinde “kıtlık” çekiyor.

Çiftçilerin geçim kaynakları söz konusu olduğunda, GDO yanlısı lobi, onun üretkenliği artıracağını ve çiftçilerin daha iyi bir gelir elde etmesine yardımcı olacağını söylüyor. Bu da yanıltıcı bir tespit aslında, zira bu tespit, önemli siyasi ve ekonomik bağlamları göz ardı ediyor. Bol miktarda hasat kaldırmalarına rağmen, Hintli çiftçiler hâlen daha finansal sıkıntılarla boğuşuyorlar.

Hintli çiftçiler, düşük verimlilik nedeniyle zorluk yaşamıyorlar. Neoliberal politikaların, yıllarca süren ihmalin, ayrıca Dünya Bankası'nın ve tarımsal gıda alanında faal olan yağmacı şirketlerin emriyle küçük ölçekli tarımı ortadan kaldırmak için yürürlüğe koydukları kasıtlı stratejinin etkilerinin ceremesini çekiyorlar. Bu sebeple kırsal kesimdeki yoksulların kalori ve temel besin alımında yaşanan büyük düşüşe şaşmamak gerek. Ne kadar çok üretilirse üretilsin, hiçbir GDO bu sorunu çözemez.

Bununla birlikte, hem Hindistan'ın dışındaki hem de içindeki GDO yanlısı lobi, kamuoyunu ve siyasetçileri etkilemek adına yoğun halkla ilişkiler kampanyaları yürüttü, bu kampanyalara destek olmak için de mevcut durumu kendi amaçları doğrultusunda çarpıttı.

Altın Pirinç

Endüstri, uzun yıllardır altın pirincin reklâmını yapıp duruyor. Genetiğiyle oynanmış bir ürün olarak altın pirincin, uzak bölgelerdeki yoksul çiftçilere, beslenme düzeni dâhilinde çok ihtiyaç duyulan A vitaminini ekleyebilecek bir geçimlik ürün sağlamanın pratik bir yolu olup olmadığı, uzun zamandır tartışılan bir konu. A vitamini eksikliği, Küresel Güney'deki birçok fakir ülkede karşılaşılan bir sorun ve bu sorun, milyonlarca insanın enfeksiyon, hastalık ve körlük gibi diğer rahatsızlıkları yaşama riskini artırıyor.

Bazı bilim insanları, Rockefeller Vakfı'nın finansmanıyla geliştirilen altın pirincin her yıl A Vitamini eksikliğinden ölen yaklaşık 670.000 çocuğun ve kör olan 350.000 çocuğun hayatını kurtarmaya yardımcı olabileceğine inanıyorlar.

Bu arada kimi eleştirmenlerse, altın pirinç ile ilgili ciddi sorunlar olduğunu ve A vitamini eksikliğiyle mücadele için alternatif yaklaşımların uygulanması gerektiğini söylüyorlar. Greenpeace ve diğer çevre grupları, altın pirinç yanlısı lobi tarafından ortaya atılan iddiaların yanıltıcı olduğunu, lobinin A vitamini eksikliğiyle mücadelede gerçek sorunları fazla basitleştirdiğini söylüyorlar.

Pek çok eleştirmen, altın pirinci biyoteknoloji şirketlerinin ve müttefiklerinin diğer daha kârlı GDO’lu ürünlerin dünya genelinde onaylanmasının önünü açacağını umdukları, aşırı abartılmış bir Truva atı olarak görüyor.

Rockefeller Vakfı, “hayırsever” bir kuruluş olarak kabul edilebilir, ancak sahip olduğu sicil, ticari ve jeopolitik çıkarları yerel tarımın ve yerel ve ulusal ekonomilerin zararına kolaylaştıran bir gündemin büyük ölçüde parçası olduğunu ortaya koyuyor.

2013'te İngiltere'de çevre bakanı olarak çalışmış biri olarak, artık gözden düşmüş olan Owen Paterson, GDO karşıtlarının “dünyanın karnını doyurma girişimlerine kara bir gölge düşürdüğünü” iddia etti. Ayrıca Paterson, dünyadaki çocuk ölümlerinin üçte birinin nedeninin önlenmesine yardımcı olmak için A vitamini ile zenginleştirilmiş pirincin hızla piyasaya sürülmesi çağrısında bulundu:

“Az sayıda insanın bu teknolojiyle ilgilenmesi nedeniyle küçük çocukların kör olmasına ve ölmesine izin verilmesi berbat bir durum. Bu konunun beni çok üzdüğünü söylemek istiyorum. Yaptıklarının kesinlikle kötü olduğunu düşünüyorum.”

Observer'ın bilim yazarı Robin McKie, altın pirinçle ilgili, endüstrinin hakkında laf ettiği olağan konu başlıklarını tek bir eleştiri yöneltmeksizin ele alan bir yazı kaleme aldı. Twitter'da, Observer'dan Nick Cohen, kaleme aldığı şu notla yazıya destek sundu:

"Cahil Batılıların ayrıcalık isteyip duran yanını, gereksiz yere sefalete sebep olan, genetiği değiştirilmiş altın pirince karşı yürütülen kampanyadan daha iyi ortaya koyan başka bir örnek bulamazsınız.”

Şirketler adına lobi faaliyeti yürüten Patrick Moore, siyasiler için lobi faaliyeti yürüten Owen Paterson, biyoteknoloji denilen yan sanayinin tüccarlarından Mark Lynas, iyi ücret alan gazeteciler ya da gerçekleri öğrenmekten çok fırıldak çevirmekle alakalı olan lobici C. S. Prakaş gibi kişiler, pazarlama dilinin sinik bir biçimini benimseyip, GDO karşıtı eylemcilerin ve çevrecilerin, zengin ülkelerde yaşayan, ensesi kalın ve ayrıcalıklı kişilere nazaran daha fazla olduklarını, bu insanların yoksulları GDO’lu ürünlerin “faydalarından” mahrum bıraktıklarını söylüyorlar.

Altın pirinç yanlılarının başvurdukları karalama kampanyalarına ve şantajlara rağmen, Agriculture & Human Values [“Tarım ve İnsanî Değerler”] isimli dergide 2016 yılında yayınlanan bir makalede Glenn Stone ve Dominic Glover, altın pirincin yerine getirilmemiş vaatlerinden GDO karşıtı eylemcilerin sorumlu olduğuna dair çok az kanıt bulunduğunu ortaya koydu. Altın pirinç uzun yıllardır ekiliyor, ama hâlen daha destekçilerinin iddia ettikleri sağlıkla alakalı faydalarını henüz kimse görebilmiş değil.

Glenn Stone, konuyla ilgili şu tespiti yapıyor:

“Altın pirinç hâlâ piyasaya hazır değil, ancak çevre aktivistlerinin piyasaya sürülmesini geciktirmekten sorumlu olduğu yönündeki ortak iddiayı destekleyecek çok az kanıta ulaşabiliyoruz. Sorun, GDO karşıtları değil.”

Stone, pirincin, önde gelen araştırmaların yapıldığı Filipinler'deki pirinç yetiştirme enstitülerinin test alanlarında başarılı olmadığını da sözlerine ekliyor. Eylemciler, 2013 yılındaki bir protestoda bir altın pirinç deneme planını ortadan kaldırma başarısı gösterseler de, bu eylemin altın pirincin onaylanması üzerinde önemli bir etkisi olması pek mümkün değil.

Stone şunları söylüyor:

“Test alanlarını yok etmek, muhalefeti ifade etme konusunda başvurulacak şüpheli bir yoldur, ancak bu, uzun yıllar boyunca birçok yerde yürürlüğe konulan sayısız plandan sadece biriydi. Üstelik, altın pirinci eleştirenler, uzun zamandır ‘katiller’ olarak adlandırıyorlar.”

Altın pirincin başlangıçta iyi niyetlerle desteklenen umut verici bir fikir olduğuna inanan Stone, şunları söylüyor:

"Fakat sadece GDO'lar için savaşmak yerine, yoksul çocukların refahıyla gerçekten ilgileniyorsak, olası çözümler hakkında tarafsız değerlendirmeler yapmalıyız. Basit gerçek şu ki, 24 yıllık araştırma ve yetiştirme pratiklerinin ardından altın pirincin piyasaya sürülmeye hazır olmasına daha yıllar var.”

Araştırmacılar, çiftçiler tarafından hâlihazırda yetiştirilmekte olan GDO’lu olmayan türlerin yanı sıra, verim sağlayan, beta karoten ile zenginleştirilmiş türleri geliştirmede hâlâ sorun yaşıyorlar. Stone ve Glover, altın pirinçteki beta karotenin yetersiz beslenen çocukların vücutlarında A vitaminine dönüştürülüp dönüştürülemeyeceğinin hâlâ bilinmediğine dikkat çekiyor. Ayrıca, altın pirinçteki beta karotenin hasat mevsimleri arasında uzun süre saklandığında veya uzak kırsal bölgelerde yaygın olan geleneksel yöntemlerle pişirildiğinde ne kadar iyi dayanacağına dair çok az araştırma yapılmış.

GMWatch sitesinin editörlüğünü yapan Claire Robinson, depolama ve pişirme sırasında pirincin içindeki beta karotendeki hızlı bozulmanın, onun gelişmekte olan ülkelerdeki A vitamini eksikliğine bir çözüm olmadığı anlamına geldiğini savunuyor. Bağırsakta emilim ve ilk etapta altın pirinç tarafından verilebilecek düşük ve değişken beta karoten seviyeleri de dâhil olmak üzere çeşitli başka problemler de söz konusu.

Bu arada, Glenn Stone, altın pirinci geliştirme çalışmalarının sürdüğü dönemde Filipinler’in A vitamini eksikliğinin görüldüğü vaka sayılarını GDO dışı yöntemlerle azaltmayı başardığını söylüyor.

Burada sunulan ve altın pirincin ticari pazara ulaşamamasından aktivistlerin sorumlu olmadığını ortaya koyan kanıtlar üzerinden, pirinci destekleyenlerin onu eleştirenlere yönelik karalama kampanyaları, saldırıları ve şantajları neden devam ettirdikleri sorusunu sorabiliriz. “Bu teknolojiyi bu kadar çok dayatanlar, gerçekte kimlerin çıkarına hizmet ediyorlar?” sorusu makul ve yerinde bir soru.

2011 yılında, böcek ekolojisi ve haşere yönetimi konusunda önemli bir birikime sahip olan Marcia Ishii-Eiteman da benzer bir soru yöneltiyor:

“Altın pirinci savunanların onun milyonların acısını dindireceğini söylediği bu iddialı projeyi kim yönetiyor?”

Eiteman, sorusunu şu sözlerle yanıtlıyor:

“(Projeyi) altın pirincin mucitleri, Rockefeller Vakfı, ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı (USAID), halkla ilişkiler ve pazarlama uzmanları yanında, yönetim kurulunda önemli bir yere sahip olan Syngenta'yı da içeren elitler yönetiyor. Bu devasa deneyin yol açacağı muazzam politik, sosyal ve ekolojik sonuçlarını değerlendirecek tek bir çiftçi, yerli, hatta bir ekolojist veya sosyolog bile yok. Üstelik Uluslararası Pirinç Araştırmaları Enstitüsü’nün (IRRI) yürüttüğü altın pirinç projesinin başında, önceden Monsanto şirketinde direktör olarak çalışmış olan Gerald Barry var.”

Asya ve Pasifik Pestisit Eylem Ağı'nın yönetici direktörü Sarojeni V. Rengam, bağışçıları ve bilim insanlarını uykularından uyanıp doğru olanı yapmaya çağırdı:

“Altın pirinç, gerçek bir 'Truva atı'; İpleri, GDO’lu ürünlerin ve gıdaların kabulünü sağlamak için uğraşan tarımsal ticaret şirketlerinin elinde. Genetik mühendisliğinin ürünü olan tohumların arkasındaki fikir, tümüyle para kazanmak üzerine kurulu. […] Altın pirincin tanıtılmasına destek sunan herkese, bilhassa bu konuda bağışta bulunan kuruluşlara, paralarının ve çabalarının doğa ve tarımdaki biyolojik çeşitliliği tek türlü tarım yapılan alanlarla ve genetik mühendisliğinin elinden çıkma besin ürünleri ile yok etmek yerine, onu geri kazanmaya harcanmasının daha hayırlı olacağına dair güçlü bir mesaj göndermek istiyoruz.”

Rengam, esasen geçerli bir noktaya değiniyor. Hastalık, yetersiz beslenme ve yoksullukla mücadele etmek için önce altta yatan nedenleri anlamanız, daha doğrusu, en azından anlamak istemeniz gerekiyor.

Tanınmış yazar ve akademisyen Walden Bello, Filipinler'i son 30 yılda ekonomik bir bataklığa iten politikaların, borç ödemesine öncelik verilmesini, muhafazakâr makroekonomik yönetimi, hükümet harcamalarındaki kesintileri, ticaretin ve finansın serbestleştirilmesini, özelleştirmeleri ve deregülasyonu, tarımın yeniden yapılandırılmasını ve ihracat odaklı üretimi içeren “yapısal uyum” sürecinin bir sonucu olduğunu söylüyor.

Tarım ekonomisinin yeniden yapılandırılmasına da değinen Claire Robinson, eskiden yeşil yapraklı sebzelerin arka bahçelerde ve aynı zamanda pirincin büyüdüğü su basmış hendekler arasındaki çeltik tarlalarında yetiştirildiğini belirtiyor.

Bu hendekler, ayrıca zararlıları yiyen balıkları da içeriyordu. Böylece insanlar, pirince, yeşil sebzelere ve balıklara erişebiliyor, bu sayede bol miktarda beta karoten içeren besinlerden oluşan dengeli bir beslenme düzenine sahip olabiliyorlardı.

Ancak yerli mahsullerin ve tarım sistemlerinin yerini kimyasal girdilere bağımlı, tek türlü tarım aldı. Yeşil sebzeler pestisitler ile öldürüldü, suni gübreler getirildi ve balıklar kimyasal olarak kirlenmiş suda yaşayamadı. Ayrıca, araziye erişimin azalmasıyla birçok insan, yeşil sebzeler yetişen arka bahçelerden mahrum kaldı. İnsanlar, sadece pirince dayalı bir beslenme düzenine tabi hâle geldiler, böylece altın pirinç denilen “çözüm”ün temellerini attılar.

IMF ve Dünya Bankası’nın dayattığı “yapısal düzenlemeler, Filipinler, Etiyopya, Somali ve bir bütün olarak Afrika’yı kötü etkiledi, bu ülkelerdeki tarım ekonomilerini harap etti, ayrıca onları Batı’nın hâkim olduğu tarım ticaretine, manipüle edilmiş piyasalara ve haksız ticaret kurallarına bağımlı hâle getirdi. Buna karşın bugün GDO, yoksullukla ilgili hastalıklarla mücadele için “çözüm” olarak sunuluyor. Tarım ekonomilerinin yeniden yapılandırıldığı süreçten kazançlı çıkan şirketler, şimdi meydana gelen tahribattan kâr etmek istiyorlar.

2013'te Toprak Derneği, yoksulların sadece A vitamini eksikliğinin değil, daha kapsamlı bir yetersiz beslenme sorununun çilesini çektiğini ortaya koydu. Derneğe göre en iyi çözüm, beslenmeyi takviye edecek ürünlerle güçlendirme yöntemini ilk yardım sargısı gibi kullanmak, ardından daha geniş yoksulluk ve yetersiz beslenme sorunlarıyla mücadele eden önlemleri uygulamaktır.

Kapsamlı sorunların üstesinden gelmek için çiftçilere, yetersiz beslenmeyle ilgili sorunları çözme noktasında farklı ürünleri yetiştirmelerini sağlayacak çeşitli tohumlar, aletler verilmeli, kimi beceriler kazandırılmalı. Örneğin, tropikal koşullarda yetişen tatlı patateslerin, ABD'de yetişen, A vitamini yönünden zengin turuncu tatlı patateslerle melezlemek bir çözüm olabilir. Bugün başarıyla yürütülen bir kampanya dâhilinde, altın pirinçten beş kat daha fazla A vitamini içeren bu patatesler Uganda ve Mozambik'teki çiftçilere veriliyor.

Altın pirince son yirmi yılda yatırılan para, bu konuda yürütülen araştırma ve tanıtım çalışmaları, A vitamini eksikliğini gidermenin kanıtlanmış yollarına teksif edilseydi, gelişmekte olan ülkelerdeki körlük yıllar önce ortadan kaldırılabilirdi.

Buna karşın, gerçek çözümler peşinde koşmak yerine, tartışmayı kapatmak için karalamalara maruz kalıyor, GDO yanlısı yorumlar almaya devam ediyoruz.

Küçük toprak sahipleri tarafından kullanılan geleneksel zirai ekolojik uygulamaların çoğu, artık gelişmiş ve yüksek verimli, besleyici, sürdürülebilir tarım için uygun olarak kabul ediliyor.

Zirai ekolojik ilkeler, yerel gıda güvenliğine, yerel kalorifik üretime, ekim modellerine ve dönüm başına çeşitli beslenme üretimine, su tablası stabilitesine, iklim esnekliğine, iyi toprak yapısına ve gelişen haşerelerin yanında hastalıkların yol açtığı baskılarla başa çıkma yeteneğine öncelik veren, gıda ve tarıma yönelik bütünleşik, düşük girdiye ihtiyaç duyan bir sistemsel yaklaşımı ifade ediyor. İdeal olansa böylesi bir sistemin, optimal düzeyde kendi kendine yeterli olması, ayrıca toprak, su, tarla ve tohum gibi müşterek kaynakların yerli halk tarafından korunup sahiplenilmesi fikrini ve uygun gıda ürünlerine sahip olma hakkını temel alması.

Değer İhrazı

Geleneksel üretim sistemleri, ithal “çözümlerin” aksine çiftçilerin bilgi ve uzmanlığına dayanır. Örnek olarak Hindistan'daki pamuk ekimini alırsak, çiftçiler geleneksel tarım yöntemlerinden uzaklaştırılmaya devam ediyorlar, dahası, genetiği değiştirilmiş, haşereye dirençli, aslında yasaya aykırı olan pamuk tohumlarını kullanmaya zorlanıyorlar.

Araştırmacılar Glenn Stone ve Andrew Flachs, geleneksel uygulamaları terk etmiş olmanın bugüne dek çiftçilere hiçbir fayda sağlamadığını söylüyor. Burada mesele, (endüstrinin diline fazla doladığı bir laf olarak) genetiği değiştirilmiş tohumlar ve ilgili kimyasallar söz konusu olduğunda çiftçilere başka bir “seçenek” sunuluyor olması değil. Mesele, daha çok, genetiği değiştirilmiş tohum üreten şirketler ve son derece kazançlı olan bir pazardan yararlanmak isteyen yabani ot ilâcı üreticileri.

Hindistan'da herbisit pazarının büyümesi ihtimali çok yüksek. Hedef, Hindistan pazarını yabani bitkilere dirençli, genetiği değiştirilmiş tohumlara açmak, biyoteknoloji endüstrisinin en fazla para kazanan sektörü hâline getirmek (2015'te dünyada genetiği değiştirilmiş tohumların ekildiği alanların %86'sını glifosat veya glufosinata dirençli bitkiler kaplıyordu, bugün 2,4-D’ye dirençli ürünler de artık öne çıkıyor.)

Amaç, çiftçilerin yürüdüğü geleneksel yolları tahrip edip, onları endüstrinin yararına olacak şekilde biyoteknoloji/kimyasal kölesi yapmak.

Hindistan’da yayın yapan Country India isimli sitede (countryindiaonline.org) yayınlanan bir habere göre, Odişa'nın güneyindeki bir bölgede çiftçiler, yasaya aykırı ve pahalı olan GDO'lu, haşereye dirençli pamuk tohumlarına bağımlı hâle getirildiler. Oysa eskiden çiftçiler, bir önceki yıl ailecek kaldırdıkları hasattan toplanıp bir kenara konulan ve bol mahsul veren atalık tohumlarını karışık ekerlerdi. Artık geçimlerini sağlamak için tohum satıcılarına, kimyasal girdilere ve değişken bir uluslararası pazara bağımlılar ve ayrıca ortada gıda güvencesi diye bir şey de kalmadı.

Zirai ekolojiye yönelik çağrılar ve geleneksel, küçük ölçekli tarımın faydalarına dönük vurgular, aslında geçmişe ya da “köylülüğe” yönelik romantik bir özleme dayanmıyor. Mevcut kanıtlar, düşük girdili yöntemler kullanan küçük ölçekli çiftçiliğin, genel toplam çıktı açısından büyük ölçekli endüstriyel çiftliklerden daha verimli ve kârlı olduğunu, hatta iklim değişikliğine karşı daha fazla dirençli olabileceğini ortaya koyuyorlar. Çok sayıda üst düzey raporun bu tür tarıma yatırım çağrısında bulunmasının makul bir sebebi var.

Dünya genelinde endüstriyel tarım, sübvansiyonların %80'ini, araştırma fonlarınınsa %90'ını alıyor. Bu tür baskılara rağmen küçük ölçekli tarım, dünyanın karnının doyurulması noktasında hâlen daha önemli bir rol oynuyor.

Ortada muazzam ölçülere varmış olan bir sübvansiyon ve fon dağıtımı söz konusu. Bu sayede sistem daha fazla kâr elde ediyor. Çünkü tarım ve gıda sektöründe at koşturan oligopoller, sağlık, toplum ve çevre bağlamında yüzleştikleri maliyeti başkalarının sırtına yükleme imkânı buluyorlar.

Öte yandan siyasetçiler, kâr amacı güden ulusötesi şirketlerin doğal varlıkların (“müşterek varlıkların”) sahipleri ve koruyucuları olma hakkına sahip olduklarını kabul ediyorlar. Bu şirketler, lobiciler ve siyasi temsilcileri, tarımla alakalı vizyonları için siyasetçiler arasında “güçlü bir meşruiyet” elde etme konusunda epey yol katettiler.

Bu varlıkların ortak mülkiyeti ve yönetimi, kamu yararı için birlikte çalışan insanların varlığını şart koşuyor. Gelgelelim bu kaynakları ulus-devletler ve özel kuruluşlar temellük ediyorlar.

Örneğin Cargill, Hindistan'daki yemeklik yağ işleme sektörünü ele geçirdi ve bu süreçte köyde çalışan binlerce işçiyi işsiz bıraktı; Monsanto, tohumları kendi üretmiş ve icat etmiş gibi patentini almasına izin veren bir fikri mülkiyet hakları sistemi oluşturmak için bir plan hazırladı; Hindistan'ın yerli halkları, devletin madencilik şirketleriyle yaptığı gizli anlaşma nedeniyle kadim topraklarından zorla çıkartıldılar.

Temel ortak kaynakları ele geçirenler, ister kereste için ağaçlar, ister gayrimenkul için arazi veya tarım tohumları olsun, onları metalaştırmaya çalışırlar, yapay kıtlık yaratıp, diğer herkesi bu ortak kaynaklara erişim için para ödemeye zorlarlar. Süreç, kendi kendine yeterliliği ortadan kaldırarak ilerler.

Dünya Bankası'nın “tarım işini etkinleştirme” direktiflerinden, Dünya Ticaret Örgütü'nün “tarım anlaşmasına” ve ticaretle ilgili fikri mülkiyet anlaşmalarına kadar birçok örnekte de görüldüğü üzere, uluslararası kuruluşlar, zaten bize ait olan tohumları, toprağı, suyu, biyolojik çeşitliliği ve diğer doğal kaynakları tekelleştirmeye çalışan şirketlerin çıkarlarını yüceltmişlerdir. GDO'lu tarımın destekçileri olan bu şirketler, çiftçilerin yoksullaşmasına veya açlığına bir “çözüm” sunmuyorlar; zira genetiği değiştirilmiş tohumlar, sadece bir değer ihrazı, değerleri gasp etme yöntemi değil.

GDO yanlısı lobinin “dünyanın karnını doyurmak” için genetiği değiştirilmiş tohumlara ihtiyaç duyulduğuna dair söylemini değerlendirmek için, öncelikle (sübvansiyonlu) aşırı gıda üretimi zemininde açlığı ve yetersiz beslenmeyi besleyen küreselleşmiş bir gıda sisteminin dinamiklerini anlamamız gerekiyor. Kapitalizmin yıkıcı, yağmacı dinamiklerini ve tarımsal gıda devlerinin yeni (dış) pazarlar arayarak ve mevcut üretim sistemlerini kendi kârlarına hizmet edenlerle değiştirerek kârlarını sürdürme ihtiyacını görmek gerekiyor. GDO yanlısı bilim lobisi bünyesinde söz sahibi olan, GDO’yu çözüm olarak dayatan ve bu anlamda herkesi kandıran “kibirli emperyalizmi” reddetmek şart.

Journal of South Asian Studies [Güney Asya Çalışmaları] dergisinde çıkan “Hindistan'da Gıda Güvenliği ve Geleneksel Bilgi” isimli makalede de ifade edildiği üzere, teknokratik müdahaleler, yüzlerce yıllık geleneksel bilgiden yararlanan ve gıda güvenliğini güvence altına almak için geçerli yaklaşımlar olarak görülen tarım ekosistemlerini çoktan yok etti, temelsiz bıraktı.

Bu makalenin yazarları, Marika Vicziany ve Jagjit Plahe, Hintli çiftçilerin binlerce yıldır göç, ticaret ağları, hediye alışverişi veya tesadüfi yayılma yoluyla elde edilen farklı bitki ve hayvan örnekleriyle deneyler yaptığını belirtiyor. Hindistan'da gıda güvenliği için geleneksel bilginin hayatî önemine ve bu tür bilgilerin öğrenerek, yaparak, deneme yanılma yoluyla evrimine dikkat çekiyorlar. Hassas gözlem yapma becerileriyle çiftçiler, detayları hatırlayan bir hafızaya, ayrıca bilgiyi öğrenim ve hikâye anlatma yoluyla nesilden nesle aktarma şansına sahipler.

Bu çiftçilerin elindeki tohumlar ve bilgi, mülkiyetin konusu hâline gelmiş, kimyasala bağımlı melez ürünler yanında genetiği değiştirilmiş ürünler yetiştirmek adına şirketler tarafından temellük ediliyor.

Tohumları ve sentetik kimyasal girdileri elinde bulunduran büyük şirketler, geleneksel tohum değişim sistemlerini ortadan kaldırdılar. Çiftçilerin binlerce yıldır ektikleri tohumları çaldılar, çiftçilerin bin yıl boyunca geliştirdikleri irsiyet plazmasına el koydular, gerisin geri o tohumları çiftçilere kiraladılar. Besin ürünlerindeki genetik çeşitlilik önemli ölçüde azaldı. Tohum çeşitliliğinin ortadan kaldırmasıyla şirketlerin tohumları ayrıcalık kazanıp öne çıktı. Bu anlamda “Yeşil Devrim” denilen süreç, zaten bol mahsul toplayan ve iklime uygun ekim yapan köylülerin muhafaza ettikleri geleneksel tohumları çöpe attı.

Bununla birlikte, “iklim acil durumu” kisvesi, Gates’in dünyadaki yoksul ülkelerin küresel tarım ticareti ve teknoloji devlerinin egemen olduğu tek dünya tarımı vizyonunu benimsemeleri yönünde yaptığı baskıları gizliyor. Neticede bugün çevreyi asıl yağmalayan ve doğal dünyayı yıkıma uğratan, sözde gelişmiş ülkeler ve zengin elitler.

Yağmur ormanlarının çiftlikler ve tek türlü tarım ürünleri için tahrip edildiği süreci durdurmak, okyanuslara pestisit akışına mani olmak, büyüyen et endüstrisini kısıtlamak için kendi evlerini düzene sokmak, bu anlamda mısır gibi hayvan beslemek için kullanılan ürünlerin aşırı üretimine son vermek, GDO’lu glisofata bağımlı tarım faaliyetlerini durdurmak ve dünya gıda sisteminin her aşamasında uzun tedarik zincirlerinin fosil yakıtlara bağımlılığını ortadan kaldırmak, zengin ülkelerin ve onların güçlü tarım ve gıda şirketlerinin sorumluluğundadır.

GDO'ya dayalı tarım modelinin artık tüm ülkeler tarafından kabul edilmesi gerektiğini söyleyenler, doğal ekolojilerle uyumlu kendi tohumları ve uygulamalarıyla çalışan yerli gıda sistemlerini zaten mahvetmiş olan sömürgeci zihniyete hizmet etmekten başka bir şey yapmamaktadırlar.


III. Bölüm
Zirai Ekoloji
Yerelleştirme ve Gıda Egemenliği

Sektörün önde gelen isimleri ve bilim insanları, pestisit kullanımının ve GDO'ların “modern tarım” için gerekli olduğunu iddia ediyorlar. Ancak durum hiç de böyle değil: Artık elimizde aksini iddia etmek için yeterince kanıt var. Endüstri, bunların “güvenli” seviyelerde bulunduğuna dair bize ne kadar güvence vermeye çalışsa da, vücudumuzun zehirli tarım kimyasalları ile zehirlenmesine hiç gerek yok.

Ayrıca, “modern tarım”da sentetik pestisitlere veya GDO'lara olan ihtiyacı sorgularsanız, endüstri sizi bir şekilde cahil ve hatta “bilim karşıtı” olarak etiketliyor. Bunların zaruri olduğunu söyleyenler doğruyu söylemiyorlar.

Asıl, “modern tarım”ın anlamını sorgulamak gerekiyor. O, esasen dünya genelinde tarımsal sermayenin, ona ait uluslararası pazarların ve tedarik zincirlerinin taleplerini karşılamak için uyarlanmış bir sistemi ifade ediyor.

Yazar ve akademisyen Benjamin R Cohen'in kısa süre önce belirttiği gibi:

“Modern tarımın uzun mesafelere taşınabilen, markette ve evde birkaç günden fazla tutulabilen ürünler yetiştirmek gibi kimi ihtiyaçlarını karşılamanın sonucunda domateslerin ve çileğin tadı kalmayacak. Bunlar, aslında modern tarımın ihtiyaçları değil. Bunlar, küresel pazarların ihtiyaçları.”

Burada asıl sorgulanan, belirli bir sosyal ve ekonomik kalkınma modeline ve belirli bir tarım türüne ayrıcalık tanıyan politika paradigmasıdır. Bu paradigma ise kentleşme, dev süpermarketler, küresel pazarlar, uzun tedarik zincirleri, harici özel girdiler (tohumlar, sentetik pestisitler ve gübreler, makineler vb), kimyasala bağımlı tek ürün yetiştirme pratikleri, aşırı işlenmiş gıdalar ve marketlere (şirketlere) bağımlılık üzerine kuruludur. İşte bu paradigma, kırsal topluluklar, küçük bağımsız işletmeler ve küçük çiftlikler, yerel pazarlar, kısa tedarik zincirleri, çiftlik içi kaynaklar, çeşitli zirai ekolojik ürünler, besin değeri yüksek yiyecekler ve gıda egemenliği hilafına uygulamaya konulmaktadır.

Alternatif bir tarımsal gıda sisteminin gerekli olduğu açıktır.

400 bilim insanı tarafından hazırlanan ve 60 ülke tarafından desteklenen Uluslararası Kalkınma için Tarımsal Bilgi, Bilim ve Teknoloji Değerlendirme Kurulu’nun hazırladığı Tarım Yol Ayrımında isimli 2009 tarihli rapor, küresel tarımın verimliliğini korumak ve artırmak için zirai ekolojiyi tavsiye ediyor. Rapor ayrıca, 57 ülkede 37 milyon hektarı kapsayan 286 projeyi analiz eden ve ortalama ürün veriminin %79 arttığını tespit eden Küresel Güney'deki en büyük “sürdürülebilir tarım” çalışmasına atıfta bulunuyor (çalışma, bir yandan da “kaynakları koruyan”, organik olmayan konvansiyonel tarımı da içeriyor.).

Rapor, zirai ekolojinin endüstriyel tarıma kıyasla büyük ölçüde geliştirilmiş gıda güvenliği ve beslenme, cinsiyet, çevre ve verim faydaları sağladığı sonucuna ulaşıyor.

One Earth [“Tek Dünya”] dergisinde yayınlanan, “Avrupa’daki Tarımsal Gıda Sisteminin Yeniden Şekillendirilmesi ve Azot Döngüsünün Sonlandırılması: Beslenme Düzenindeki Değişiklikleri, Zirai Ekolojiyi ve Döngüselliği Birleştirme İhtimali” (2020) başlıklı makalede iletilen mesajda, organik bazlı, tarımsal gıda sisteminin Avrupa'da uygulanabileceğinden, bunun çevre ve tarım arasında dengeli bir birlikteliği ve yaşama pratiğini mümkün kılacağından bahsediliyor. Ayrıca raporda, bu ihtimalin gerçekleşmesi durumunda, Avrupa’nın özerk konumunun güçleneceğinden, kıtanın 2050'de öngörülen nüfusu besleyebileceğinden, Avrupa’da üretilen tahılın insan tüketimi noktasında ihtiyaç duyan ülkelere yönelik ihracın devam edeceğinden, su kirliliğini ve tarımdan kaynaklanan zehirli emisyonları önemli ölçüde azaltacağından söz ediliyor.

Gilles Billen vd.’nin elinden çıkan makale, organik tarımın gıda güvenliğini, kırsal kalkınmayı, daha iyi beslenmeyi ve sürdürülebilirliği garanti etmek için hayatî olduğu sonucuna varan uzun bir araştırma ve rapor dizisini takip ediyor.

2006 tarihli Organik Tarımın Küresel Gelişimi: Zorluklar ve Beklentiler isimli kitabında Neils Halberg vd., çoğunluğu Küresel Güney'de yaşayan 740 milyondan fazla (ki bu rakam bugün en az 100 milyon daha arttı) insanın gıda güvensizliğinden muzdarip olduğunu söylüyor. Yazarlar ayrıca, Küresel Güney'deki tarım alanının yaklaşık %50'sinin organik tarıma dönüştürülmesinin, kendi kendine yeterliliğin artması ve bölgeye net gıda ithalatının azalmasıyla sonuçlanacağını söylüyorlar.

2007'de FAO, organik modellerin maliyet etkinliğini artırdığını ve iklimsel stres karşısında dayanıklılığa katkıda bulunduğunu belirtti. FAO, biyolojik çeşitliliği, zaman (rotasyon) ve mekân (farklı ürünlerin ekilmesi) bağlamında yöneterek, organik ürün üreten çiftçilerin, üretimi sürdürülebilir bir şekilde yoğunlaştırabilmeleri noktasında kendi emeklerini ve çevresel faktörleri kullanabilecekleri ve organik tarımın, çiftçilerin birilerinin mülkü olan tarımsal girdiler için borçlandıkları o kısır döngünün kırılmasının bu sayede mümkün olabileceği sonucuna ulaştı.

Tabii ki, organik tarım ve zirai ekoloji mutlaka bir ve aynı şey değildir. Organik tarım, hâlâ dev tarımsal gıda holdinglerinin hâkim olduğu küreselleşmiş gıda rejiminin bir parçası iken, zirai ekoloji organik uygulamaları kullanıyor, ancak ideal olarak yerelleştirme, gıda egemenliği ve kendine güven ilkelerine dayanıyor.

FAO, zirai ekolojinin gıda konusunda kendi imkânlarına dönük güveni artırdığı, küçük ölçekli tarımın canlanmasına ve istihdam fırsatlarının artmasına katkıda bulunduğu iddiasındadır. Organik tarımın, mevcut dünya nüfusu için dünya genelinde kişi başına düşen yeterli gıdayı üretebileceğini, üstelik bunu konvansiyonel tarımdan daha az çevresel etkiyle üretebileceğini savunuyor.

2012 yılında BM Ticaret ve Kalkınma Konferansı (UNCTAD) Genel Sekreter Yardımcısı Petko Draganov, Afrika'nın organik tarıma geçiş sürecinin kapsamını genişletmenin kıtanın beslenme ihtiyaçları, çevre, çiftçilerin gelirleri, pazarlar ve istihdam üzerinde olumlu etkileri olacağını belirtti.

BM Çevre Programı (UNEP) ve UNCTAD (2008) tarafından yürütülen bir meta-analiz, Afrika'da 114 organik tarım vakasını değerlendirdi. Bu iki BM kuruluşu, organik tarımın Afrika'da gıda güvenliğine çoğu geleneksel üretim sisteminden daha elverişli olabileceği ve uzun vadede sürdürülebilir olma olasılığının daha yüksek olduğu sonucuna vardı.

Rodale Enstitüsü, BM Yeşil Ekonomi Girişimi, Tamil Nadu Kadın Kolektifi, Newcastle Üniversitesi ve Washington Eyalet Üniversitesi gibi birçok kurumun çalışmaları ve yürüttükleri projeler, organik tarımın etkinliğini kanıtlıyorlar. Dahası, tek başına Malavi'deki organik temelli tarımın sonuçları bile bize birçok şey söylüyor.

Bu arada Küba, endüstriyel kimyasalları yoğun olarak kullanan tarımdan uzaklaşarak, en kısa sürede en büyük değişiklikleri yapan dünyadaki tek ülkedir.

Zirai Ekoloji Profesörü Miguel Altieri, Küba'nın SSCB'nin çöküşü sonucunda yaşadığı zorluklar nedeniyle, doksanlarda organik ve zirai ekolojik tekniklere yöneldiğini belirtiyor. 1996'dan 2005'e kadar, Küba'da kişi başına düşen gıda üretimi, üretimin Küba’nın da içinde olduğu bölgede durgun olduğu bir dönemde, yıllık %4,2 arttı.

2016 itibarıyla Küba şehirlerinde 383.000 çiftlik vardı ve bu çiftlikler, 1,5 milyon tondan fazla sebze üreten, eskiden kullanılmayan 50.000 hektarlık bir alanı kapsıyordu. En üretken kentsel çiftlikler, sentetik kimyasallar kullanmadan, dünyanın en yüksek oranı olan metrekare başına 20 kiloya kadar gıda üretebiliyor. Bu çiftlikler, Havana ve Villa Clara'da tüketilen tüm taze sebzelerin %50 ila %70'ini, hatta daha fazlasını sağlıyor.

Altieri ve Fernando R Funes-Monzote’nin hesabına göre, tüm köy çiftlikleri ve kooperatifleri çeşitlendirilmiş zirai ekolojik kurguyu benimserlerse, Küba'nın nüfusunu besleyecek, turizm endüstrisine gıda tedarik edecek, hatta başka ülkelere ihraç edilen kimi gıdalar üzerinden döviz temin etme imkânı bile bulabilecekler.

Sistemlerin Bütünlüğünü Gözeten Yaklaşım

Zirai ekolojik ilkeler, diğer şeylerin yanı sıra, insan sağlığı, toprak ve su kaynakları üzerinde muazzam baskılara neden olan, endüstriye hâkim, kimyasalın yoğun kullanılmasını, mahsul ve ürün miktarını esas alan indirgemeci yaklaşımdan uzaklaşmayı ifade ediyor.

Zirai ekoloji, çağdaş ekoloji, toprak biyolojisi ve zararlıların biyolojik kontrolüyle ilgili unsurları kullanan geleneksel bilgi ve modern tarımsal araştırmalara dayanır. Bu sistem, tarım kimyasallarını ve şirketlere ait tohumları kullanmadan, zararlıları ve hastalıkları yönetmek için çiftlikte yenilenebilir kaynaklardan yararlanıp endojen çözümlere öncelik vermek suretiyle, sağlam temeller üzerine kurulu ekolojik yönetimi oluşturmaya gayret eder.

Akademisyen Raj Patel çalışmasında, inorganik gübre kullanmak yerine azotun bağlanmasına yardımcı olan fasulyenin yetiştirilebileceğinden, çiçeklerin haşerelere mani olma noktasında faydalı böcekleri çekecek çiçeklerin kullanılabileceğinden ve yoğun ekimle yabani otların tasfiye edilebileceğinden dem vururken, aslında zirai ekolojinin temel uygulamalarını ana hatlarıyla aktarıyor. Bu uygulamaların neticesinde ortaya iyice zenginleşmiş, karmaşıklaşmış bir çok-türlü tarım faaliyeti çıkıyor. Bu faaliyet dâhilinde tek ürün yerine birçok farklı ürün aynı anda üretilebiliyor.

Ne var ki bu model, küresel tarım ticareti çıkarlarıyla çelişen, ona meydan okuyan bir modeldir. Yerelleştirme ve çiftlik içi girdilere vurgu yapan zirai ekoloji, şirketlerin mülkü olan kimyasallara, korsan patentli tohumlara ve bilgiye veya uzun vadeli küresel tedarik zincirlerine bağımlılığa ihtiyaç duymuyor.

Zirai ekoloji, kimyasalları yoğun kullanan, hâkim endüstriyel tarım modeliyle keskin bir tezat oluşturuyor. Endüstriyel tarım modeli, esasen salt mahsul ve ürün miktarına bakan dar bakış açısına saplanıp kalmış indirgemeci bir zihni temel alıyor. İlgili bakış açısı ise gıda ve tarım sahasını toplumsal, kültürel, ekonomik ve zirai sistemlerle bütünleştirmeyi öngören yaklaşımı kavrayamıyor, belki de kavramak istemiyor.

Bizim, zirai ekolojinin ilkelerine ve kısa tedarik zincirlerine dayalı yerel ve demokratik gıda sistemlerine ihtiyacımız var. Ülkeden ırak güçlü şirketlere ve onların çevreye zarar veren pahalı girdilerine bağımlı olmak yerine, yerel ve bölgesel gıdada kendi kendine yeterliliği mümkün kılan bir yaklaşımın esas alınması gerekiyor. Son iki yıl içerisinde dünya genelinde ülke ekonomilerinin çoğunun kepenklerini indirmesiyle oluşan fiilî durum, bize uzun tedarik zincirlerinin ve küresel piyasaların şoklara karşı savunmasız olduğunu göstermiş olmalı. Gerçekten de, uygulanan muhtelif kapanma tedbirlerinin bir sonucu olarak yüz milyonlarca insan, bugün gıda kıtlığıyla karşı karşıya.

2014 yılında, o dönemin BM özel raportörü Olivier De Schutter tarafından hazırlanan bir raporda, zirai ekolojinin savunduğu ilkelerin demokratik yollarla kontrol altında tutulan tarım sistemlerine uygulanması suretiyle gıda krizlerine ve yoksulluk sorunlarına son verebileceğimizden bahsediliyordu.

Buna karşın Batılı şirketler ve vakıflar, hep birlikte “sürdürülebilirlik” türküsünü tutturuyorlar, bir yandan da geleneksel tarımı ve gerçek manada sürdürülebilir olan tarımsal gıda ürünü sistemlerini yok ediyor, bir de şirketlerin gıda üretimi sahasını ele geçirdiği süreci “çevreci” ve “yeşil” bir misyon olarak pazarlamaya çalışıyorlar.

Gates Vakfı, “Tek Dünya Tarımı” denilen girişim üzerinden, tüm dünyada tek bir tarım türünün uygulanması için bastırıyor. Çiftçilerin veya halkın neye ihtiyacı olduğuna veya ne istediğine bakılmaksızın yukarıdan aşağıya doğru belirli bir yaklaşım dayatılıyor. Burada önerilen sistemse şirketlerin merkezde durdukları, onların gücüne güç katan bir yapı.

Böylesi bir model için uğraşıp duranların gücü ve etkisi düşünüldüğünde, bu sistemin kurulması kaçınılmaz mı? ETC Grubu ile işbirliği içinde “Uzun Gıda Hareketi: 2045'e Kadar Gıda Sistemlerini Dönüştürmek” başlıklı bir rapor yayınlayan “Sürdürülebilir Gıda Sistemlerine İlişkin Uluslararası Uzmanlar Paneli” böyle düşünmüyor.

Sivil toplum ve sosyal hareketler bünyesinde ele alınabilecek taban örgütleri, uluslararası STK'lar, çiftçi ve balıkçı grupları, kooperatifler ve sendikalar türü yapılar, finansal akışları, yönetişim yapılarını ve gıda sistemlerini tümüyle dönüştürmek için sıkı bir işbirliği kurulması çağrısında bulunuyorlar.

Raporun baş yazarı Pat Mooney, tarımsal ürün ticaretinin çok basit bir mesajı olduğunu söylüyor: Art arda gelen çevresel kriz, ancak hükümetler, girişimci dâhilerin önünü açarsa, zenginleri teşvik edip en güçlü şirketlerin risk alma ruhunu özgür kılarsa geliştirilebilecek güçlü yeni gen ve bilgi teknolojileri ile çözülebilir.

Mooney, onlarca yıldır gelişen teknolojiye dayalı benzer mesajlar aldığımızı, ancak teknolojilerin ya ortaya çıkmadığını ya da başarısız olduğunu ve büyüyen tek şeyin şirketler olduğunu belirtiyor.

Mooney, zirai ekoloji gibi gerçekten başarılı olan yeni alternatiflerin sıklıkla tehlikeye attıkları endüstriler tarafından bastırıldığını söylüyor, ama öte yandan, sivil toplumun, özellikle sağlıklı ve adil zirai ekolojik üretim sistemleri geliştirme, kısa (topluluk temelli) tedarik zincirleri oluşturma ve yönetişim sistemlerini yeniden yapılandırıp demokratik kılma noktasında sahip olduğu o dikkate değer siciline işaret ediyor. Mooney, tüm bunları söylerken belirli kanıtlarla desteklenen bir fikri esas alıyor.

Birkaç yıl önce Oakland Enstitüsü, iklim değişikliği, açlık ve yoksulluk karşısında Afrika'da zirai ekolojik tarımın başarısını vurgulayan 33 vaka çalışması ile ilgili bir rapor yayınladı. Çalışmalar, iklim adaletini sağlayıp, toprakları ve çevreyi eski hâline getirirken, tarımsal dönüşümün ekonomi, toplum ve gıda güvenliği açısından nasıl muazzam faydalar sağlayabileceğine dair olguları ve rakamları aktarıyor.

Araştırma, çiftçilerin gelirlerini, gıda güvenliğini ve mahsul direncini artırırken, tarımsal verimi artırmanın ekonomik ve sürdürülebilir yolları da dâhil olmak üzere, zirai ekolojinin birçok faydasına vurgu yapıyor.

Rapor, zirai ekolojinin, bitki çeşitlendirmesi, ara ürün ekimi, toprak verimliliği için malç, gübre veya kompost uygulaması, zararlıların ve hastalıkların doğal yönetimi, tarımsal ormancılık ve su yönetim yapılarının inşası dâhil olmak üzere çok çeşitli teknikleri ve uygulamaları nasıl kullandığını açıklıyor.

Zirai ekolojinin başarıyla uygulandığı birçok örnek var. Buna karşılık, birçok çiftçi, Yeşil Devrim’in önerdiği fikri ve uygulamaları terk ediyor.

Modelin Kapsama Alanının Genişletilmesi

Million Belay, Farming Matters [“Çiftçilik Meseleleri”] isimli internet sitesine verdiği röportajda, zirai ekolojik tarımın Afrika için nasıl en iyi model hâline geldiğini anlatıyor. Belay, en büyük zirai ekolojik girişimlerden birinin 1995 yılında Kuzey Etiyopya'nın Tigray kentinde başladığını ve bugün de devam ettiğini söylüyor.

Proje dört köyle başlamış, iyi neticeler alındıktan sonra 83 köye ve nihayet Tigray Bölgesi'nin tamamına yayılmış. Projenin kapsama alanının ülke genelini içerecek şekilde genişletilmesi önerisi, Tarım Bakanlığı'na iletilmiş. Proje, bugün Etiyopya'nın altı bölgesine yayılmış durumda.

Mekele’deki Etiyopya Üniversitesi’nin yürüttüğü araştırmaların bu projeye destek vermesi, esasen karar vericileri bu tür uygulamaların işe yaradığına ve hem çiftçiler hem de toprak için daha iyi olduğuna ikna etmede kritik öneme sahip olduğunun kanıtı niteliğinde.

Bellay, Doğu Afrika'da geniş çapta uygulamaya konulan, “itme-çekme” adı verilen bir zirai ekoloji uygulamasından bahsediyor. Bu yöntem, önemli ot türlerinin yabani ot türleriyle birlikte ekilmesiyle haşereleri kontrol altına alma amacına hizmet ediyor. Bu işlemde haşereler, bir yandan bir ya da daha fazla bitkiyle sistemden kovuluyor, yani itiliyor, bir yandan da “yem” niyetine ekilmiş bitkilerle avlanıyor, yani o bitkilere doğru çekiliyor, böylece ürün böcek istilasına karşı korunmuş oluyor.

İtme-çekme yönteminin tarlalardaki haşere popülasyonlarını biyolojik olarak kontrol etmede, pestisit ihtiyacını önemli ölçüde azaltmada, özellikle mısırda üretimi artırmada, çiftçilerin gelirini ve hayvanlara verilen yem miktarını çoğaltmada, buna bağlı olarak, süt üretimini artırmada, ayrıca toprak verimliliğinin iyileştirilmesinde çok etkili olduğu kanıtlanmıştır.

2015 yılına kadar bu uygulamayı kullanan çiftçi sayısı 95.000'e yükseldi. Başarının temel taşlarından biri, Doğu Afrika'da 15 yıldan fazla bir süredir sap kurtları ve canavar otları üzerine etkin bir ekolojik çalışma yürüten Uluslararası Böcek Fizyolojisi ve Ekolojisi Merkezi ile Rothamsted Araştırma İstasyonu'nun (İngiltere) işbirliğiyle en son elde edilen bilimsel bilgilerin birleştirilmesidir.

Bu deneyim, bakanlıklar ve araştırma kurumları gibi önemli kurumların desteğiyle nelerin başarılabileceğinin delilidir.

Örneğin Brezilya'da yönetimler, “Gıda Tedariği Programı” adı altında, devlet okulları ve hastaneleri ile birlikte tedarik zincirleri geliştirerek, köylü tarımını ve zirai ekolojiyi desteklediler. Bu, halkın iyi fiyatlara ürün satın almasını sağladı ve çiftçileri bir araya getirdi. Program, toplumsal hareketlerin hükümete yönelik, onun harekete geçmesi için uyguladığı baskının bir sonucuydu.

Federal hükümet, ayrıca yerli tohumlar getirdi ve onları ülke çapındaki çiftçilere dağıttı; bu, birçok çiftçinin yerel tohumlara erişim imkânını yitirdiği koşullarda şirketlerin ilerlemesiyle mücadele etmek için önemli bir adımdı.

Ancak zirai ekoloji, sadece Küresel Güney ile ilgili bir mesele olarak görülmemeli. Önce Gıda olarak da bilinen Gıda ve Kalkınma Politikası Enstitüsü isimli STK’nın İcra Direktörü Eric Holtz-Gimenez, zirai ekolojinin, dünyanın tarımın da ötesine geçen (ancak bununla bağlantılı olan) sorunlarının çoğuna somut, pratik çözümler sunduğu düşüncesinde. Ona göre bu çözümleri sunarken zirai ekoloji, bir yandan da can çekişen doktriner neoliberal ekonomiye meydan okuyor ve ona alternatifler sunuyor.

Zirai ekolojinin ölçeğinin büyütülmesiyle açlık, yetersiz beslenme, çevredeki tahribat ve iklim değişikliği ile mücadele etmek mümkün hâle gelecektir. Zirai ekoloji, nispeten zengin ülkelerde entansif tarım çalışmaları dâhilinde ücretli emeğin yapacağı, güvence altına alınmış işler konusunda imkânlar yaratmak suretiyle, başka ülkelerden işçilerin kullanılması ile dışarıdan gelen işleri yapmak için köylülerin şehirlere göç edip toplu hâlde terhanelere dolması ve oralarda yabancı şirketlerin işlerini yapması arasındaki bağı kurar ve ilgili sorunu çözüme kavuşturur. Zira bu sorun, iki yönlü işleyen, neoliberal küreselleşmeden kaynaklanan, ABD ve İngiltere ekonomilerini mahveden bir sorundur. Bugün Hindistan gibi ülkelerde ucuz yedek işçi ordusu meydana getirmek için köylerdeki altyapı bu sebeple tahrip edilmekte, yerli halkın kurduğu gıda üretim sistemleri bu sebeple yıkıma uğratılmaktadır.

Çeşitli resmi raporlar, düşük gelirli bölgelerdeki açları beslemek ve gıda güvenliğini sağlamak için küçük çiftlikleri ve çeşitli, sürdürülebilir zirai ekolojik tarım yöntemlerini desteklememiz ve yerel gıda ekonomilerini güçlendirmemiz gerektiğini savunmaktadır.

Olivier De Schutter’in de tespit ettiği gibi:

“2050'de dokuz milyar insanı beslemek için acilen mevcut en verimli tarım tekniklerini benimsememiz gerekiyor. Günümüzün bilimsel kanıtları, zirai ekolojik yöntemlerin, özellikle elverişsiz ortamlarda, açların yaşadığı gıda üretimini artırmada kimyasal gübre kullanımından daha iyi performans gösterdiğini ortaya koyuyor.”

Olivier De Schutter, küçük ölçekli üretim yapan çiftçilerin ekolojik yöntemler kullanarak kritik bölgelerde gıda üretimini on yıl içerisinde ikiye katlayabileceğini belirtiyor. Bilimsel literatürün kapsamlı bir incelemesine dayanan, kendisinin de dâhil olduğu çalışma, gıda üretimini artırmanın ve en yoksulların durumunu iyileştirmenin bir yolu olarak zirai ekolojiye tümden geçilmesi çağrısında bulunuyor. Rapor, ayrıca devletleri zirai ekolojiye geçmeye çağırıyor.

Zirai ekolojinin başarı öyküleri, kalkınma meselesi, çiftçilerin ellerine teslim edildiğinde nelerin başarılabileceğini ortaya koyuyor. Zirai ekolojik uygulamaların yaygınlaşması, gelecek nesiller için sürdürülebilecek hızlı, adil ve kapsayıcı bir kalkınma anlamına geliyor. Bu model, aşağıdan yukarıya doğru uzanan ve devletin daha sonra yatırım yapıp kolaylaştırabileceği politika ve faaliyetleri içeriyor.

Uygun yollar, depolama ve diğer altyapı ile desteklenen yerel pazarlara erişimi olan ve merkezî olmayan bir gıda üretimi sistemi, egemen olan ve küresel sermayenin ihtiyaçlarına hizmet etmek için tasarlanmış sömürücü uluslararası pazarların önüne geçmeli.

Ülkeler ve bölgeler, nihayetinde dar bir şekilde tanımlanmış gıda güvenliği kavramından uzaklaşmalı ve gıda egemenliği kavramını benimsemeliler. Gates Vakfı ve tarım işletmelerine sahip holdingler tarafından tanımlanan şekliyle “gıda güvenliği” hep, yalnızca uzmanlaşmış üretime, arazi konsantrasyonuna ve ticaretin serbestleştirilmesine dayalı büyük ölçekli, sanayileşmiş şirket temelli çiftçiliğin yaygınlaştırılmasını haklı çıkarmak için kullanıldı. Bu ise, küçük üreticilerin yaygın olarak mülksüzleştirilmesine ve küresel ekolojik bozulmaya yol açtı.

Dünya genelinde, tarım uygulamalarında makineleştirilmiş, endüstriyel ölçekte kimyasalları yoğun kullanan, tek türlü tarımsal faaliyetlere ve kırsal ekonomilerin, geleneklerin ve kültürlerin altının oyulmasına veya ortadan kaldırılmasına yönelik bir değişikliğe tanık oluyoruz. Bölgesel tarıma dayatılan “yapısal uyum” politikalarının, şirketlere ait tohumlara ve teknolojilere bağımlı hâle gelen çiftçiler açısından girdi maliyetlerini hızla arttırdığına ve gıdada kendi kendine yeterliliğin yok edildiğine şahit oluyoruz.

Gıda egemenliği, sağlıklı ve kültürel açıdan uygun gıda hakkını ve insanların kendi gıda ve tarım sistemlerini tanımlama hakkını kapsar. “Kültürel açıdan uygun gıda” ifadesi, aslında insanların geleneksel olarak ürettikleri ve yedikleri yiyeceklerin yanı sıra topluluk ve topluluk duygusunu destekleyen, sosyal olarak yerleşik uygulamalara çakılmış bir selamdır.

Ama bir yandan da bu söylenenlerin ötesini de görmemiz gerekiyor. Zira “yerel” ile kurduğumuz bağ, bir yandan da fazlasıyla fizyolojik bir bağdır.

İnsanlar, bağırsak mikrobiyomunu etkileyen yerel topraklarla, işleme ve fermantasyon süreçleriyle derin bir mikrobiyolojik bağlantıya sahiptir. Bakterilerden, virüslerden ve mikroplardan oluşan bu yaklaşık üç kiloluk mikrobiyom, insanın yaşadığı yerin toprağına benzer. Toprakta olduğu gibi mikrobiyom da yediklerimize ve yiyemediklerimize bağlı olarak bozulur. Ana organlardan gelen birçok sinir ucu bağırsakta bulunur ve mikrobiyom onları etkili bir şekilde besler. Mikrobiyomun modern küresel gıda üretim/işleme sistemi ve maruz kaldığı kimyasal bombardıman tarafından nasıl bozulduğuna dair, hâlen daha devam etmekte olan bir yığın araştırma mevcuttur.

Kapitalizm, yaşamın tüm yönlerini, varlığımızın özünü, hatta fizyolojik düzeyde bile sömürgeleştirir. Güçlü şirketler, zirai kimyasallar ve gıda katkı maddeleriyle bu “toprağa” ve onunla birlikte insan vücuduna saldırmaktadır. Sağlıklı topraklarda yetiştirilen, geleneksel olarak işlenmiş gıdaları yemeyi bırakıp, kimyasal yüklü tarım ve işleme faaliyetlerine tabi tutulan gıdaları yemeye başladığımız anda kendimizi değiştirmeye başladık.

Gıda üretimini ve mevsimleri çevreleyen kültürel geleneklerin yanı sıra, yerelliklerimizle olan köklü mikrobiyolojik bağımızı da kaybettik. Yerini, şirketlere ait kimyasallar, tohumlar ve Monsanto (şimdi Bayer), Nestle ve Cargill gibi şirketlerin hâkim olduğu küresel gıda zincirleri aldı.

Bağırsaktaki nörotransmiterler, ana organların işleyişini etkilemenin yanı sıra ruh hâlimizi ve düşüncemizi de etkiler. Bağırsak mikrobiyomunun bileşimindeki değişiklikler, otizm, kronik ağrı, depresyon ve Parkinson dâhil olmak üzere çok çeşitli nörolojik ve psikiyatrik durumlarla ilişkilendirilmiştir.

Bilim yazarı ve nörobiyolog Mo Costandi, bağırsak bakterilerini ve bunların beyin gelişimindeki dengelerini ve önemini tartışıyor. Bağırsak mikropları, beyindeki istenmeyen sinapsları ortadan kaldıran bağışıklık hücreleri olan mikrogliyanın olgunlaşmasını ve işlevini kontrol ediyor. Bağırsaktaki mikrop bileşiminde yaşa bağlı değişiklikler, ergenlikte miyelinasyonu (sinir kılıflanması) ve sinaptik budamayı düzenlemekte, bu nedenle bilişsel gelişime katkıda bulunabilmektedir. Bu değişikliklerin yaşanmaması, çocuklar ve ergenler için ciddi sonuçlar doğurmaktadır.

Ek olarak, çevreci Rosemary Mason, artan obezite seviyelerinin bağırsaktaki düşük bakteri zenginliği ile ilişkili olduğunu belirtiyor. Gerçekten de modern gıda sistemine maruz kalmayan kabilelerin daha zengin mikrobiyomlara sahip oldukları kaydedilmiştir. Mason, suçu doğrudan tarımda kullanılan kimyasallara atıyor, bu noktada özellikle dünyanın en yaygın biçimde kullanılan herbisiti olan ve kobalt, çinko, manganez, kalsiyum, molibden ve sülfat gibi temel minerallerin güçlü bir şelat ajanı olarak iş gören glisofata işaret ediyor. Mason’ın düşüncesine göre glisofat, yararlı bağırsak bakterilerini de öldürüyor, ayrıca zehirli bakterilere alan açıyor.

Siyasetçiler, Yeşil Devrim uygulamaları ve teknolojisinin reklâmını yaptıkları kadar zirai ekolojiye öncelik vermiş olsalardı, yoksulluk, işsizlik ve kentsel göçü çevreleyen sorunların çoğu çözülebilirdi.

Uluslararası Zirai Ekoloji Forumu'nun 2015 tarihli bildirgesi, gerçek anlamda zirai ekolojik gıda üretimine dayalı, yeni kırsal-kentsel bağlantılar yaratan tabandan yerel gıda sistemlerinin kurulması fikrini savunuyor. Zirai ekolojinin endüstriyel gıda üretim modelinin bir aracı hâline getirilmemesi gerektiğini söyleyen bildirge, onun ilgili modelin temel alternatifi olması gerektiğine vurgu yapıyor.

Bildirge, bir yandan da zirai ekolojinin politik olduğunu, yerel üreticilerin ve toplulukların toplumdaki iktidar yapılarına meydan okuması ve dönüştürmesi gerektirdiğini, özellikle tohumların, biyolojik çeşitliliğin, toprak ve bölgelerin, suların, bilginin, kültürün ve müştereklerin kontrolünün dünyanın karnını doyuranların ellerine verilmesini gerektirdiğini söylüyor.

Bununla birlikte, zirai ekolojiyi geliştirmenin en büyük zorluğu, büyük şirketlerin ticari tarıma yönelmesinde ve zirai ekolojiyi marjinalleştirme girişimlerinden kaynaklanıyor. Bugün ne yazık ki, küresel tarım işletmeciliğinin, bilimsel, politik ve yönetsel alanlarda başarılı bir şekilde örülmüş karmaşık bir süreçler ağına dayanan "güçlü meşruiyet" statüsünü güvence altına aldığını görüyoruz. Bu algılanan meşruiyet, devlet dairelerini, kamu kurumlarını, tarımsal araştırma paradigmasını, uluslararası ticareti, ayrıca gıda ve tarımla ilgili kültürel anlatıyı ele geçirmek veya şekillendirmek için yola çıkan tarım işletmeciliği holdinglerinin lobicilik faaliyetlerinden, finansal nüfuzundan ve siyasi gücünden kaynaklanıyor.


IV. Bölüm
Tahrif Edici Kalkınma
Şirketlerin İhrazı ve Emperyalizmin Niyeti

Birçok hükümet, tarım teknolojileri sektörünün ve tarım işletmeciliği endüstrinin kullandığı teknolojileri halka kabul ettirmek için o teknolojilerin sahipleriyle birlikte çalışıyor. Aslında halkın çıkarları adına çalışma yürütmesi gereken bilim kurulları ve düzenleme kurumları, endüstriyle güçlü bağlara sahip önemli isimler eliyle yollarından saptırıldılar, öte yandan bürokratlar ve siyasetçiler endüstriye çalışan güçlü lobilerin kulu hâline geldiler.

2014'te Avrupa Şirket Gözlemevi, Avrupa Komisyonu'nun önceki beş yılını ele alan önemli bir rapor yayınladı. Rapor, komisyonun şirketlerin ajandasına gönüllü uşaklık yaptığı sonucuna varmaktaydı. GDO'lar ve böcek ilâçları konusunda tarım ticaretinden yana olan komisyon, Avrupa'yı daha sürdürülebilir bir gıda ve tarım sistemine yönlendirmek şöyle dursun, tarım işletmeciliği ve ona hizmet eden lobilerin Brüksel sahnesine hâkim olmayı sürdürdüğü koşullarda, bunun tam tersini yaptı.

Avrupa'daki tüketiciler genetiği değiştirilmiş gıdaları reddetmesine rağmen komisyon, Unilever gibi dev gıda şirketleri ve FoodDrinkEurope isimli lobi grubu tarafından desteklenen biyoteknoloji sektörünün GDO'ların Avrupa'ya girmesine izin verme taleplerini karşılamak için çeşitli girişimlerde bulundu.

Raporda, komisyonun araştırılan tüm alanlarda şirketlerin ajandasına uygun adımlar attığından, büyük iş dünyasının çıkarlarıyla uyumlu politikalar için baskı yaptığından bahsedilmekteydi. Komisyon, bu yaptıklarını, iş dünyasının çıkarlarının genel olarak toplumun çıkarlarıyla eşanlamlı olduğu inancıyla yapmıştı.

O zamandan beri çok az şey değişti. Aralık 2021'de Dünya Dostları Enternasyonali Avrupa Şubesi (FOEE), büyük tarım işletmeleri ve biyoteknoloji şirketlerinin şu anda Avrupa Komisyonu'nu yeni genom teknikleri için tüm etiketleme ve güvenlik kontrollerini kaldırması için bastırdığını belirtti. Lobicilik çabalarının başladığı 2018 yılından bu yana bu şirketler Avrupa Birliği genelinde yürüttükleri lobi faaliyetleri için en az 36 milyon avro harcadılar, ayrıca Avrupa Komisyonu üyeleri, icra komitesi üyeleri ve genel müdürleriyle, haftada birden fazla olmak kaydıyla, 182 toplantı gerçekleştirdi.

FOEE'ye göre, Avrupa Komisyonu, güvenlik kontrollerini zayıflatma ve GDO etiketlemesini baypas etme gibi adımları içeren yeni yasaya lobinin taleplerini eklemeye fazlasıyla istekli görünüyor.

Şirketlerin önemli ulusal ve uluslararası kuruluşlara etki etmesi yeni bir şey değil.

Ekim 2020'de Ürün Ömrü Enternasyonali, FAO ile yeni stratejik ortaklığının sürdürülebilir gıda sistemlerine katkıda bulunacağını söyledi. Bunun endüstri ve FAO için bir ilk olduğunu ve bitki bilimi sektörünün ortak hedeflerin paylaşıldığı bir ortaklık dâhilinde yapıcı bir şekilde çalışma kararlılığını gösterdiğini sözlerine ekledi.

Güçlü bir ticaret ve lobi birliği olan Ürün Ömrü Enternasyonali üyeleri arasında dünyanın en büyük tarımsal biyoteknoloji ve pestisit işletmeleri olan Bayer, BASF, Syngenta, FMC, Corteva ve Sumitoma Chemical gibi şirketleri bulunmaktadır. Bitki bilimi teknolojisini teşvik etme kisvesi altında, dernek, her şeyden önce üye şirketlerin çıkarlarını gözetiyor.

Unearthed (Greenpeace) ve Public Eye (insan hakları STK'sı) tarafından 2020 yılında gerçekleştirilen ortak bir araştırma, BASF, Corteva, Bayer, FMC ve Syngenta'nın düzenleyici makamlar tarafından ciddi sağlık tehlikeleri oluşturan zehirli kimyasalları satarak milyarlarca dolar kazandırdığını ortaya koydu.

Araştırma ayrıca, satışlarının bir milyar dolardan fazlasının, arılar için oldukça zehirli olan (bazıları artık Avrupa pazarlarında yasaklanmış) kimi kimyasallardan geldiğini tespit etti. Bu satışların üçte ikisinden fazlası, Brezilya ve Hindistan gibi düşük ve orta gelirli ülkelerde gerçekleşti.

2021'deki BM Gıda Sistemleri Zirvesi'nde sunulan Halkın Bağımsız Cevabı isimli politik bildiri, küresel şirketlerin çok bileşenli yapılara giderek daha fazla sızdığını, burada amacın, endüstrileşme sürecini hızlandırmak, köylülerin emeği üzerinden zenginleşmek ve şirketlerin gücünün yoğunlaşmasını sağlamak adına sürdürülebilirlik söylemine el koymak olduğunu dile getirmekteydi.

Bu gerçeği akılda tutalım, ama şu önemli meseleye de bigâne kalmayalım: Ürün Ömrü Enternasyonali, artık FAO'nun zirai ekolojiye olan bağlılığını ortadan kaldırmaya ve gıda sistemlerinin şirketlerin hizmetine daha fazla girmesini sağlamak için çalışacak. Bugün söz konusu enternasyonalin üyelerinin çıkarlarını tehdit eden alternatif kalkınma ve tarımsal gıda modellerine yönelik FAO içinden ideolojik bir saldırı var gibi görünüyor.

Erozyon, Teknoloji ve Konsantrasyon Eylem Grubu’nun [ETC Group) “Bizi Kim Besleyecek? Endüstriyel Gıda Zinciri ve Köylü Gıda Ağı isimli 2017 tarihli rapor, muhtelif küçük ölçekli üreticiler ağının (köylü gıda ağı) aslında en aç ve marjinal olanlar dâhil dünyanın %70'ini beslediğini ortaya koyuyor.

Bu oldukça önemli olan rapor, endüstriyel gıda zinciri tarafından üretilen gıdaların aslında sadece %24'ünün insanlara ulaştığını ifade ediyor. Ayrıca, endüstriyel gıdanın bize daha pahalıya mal olduğunu söyleyen rapor, endüstriyel gıdaya harcanan her bir dolar karşılığında pisliği temizlemek için iki dolar daha harcandığından bahsediyor.

Lâkin sonrasında iki önemli gazete, küçük çiftliklerin dünya nüfusunun sadece %35'ini beslediğini iddia etti.

Gazetelerden biri, bu bilgiyi “Dünyamızdaki yiyeceklerin ne kadarını küçük toprak sahipleri üretiyor?” sorusunu soran makale (Ricciardi vd., 2018), diğeri de “Hangi çiftlikler dünyayı besliyor ve tarım arazileri daha yoğun hâle geldi mi?” başlıklı bir FAO raporu (Lowder vd., 2021) iletmekteydi.

Sekiz önemli kuruluş, FAO'ya, kuruluşun uzun zamandır savunduğu pozisyonlarla çelişen cümleler sarf eden Lowder ve arkadaşlarına ait makaleyi eleştiren bir mektup kaleme aldı. Mektup, Oakland Enstitüsü, Tarım Emekçileri İttifakı, ETC Grubu, Tarım Kültürü, Afrika’da Gıda Güvenliği İttifakı, GRAIN, Dip Dalgası Enternasyonali ve Tarım ve Ticaret Politikası Enstitüsü tarafından imzalandı.

Açık mektup, FAO'ya (küçük çiftçiler, zanaatkâr balıkçılar, göçebe çobanlar, avcı-toplayıcılar ve kentsel üreticiler dâhil) tüm köylülerin daha az kaynakla daha fazla yiyecek sağladığını ve dünya nüfusunun en az %70'i için birincil besin kaynağı olduğunu yeniden teyit etme çağrısı yapıyor.

ETC Grubu ayrıca, hazırladığı , 16 sayfalık “Küçük Ölçekli Çiftçiler ve Köylüler Dünyayı Hâlâ Besliyor” raporunda Lowder ve arkadaşlarının makalelerinde metodolojiye ve kavramlara taklalar attırdıklarını, “%35” rakamına ulaşmak için bazı önemli gerçekleri ihmal ettiklerini, “ailecek çiftçi” tanımını değiştirdiklerini, “küçük çiftliği” iki hektardan az olarak tanımladıklarını ortaya koyuyor. Oysa Lowder’ın makalesindeki küçük çiftliklerle ilgili bu değerlendirme, 2018’de FAO’nun ülkelere özgü, daha hassas bir küçük çiftlik tanımı yapmak adına tarım arazisi konusunda genel bir eşik belirlememe kararıyla çelişiyor.

Lowder ve arkadaşlarının makalesi, ayrıca son FAO ve devlet ait köylü çiftliklerinin büyük çiftliklerden hektar başına daha fazla gıda ve daha besleyici gıda ürettiğine dair diğer raporlarla da çelişiyor. Lowder’ın makalesi, ayrıca siyasetçilerin yanlış bir tutum dâhilinde köylü üretimine odaklandıklarını, aslında daha büyük üretim birimlerine daha fazla dikkat etmeleri gerektiğini savunuyor.

FAO'ya gönderilen açık mektubu imzalayanlar, Lowder çalışmasının gıda üretiminin gıda tüketimi için bir aracı olduğu ve pazardaki gıdanın ticari değerinin tüketilen gıdanın besin değeri ile eşitlenebileceği varsayımına kesinlikle katılmıyorlar.

Makale aslında, özel mülke ait teknolojileri ve tarımsal gıda modelini öne çıkartmak için köylü üretiminin etkinliğini baltalamaya çalışan tarım işletmeciliği anlatısını besliyor.

Küçük ölçekli köylü çiftçiliği, bu holdingler tarafından bir engel olarak görülüyor. Bu şirketlerin gözleri, gıda egemenliği ve dönüm başına çeşitli beslenme üretimini açıklayan entegre bir sistem yaklaşımını kavramak istemeyen, metaların toplu üretimine dayanan dar bir mahsul-çıktı paradigmasından başka bir şey görmüyor.

Oysa entegre sistem yaklaşımı, yerel toplulukları ortadan kaldırmak ve kalanları küresel tedarik zincirlerinin ve küresel pazarların ihtiyaçlarına tabi kılmak yerine gelişen, kendi kendine yeten yerel topluluklara dayalı kırsal ve bölgesel kalkınmayı artırmaya hizmet edecek.

FAO raporu, dünyadaki küçük çiftliklerin tarım arazilerinin %12'sini kullanarak dünyadaki gıdanın yalnızca %35'ini ürettiği sonucuna varıyor. Ancak ETC Group, FAO'nun normal veya karşılaştırılabilir veri tabanlarıyla çalışarak, köylülerin tarım arazisi ve kaynaklarının üçte birinden daha azıyla dünya nüfusunun en az %70'ini beslediklerinin açıkça görüldüğünü söylüyor.

Ancak, toprağın %12'sinde gıdanın %35'i üretilse bile, bu, büyük ölçekli kimyasal yoğun tarım yerine küçük, aile ve köylü çiftçiliğine yatırım yapmamız gerektiğini göstermez mi?

Tüm küçük çiftlikler zirai ekoloji veya kimyasal içermeyen tarım uygulamasa da, bunların yerel pazarların ve ağların ayrılmaz bir parçası olmaları ve dünyanın öbür ucundaki işletmelerin, yatırımcı şirketlerin ve hissedarların çıkarlarından ziyade, kendi toplumlarının gıda ihtiyaçlarını karşılama ihtimalleri daha yüksek.

Bir kurumu şirketler ele geçirdiğinde, çoğu zaman ilk zayi olacak olan, hakikatin kendisidir.

Şirketlerin Emperyalizmi

FAO’nun şirketlerce ele geçirilmesi, esasen, daha kapsamlı bir eğilimin parçası. Dünya Bankası'nın tarım işletmelerinin açılmasını mümkün kılan çalışmalarından, Gates Vakfı’nın Afrika tarımının küresel gıda ve tarım işletmeleri oligopollerine açılmasında oynadığı role kadar birçok unsur, şirket yanlısı dilin güçlenmesine katkı sunuyor. Bu süreç dâhilinde herkesi tohum tekellerine kul etmek için, yürürlükteki demokratik usuller baypas ediliyor, güçlü şirketlerin hâkimiyetinde bulunan tarımsal gıda zincirlerinin kâr elde ettiği süreç çeşitli mekanizmalarla besleniyor.

Dünya Bankası, şirketler tarafından yönetilen bir endüstriyel tarım modelini dayatıyor, politikaları oluşturma iradesi, bir biçimde şirketlere teslim ediliyor.

Monsanto, tohum tekelleri oluşturmak için Ticaretle Bağlantılı Fikri Mülkiyet Haklarına İlişkin DTÖ Anlaşması'nın taslağının hazırlanmasında önemli bir rol oynadı, ayrıca küresel gıda işleme endüstrisi, Sağlık ve Bitki Sağlığı Önlemlerinin Uygulanmasına İlişkin DTÖ Anlaşması'nın şekillenmesine öncülük etti. Kodeksten, Hint toplumunu yeniden yapılandırmayı amaçlayan Tarımda Bilgi Girişimi'ne kadar, güçlü tarımsal işletme lobisi, kendi tarım modelinin hüküm sürmesini sağlamak için siyasetçilere ayrıcalıklı erişim imkânı sundu.

Ulusötesi tarım işletmelerini ellerinde bulunduran holdingler nihai darbeyi, hükümet yetkililerinin, bilim insanlarının ve gazetecilerin, Fortune dergisinin en zengin ilk 500 şirket listesine girmiş, kâr peşinde koşan şirketlerinin doğal varlıkların koruyucusu oldukları fikrini meşrulaştırmalarını sağlayarak indirdi. Bu şirketler o kadar çok kişiyi ikna ettiler ki, artık özünde insanlığın ortak malı olan şeye sahip olmak ve onları kontrol etmek için nihai meşruiyete sahipler.

Bazıları bugün, söz konusu şirketlerin insanlığın ihtiyaçlarını karşıladıkları varsayımı üzerinden, suyun, gıdanın, toprağın ve tarımın kâr etsinler diye güçlü ulusötesi şirketlere teslim edilmesi fikrini savunuyorlar.

Endüstriyel tarımı teşvik eden şirketler, hem ulusal hem de uluslararası düzeylerde politika oluşturma mekanizmasının derinlerine yerleşmiş durumda. Ancak öte yandan da şu soruyu sormak gerekiyor: Sadece kötü gıda üretip, dünya genelinde gıdaya yeterince kavuşamayan bölgeler oluşturan, sağlığı yok eden, küçük çiftlikleri yoksullaştıran, farklı besin kaynaklarının sayısını azaltan, besin değeri düşük gıda üreten, küçük çiftliklere nazaran daha az üretken olan, susuzluğa yol açan, bağımlılığı ve yoksulluğu besleyip ona bağımlı olan bir sistem, daha ne kadar meşru kalabilir?

Güçlü tarımsal ticaret şirketleri, ancak hükümetleri ve düzenleyici kurumları ele geçirdikleri, dünya genelinde sahip oldukları nüfuzu artırmak, ayrıca ABD militarizmi veya istikrarsızlaştırıcı politikalardan istifade ederek kazanç sağlamak adına için Dünya Ticaret Örgütü ve iki taraflı ticaret anlaşmalarını kullanabildikleri sürece faaliyet yürütebiliyorlar.

Örneğin Ukrayna'yı ele alalım. 2014 yılında küçük çiftçiler, o ülkedeki tarım arazilerinin %16'sını işletiyorlardı, ancak patateslerin %97'si, balın %97'si, sebzelerin %88'i, meyve ve çileğin %83'ü ve sütün %80'i dâhil olmak üzere tarımsal üretimin %55'ini sağlıyorlardı. Bu da gösteriyor ki Ukrayna’daki küçük çiftlikler çarpıcı sonuçlar ortaya koyuyorlar.

Ukrayna hükümetinin 2014'ün başlarında devrilmesinin ardından, yabancı yatırımcıların ve Batılı tarım işletmeciliğinin tarımsal gıda sektörünü sağlam bir şekilde ele geçirmesinin yolu açıldı. 2014 yılında Ukrayna'ya verilen AB destekli kredinin zorunlu kıldığı reformlar, yabancı tarım ticaretine fayda sağlamayı amaçlayan tarımsal deregülasyonu içeriyordu. Doğal kaynak ve arazi politikasındaki değişiklikler, çok büyük miktarda arazinin yabancı şirketlerin eline geçmesini kolaylaştırmak için tasarlandı.

Oakland Enstitüsü'nün politika direktörü Frederic Mousseau, o sırada Dünya Bankası ve IMF'nin yabancı pazarları Batılı şirketlere açma niyetinde olduğunu, ayrıca Dünya’daki mısır ihracatçısı ülkeler içerisinde birinci, buğday ihracatçısı ülkeler içerisinde ise beşinci sırada olan Ukrayna’daki uçsuz bucaksız arazilerin ve tüm tarım sektörünün böylesi bir riskle karşı karşıya kaldığı gerçeğinin gözden kaçırılmaması gereken, önemli bir gelişme olduğunu söylüyordu. Son yıllarda yabancı şirketlerin Ukrayna’da 1,6 milyon hektarın üzerinde araziyi satın aldığını da sözlerine eklemekteydi.

Batılı tarım işletmeleri, darbeden çok önce, uzun bir süredir Ukrayna'nın tarım sektörüne göz dikmişti. Bu ülke, Avrupa'daki tüm ekilebilir arazilerin üçte birini içeriyor. Oriental Review [“Doğu Araştırmaları”] tarafından 2015 yılında yayınlanan bir makale, doksanların ortalarından bu yana ABD-Ukrayna İş Konseyi'nin başındaki Ukraynalı-Amerikalıların, Ukrayna tarımının yabancıların kontrolüne girmesini teşvik etme noktasında etkili olduğunu belirtiyor.

Kasım 2013'te Ukrayna Tarım Konfederasyonu, GDO’lu tohumların yaygın kullanımına izin vererek, küresel tarım ticareti şirketlerine fayda sağlayacak bir yasal değişiklik taslağı hazırladı. GDO'lu ürünler, yasal olarak Ukrayna pazarına girdiği 2013 yılında, çeşitli tahminlere göre, tüm soya fasulyesi tarlalarının %70'ine, mısır tarlalarının %10-20'sine ve tüm ayçiçeği tarlalarının %10'undan fazlasına (yani ülkedeki tarım arazilerinin yüzde 3’üne) ekildi.

Haziran 2020'de IMF, Ukrayna ile 18 aylık 5 milyar dolarlık bir kredi programını onayladı. Brettons Wood Project isimli internet sitesine göre hükümet, uluslararası finanstan gelen sürekli baskının ardından devlete ait tarım arazilerinin satışına ilişkin 19 yıllık moratoryumu kaldırmayı taahhüt etti. Dünya Bankası, Haziran ayı sonunda onaylanan, Ukrayna'ya verilen 350 milyon dolarlık Kalkınma Politikası Kredisi'ne (COVID “yardım paketi”) koşul olarak kamuya ait tarım arazilerinin satışına ilişkin ilave önlemleri dâhil etti. Bu, “tarım arazilerinin satışına ve arazinin teminat olarak kullanılmasına” imkân sağlamak için gerekli bir “ön eylemi” içeriyordu.

IMF’nin sitesine ait ekran görüntüsü

Frederic Mousseau konuya dair yaklaşımını kısa süre önce şu şekilde aktarmıştı:

“Amaç, açıkça özel yatırımcıların ve Batılı tarım işletmelerinin çıkarlarını gözetmektir. […] Batılı finans kurumlarının, ekonomik durumu kötü olan bir ülkeyi topraklarını satmaya zorlaması, yanlış ve ahlak dışıdır.”

IMF ve Dünya Bankası'nın küresel tarım ticaretine devam eden taahhüdü ve geliştirdiği hileli “küreselleşme” modeli, devam eden yağma için bir reçetedir. İster Bayer, Corteva, Cargill gibi şirketlerin modelini benimsesin, isterse Bill Gates'in önayak olduğu, Afrika tarımının şirketlerin eline geçmesini sağlayan sürece öncülük etsin, sermaye, “serbest ticaret” ve “kalkınma” gibi klişelerin ardına saklanıp her şeyin sermayeye teslim edilmesi için elinden gelen her şeyi yapacaktır.

Hindistan

Gıda ve tarımın geleceği için verilen savaşı özetleyen bir ülke varsa, o da Hindistan'dır.

Hindistan'da tarım bir dönüm noktasında. Gerçekten de ülkenin 1,3 milyarı aşan nüfusunun %60'ından fazlasının (doğrudan veya dolaylı olarak) geçimini hâlâ tarımdan sağladığı düşünülürse, burada asıl mevzu, ülkenin geleceğidir. Vicdansız çıkarlar, Hindistan'ın yerli tarımsal gıda sektörünü yok etmeye ve kendi imajlarına göre yeniden şekillendirmeye niyetli ve çiftçiler protesto için ayaklanıyor.

Hindistan'da tarıma ve çiftçilere neler olduğunu anlamak için önce kalkınma paradigmasının nasıl altüst edildiğini anlamalıyız. Kalkınma, eskiden sömürgecilerin sömürüsünden kurtulup iktidar yapılarını kökten yeniden tanımlamakla ilgiliydi. Bugün, ekonomi teorisi maskesi takan neoliberal ideoloji ve uluslararası sermayenin mevzuat ve kurallardan kurtulduğu süreç birlikte, dev ulusötesi holdinglerin ulusal egemenlik üzerinde kabadayılık yapabilmelerini sağlıyor.

Uluslararası sermaye akışlarının kuralsızlaştırılması (finansal liberalizasyon), gezegeni dünyanın en zengin kapitalistlerinin rahatça cirit attıkları, semirdikleri bir yer hâline getirdi. İkinci Dünya Savaşı sonrası Bretton Woods para rejimi altında, ülkeler sermaye akışına kısıtlamalar getirmişlerdi. Yerli firmalar ve bankalar, izin almaksızın başka bir yerde bankalardan veya uluslararası sermaye piyasalarından serbestçe borç alamıyor, paralarını başka ülkelere sokup çıkartamıyorlardı.

Yurtiçindeki mali piyasalar, başka yerlerdeki uluslararası piyasaların güdümündeydi. Hükümetler, büyük ölçüde başkaları tarafından tasarlanan para veya maliye politikaları tarafından kısıtlanmadan, kendi makroekonomik politikalarını uygulayabiliyorlardı. Ayrıca, piyasa güvenini aramak veya sermaye kaçışı konusunda endişelenmek zorunda kalmadan, kendi vergi ve sanayi politikalarına sahip olabiliyorlardı.

Bununla birlikte, Bretton Woods'un dağıtılması ve küresel sermaye hareketinin kuralsızlaştırılması, (devlet borçları dâhil) farklı alanlarda başgösteren finansal krizlerin daha fazla yaşanmasına yol açtı ve ulus-devletlerin sermaye piyasalarına bağımlılığını artırdı.

Hâkim anlatı, bu süreci “küreselleşme” olarak adlandırıyor; oysa bu tabir, sonsuz kâr artışına, aşırı üretim krizlerine, aşırı birikime ve piyasa doygunluğuna, kârlılığı sürdürmek için sürekli olarak yeni, kullanılmayan (yabancı) pazarlar arama ve kullanma ihtiyacına dayanan yağmacı neoliberal kapitalizm için bir örtmeceden başka bir şey değil aslında.

Hindistan'da bunun etkilerini çok net bir şekilde görebiliyoruz. Hindistan, demokratik bir gelişme yolu izlemek yerine, dış kaynaklı finansman rejimine boyun eğmeyi seçti (veya buna zorlandı). Bugün ülke, elini kolunu bağlayıp ne kadar para harcayabileceğine dair gelecek emirleri ve sinyalleri bekliyor, ekonomik egemenlikle ilgili iddialarından vazgeçiyor, piyasaları gelip ele geçirsin diye sermayeye alan açıyor.

Hindistan'ın tarımsal gıda sektörü bağrını esen tüm rüzgârlara açtı, böylece sektör ele geçirilecek kıvama getirildi. Ülke, Dünya Bankası'ndan, o kurumun tarihindeki herhangi bir ülkeden daha fazla borç aldı.

Doksanlarda Dünya Bankası Hindistan'ı, 400 milyon insanın kırsal kesimden yerinden edilmesiyle sonuçlanacak piyasa reformlarını uygulamaya yönlendirdi. Ayrıca, Dünya Bankası'nın “Tarım İşletmelerini Etkinleştirme” direktifleri, Batılı tarım ticaretine ve bunların gübrelerine, böcek ilâçlarına, yabani ot öldürücü ilâçlara ve patentli tohumlara pazarları açmaya, ayrıca çiftçileri ulusötesi şirketlerin elindeki küresel tedarik zincirlerini beslemeye dair emirler içeriyor.

Amaç, güçlü şirketlerin “piyasa reformları” kisvesi altında kontrolü ele geçirmesine izin vermektir. Vergi mükelleflerinden kesilen paralar üzerinden muazzam sübvansiyonlar alan ulusötesi şirketler, piyasaları manipüle ediyor, ticaret anlaşmaları kaleme alıyor ve bir fikri mülkiyet hakları rejimi kuruyor, bu da bize gösteriyor ki “serbest” piyasanın yalnızca “fiyat keşfi” ve “piyasa”nın kutsallığı ile ilgili klişeleri yayanların kafalarındaki çarpık sanrılarda varolabilir.

Hint tarımı, kitleleri beslerken yüz milyonlarca köylünün geçim kaynağının muhafazasına yardımcı olan küçük çiftliklerin yerini alan büyük ölçekli, makineleşmiş (tek-türlü) tarım işletmeleriyle tamamen ticarileştirilecektir.

Hindistan'ın tarım konusunda sahip olduğu zemin, ülkenin temeli, kültürel gelenekleri, toplulukları ve köy ekonomisi kökünden sökülüyor. Hint tarımı, yıllarca yetersiz yatırım sorunuyla boğuştu, bu nedenle şimdi yanlış bir yaklaşım dâhilinde, performansı düşük, bu anlamda ondaki yatırım eksikliğinde payı olanlara satılacak kıvama gelmiş, yardıma muhtaç bir yoksul ülke muamelesi görüyor.

Bugün “doğrudan yabancı yatırım”dan ve Hindistan'ı “şirketlere dost ülke” hâline getirmekten bahseden çok fazla konuşmaya tanık oluyoruz. Oysa bu kulağa hoş gelen tabirler, modern kapitalizmin çıkarı esas alan yaklaşımının birer ürünü. İlk dönem endüstriyel kapitalizm İngiliz köylüler için neyi ifade ediyorsa, modern kapitalizm de Hintli çiftçiler için onu ifade ediyor: Biri diğerinden daha merhametli değil.

İlk kapitalistler ve onlara amigoluk yapanlar, köylülerin nasıl layıkıyla sömürülemeyecek kadar bağımsız ve rahat olduklarından şikâyet ediyorlardı. Gerçekten de birçok önde gelen isim, o köylülerin topraklarını terk edip fabrikalarda düşük ücretle çalışmak için yoksullaşmalarını savundu.

Gerçekte, büyük ölçüde kendi kendine yeten İngiliz köylüleri, üretim araçlarından yoksun bırakıldılar ve topraklarından sürüldüler. Kendi kendini yetiştirme, ürünlerin geri dönüşüme sokulması ve tutumluluk kültürü gibi hasletleriyle işçi sınıfı o özgüveniyle kendi ayakları üzerinde durabiliyorken bu özelliği, kapitalizmin ürettiği mallara bağımlı hâle gelme ve rahata düşkünlük için gerekli zemini sağlayan eğitim sistemi ve yürütülen reklâm kampanyaları üzerinden yok edildi.

Amaç, Hindistan'ın yerinden edilmiş yetiştiricilerinin, Batı'nın uzak diyarlarda kurduğu fabrikalarda ucuz emek olarak çalışmak üzere yeniden eğitilmesidir. Oysa aslında hiçbir yerde yeterince iş imkânı oluşturulmamaktadır. Üstelik kapitalizmin kendisini “Büyük Reset” ile sıfırladığı koşullarda insan emeğinin yerini yapay zekânın yönlendirdiği teknoloji almaktadır. Yapay zekânın yol açacağı etkilerin yanında, Hindistan küresel kapitalizmin yan kuruluşu hâline gelecek, ülkenin tarımsal gıda sektörü küresel tedarik zincirlerinin ihtiyaçları uyarınca yeniden yapılandırılacak, Batı’da emeğin sermayeye karşısında sahip olduğu gücü kırmak için Hintli işçilerden oluşan yedek işçi ordusu oluşturulacaktır.

Bağımsız yetiştiriciler iflas ettikçe araziler büyük ölçekli endüstriyel ekimi kolaylaştırmak için birleştirilecek, çiftçiye kalan arazilerse şirketlerin elindeki tedarik zincirlerince yutulacak, büyük tarım işletmeleri ve zincir perakendecilerinin dayattıkları sözleşmelere tabi oldukları ölçüde ezileceklerdir.

2016 tarihli BM raporu, 2030 yılına kadar Delhi'nin nüfusunun 37 milyon olacağını söylüyor.

Raporun baş yazarlarından biri olan Felix Creutzig “Yükselen mega şehirler, yerel gıda zincirlerini dışlayan endüstriyel ölçekli tarım ve süpermarket zincirlerine giderek daha fazla tabi hâle gelecek” diyor.

Amaç, endüstriyel tarımı sağlamlaştırmak ve kırsalı ticarileştirmek.

Sonuç olarak kentlileşen ülke, endüstriyel tarıma ve bunun gerektirdiği her şeye bağımlı hâle gelecek, gıdalardaki besin değerleri azalacak, giderek tek tip beslenme düzenleri hâkim hâle gelecek, tarımda kimyasallar daha fazla kullanılacak, gıdalar, steroidler, antibiyotikler ve bir dizi kimyasal katkı maddesi ile daha fazla kirlenecek. Beraberinde ülkedeki sağlık sorunları hızla artacak, toprak bozulacak, böcek popülasyonları yok olacak, su kaynakları kirlenecek ve tükenecek, tohum, kimyasal ve gıda işleme alanında faaliyet yürüten şirketlerin meydana getirdiği karteller ortaya çıkacak ve bunlar dünyadaki gıda üretimini ve tedarik zincirlerini daha fazla kontrol eder hâle gelecek.

Bu anlamda, geleceği bugünden görmek için bir kristal küreye ihtiyacımız yok. Yukarıda saydığımız şeylerin çoğu zaten yaşanıyor, köylerin yok olmasından, kırsalın yoksullaşmasından ve devam eden, Hindistan’daki kalabalık şehirlerin yüzleştikleri, kıymetli tarım arazilerini tüketen sorunlara sebep olan kentleşmeden bahsetmeye bile gerek yok.

Ulusötesi şirket destekli gruplar, bu geleceği güvence altına almak için perde arkasında sıkı bir çalışma yürütüyorlar. New York Times’da Eylül 2019'da yayınlanan “Kararlı Bir Sanayi Grubu Dünya Çapında Gıda Politikasını Şekillendiriyor” başlıklı rapora göre, Uluslararası Yaşam Bilimleri Enstitüsü (ILSI) hükümetin sağlık ve beslenme kurumlarına sessizce sızıyor. Makale, bu enstitünün, özellikle Hindistan'da olmak üzere, küresel düzeyde üst düzey gıda politikasının şekillendirilmesi üzerindeki etkisini açıkça ortaya koyuyor.

ILSI, yüksek düzeyde yağ, şeker ve tuz içeren işlenmiş gıdaların piyasaya sürülmesini onaylayan söylemleri ve politikaları şekillendirmeye yardımcı oluyor. Hindistan'da, ILSI’ın artan etkisi, obezite, kardiyovasküler hastalık ve diyabet oranlarındaki artışı koşulluyor.

Batılı ülkelerde son altmış yılda gıda kalitesinde köklü değişiklikler olduğunu belirtmekte fayda var. Birçok temel gıda maddesindeki eser elementler ve mikro besin içerikleri ciddi şekilde tükenmiştir.

2007'de beslenme terapisti David Thomas, McCance ve Widdowson’ın The Mineral Depletion of Foods Available to US as a Nation [“Bir Ulus Olarak ABD’ye Sunulan Gıdalardaki Mineral Eksikliği”] isimli kitabının altıncı baskısı için yazdıkları eleştiride bu durumu mevcut rahatlığa ve doymuş yağlar, işlenmiş et ve rafine karbonhidrat içeren, çoğunlukla hayatî önemde olan mikro besinlerden mahrum olan, buna karşın renklendiriciler, tatlandırıcılar ve koruyucular içeren kimyasal katkı maddeleriyle yoğrulmuş, önceden hazırlanmış gıdalara yönelik hızlı değişime bağlıyor.

Yeşil Devrim’in ürün yetiştirme sistemlerine ve uygulamalarına yönelik etkisinden bahseden Thomas, bu değişikliklerin beslenme kaynaklı sağlık sorunlarındaki artışa ciddi bir katkı sunduğunu öne sürüyor. Devam eden araştırmaların, mikro besinlerdeki eksiklikler ile fiziksel ve zihinsel sağlık sorunları arasında önemli bir ilişki olduğunu açıkça gösterdiğini de sözlerine ekliyor.

Artan diyabet sıklığı, çocukluk çağı lösemisi, çocukluk çağı obezitesi, kardiyovasküler bozukluklar, kısırlık, osteoporoz ve romatoid artrit, akıl hastalıkları ve benzerlerinin hepsinin beslenme düzeni ve özellikle mikro besin eksikliği ile doğrudan bir ilişkisi olduğu ispatlanmış bir husus.

Uluslararası Yaşam Bilimleri Enstitüsü, işte tam da bu türden bir gıda modeline destek sunuyor. 17 milyon dolarlık bütçesini maddi katkılarıyla besleyen 400 şirket içinde Coca-Cola, DuPont, PepsiCo, General Mills ve Danone yer alıyor. Raporda ILSI’ın, aralarında Monsanto'nun da bulunduğu kimya şirketlerinden 2 milyon dolardan fazla para aldığı belirtiliyor. 2016'da bir BM komitesi, Monsanto'nun yabani ot öldürücü Roundup ilâcındaki ana bileşen olan glifosatın “muhtemelen kanserojen değil” diyen bir karar yayınladı. Oysa bu karar, DSÖ'ye bağlı kanser ajansının daha önceki raporuyla çelişiyordu. Komiteye iki ILSI yetkilisi başkanlık etmekteydi.

Hindistan'dan Çin'e, sağlıksız paketlenmiş gıdalara uyarı etiketleri koyan veya fiziksel aktiviteyi vurgulayıp dikkati gıda sisteminin kendisinden başka yöne çeviren obezite karşıtı eğitim kampanyalarını şekillendiren kimi önemli isimlerin de şirketlerin koridorlarıyla güçlü bağları var. Bu insanlar, tarımsal gıda şirketlerinin çıkarlarını savunmak adına nüfuz oluşturabilmek için uygulamaya konulan siyaset dâhilinde örgütleniyorlar.

Afrika'da olduğu gibi ya IMF-Dünya Bankası’nın dayattığı yapısal uyum programları da, Meksika’yı kötü etkileyen NAFTA gibi ticaret anlaşmaları da, ulusal ve uluslararası düzeylerde politik kurumların şirketlerin safına çekilmesine dönük çabalar da serbest bırakılmış küresel ticaret yolları da dünyanın her yerinde aynı sonucu doğurdu: geleneksel yerli tarımın ortadan kaldırılması ve gıdanın serbest bırakılmış küresel piyasalar ile ulusötesi tekelleri merkez alan şirket yanlısı model eliyle üretilmesi sonucu beslenme düzeni çeşitliliğini yitirdi, hastalıklar çoğaldı.


V. Bölüm
Hintli Çiftçilerin Mücadelesi
Çiftlik Yasaları ve Neoliberalizmin Çaldığı Ölüm Çanı

Broşürün bundan sonraki bölümleri, büyük ölçüde, Hindistan hükümetinin 2021 sonlarında tartışılan üç çiftlik yasasının yürürlükten kaldırılacağını açıklamasından önce yazılmıştı. Burada, aslında 2022'de köylülerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerde yapılacak olan seçimlerin yaklaştığı gerçeği dikkate alındığında taktiksel bir manevrayı aşan bir şeyler söz konusu. Bu yasaların ardında güçlü küresel şirketlerin çıkarları var ve bu çıkarlar hükmünü yitirmiş değil, dolayısıyla aşağıda ifade edilen endişeler hâlâ fazlasıyla meşru ve yerinde. Zira Hindistan'da hüküm süren tarımsal gıda sistemini ortadan kaldırmak için on yıllardır dayatılan ajandanın arkasında o küresel şirketlerin çıkarları var. Yasalar yürürlükten kaldırılmış olabilir, ancak sektörü ele geçirme ve onu radikal bir şekilde yeniden yapılandırma amacı ve bu amaç doğrultusunda belirlenmiş temel çerçeve yerli yerinde duruyor. Hindistan'da çiftçilerin mücadelesi bitmedi.

1830'da İngiliz sömürge valisi Lord Metcalfe, Hindistan'ın köylerinin istediklerinde her şeyi bulabildikleri, hemen hemen her şeye sahip küçük birer cumhuriyet olduğunu söylüyordu. İşte Hindistan bu topluluklar sayesinde ayakta kalabildi:

“Hanedanlıkların biri gidiyor, biri geliyor ama köy topluluğu aynı kalıyor. Bu, esasen toplulukların mutlu olmasıyla, özgürlüğün ve bağımsızlığın nimetlerinden faydalanıyor olmasıyla ilgili bir durum.”

Metcalfe, Hindistan'ı boyun eğdirmek için bu "dayanma" kapasitesinin kırılması gerektiğinin kesinlikle farkındaydı. İngilizlerden bağımsızlığını kazanmasından bu yana, Hindistan'ın yöneticileri, Hindistan'ın canlılığını veya kırsalını zayıflatmaktan başka bir şey yapmadılar. Bugünse Hindistan ve köyleri için ölüm çanı çalıyor.

Hindistan'ın geleceği için bir plan hazırlıyorlar, ama çiftçiler plan konusunda hiçbir iradeye sahip değiller.

Çiftliklerle ilgili olarak meclise getirilen üç önemli yasa tasarısı, neoliberalizmin şok terapisini büyük emtia tüccarları ve diğer (uluslararası) şirketlerin yararına olacak şekilde, Hindistan'ın tarımsal gıda sektörüne dayatmayı amaçlıyor: Küçük toprak sahibi çiftçilerin çoğu olmasa bile önemli bir kısmı, “yırtmak veya büyümek” isterken bu süreçte duvara toslayabilir.

Bu yasama faaliyeti, 2020 tarihli Çiftçi Üretimi ve Ticareti (Tanıtım ve Kolaylaştırma) Yasası’nı, 2020 tarihli Fiyat Güvencesi ve Çiftlik Hizmetlerine İlişkin Çiftçi (Güçlendirme ve Koruma) Anlaşması’nı ve gene 2020 tarihli Temel Mallar Yasası’nda değiştirilen maddeleri içeriyor.

Bu müdahale, esasen Hindistan'daki yerli tarım için son bir ölüm çanını ifade ediyor. Yasalar, çiftçilerin tarımsal ürünlerini müzayede yoluyla tüccarlara satmaları için devlet tarafından işletilen pazar yerleri olan, “büyük pazar” anlamına gelen Mendilerin baypas edilip, çiftçilerin başka yerlerde (fiziksel ve çevrimiçi olarak) özel oyunculara satış yapmasına izin vermek suretiyle, kamunun düzenleyici rolünün baltalanması anlamına geliyor. Özel sektöre açık olan ticaret alanlarında hiçbir ücret alınmaması öngörülüyor (oysa mendilerde ödenen ücretler eyaletlere gidiyor ve ilkesel olarak çiftçilere yardımcı olmak amacıyla, altyapıyı geliştirmek için kullanılıyor).

Bu, büyük pazarlar dışında faaliyet gösteren şirketlerin çiftçilere (en azından başlangıçta) daha iyi fiyatlar sunması konusunda şirketleri teşvik etse de, büyük pazar (mendi) sistemi çöktüğü için söz konusu şirketler ticareti tekellerine alacak, sektörü ele geçirecek ve çiftçilere fiyatları dikte edecek.

Bu politikanın diğer bir sonucu da ürün depolama sürecinin düzensizleşmesi ve spekülasyon olacak, neticede çiftçilik sektörü büyük tüccarların elini kolunu sallaya sallaya girdiği ve kârına baktığı bir işleyişe mahkûm edecek, ayrıca gıda güvenliği riske atılacak. Hükümet, sektörde herhangi bir düzenleme yapamayacak, temel ürünleri tüketicilere adil fiyatlarla sunamayacak. Bu politika, ilgili alanı pazarın etkili aktörlerine terk etmek içindir.

Çünkü yasalar da Cargill ve Walmart gibi ulusötesi tarımsal gıda şirketlerinin, ayrıca (tarım şirketi holdinginin sahibi) Gautam Adani ile (Reliance Industries perakende zincirinin sahibi) Mukeş Ambini gibi Hintli milyarderlerin neyin hangi fiyata ekileceğine, ekilecek miktara, neyin üretilip neyin işleneceğine karar vermelerini sağlayacak. Endüstriyel tarım, modelin beraberinde getirdiği, sağlık, toplum ve çevre ile alakalı tüm maliyetleri ile birlikte bir norm hâlini alacak.

Yasa Washington'da Hazırlandı

Son tarım yasası, ABD ve Hindistan'daki bir avuç milyardere fayda sağlayacak 30 yıllık bir planın son parçalarını temsil ediyor. Bu, geçimini hâlâ tarıma bağlayan yüz milyonlarca kişinin (nüfusun çoğunluğunun) geçim kaynağının, elitlerin çıkarları adına feda edilmesi anlamına geliyor.

Ünlü ekonomist Utsa Patnaik'e göre, Birleşik Krallık'ın servetinin büyük bir kısmını Hindistan’dan çalışan 45 trilyon dolar oluşturuyor. İngiltere, Hindistan'ın gelişmesine mani olarak zenginleşti. Bugün eskinin Doğu Hindistan Şirketi’nin güncel versiyonu olan şirketler, ülkenin en değerli varlığı olan tarıma katkı sunma yarışına girdiler.

Dünya Bankası'nın 2015 yılına kadar derlenen verilere dayanan kredi raporuna göre, Hindistan, kurum tarihinde kolayca en fazla kredi alan ülke oldu. Hindistan'ın doksanlardaki döviz krizinin ardından, IMF ve Dünya Bankası, Hindistan'ın yüz milyonları tarım sahasından çekmesini istedi.

O sırada 120 milyar dolardan fazla kredi karşılığında Hindistan, devlete ait tohum tedarik sistemini kaldırmaya, sübvansiyonları azaltmaya, kamu tarım kurumlarını kapatmaya ve döviz kazanmak için para getiren ürünlerin yetiştirilmesi konusunda teşvikler sunmaya yönlendirildi.

Bu planın ayrıntıları, Mumbai merkezli Politik Ekonomi Araştırma Birimi (RUPE) tarafından Ocak 2021'de yayınlanan, “Modi'nin Çiftlik Ürünleri Yasası Otuz Yıl Önce Washington DC'de Yazıldı” başlıklı bir makalesinde yer alıyor. Makale, mevcut tarımsal “reformların” emperyalizmin Hindistan ekonomisini giderek daha fazla ele geçirme sürecinin daha geniş bir sürecinin parçası olduğunu söylüyor:

“Telekom, perakende ve enerji gibi sektörlerde gördüğümüz gibi, Reliance ve Adani gibi Hintli şirketler, yabancı yatırımın büyük alıcıları. Aynı zamanda, çok uluslu şirketler ve tarım, lojistik ve perakende sektörlerindeki diğer finansal yatırımcılar da Hindistan'da kendi operasyonlarını yürütüyorlar. Çokuluslu ticaret şirketleri, tarımsal emtianın alınıp satıldığı küresel ticarete hâkim. […] Hindistan'ın tarım ve gıda ekonomisinin yabancı yatırımcılara ve küresel tarım işletmelerine açılması, emperyalist ülkelerin uzun süredir devam eden bir projesi.”

Makale, Hindistan için programı belirleyen 1991 Dünya Bankası muhtırasının ayrıntılarını sunuyor.

Makaleye göre o sırada Hindistan, henüz 1990-91 döviz krizinden çıkamamış ve kendisini IMF’in izlediği “yapısal uyum” programına yeni teslim etmiş. Hindistan, Temmuz 1991’de hazırladığı bütçe ile kendi neoliberalizm sürecine kaçınılmaz olarak girmiş oldu.

Modi hükümeti, bugüne kadar Washington'daki derebeyleri için çok yavaş olan yukarıdaki programın uygulamasını çarpıcı biçimde hızlandırmaya çalışıyor: kamu alımlarının ve gıda dağıtımının kaldırılması, meclisten geçen, tarımla alakalı üç yasa sayesinde daha da kolay olacak.

Ne olduysa bugünkü hükümetten önce oldu ama Modi, sanki ilgili ajandanın son maddelerini yerine getirmek için özel bir hazırlık yürütmüş gibi.

Kendisini büyük bir küresel iletişim, paydaş katılımı ve iş stratejisi şirketi olarak tanımlayan APCO Worldwide, Wall Street ve şirket yanlısı ABD devletiyle güçlü bağlantıları olan bir lobi ajansıdır ve küresel ajandanın yürürlüğe konulmasına katkıda bulunur. Birkaç yıl önce Modi, imajını düzeltmek ve kendisini seçilebilir şirket yanlısı bir başbakan portresi sunan birine dönüştürmek için APCO'ya başvurdu. Aynı zamanda, APCO, Gucerat başbakanı iken Modi’nin ekonomik neoliberalizmin bir mucizesi olarak nitelendirilmesine de katkıda bulundu, oysa ortada mucize olarak görülebilecek bir şey yoktu.

Birkaç yıl önce, 2008 mali krizini takiben APCO, Hindistan'ın küresel altüste karşı direncinin hükümetleri, siyasetçileri, ekonomistleri, şirket yanlısı kurumları ve fon yöneticilerini ülkenin küresel kapitalizmin toparlanmasında önemli bir rol oynayabileceğine inandırdığını belirtti.

Söylenenlerin alt metnine bakıldığında, aslında küresel sermayenin bölgelere ve uluslara taşınması ve yerli oyuncuları yerinden etmesi yönünde bir çağrıda bulunulmaktaydı. Tarım söz konusu olduğunda bu niyet, “çiftçilere yardım etme” ve (Hintli çiftçilerin zaten yaptığı gibi) “artmakta olan bir nüfusu besleme” ihtiyacına ilişkin duygusal ve fedakârmış görünümü veren retoriğin arkasına saklanıyordu.

Modi bu amaçla yola çıktı ve Hindistan'ın şu anda dünyanın “iş dünyasına dost” en önemli ülkelerden biri olduğunu gururla ifade etti. Gerçekte Modi aslında, Dünya Bankası’nın emirlerine uyarak, Hindistan'ın, kamu işletmelerinin daha fazla özelleştirileceği sürecin önünü açacağını, çevreye zarar veren politikalara uygulayacağını, “iş yapma kolaylığı” sağlayacağını, tarım sektöründe iş yapılmasını mümkün kılacağını ve serbest piyasa köktenciliği temelinde emekçi insanları uçuruma sürükleyecek bir rekabetin içine sokacağını söylemiş oluyordu.

APCO, Hindistan'ı trilyon dolarlık bir pazar olarak nitelendirdi. Uluslararası fonların konumlandırılmasından ve şirketlerin pazarlardan yararlanma, ürün satma ve kâr elde etme yeteneklerini kolaylaştırmaktan bahsediyor. Bunların hiçbiri, bırakın gıda güvenliğini, ulusal egemenliğin de reçetesi değil.

Ünlü bilimsel tarım uzmanı M. S. Svaminatan şunları söylüyor:

“Bağımsız dış politika ancak gıda güvenliği ile mümkündür. Bu nedenle, gıda ürünlerinin sadece yemekle ilgili olan sonuçlarından daha fazla sonuca yol açtığını görmek gerekir. Gıda güvenliği, ulusal egemenliği, ulusal hakları ve ulusal prestiji korur.”

Amaç, kamu sektörünün tarımdaki rolünü büyük ölçüde azaltmak ve onu özel sermayenin yolunu açan bir araca indirgemektir. Cargill, Archer Daniels Midlands, Louis Dreyfus, Bunge ve Hindistan'daki perakende ve tarım ticareti devlerinin yanı sıra küresel tarım teknolojisi, tohum ve zirai ilâç şirketleri ve “verilerin yön verdiği tarım” fikrine öncülük eden Silikon Vadisi'nin ihtiyaçlarına uygun endüstriyel (GDO’lu) meta-ürün yetiştiriciliği kural hâlini alacaktır.

Tabii ki, APCO’nun bahsini ettiği fon yöneticileri ve şirketler, özellikle arazi satın alma ve arazi spekülasyonu yoluyla avantaj elde etme imkânına sahip oluyorlar. Örneğin, Karnataka Arazi Reformu Yasası, işletmelerin tarım arazisi satın almasını kolaylaştıracak ve bu da artan topraksızlık ve kentsel göçle sonuçlanacak.

Devam eden programın bir sonucu olarak, Hindistan'da 1997'den beri 300.000'den fazla çiftçi canına kıydı ve çok daha fazlası ekonomik sıkıntı yaşıyor ya da borç, para getiren ürünlere geçiş ve ekonomik liberalleşme nedeniyle çiftçiliği bıraktı. Hindistan'daki çiftçilerin çoğu, çiftçiliğin yapılmasını imkânsız kılan bir stratejinin çilesini çekiyor.

Hindistan'daki yetiştirici sayısı 2004 ile 2011 arasında 166 milyondan 146 milyona düştü. Her gün yaklaşık 6.700 kişi çiftçiliği bıraktı. 2015 ile 2022 arasında, yetiştirici sayısının yaklaşık 127 milyona düşmesi bekleniyor.

Sektörün onlarca yıldır tükendiğine, girdi maliyetlerinin hızla arttığına, devlet yardımının geri çekildiğine ve ucuz, sübvansiyonlu ithalatın çiftçilerin gelirlerini düşüren etkilerine şahit olduk. Hindistan'ın GSYİH’sinde son on yılda yaşanan artış, kısmen ucuz gıda ve çiftçilerin yoksullaşması nedeniyle gerçekleşti: çiftçilerin geliri ile nüfusun geri kalanı arasındaki uçurum giderek daha da büyüdü.

Düşük performans gösteren şirketler büyük bağışlar alıp borçlarını sildirirlerken , güvenli bir gelirin olmaması, uluslararası piyasa fiyatlarına maruz kalma ve ucuz ithalat, çiftçilerin üretim maliyetlerini karşılayamadığı sefalet koşullarına katkıda bulunuyor.

800 milyonu aşan nüfusuyla Hint köylüsü, hiç tartışmasız, gezegenin en ilginç ve en karmaşık yerinde yaşıyor. Köyler, çiftçi intiharları, çocukların yetersiz beslenmesi, artan işsizlik, artan kayıt dışılık, borçluluk ve tarımda genel bir çöküşle boğuşuyor.

Hindistan'ın hâlâ tarıma dayalı bir toplum olduğu göz önüne alındığında, ünlü gazeteci P Sainath, yaşananların bir medeniyet krizi olarak tanımlanabileceğini ve sadece şu beş kelimeyle açıklanabileceğini söylüyor: şirketlerin tarım sahasını gasp etmesi. Bu sürecin gerçekleşmesini de gene beş kelimeyle izah ediyor: kırsalın yağmacı bir tarzda ticarileştirilmesi. Ortaya çıkan sonuç da beş kelimeyle ifade ediliyor: tarihimizdeki en büyük yerinden edilme.

Örneğin, çiftçilerin durumunu vurgulayan bakliyat ekimini ele alalım. Indian Express'te (Eylül 2017) yer alan bir rapora göre, bakliyat üretimi rekor kırılan önceki 12 ayda %40 arttı. Bununla birlikte, aynı zamanda ithalat da arttı ve siyah mercimeğin kilosunun 40 rupiden (önceki 12 aya göre çok daha az bir fiyata) satılmasıyla sonuçlandı. Bu, fiyatları etkili bir şekilde aşağı çekti ve böylece çiftçilerin zaten yetersiz olan gelirlerini azalttı.

Diğer tanık olduğumuz bir gelişme de Endonezya'dan (Cargill'e fayda sağlayan) hurma yağı ithalatı sayesinde, yerli yemeklik yağ sektöründeki zayıflamaydı. Dünya Bankası'nın tarifeleri düşürme baskısı üzerinden bu gelişmeye tanıklık eden Hindistan, doksanlarda yemeklik yağ konusunda kendi kendisine yeten bir ülkeyken, bugün ülkenin ithalat kaynaklı maliyeti artıyor.

Zengin ulusların Hindistan hükümetine çiftçilere verilen desteği daha da azaltması, ithalata ve ihracata yönelik “serbest piyasa” ticaretine açılması yönünde yaptığı baskı, ikiyüzlülükten başka bir şey değil.

2017'nin sonlarında Down to Earth [“Gerçekçi”] isimli internet sitesinde, 2015 yılında ABD'de yaklaşık 3,2 milyon kişinin tarımla uğraştığı ifade ediliyor. ABD hükümeti, her bir çiftçiye ortalama kişi başı 7.860 ABD dolar sübvansiyon sağlamış. Japonya’da bu sübvansiyon 14.136, Yeni Zelanda’da ise 2.623 doları buluyor. 2015 yılında, bir İngiliz çiftçi 2.800 dolar kazandı ve sübvansiyonlarla bu rakam 37.000 dolara çıktı. Hindistan hükümeti, çiftçilere ortalama olarak 873 dolarlık bir sübvansiyon sağlıyor. Ancak, 2012 ile 2014 arasında Hindistan, tarım ve gıda güvenliğine verilen sübvansiyonu 3 milyar dolar azalttı.

Politika analisti Devinder Şarma'ya göre, ABD'li buğday ve pirinç çiftçilerine sağlanan sübvansiyonlar, bu iki mahsulün piyasa değerinden daha fazla. Ayrıca, Avrupa'daki her bir ineğin, Hintli bir çiftçinin günlük gelirinden daha fazla değerde sübvansiyon aldığını da belirtiyor.

Hintli çiftçinin bu ülkelerdeki çiftçilerle rekabet edebilmesi mümkün değil. Dünya Bankası, DTÖ ve IMF, Hindistan'daki yerli tarım sektörünü baltalamaya etkin bir şekilde hizmet etti.

Bugünse yeni çiftlik yasaları üzerinden kamu sektörüne ait tampon stokları azaltıp, şirketlerin dikte ettikleri sözleşmeli çiftçilik yanında, ürün satışı ve tedariki için tam ölçekli neoliberal piyasalaştırmanın önünü açmak suretiyle Hindistan, çiftçilerini ve kendi gıda güvenliğini, bir avuç milyarder yararına, feda edecek.

Bu süreçte doğal olarak milyonlarca insan, Hindistan kırsalında yerinden edildi ve şehirlerde iş aramak zorunda bırakıldı. Pandemi dönemindeki karantina uygulamalarıyla birlikte “göçmen işçiler”in büyük bir kısmı, şehir merkezlerinde güvenli bir yere sahip olamadıkları için köylerine dönmek zorunda kaldılar. Otuz yıldır neoliberal reformlar uygulanıyor, hâlen daha bu insanlar, düşük ücretler alıyorlar ve iş güvencesine sahip değiller.

Değişim İçin Kuruluş Sözleşmesi

Kasım 2018'in sonlarında, (yaklaşık 250 çiftçi örgütünden oluşan) Tüm Hindistan Kisan Sangarş Koordinasyon Komitesi, tarafından, o zamanlar Delhi'de gerçekleşen büyük ve kamuoyuna yaygın bir biçimde duyurulan çiftçi yürüyüşünün gerçekleştirildiği günlerde kuruluş sözleşmesini paylaştı.

Sözleşmede şunlar yazılıydı:

“Çiftçiler, sadece geçmişimize ait bir kalıntı değil; çiftçiler, tarım ve köyler, tarihî bilgi, beceri ve kültürün taşıyıcıları, gıda güvenliği, gıda ürünlerinin korunması ve gıda egemenliğinin temsilcileri, ayrıca biyolojik çeşitliliğin ve ekolojik sürdürülebilirliğin koruyucuları olarak ülkenin ve dünyanın geleceğinin ayrılmaz birer parçasıdır.”

Çiftçiler, bu süreçte, Hindistan tarımının ekonomik, ekolojik, sosyal ve varoluşsal krizinin yanı sıra devletin sektörü sürekli olarak ihmal etmesi ve çiftçi topluluklarına karşı ayrımcılığa maruz kalmasından endişe duyduklarını belirttiler.

Ayrıca, büyük, yağmacı ve kâra aç şirketlerin nüfuzunun derinleşmesi, çiftçilerin ülke çapında intihar etmesi ve borçluluğun dayanılmaz yükü ve çiftçiler ile diğer sektörler arasındaki artan eşitsizlikten endişe duyuyorlardı.

Kuruluş sözleşmesi, Hindistan meclisini, Hintli çiftçilere ait, onlar tarafından hazırlanmış ve onlara hizmet edecek iki yasa tasarısının meclisten geçirilip yürürlüğe sokulması için acilen toplanmaya çağırdı.

Meclis tarafından kabul edilirse, diğer şeylerin yanı sıra, 2018 tarihli Çiftçilerin Borçluluktan Kurtulma Yasası, tüm çiftçiler ve tarım işçileri için tam kredi muafiyeti sağlayacaktı.

Gene 2018 tarihli ikinci yasa tasarısı, Çiftçilerin Tarımsal Emtia İçin Ücretli Asgari Destek Fiyatlarını Garanti Altına Alma Hakkı Yasa Tasarısı ise, hükümetin tohum, tarım makineleri, ekipman, mazot, gübre ve böcek ilâçlarının fiyatlarıyla ilgili özel düzenleme üzerinden tarımsal girdi maliyetlerini düşürmesini, çiftlik ürünlerini hem yasaya aykırı olan hem de cezalandırılmayı gerektiren bir müdahale dâhilinde asgari destek fiyatının altında satın almasını öngörüyordu.

Kuruluş sözleşmesi ayrıca, kamu dağıtım sisteminin genelleştirilmesi, başka yerlerde yasaklanmış olan pestisitlerin geri çekilmesi ve kapsamlı bir ihtiyaç ve etki değerlendirmesi yapılmadan genetiğiyle oynanmış tohumların onaylanmaması konusunda özel bir tartışma yürütülmesi çağrısında bulundu.

Diğer talepler arasında, tarım ve gıda işlemede doğrudan yabancı yatırım olmaması, çiftçilerin sözleşmeli çiftçilik adına şirket yağmalarından korunması, çiftçi üretici örgütleri ve köylü kooperatifleri oluşturmak için çiftçi kolektiflerine yatırım ve uygun ürün yetiştirme modellerine dayalı, yereldeki tohum çeşitliliğinin canlandırılmasını öngören zirai ekolojinin teşvik edilmesi gibi talepler yer alıyordu.

Bu tür taleplere rağmen 2021 yılında hükümet, mevcut ihtiyaçlara cevap vermek yerine, son çıkarttığı yasalar üzerinden, tarımın şirketleştirildiği, kamusal dağıtım sisteminin ve asgari destek fiyatının yürürlükten kaldırıldığı, ayrıca sözleşmeli çiftçilik için gerekli zeminin oluşturulduğu sürecin önünü açtığına ve ona destek sunduğuna şahit olduk.

2018'de gündeme getirilen, yukarıda bahsettiğimiz iki yasa hükmünü yitirmiş olmasına rağmen, çiftçiler gene de şirket yanlısı (çiftçi karşıtı) çiftlik yasalarının iptal edilip yerine çiftçilere asgari destek fiyatını garanti eden yeni bir yasal çerçeve sunulmasını talep ettiler.

RUPEnin de belirttiği gibi, temel ürünlerin ve emtianın devlet tarafından satın alınması yoluyla asgari destek fiyatının mısır, pamuk, yağlı tohum ve bakliyat gibi alanları kapsayacak şekilde genişletilmesi gerekiyor. Şu anda, devlet yalnızca belirli eyaletlerde pirinç ve buğday üreten çiftçilerden asgari destek fiyatı üzerinden ürün alıyor.

Hindistan'da kişi başına düşen protein tüketimi son derece düşük olduğundan ve serbestleşme döneminde bu tüketim daha da düştüğünden, kamu dağıtım sisteminde bakliyat tedarikinin vadesi çoktan dolmuş durumdadır ve bu tedarike acilen ihtiyaç vardır. RUPE, Hindistan Gıda Şirketi'ndeki “fazla” tahıl stokunun yalnızca hükümetin insanlara tahıl dağıtmayı reddetmesinin veya başarısızlığının bir sonucu olduğunu savunuyor.

Kamu dağıtım sistemini bilmeyenler için şunu söyleyelim: Merkezî hükümet, Hindistan Gıda Şirketi üzerinden, hububatı çiftçilerden devlete ait pazar yerlerinde ve büyük pazarlarda asgari destek fiyatından almakla yükümlüdür. Ardından bu hububat tüm eyaletlere dağıtılır. Eyalet yönetimleri de kendi payını istihkakın bulundurulduğu dükkânlara teslim eder.

Eğer asgari destek fiyatından daha fazla çeşit ürün alınırsa, yani tüm eyaletlerde pirinç ve buğday gibi ürünlerde asgari destek fiyatından alınacağına dair güvence verilecek olursa, bu adım çiftçilerin sıkıntılarının giderilmesine ve açlık, yetersiz beslenme gibi sorunların çözülmesine katkıda bulunacaktır.

Devletin tarımdaki rolünü ortadan kaldırıp sistemi tümden şirketlere teslim etmek yerine, resmi satın alma ve kamu dağıtımını daha da genişletmek gerekiyor. Bu, tedarik sürecinin başka eyaletleri de kapsayacak şekilde genişletilmesi ve kamu dağıtım sisteminin kapsamındaki ürün çeşitliliğinin artırılmasıyla gerçekleşecektir.

Bu öneriye kimileri doğal olarak itiraz edecek ve bunun çok pahalıya mal olacağını söyleyecektir. Oysa RUPE'nin belirttiği gibi, nüfusun çoğunluğuna hiçbir şekilde fayda sağlamayan şirketler ve o şirketlerin aşırı zengin sahiplerinin aldığı bağışlarda (“teşviklerde”) yapılacak yaklaşık yüzde yirmilik bir kesintiyle bu işler halledilebilir. Hindistan'da sadece beş büyük şirkete sağlanan kredilerin 2016'da tüm çiftlik borcuna eşit olduğunu da dikkate almakta fayda var.

Ancak hükümet bu tür konulara öncelik vermeyi tercih etmiyor.

Asgari destek fiyatının, Hindistan Gıda Şirketi'nin, kamu dağıtım sisteminin ve halka açık tampon stoklarının varlığının, devlet kurumlarıyla görüşen ve isteklerini ortaya koyan küresel tarım ticareti çıkarlarının kâr odaklı gereksinimlerine engel teşkil ettiği açıktır.

RUPE, Hindistan'ın dünya tahıl tüketiminin %15'ini oluşturduğunu belirtiyor. Hindistan'ın tampon stokları, küresel stokların %15-25'ine, dünya pirinç ve buğday ticaretinin ise %40'ına denk düşüyor. Bu stoklardaki herhangi bir büyük düşüş, dünya fiyatlarını dolayısıyla çiftçileri kesin olarak etkileyecektir. Sonrasında Hindistan ithalata bağımlı hâle geldiğinde, uluslararası piyasada fiyatlar yükselecek, Hintli tüketiciler zarar göreceklerdir.

Aynı zamanda, daha zengin ülkeler, yetersiz tarım sübvansiyonlarını kaldırması için Hindistan'a muazzam bir baskı uygulamaktadır; oysa onların sağladıkları sübvansiyonlar Hindistan’daki sübvansiyonların katbekat fazlasıdır. Sübvansiyonlar kaldırılırsa, Hindistan ithalata bağımlı hâle gelecek, kendi tarımını ihracata yönelik ürünlere göre yeniden yapılandırmak zorunda kalacaktır.

Geniş tampon stokları elbette var olmayı sürdürecek, ama Hindistan bu stokları çok uluslu ticaret şirketlerine teslim etmek ve eline geçen döviz rezervi ile yetinmek zorunda kalacaktır.

Birbiri peşi sıra kurulan hükümetler, ülkeyi yabancı sermaye akışındaki değişkenliğe bağımlı hâle getirmiş, Hindistan'ın döviz rezervleri borçlanma ve yabancı yatırımlar ile oluşturulmuştur. Sermaye kaçacağı korkusu her zaman mevcuttur. Politikalar, genellikle bu girişleri çekme-tutma ve uluslararası sermayenin taleplerine teslim olarak piyasa güvenini sürdürme dürtüsünün güdümündedir.

Demokrasinin bu şekilde daraltılması ve tarımın “finansallaştırılması”, ülkenin gıda güvenliğini ciddi şekilde baltalayacak ve yaklaşık 1,4 milyar insanı uluslararası spekülatörlerin, piyasaların ve yabancı yatırımın insafına bırakacaktır.

Yürürlükten kaldırılmadığı takdirde, son çıkartılan yasalar, Hindistan'ın çiftçilerine ve demokrasisine ihanetin edildiğinin birer delili olarak tarihe geçecektir. Ayrıca gıda güvenliği ve gıda egemenliğini kimseye hesap vermeyen şirketlere teslim eden yasalar, bilhassa çatışmalara, halk sağlığı ile ilgili korku verici gelişmelere, kuralsız arazi ve emtia spekülasyonuna ve fiyat şoklarına meyilli olan, değişkenliği giderek artan bir dünyada kendi halkının karnını doyurmak için hükümetin dış güçlere bel bağlamasına, buradan da yüzlerin ülke için yeterli olmayacak ithal ürünlere dönülmesine neden olacaktır.


VI. Bölüm
Sömürgecilerin Ülkeleri Sanayisizleştirmesi
Yıkım Süreci ve Eşitsizlik

Oxfam tarafından hazırlanan “Eşitsizlik Virüsü” raporuna göre, dünya milyarderlerinin serveti 18 Mart ile 31 Aralık 2020 arasında 3,9 trilyon dolar arttı. Toplam servetleri şu anda 11,95 trilyon dolar. Dünyanın en zengin on milyarderi, bu dönemde servetlerinin toplamda 540 milyar dolar arttığına şahitlik etti. Eylül 2020'de Jeff Bezos, 876.000 Amazon çalışanının tümüne 105.000 ABD doları ikramiye ödeyebildi, ama gene de Kovid’den önceki servetine göre pek bir şey kaybetmedi.

Aynı zamanda bu süreçte yüz milyonlarca insan işini kaybetti, yoksulluk ve açlıkla karşı karşıya kaldı. 2020'de dünya genelinde yoksulluk içinde yaşayan insan sayısının 200 milyon ile 500 milyon arasında artabileceği tahmin ediliyor. Yoksulluk içinde yaşayan insan sayısı, on yıldan fazla bir süre kriz öncesi düzeyine bile dönmeyebilir.

Hindistan'ın en zengin adamı ve petrol, perakende ve telekomünikasyonda uzmanlaşmış Reliance Industries'in başkanı Mukeş Ambani, Mart ve Ekim 2020 arasında servetini ikiye katladı. Şu anda 78,3 milyar doları var. Ambani'nin servetindeki dört günden biraz fazla bir süre içindeki ortalama artış, Reliance Industries'in 195.000 çalışanının toplam yıllık ücretlerinden daha fazlasına denk düşüyordu.

Oxfam raporu, Hindistan'da kapanma tedbirlerinin, ülkenin milyarderlerinin servetlerinin yaklaşık %35 oranında artmasına neden olduğunu ifade ediyor. Aynı zamanda, hanelerin %84'ü farklı düzeylerde gelir kaybı yaşadı. Yalnızca Nisan 2020'de saatte 170.000 kişi işini kaybetti.

Yazarlar ayrıca, Mart 2020'den bu yana Hindistan'ın en büyük 100 milyarderi için yapılan gelir artışlarının, en yoksul 138 milyon insanın her birine 94.045 rupilik bir çek vermek için yeterli olduğunu kaydetti.

Rapor devamında şunu söylüyor:

“[…] vasıfsız bir işçinin pandemi sırasında Ambani'nin bir saatte yaptığını yapması 10.000 yıl ve Ambani'nin bir saniyede yaptığını yapması üç yıl alırdı.”

Karantina sırasında ve sonrasında, şehirlerdeki yüz binlerce göçmen işçi (yapılan, derinleşen tarım krizinden kaçınmak için şehre kaçmaktan başka seçeneği olmayan) işsiz, parasız, yiyeceksiz ve barınaksız kaldı.

Şurası açık ki Kovid pandemisi, hayal edilemeyecek ölçüde zengin olan şirketlerin gücünü artırma noktasında, bir tür kılıf olarak kullanıldı. Ne var ki bu şirketlerin güçlerini ve servetlerini artırma planları burada kalmayacak.

Teknoloji Devleri

Grain.org internet sitesinde yer alan “Dijital Kontrol: Gıda ve Çiftçilik Sahasında Büyük Teknoloji Şirketlerinin Payı Ne” başlıklı makale, Amazon, Google, Microsoft, Facebook ve diğerlerinin dünyadaki tarımsal gıda sektörüne nasıl yaklaştıklarını ele alıyor. Makaleye göre, diğer yandan Bayer, Syngenta, Corteva ve Cargill gibi şirketler de hâkimiyetlerini artırıyorlar.

Teknoloji devlerinin sektöre girişi, çiftçilere ürün tedarik eden (pestisitler, tohumlar, gübreler, traktörler vb.) ile veri akışını kontrol eden ve dijital (bulut) altyapıya ve gıda tüketicilerine erişimi olan şirketler arasında giderek daha fazla karşılıklı yarar sağlayan bir entegrasyona yol açacaktır. Bu sistem, şirketlerin alana daha fazla yoğunlaşmasının (tekelleşmenin) bir ürünüdür.

Hindistan'da küresel şirketler perakende sahasını, ayrıca e-ticaret yoluyla da sömürgeleştiriyorlar. Walmart, Hindistan'a 2016 yılında, çevrimiçi perakende girişimi Jet.com'u 3,3 milyar dolara satın alarak girdi ve bunu 2018'de Hindistan'ın en büyük çevrimiçi perakende platformu Flipkart'ın 16 milyar dolara satın alınması izledi. Bugün Walmart ve Amazon, Hindistan'ın dijital perakende sektörünün neredeyse üçte ikisini kontrol ediyor.

Amazon ve Walmart, müşterileri çevrimiçi platformlarına çekmek için yıkıcı fiyatlandırma, derin iskontolar ve diğer haksız iş uygulamalarını kullanıyor. GRAIN'e göre, iki şirket Diwali festivali sırasında sadece altı günde 3 milyar doların üzerinde satış gerçekleştirdiğinde, Hindistan'ın küçük perakendecileri çaresizlik içinde çevrimiçi alışverişi boykot etme çağrısında bulundular.

2020'de Facebook ve ABD merkezli özel sermaye şirketi KKR, Hindistan'ın en büyük perakende zincirlerinden birinin dijital mağazası olan Reliance Jio'ya 7 milyar ABD dolarının üzerinde taahhütte bulundu. Müşteriler yakında Facebook'un sohbet uygulaması WhatsApp aracılığıyla Reliance Jio'da alışveriş yapabilecekler.

Perakende için plan açık: Milyonlarca küçük tüccar ve perakendecinin ve mahalledeki bakkalların ortadan kaldırılması. Tarımda da benzer bir süreç işliyor.

Amaç, kırsal arazileri satın almak, birleştirmek ve finansal spekülatörler, yüksek teknoloji devleri ve eskinin tarım işletmelerinin kontrolünde veya mülkiyetinde olan, kimyasala mahkûm edilmiş topraksız köylülerden oluşan bir sistem oluşturmak. Bunun sonucunda da büyük teknolojinin, büyük tarım ticaretinin ve büyük perakende şirketlerinin çıkarlarına hizmet eden bir sözleşmeli çiftçilik sistemi ortaya çıkacak. Bunun önündeki en büyük engelse küçük ölçekli köylü tarımı.

Bu model, sürücüsüz traktörlere, insansız hava araçlarına, genetiğiyle oynanmış/laboratuvarda üretilen yiyeceklere ve arazi, su, hava durumu, tohumlar ve toprakla ilgili patentli ve genellikle köylülerden çalınan tüm veriler üzerine inşa edilecek.

Çiftçiler, bir kez gittiklerinde bir daha asla geri gelmeyecek yüzlerce yıllık bilgi birikimine sahiptirler. Sektörün şirketleşmesi, yüzyıllardır süren geleneksel bilgi birikimine dayanan ve gıda güvenliğini sağlama almak için geçerli yaklaşımlar olarak giderek daha fazla kabul gören, işleyen tarım ekosistemlerini zaten yok etti veya baltaladı.

Peki ya bu şirketlerin milyarder sahiplerinin ceplerini doldurmak için yerinden edilecek yüz milyonlarca insana ne olacak? İşsizlikle dolu bir gelecekle yüzleşmek için şehirlere sürüklenecek olan bu insanlar, ekoloji ve doğa arasındaki bağı yok eden ve aşırı zenginlerin kârlarını yükseltmek için mülksüzleştirici, yağmacı ve miyop bir kapitalist sistemden kaynaklanan basit bir “zayiat”tan başka bir şey değiller.

Hindistan'ın tarımsal gıda sektörü, on yıllardır küresel şirketlerin radarında. ABD'de ve başka yerlerde tarım işletmelerinin pazarı ele geçirdiği koşullarda Hindistan, kâr artışı, iş sahasının yaşama şansının artması ve genişleme konusunda önemli fırsatlar sunuyor. Öte yandan, Silikon Vadisi'ndeki yüksek teknoloji üreticisi şirketler de bir araya gelip, milyarlarca dolarlık veri yönetimi pazarları yaratıyorlar. Veri ve bilgiden toprağa, havaya ve tohumlara kadar kapitalizm, eninde sonunda yaşamın ve doğanın tüm yönlerini metalaştırmaya (patent ve mülkiyete) mecbur kalıyor.

Bağımsız yetiştiriciler iflas ettikçe amaç, arazinin sonunda büyük ölçekli endüstriyel ekimi kolaylaştırmak için birleştirilmesidir. Gerçekten de, RUPE sitesindeki “Kisanlılar Haklı: Toprakları Tehlikede” başlıklı makale , Hindistan hükümetinin, arazilerin kime ait olduğunu nasıl tespit ettiğini anlatıyor. Devletin burada amacı, o arazileri yabancı yatırımcılara ve tarım işletmelerine satmak.

Son dönemdeki (şimdi yürürlükten kaldırılan) çiftlik yasaları, mülksüzleştirme ve bağımlılığa ilişkin neoliberal şok terapisini empoze edecek ve sonunda tarımsal gıda sektörünü yeniden yapılandırmanın önünü açacak. Kovid ile ilgili karantinalardan kaynaklanan büyük eşitsizlikler ve adaletsizlikler, olacakların sadece küçük bir fragmanı niteliğinde.

Haziran 2018'de Yabancı Perakende ve E-ticarete Karşı Ortak Eylem Komitesi (JACAFRE), Walmart'ın Flipkart'ı satın almasıyla ilgili bir bildiri yayınladı. Metin, bu adımın Hindistan'ın ekonomik ve dijital egemenliğini ve milyonların geçimini baltaladığını savundu.

Anlaşma, Walmart ve Amazon'un Hindistan'ın e-perakende sektörüne hâkim olmasına yol açacaktı. Bu iki ABD şirketi, aynı zamanda Hindistan'ın temel tüketici ve diğer ekonomik verilerine de sahip olacak ve bu da onları Google ve Facebook saflarına katılarak ülkenin dijital hâkimi hâline getirecek.

JACAFRE, Walmart ve Amazon gibi yabancı şirketlerin Hindistan'ın e-ticaret pazarına girişine direnmek için kuruldu. Üyeleri, büyük ticaret, işçi ve çiftçi örgütleri dâhil olmak üzere 100'den fazla ulusal grubu temsil ediyor.

8 Ocak 2021'de JACAFRE, bir açık mektup kaleme aldı. Mektupta, Eylül 2020'de meclisin kabul ettiği üç yeni çiftlik yasasının, tarımsal ürün tedarik zincirlerinin yasal mevzuata uymayan şirketlerin eline geçmesini sağladığını söylüyordu. Mektuba göre bu, çiftçileri ve küçük tarımsal ürün tüccarlarını etkili bir şekilde birkaç tarımsal gıda ve e-ticaret devinin çıkarlarına tabi hâle getirecek veya onları tamamen ortadan kaldıracak bir hamle.

Devlet, tüm tedarik zincirini kontrol etmek için özellikle dijital veya e-ticaret platformları aracılığıyla dev şirketlerin hâkimiyetini kolaylaştırıyor. Mektupta, yeni çiftlik yasaları yakından incelenirse, düzenlenmemiş dijitalleşmenin bunların önemli bir yönü olduğu açıkça görülecektir.

JACAFRE’nin de üyesi olan Değişim İçin Enformasyon Teknolojisi çalışmasının yöneticilerinden Parminder Jeet Singh de bu tehlikeye işaret ediyor. Walmart'ın çevrimiçi perakende şirketi Flipkart'ı devralmasına atıfta bulunan Singh, Walmart'ın mağazalarıyla Hindistan'a girmesine karşı güçlü bir direncin geliştiğini söylüyor ancak, çevrimiçi ve çevrimdışı dünyaların artık birleştiğini sözlerine ekliyor.

Çünkü günümüzde e-ticaret şirketleri, sadece tüketimle ilgili verileri kontrol etmekle kalmıyor, aynı zamanda üretim, lojistik, kimin neye ihtiyacı var, ne zaman ihtiyacı var, kimin üretmesi, kimin taşıması ve ne zaman taşınması gerektiğine dair verileri de kontrol ediyor.

Verilerin (bilginin) kontrolü sayesinde e-ticaret platformları tüm fiziksel ekonomiyi şekillendirebilir. Buradaki endişe, Amazon ve Walmart'ın, Hindistan ekonomisinin çoğunu aşağı yukarı kontrol eden bir düopol (iki kişilik tekel) hâline gelmelerini sağlamak için yeterli küresel nüfuza sahip olmalarıdır.

Singh, Hintli bir şirketi düzenleyebilirken, bunun küresel verilere, küresel güce sahip ve düzenlemesi neredeyse imkânsız olacak yabancı oyuncularla yapılamayacağını söylüyor.

Çin’in kendi firmalarını kurarak, dijital sanayileşme konusunda başarılı adımlar attığı koşullarda, Singh, AB'nin artık ABD'nin dijital bir sömürgesi hâline geldiğini söylüyor. Böylesi bir dünyada Hindistan’ın tehlikeyle karşı karşıya olduğunu artık görmek gerekiyor.

Hindistan'ın kendi becerileri ve dijital faaliyetleri var, öyleyse neden hükümet, ABD şirketlerinin Hindistan'ın dijital platformlarına hükmetmesine ve satın almasına izin veriyor?

Burada “platform” anahtar kelimedir. Pazarın ortadan kalktığını görüyoruz. Platformlar, üretimden lojistiğe, hatta tarım ve çiftçilik gibi birincil faaliyetlere kadar her şeyi kontrol edecek. Veriler, platformlara neyin üretilmesi gerektiğini ve hangi miktarlarda üretilmesi gerektiğini belirleme gücü veriyor.

Dijital platform, tüm sistemin beynidir. Çiftçi artık üretim ve yağışla ilgili beklenti, mevcut toprak kalitesi, gerekli (GDO’lu) tohum ve girdiler, ayrıca ürünün hazır olacağı vakit konusunda bilgilendirilmektedir.

Böylesi bir sürecin sonunda hayatta kalan tüccarlar, üreticiler ve birincil üreticiler, platformların kölesi olacak ve bağımsızlıklarını kaybedecekler. Ayrıca, yapay zekâ, yukarıdakilerin tümünü planlamaya ve belirlemeye başladığında, e-ticaret platformları kalıcı olarak yerleşik hâle gelecek.

Elbette, özellikle Hindistan doksanların başında neoliberalizmin ilkelerine teslim olmaya başladığından beri, işler uzun zamandır bu yönde hareket ediyor, bu da Hindistan’ın daha fazla borçlanmasına, Dünya Bankası’nın ve IMF’nin ekonomiyle ilgili yıkıcı direktiflerine daha fazla teslim olmasına neden oluyor.

Son Büyük Darbe

Meclise sunulan, çiftçilikle ilgili üç yasa tasarısı ve e-ticaretin giderek artan rolü, köylülüğe ve birçok küçük bağımsız işletmeye son darbeyi indirecek. Çünkü büyük şirketler Hindistan’ı, başlarında duran imparatorluk tacında ışıl ışıl parıldayan bir mücevher olarak görmektedirler.

Süreç, yirmi otuz yıl önce Afrika ülkelerine dayatılan yapısal uyum programlarına uygun şekilde işliyor. Ekonomi Profesörü Miçel Çossudovski, 1997 tarihli “Yoksulluğun Küreselleşmesi adlı kitabında, ekonomilerin “önceden var olan bir üretken sistemin yıkılmasıyla başka güçlere açıldığını, bu süreç dâhilinde, küçük ve orta ölçekli işletmelerin iflasa sürüklendiğini veya küresel bir dağıtımcı için üretim yapmak zorunda kaldığını, devlet işletmelerinin özelleştirildiğini ya da kapatıldığını, neticede de bağımsız tarımsal gıda üreticilerinin yoksullaştığını” söylüyor. (s. 16)

Oyun planı açık. Bu bağlamda JACAFRE, hükümetin tüm paydaşlara, tüccarlar, çiftçiler ve diğer küçük ve orta ölçekli oyunculara acilen danışması gerektiğini söylüyor; burada tüm ekonomik aktörlere gereken ve uygun şekilde değer verilen rollerinin güvence altına alındığı bütünsel yeni bir ekonomi modeli önerisinde bulunuluyor. Ekonominin küçük ve orta ölçekli aktörlerinin, dijital olarak etkin birkaç mega şirketin çaresiz ajanları hâline gelmesine izin verilemeyeceği üzerinde duruluyor.

JACAFRE şu sonuca varıyor:

“Hükümete, üç yasanın yürürlükten kaldırılmasını isteyen çiftçilerin gündeme getirdiği sorunları acilen çözmesi çağrısında bulunuyoruz. Spesifik olarak, tüccarların bakış açısından, tüm tarımsal ürün tedarik zinciri boyunca küçük ve orta ölçekli tüccarların rolü güçlendirilmeli ve bu zincir, tümüyle şirketleşmeye karşı korunmalıdır.”

Hindistan'da devam eden çiftçi protestosunun sadece çiftçilikle ilgili olmadığı açık. O eylemler, esasen ülkenin kalbi ve ruhu için verilen bir mücadeleyi ifade ediyorlar.

Çiftçiler, çiftçi birlikleri ve temsilcileri, yasaların yürürlükten kaldırılmasını talep ediyor ve uzlaşmayı kabul etmeyeceklerini belirtiyorlar. Çiftçi liderleri, Ocak 2021'de Hindistan Yüksek Mahkemesi'nin çiftlik yasalarının uygulanmasına ilişkin kararı memnuniyetle karşıladılar.

Ancak, çiftçi temsilcileri ile hükümet arasında on turdan fazla süren görüşmelere dayanarak, bir aşamada iktidarın yasaları uygulamaktan asla geri adım atmayacağı görülüyor.

Kasım 2020'de, çiftçileri desteklemek için ülke çapında bir genel grev gerçekleşti ve o ay içinde yaklaşık 300.000 çiftçi, liderlerin merkezî hükümetle “belirleyici bir savaş” dediği şey için Pencap ve Haryana eyaletlerinden Delhi'ye yürüdü.

Ancak çiftçiler başkente ulaştıklarında, çoğu barikatlar tarafından durduruldu, yolları kazıldı, tazyikli sular, coplar ve polis tarafından dikilen tellerle karşılandı. Çiftçiler, taleplerinin karşılanmaması durumunda aylarca kalabilmek için beş ana yol boyunca kamplar kurdular ve derme çatma çadırlarda kaldılar.

2021 boyunca binlerce çiftçi, soğuğa, yağmura ve yakıcı sıcağa dayanarak sınırın çeşitli noktalarında kamp kurdu. Mart 2021'in sonlarında, Delhi sınırındaki Singhu ve Tikri'de kamp yapan yaklaşık 40.000 protestocu olduğu tahmin ediliyordu.

Hindistan'ın Cumhuriyet Bayramı olan 26 Ocak 2021'de on binlerce çiftçi, büyük bir traktör konvoyu ile bir çiftçi geçit töreni düzenledi ve Delhi'ye gitti.

Eylül 2021'de Hindistan'ın Uttar Pradeş (UP) eyaletindeki Muzaffernigar şehrinde on binlerce çiftçinin katıldığı bir miting gerçekleştirildi. Eyaletteki diğer mitinglere yüz binlerce kişi daha katıldı.

Bu devasa mitingler, Başbakan Modi'nin Baratiya Canata Partisi (Hindistan Halk Partisi -BJP) tarafından yönetilen, 200 milyonluk nüfusuyla ülkenin en kalabalık eyaleti olan Uttar Pradeş’te 2022'de yapılan önemli anketlerde bile öngörülemeyen bir sonuçtu. Zira 2017’deki meclis seçimlerinde BJP, 403 sandalyenin 325’ini elde etmişti.

Muzaffernigar’daki mitingde konuşan çiftçilerin lideri Rakeş Tikait şunları söyledi:

“Mezarlığımız orada yapılsa bile protesto alanını orada (Delhi civarında) terk etmeyeceğimize dair söz veriyoruz. Gerekirse canımızı veririz ama galip gelene kadar protesto alanını terk etmeyeceğiz.”

Tikait, ayrıca Modi hükümetine yönelik saldırılarının sebebini şu şekilde izah ediyordu:

“[O] ülkeyi şirketlere sattı. […] Ülkenin satılmasını engellemek zorundayız. Çiftçiler kurtarılmalı, ülke kurtarılmalı.”

Resmi makamlar, kendilerini kararlılık, direnç ve itidalli tutumla tanımlayan çiftçilerin mücadelesine polis zulmüyle, bazı önde gelen medya yorumcularının ve politikacıların eylemcilere yönelik yürüttükleri karalama kampanyalarıyla, protestocuların yasaya aykırı biçimde gözaltına alınmasıyla ve ifade özgürlüğüne yönelik kısıtlamalarla (gazetecilere yönelik tutuklamalarla, sosyal medya hesaplarını kapatarak, internet hizmetlerini sonlandırarak) cevap verdi.

Ancak çiftçilerin mücadelesi bir gecede ortaya çıkmış bir şey değildi. Hint tarımı, onlarca yıldır kasıtlı olarak hükümet desteğinden yoksun bırakıldı. Neticede tarım, hatta medeniyetin kendisi, önemli bir krizle yüzleşti. Şu anda gördüğümüz her şey, yabancı tarım sermayesinin kendi neoliberal “nihai çözümünü” Hint tarımına dayatmaya çalışmasıyla açığa çıkan adaletsizliklerin ve ihmalin doruğa ulaşmasının bir sonucudur.

Bugün asıl önemli olan, çiftçileri, seyyar satıcıları, gıda işleyicilerini veya bakkalları içerecek şekilde tüm yerel pazarları, ülkenin kendi imkânlarıyla kurduğu küçük ölçekli işletmeleri korumak ve güçlendirmektir. Bu, Hindistan'ın gıda arzı üzerinde daha fazla kontrole sahip olmasını, kendi politikalarını ve ekonomik bağımsızlığını belirleme becerisini, başka bir deyişle, gıdanın ve ulusal egemenliğin korunmasını ve gerçek demokratik kalkınmayı sürdürmek için daha büyük bir yeteneğe sahip olmasını sağlayacaktır.

Washington ve onun ideolojisini yayan ekonomistler, buna ekonominin “serbestleştirilmesi” diyorlar: Oysa, kendi ekonomik politikalarınızı belirleyememek ve gıda güvenliğini herhangi bir şekilde dış güçlere teslim etmek nasıl özgürleştirici olabilir?

BBC'nin dünyadaki politik hak ve özgürlüklerle ilgili yıllık raporunda da dile getirildiği biçimiyle, ABD merkezli STK Freedom House'un Hindistan'ı özgür demokrasiden “kısmen özgür demokrasi” seviyesine indirdiğini söylemesi esasen ilginç bir gelişmedir. Ayrıca İsveç merkezli V-Dem Enstitüsü'nün Hindistan'ın artık bir “seçime dayalı otokrasi” ile yönetildiğini söylemektedir. Hindistan, Economist Dergisi İstihbarat Birimi Demokrasi Endeksi’nin hazırladığı bir raporda da hayırla yâd edilmemektedir.

Her ne kadar İngiltere'nin Kovid döneminde otoriterliğe kaymış olduğu gerçeğini görmezden gelmiş olsa da BBC’nin Hindistan raporu bizce önemli. Raporda, Başbakan Narendra Modi'nin iktidara gelmesinden bu yana Müslüman karşıtı duyguların artması, ifade özgürlüğünün azalması, medyanın rolü ve sivil toplum üzerindeki kısıtlamalar üzerinde duruluyor.

Tüm bu alanlarda özgürlüklerin baltalanması başlı başına bir endişe kaynağıdır. Ancak bölücülüğe ve otoriterliğe yönelik bu eğilim, başka bir amaca hizmet ediyor: Modi, esasen ülkenin şirketlerin eline geçmesi için gerekli yolu döşüyor.

Dikkati başka yöne çekmek için dinî fay hatlarına müdahale etmeyi öngören “böl-yönet” stratejisi, ifade özgürlüğünün bastırılması veya polis ve medyayı çiftçilerin protestosunu baltalamak için kullanırken, halktan destek görmeyen çiftlik yasa tasarılarını uygun bir tartışma olmaksızın meclisten geçirme amacını güdüyor. Neticede demokrasi karşıtı bir soygun düzeni, insanların geçim kaynaklarını ve Hindistan'ın kültürel ve sosyal dokusunu temelden olumsuz yönde etkileyecek bir süreci işletiyor.

Bir tarafta, Hindistan'ı kontrol etmeye çalışan şirketlere ve platformlara sahip olan bir avuç multi-milyarderin çıkarları var. Öte yanda, bu zengin bireyler tarafından sadece zayiat olarak görülen yüz milyonlarca yetiştirici, satıcı ve çeşitli küçük ölçekli işletmelerin çıkarları var. Bu sürecin sonunda birinci kesim o kâr arayışı dâhilinde ikinci kesimin yerini alacak.

Hintli çiftçiler, şu anda küresel kapitalizme ve ekonominin sömürge tarzı sanayisizleştirilmesine karşı ön saflarda mücadele yürütüyorlar. Burası, nihayetinde demokrasi ve Hindistan'ın geleceği için verilen mücadelenin gerçekleştiği yerdir.

Nisan 2021'de Hindistan hükümeti Microsoft ile bir Mutabakat Anlaşması imzalayarak yerel ortağı CropData'nın çiftçilerin ana veri tabanından yararlanmasına izin verdi. Anlaşma, tarım sektöründe “yıkıcı” sonuçlar doğuracak teknolojilerin ve dijital veri tabanlarının kullanıma sunulmasını içeren AgriStack politika girişiminin bir parçası gibi görünüyor.

Basında çıkan haberlere ve hükümet açıklamalarına bakacak olursak, Microsoft, işbirliğine dayalı bir platform oluşturacak ve mahsul verimi, hava durumu verileri, pazar talebi ve fiyatlar gibi tarımsal verileri toplayıp, hasat sonrası yönetim konusunda çözüm bulmada çiftçilere yardımcı olacak. Bu da hasat sonrası yönetim ve dağıtım da dâhil olmak üzere “akıllı” tarım için bir çiftçi arayüzü oluşturacak.

CropData'ya hükümetin elinde bulunan, 50 milyon çiftçiye ait verileri içeren veri tabanına ve arazi kayıtlarına erişim izni verilecek. Veri tabanı geliştirildiği ölçüde, ona çiftçilerin kişisel bilgileri, eldeki arazilerin profilleri (kadastro haritaları, çiftlik büyüklüğü, arazi tapuları, yerel iklim ve coğrafi koşulları), üretim detayları (yetiştirilen ürünler, üretim geçmişi, girdi geçmişi, çıktı kalitesi, kullanılan makineler) ve finansal ayrıntılar (girdi maliyetleri, ortalama getiri, kredi geçmişi) dâhil edilecek.

Söylenene göre bu çalışmanın amacı, finansmanı, girdileri, ekimi, arzı ve dağıtımı iyileştirmek için dijital teknolojiyi kullanmak.

Görünen o ki, AgriStack planı, çiftçilerin kendileriyle istişare veya katılım eksikliğine rağmen bir üst aşamaya geçmiş durumda. Dolayısıyla anlaşılan o ki planı ilerletenler, teknolojinin sektörü iyileştireceğini düşünüyorlar, ama kontrolü tümüyle özel sektöre devretmenin, bu sektörün pazar hâkimiyeti ile ilgili ihtiyaçlarının karşılanmasından ve çiftçilerin şirketlere bağımlı gelmesini sağlamaktan başka bir işe yaramayacağını görmüyorlar.

Bu tür bir “veriye dayalı tarım”, yetiştiricilerin dijital bir profilini, çiftlik varlıklarını, bir bölgedeki iklim koşullarını, neyin yetiştirildiğini ve ortalama çıktıyı oluşturma önerisini içeren son çiftlik yasalarının ayrılmaz bir parçasıdır.

Bu konuda, çiftçilerin yerinden edilmesinden, mikrofinans yoluyla çiftçilerin daha fazla sömürülmesinden ve çiftçi verilerinin kötüye kullanılmasından ve hesap vermeksizin artan algoritmik karar verme süreçlerine kadar birçok endişe dile getiriliyor.

Herkesin Bildiği Taktikler

Mumbai merkezli Politik Ekonomi Araştırma Birimi (RUPE) çiftçilerin yerinden edilmesi meselesini ele aldığı üç bölümlük makale dizisinde, neoliberal kapitalizmin şirketlerin çıkarları adına köylüleri topraklarından söküp attığından, böylelikle arazi piyasasını zenginlere açtığından söz ediyor. Hint hükümeti, ülkedeki tüm araziler için bir “kat’i tapu” sistemi kurmaya çalışıyor, böylece mülkiyetin tespit edilip sonrasında arazilerin alınır satılır kılınması için uğraşıyor.

Meksika'yı örnek olarak ele alan RUPE şunları söylüyor:

“Meksika'nın aksine Hindistan, hiçbir zaman önemli bir toprak reformuna tanıklık etmedi. Bununla birlikte, şu anki araziler ilgili olarak uygulanan 'kat’i tapu' programı, Meksika'nın 1992 sonrası mülkiyet haklarını devretme dürtüsüyle paralellikler arz ediyor. […] Hintli yöneticiler, Washington'da yazılan Meksika'nın izlediği senaryoyu yakından takip ediyorlar.”

Plan, çiftçilerin araziye erişim imkânlarını yitirmeleri veya yasal sahipler olarak belirlenmeleri üzerinden, toprağı yatırım amacıyla yağma eden şirketlerin ve büyük tarım işletmelerinin, yüksek girdili, şirkete bağımlı endüstriyel tarımın daha da yaygınlaşmasını kolaylaştırmak suretiyle, varlıkları satın alması ve birleştirmesi üzerine kurulu.

Bu, Dünya Ekonomi Forumu benzeri kurumların reklâmını yaptıkları, paydaş veya ortaklık kapitalizminin önerdiği bir plan aslında. Bu tür bir planda hükümet, arazilerle ve tarımla ilgili bilgilerin özel bir oyuncunun eline geçmesini sağlıyor, bu oyuncu da söz konusu verileri, yatırımcılar için (hükümetin arazi yasasında yaptığı değişiklikler sayesinde) bir arazi piyasası oluşturmak amacıyla kullanıyor. Sürecin sonunda da köylüler topraklarından kovuluyorlar.

“Veriye dayalı tarım” gibi kulağa hoş gelen politika kılıfı ardında bilgileri izinsiz toplayan şirketler, çiftçilerin durumlarını kendi amaçları için kullanma konusunda daha iyi bir konuma geliyorlar. Neticede gelirleri ve işleri hakkında bireysel çiftçilerin kendisinden daha fazla bilgi sahibi oluyorlar.

55 kadar sivil toplum grubu ve kuruluşu hükümete bir mektup göndererek, bu gibi endişelerini aktardılar. Mektupta özellikle çiftçilerin veri gizliliğiyle ilgili politika boşluğundan ve fiiliyatta atılan politik adımlarda çiftçilerin dışlanmasından bahsedilmekteydi.

Açık mektupta şunlar söyleniyordu:

“Verinin petrol yerini aldığı, endüstrinin veriyi yeni kâr kaynağı olarak gördüğü bir dönemde, çiftçilerin çıkarlarının kollanması gerekiyor. Şirketlerin veri meselesine daha fazla kâr elde etme imkânı olarak yaklaşması şaşırtıcı bir gelişme olmayacaktır. Ama önerilen ‘çözümler’ sürdürülemez durumda olan tarımsal girdilerin satışına yol açacağı, buna finans teknolojisi üzerinden çiftçilerin daha fazla borçlanacağı ve daha fazla kredi alacağı sürecin eşlik edeceği, ayrıca şirketlerin köylülerin giderek daha fazla mülksüzleşecekleri açık bir biçimde görülmektedir.”

Hint tarımını rahatsız eden sorunları çözmeyi amaçlayan herhangi bir önerinin, bu sorunların temel nedenlerini ele alması gerektiğini ekleyen mektup, mevcut modelin yapısal sorunları çözmek için teknolojinin kullanılmasına vurgu yapan “her şeyi teknoloji çözer” anlayışına yaslandığını söylüyor.

Bu noktada, algoritma temelli karar verme yoluyla hükümetin şeffaflığının azalması sorunundan da bahsetmek gerekiyor.

55 imzacı, hükümetin, dijital hamlesinin yönü ve ortaklıkların temeli konusunda başta çiftçi örgütleri olmak üzere tüm paydaşlarla istişarelerde bulunmasını talep ediyor ve çiftçilerden ve çiftçi örgütlerinden gelen geri bildirimleri dikkate alarak, bu konuda bir politika belgesi hazırlıyor. Mektupta, “Tarım bir devlet konusu olduğundan, merkezî hükümet eyalet hükümetlerine de danışmalıdır” deniliyor.

İmzacılar, hükümetin, bireysel çiftçiler veya çiftlikleri hakkında özel/kişisel bilgilerle birden fazla veri tabanını entegre etmek ve/veya paylaşmak için özel kuruluşlarla başlattığı tüm girişimlerin, kapsayıcı bir politika çerçevesi ve bir veri koruma yasası yürürlüğe girene kadar askıya alınması gerektiği üzerinde duruyorlar.

AgriStack'in hem politik çerçeve hem de icra noktasında geliştirilmesine dönük çalışmaların çiftçilerin endişelerini ve deneyimlerini asli çıkış noktası olarak ele alması gerektiğinden bahsediyorlar.

Mektupta, “yeni çiftlik yasaları yakından incelenirse, düzenlenmemiş dijitalleşmenin bunların önemli bir yönü olduğu açıkça görülecektir” deniliyor.

Tekelci şirketlere ait e-ticaret “platformlarının”, mevcut politik seyri göz önüne alındığında, sonunda Hindistan ekonomisinin çoğunu kontrol edeceğine dair güçlü bir olasılık söz konusu. Perakende ve lojistikten ekime kadar, veriler kesinlikle petrolün yerini alacak, platformlara neyin üretilmesi ve hangi miktarlarda üretilmesi gerektiğini dikte etme gücü verecek.

Sektörle ilgili tüm bilgileri Microsoft gibi şirketlere devretmek, gücü tümüyle onların eline teslim etmek, böylece o şirketlerin sektörü kendi suretinde yeniden biçimlendirmesine izin vermek anlamına gelecektir.

Bayer, Corteva, Syngenta ve geleneksel tarım işletmeleri, Amazon ve Walmart'ın hâkim olduğu e-ticaret sahasının ve yapay zekânın yönlendirdiği çiftçisiz çiftliklerin önünü açmak için Microsoft, Google gibi büyük teknoloji şirketleriyle birlikte çalışıyor. Ekonominin komuta kademelerinde yer alan, veri sahipleri, özel mülke ait girdi tedarikçileri ve e-ticaret şirketlerinden oluşan bir kartel, dünyaya zehirli endüstriyel gıda ürünleri dağıtıyor ve onunla bağlantılı olarak, insan sağlığını bozuyor.

Peki seçimle göreve gelen temsilcilere ne olacak? Bu kişilerin görevleri, yukarıda saydığımız tüm faaliyet alanlarını planlayıp tayin eden platformları ve yapay zekâyı birer teknokrat gibi gözetlemekten ibaret olacak.

İnsanlar ve toprak arasındaki bağlantılar, neoliberal kapitalizmin ilkelerine uygun olarak yapay zekâ güdümlü teknokratik bir distopyaya indirgendi. AgriStack, bu son oyunu kolaylaştırmaya yardımcı olacak.


VII. Bölüm
Neoliberalizmin Taktik Tahtası
Ekonomik Terörizm ve Çiftçilerin Başlarının Ezilmesi

Dev perakende satış mağazalarının raflarında sıralanan markalar çok geniş görünse de, aslında bu markalar bir avuç gıda şirketine ait, üstelik bu markalar, içerik olarak nispeten dar bir ürün yelpazesine sahip. Aynı zamanda, bu seçim yanılsaması, Dünya Bankası, IMF, DTÖ ve küresel tarım ticareti çıkarlarının izin verdiği ölçüde, tarım ihracatını kolaylaştırmak için tarımsal faaliyetlerini yeniden yapılandırmak zorunda kalan yoksul ülkelerde gıda güvenliği pahasına gündeme geliyor.

Meksika'da, ulusötesi gıda perakende ve işleme şirketleri, gıda dağıtım kanallarını genellikle hükümetin doğrudan desteğiyle, yerel gıdaları ucuz işlenmiş ürünlerle değiştirmek suretiyle ele geçirdiler. Serbest ticaret ve yatırım anlaşmaları bu süreç için kritik öneme sahipti. Neticede söz konusu süreç, halk sağlığı bağlamında yol açtığı sonuçlarla felâkete neden oldu.

Meksika Ulusal Halk Sağlığı Enstitüsü, 2012 yılında gıda güvenliği ve beslenme ile ilgili olarak ülke genelinde yapılan bir anketin sonuçlarını yayınladı. Ankete göre, 1988 ve 2012 yılları arasında, 20 ile 49 yaş arasındaki fazla kilolu kadınların oranı %25'ten %35'e; obez kadınların sayısı aynı yaş grubunda %9'dan %37'ye çıktı. 5 ile 11 yaş arasındaki Meksikalı çocukların yaklaşık %29'unun, 11 ile 19 yaş arasındaki gençlerin %35'inin aşırı kilolu olduğu, okul çağındaki her on çocuktan birinin anemi yaşadığı tespit edildi.

Eski Gıda Hakkı Özel Raportörü Olivier De Schutter, ticaret politikalarının taze ve kolay bozulan gıdalardan çok raf ömrü uzun, işlenmiş gıda ürünlerinin tüketilmesinden yana olduğunu söylüyor. Meksika'nın karşı karşıya olduğu, aşırı kiloluluk ve obezite ile ilgili acil durumun önlenebileceğini de sözlerine ekliyor.

2015 yılında, GRAIN isimli STK’nın tespitine göre, Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması (NAFTA), gıda işleme alanına doğrudan yatırım yapılmasına, Meksika’daki perakende sahasının yapısında değişikliklerin yaşanmasına (süpermarketlerin ve marketlerin açılmasına) ayrıca küresel güce sahip tarımsal ürün ticareti yapan şirketlerin ve ulusötesi gıda şirketlerinin ülkeye giriş yapmasına neden oldu.

NAFTA, yabancı yatırımcıların bir şirketin %49'undan fazlasına sahip olmasını engelleyen kuralları yürürlükten kaldırdı. Ayrıca, üretimde asgari miktarda yerli içeriği yasakladı ve yabancı yatırımcıların ilk yatırımlardan elde ettikleri kâr ve getirileri elinde tutma haklarını artırdı. 1999'a gelindiğinde, ABD şirketleri, Meksika'nın gıda işleme endüstrisine 5,3 milyar dolar yatırım yaptılar, bu rakam, esasen son 12 yıl içerisinde yatırım tutarının 25 kat arttığına işaret ediyordu.

ABD gıda şirketleri, tienda (bakkal) olarak bilinen küçük ölçekli satıcıların hâkim olduğu gıda dağıtım ağlarını ele geçirmeye başladılar. Bu sayede ilgili şirketler, yiyeceklerini küçük kasaba ve topluluklardaki yoksul halka satma ve reklâm etme, böylece besin değeri düşük gıdaları her yana yayma imkânı buldular. 2012 itibarıyla perakende zincirleri, Meksika'nın ana gıda satış kaynağı olan tiendaları yerinden etti.

Meksika'da gıda egemenliğinin kaybı, ülkenin beslenme düzeninde korkunç değişikliklere neden oldu ve birçok küçük ölçekli çiftçi, ABD'den gelen, sübvansiyonlar sayesinde üretim maliyetinin altında üretilen fazla ürünün ucuza satılması sebebiyle geçinemez hâle geldi. NAFTA, milyonlarca Meksikalı köylüyü, çiftlik sahibini ve esnafı hızla iflasa sürükledi ve milyonlarca göçmen işçinin kaçışına yol açtı.

Küresel şirketlerin, sözleşmeli çiftçilik, kamu sektörü destek sistemlerinin büyük ölçüde geri alınması, sonrasında ABD ile imza edilecek ticaret anlaşmasıyla gerekli zemini döşenen ithalata bağımlılık süreci ve geniş ölçekli e-ticaret işlemlerinin hızlanması üzerinden tarımsal gıda sektörünü tamamen şirketleştirmeye çalıştığı koşullarda, Meksika'da olanlar Hintli çiftçiler için bir uyarı işlevi görmelidir.

Hindistan'ın yerel pazarlarının ve küçük perakendecilerin olası nihai kaderini bilmek istiyorsanız, ABD Hazine Bakanı Steven Mnuchin'in 2019'da söylediklerinden başka bir yere bakmanıza gerek yok. Bakan orada, Amazon'un “ABD’deki perakende endüstrisini yok ettiği”nden bahsediyor.

Küresel ve Yerel Karşı Karşıya

Amazon'un Hindistan'a taşınması, yerel ve küresel pazarlar arasında uzanan alan için sürmekte olan haksız mücadeleyi özetliyor. Şirketler ve platformlar, sadece bir avuç multi-milyarderin mülkiyetindeler. Üstelik bu zenginler, on milyonlarca satıcıyı ve küçük üreticiyi zayiat olarak görüyorlar. O insanların yerinden yurdundan olmalarını kendilerine asla dert etmiyorlar.

Amazon'un yönetim kurulu başkanı Jeff Bezos, Hindistan'ı yağmalamayı ve milyonlarca küçük tüccarı, perakendeciyi ve mahalle bakkalını ortadan kaldırmayı hedefliyor.

Bezos, vicdanı olmayan bir adam.

Bezos, Temmuz 2021'de kendi özel uzay şirketi tarafından inşa edilen bir roketle uzaya kısa bir uçuştan döndükten sonra bir basın toplantısında şunları söyledi:

"Ayrıca her Amazon çalışanına ve her Amazon müşterisine teşekkür etmek istiyorum, çünkü tüm bu yolculuğun masrafını siz ödediniz."

Bu sözüne cevaben, ABD kongre üyesi Nydia Velazquez, Twitter'da şunu yazdı:

"Jeff Bezos’un uzaya gitmek için harcadığı parayı konuşacağımıza, onun dünyada yaptıklarına bakalım.”

Bu sözün ardından, Velazquez, Amazon'un vergi kaçakçılığına atıfta bulunarak #WealthTaxNow [“Şimdi Zenginlerden Vergi Alın”] etiketini tweet’ine ekledi. Şirketin vergi kaçakçılığı yaptığı, birçok raporda dile getirilen bir gerçekti. Bu raporlardan biri de Mayıs 2021'de Londra Üniversitesi'ndeki araştırmacılar tarafından yapılan “Amazon Yöntemi: Vergi Ödemekten Kaçınmak İçin Uluslararası Devlet Sisteminden Nasıl Yararlanılır?” çalışmasıydı.

Bezos Ocak 2020'de Hindistan'ı ziyaret ettiğinde, onun sıcak karşılanmamasına hiç şaşmamak gerek.

Bezos ise Twitter'da Hindistan'a övgüler diziyordu:

“Dinamizm. Enerji. Demokrasi. #HintYüzyılı.”

İktidar partisi BJP’nin dış ilişkiler bakanlığındaki en üst düzey adamı Bezos’a şu şekilde karşılık verdi:

“Lütfen bunu Washington’daki çalışanlarınıza söyleyin. Yoksa sempati toplamak için gerçekleştirdiğiniz bu ziyaret, zaman ve para kaybından başka bir şeyle sonuçlanmayacak.”

Mevcut yönetimin yabancıların ekonomiyi ele geçirmesine yönelik önerdiği yaptırım düşünüldüğünde, kafa karıştırıcı olsa da uygun bir cevaptı bu.

Bezos, ülkeye geldiğinde Hindistan’da tekelleşmeyle mücadele kurulu Amazon aleyhine soruşturma açmış durumdaydı, ayrıca sokaklarda esnaf eylemdeydi. O günlerde Tüm Hindistan Tüccarlar Konfederasyonu (CAIT), ülke çapındaki bağlı kuruluşlarının üyelerinin protesto amacıyla 300 şehirde oturma eylemleri ve halk mitingleri düzenleyeceğini duyurdu.

CAIT sekreteri General Pravin Handelval, Bezos'un ziyaretinden önce Başbakan Modi'ye yazdığı bir mektupta, Amazon'un, Walmart'ın sahibi olduğu Flipkart gibi, "binlerce küçük esnafın ve tüccarın işletmesinin kapanmasına neden olan fiyat politikası sebebiyle bir "ekonomik terörist" olduğunu iddia etti.

2020'de KOBİ’lerin üye olduğu Delhi Vyapar Mahasangh (DVM) isimli birlik, Hindistan Rekabet Kurulu’na Amazon ve Flipkart’ı şikâyet etti. Birliğe göre bu iki şirket, platformlarında belirli satıcıları indirimli ücretler ve tercihli listeleme imkânı sunarak diğerleri karşısında imtiyazlı kılmaktaydı. Küçük tüccarların çıkarlarını savunmak için lobi faaliyeti yürüten bu DVM isimli dernek, ayrıca Amazon ve Flipkart'ın cep telefonu üreticileriyle yalnızca kendi platformlarında telefon satmalarını sağlamak amacıyla bağlantı kurmasıyla ilgili endişelerini de gündeme getirdi.

DVM, küçük tüccarlar, bu cihazları alıp satamayacakları için bunun rekabete aykırı bir davranış olduğu iddiasındaydı. Dile getirilen diğer bir mesele de e-ticaret şirketlerinin sunduğu, küçük tüccarlar tarafından karşılanamayan hızlı satışlar ve büyük indirimlerdi.

CAIT, 2019'da 50.000'den fazla cep telefonu perakendecisinin büyük e-ticaret firmaları tarafından işten atıldığını tahmin ediyor.

Reuters tarafından açıklandığı üzere, Amazon Hindistan’da sahibi olduğu platformda yapılan satışların büyük bir kısmını gerçekleştiren bir avuç satıcı firmanın dolayı sahibi konumunda. Bu bir sorun, çünkü Hindistan'da Amazon ve Flipkart'ın yasal olarak yalnızca üçüncü taraf satıcılar ve alıcılar arasındaki işlemleri bir ücret karşılığında kolaylaştıran tarafsız platformlar olarak çalışmasına izin veriliyor.

Sonuç olarak, Hindistan Yüksek Mahkemesi, kısa süre önce Amazon'un rekabete aykırı iş uygulamaları iddiasıyla Hindistan Rekabet Kurulu (CCI) tarafından soruşturmayla karşı karşıya kalması gerektiğine karar verdi. CCI, Amazon ve Flipkart'ın rekabeti ortadan kaldırmak için kullandığı iddia edilen derin indirimleri, tercihli listelemeleri ve dışlayıcı taktikleri araştıracağını söyledi.

Ne var ki bugün iyice büyüyen şirketler büyük güçlere sahipler.

Ağustos 2021'de CAIT, Tüketici İşleri Bakanlığı tarafından önerilen e-ticaret kurallarına müdahale ettiği için (Hindistan Hükümeti'nin etkili politika komisyonu düşünce kuruluşu) NITI Aayog'a saldırdı.

CAIT, düşünce kuruluşunun açıkça yabancı e-ticaret devlerinin baskısı ve etkisi altında göründüğünü söyledi.

CAIT başkanı BC Bhartia, yıllardır susup olan biteni izlemekle yetinen NITI Aayog'un böyle duygusuz ve kayıtsız bir tavır sergilemesinin kendisini çok şaşırttığını söyledi:

“[…] yabancı e-ticaret devleri, doğrudan yabancı yatırım politikasının tüm kurallarını alt üst ederek, ülkenin perakende ve e-ticaret ortamını açıkça ihlal edip yıkıma uğrattılar, ancak önerilen e-ticaret kurallarının e-ticaret şirketlerinin yanlış uygulamalarına son verme ihtimali bulunduğu bir zamanda birden ağızlarını açmaya karar verdiler.”

Oysa aslında hükümetin yürüdüğü politik yol göz önünde bulundurulduğunda bu, beklenebilecek bir gelişme.

Üç tarım yasasına karşı protestoları sırasında çiftçilere göz yaşartıcı gazla saldırıldı, medya onlara yönelik karalama kampanyası yürüttü, gelen geçen çiftçileri ezdi. Gazeteci Satya Sagar, hükümet danışmanlarının, harekete geçmiş olan çiftçiler karşısında zayıf görünmenin yabancı tarımsal gıda yatırımcılarını rahatsız edeceğinden, ayrıca sektöre ve bir bütün olarak ekonomiye büyük para akışını durdurabileceğinden korktuklarına dikkat çekiyor.

Politikalar, yabancı yatırımı çekme, elde tutma ve uluslararası sermayenin taleplerine boyun eğerek “piyasa güveni”ni sürdürme güdüsü tarafından yönetiliyor. Demek ki “Doğrudan yabancı yatırım”, Modi liderliğindeki yönetimin kutsal kâsesi hâline gelmiş.

Hükümetin protestocu çiftçiler konusunda “sert” davranmaya ihtiyaç duymasına şaşmamak gerek, çünkü bugün Hindistan, gıda politikasıyla ilgili sorumluluğunu tampon stokları tüketmek suretiyle özel şirketlere teslim ettiği için, uluslararası piyasada gıda satın alma noktasında eskiye nazaran daha fazla dövizi ülkeye çekmek ve onu elde tutmak zorunda.

Ülkede tarımsal gıdayı kökten yeniden yapılandırma planı halka, sektörü “modernleştirme” kisvesi altında satılıyor. Üstelik bu plan, Zuckerberg, Bezos ve Ambani gibi kendilerini “servet yaratıcıları” ilân eden ve kendileri için zenginlik yaratma konusunda oldukça deneyimli kişiler tarafından yürütülüyor.

Oysa bu “zenginlik yaratıcılarının” kim için zenginlik yarattıkları açık.

Tanmoy İbrahim, People's Review [“Halkın Eleştirisi”] sitesinde, esas olarak Ambani ve Adani'ye odaklanan, Hindistan'ın milyarder sınıfı ile ilgili bir yazı yazıyor. Hindistan'daki ahbap-çavuş kapitalizminin niteliğini özetleyen yazı, Modi'nin “servet yaratıcılarına” kamu hazinesini, insanları ve çevreyi yağmalamak için tam yetki verdiğini, o “servet yaratıcıları”nın gerçek servet yaratıcılarının, özellikle çiftçilerin varlıkları için mücadele ettiklerini açık bir dille ortaya koyuyor.

Tarım krizi ve son protestolar, hükümet ile çiftçiler arasındaki bir savaş olarak görülmemelidir. Meksika'da olan biten bize bir şeyler söylüyor olmalı. Neticede halk sağlığının daha da bozulacağını ve geçim kaynaklarının yitip gideceğini, tüm ülkenin bu süreçten olumsuz etkileneceğini bugünden görmek için kâhin olmaya gerek yok.

Hindistan'daki obezite oranlarının son yirmi yılda üç katına çıktığını ve ülkenin hızla dünyanın diyabet ve kalp hastalıkları merkezi hâline geldiğini görmek gerekiyor. Ulusal Aile Sağlığı Araştırması'na (NFHS-4) göre, 5-9 yaş grubundaki her beş çocuktan birinin bodur olduğu tespit edilmesine rağmen, 2005 ve 2015 yılları arasında obez insanların sayısı iki katına çıktı.

Bunlar, sektörü milyarder (komprador) kapitalistler Mukeş Ambani ve Gautum Adani ve (dünyanın en zengin ismi olan) Jeff Bezos’a, (dünyanın en zengin dördüncü kişisi olan) Mark Zukerberg'e, (14 milyarderi içeren) Cargill iş ailesine ve (ABD’nin en zengini olan) Walmart iş ailesine teslim etmenin sebep olduğu maliyet içerisinde değerlendirilmesi gereken sonuçlar.

Bu kişiler, Hindistan'ın tarımsal gıda sektörünün zenginliğini sömürmeyi amaçlarken, milyonlarca küçük ölçekli çiftçinin ve perakendecinin geçim kaynaklarını ortadan kaldırıyorlar, bir yandan da ülke insanının sağlığını bozuyorlar.

Hindistan'ın Uttar Pradeş eyaletinin Muzaffernigar şehrinde 5 Eylül 2021'de yüz binlerce çiftçi bir mitinge katıldı. Eyaletteki diğer mitinglerde de aşağı yukarı aynı sayıda insan bir araya geldi.

Önde gelen çiftçi liderlerinden Rakeş Tikait, bunun Hintli çiftçilerin protesto hareketine yeni bir soluk getireceğini söyledi ve şu uyarıyı yaptı:

“Modi hükümetinin çiftçi karşıtı olduğu mesajını iletmek için Uttar Pradeş'in her şehrine ve kasabasına giderek protestomuzu yoğunlaştıracağız.”

Tikait, protesto hareketinin lideri ve Bharatiya Kisan Birliği'nin (Hintli Çiftçiler Birliği) sözcüsü.

On binlerce çiftçi, Delhi’nin kenar mahallelerine kamp kurdu ve bahsi edilen üç çiftlik yasasının yürürlükten kaldırılmasını istedi. Onlara göre bu yasalar, tarımsal gıda sektörünü pratikte şirketlere bırakıyor, Hindistan'da gıda güvenliği meselesini uluslararası emtia ve finans piyasalarının insafına terk ediyordu.

Uttar Pradeş'teki mitinglerin yanı sıra, Haryana eyaletindeki Karnal'da da binlerce çiftçi, Modi liderliğindeki hükümete yasaları yürürlükten kaldırması için baskı yapmaya devam etmek için toplandı. Bu özel protesto, aynı zamanda Karnal'da (Delhi'nin 200 km kuzeyinde) Ağustos ayı sonlarında çiftçilerin bir otoyolu trafiğe kapattığı başka bir gösteri sırasında polis şiddetine tepki olarak gerçekleşti. Polis o eylemde çiftçilere bambu coplarla (lathi) saldırmış, saldırı sonucu on kişi yaralanmış, bir kişi de ertesi gün kalp krizinden ölmüştü.

Sonrasında sosyal medyaya, üst düzey bir hükümet yetkilisi olan Ayuş Sinha'nın polislere çiftçilerin otoyola yerleştirilen barikatları aşmaları durumunda “onların başlarını ezmelerini” istediğini ortaya koyan bir video düştü.

Haryana Başbakanı Manohar Lal Hattar, kelime seçimini eleştirdi, ancak “asayişi sağlamak için katılığın korunması gerektiğini” söyledi.

Oysa bu doğru değil. Hindistan'ın tarımsal gıda sektörü üzerinde birer akbaba gibi dönüp duran yabancı şirketleri memnun etmenin yolu, aslında gaddarlık ve zulümden başka bir şeyi ifade etmeyen o “katılığın” herkese hissettirilmesinden geçiyor.

Yetkililer kendilerini bu tür bir dilden uzak tutmaya çalışsalar da, “kafaları ezmek”, tam da Hintli yöneticilerin ve yabancı tarımsal gıda şirketlerinin milyarder sahiplerinin talep ettiği bir şey.

Hükümet, “piyasadaki kendisine yönelik güveni” muhafaza edebilmek ve sektöre doğrudan yabancı yatırımı çekmek (diğer bir deyişle, sektörün ele geçirilmesini sağlamak) için çiftçilere karşı sert olduğunu küresel tarım sermayesine göstermek zorunda.

Şimdi (geçici olarak) çiftlik yasaları yürürlükten kaldırıldı, ama gene de şunu görmek gerekiyor: Hindistan, hâlen daha kendisine ait tarımsal gıda sektörünü başka güçlere teslim etmek istiyor. Bu isteği, esasen ABD dış politikasının bir zaferi olarak değerlendirmek gerekiyor.

İktisatçı Prof. Michael Hudson’ın 2014 yılında yaptığı değerlendirmeye göre:

“Amerikan diplomasisi, Üçüncü Dünya'nın çoğunu ancak tarım ve gıda tedarikini kontrol etmek suretiyle kontrol altına alabilir. Dünya Bankası'nın jeopolitik amaçlar üzerine kurulu kredi verme stratejisi, hep ülkeleri, kendi yetiştirdikleri gıda ürünleriyle karınları doymasın diye, para getiren ürünler, yani plantasyonlarda üretilen ihraç ürünleri yetiştirmeye ikna ederek, onları gıda kıtlığı çekmesini sağlama amacını gütmüştür.”

Eskiden olduğu gibi bugün de küresel tarımın kontrolü, ABD kapitalizminin jeopolitik stratejisinin bir koludur. Yeşil Devrim, petrol zengini ülkelerin ve petrol şirketlerinin izniyle ihraç edilen bir ürün. Yoksul ülkeler, girdiler ve ilgili altyapı gelişimi için kredi gerektiren tarımsal sermayenin kimyasal ve petrole bağımlı tarım modelini benimsediler. Bu süreç, ülkelerin küreselleşmiş bir borç esareti sistemine, hileli ticaret ilişkilerine ve petrol fiyatlarındaki şoklara karşı savunmasız bir sisteme hapsetmeyi gerekli kılıyordu.

Hindistan Basın Vakfı’nın yayınladığı Aralık 2020 tarihli bir fotoğraf, Hindistan hükümetinin çiftçileri protesto etme yaklaşımını ortaya koyuyor. Fotoğrafta paramiliter kılıklı bir güvenlik görevlisinin elindeki bambu copunu havaya kaldırdığı görülüyor. Sih çiftçi topluluğundan bir yaşlı, zulmü iliklerinde hissediyor.

Bugün “çiftçilerin kafalarının ezmek” denilen eylem, dünyadaki tüm totaliter “liberal demokrasiler”in artık kendi halkları içindeki birçok kişiye nasıl baktığının somut bir ifadesi aslında. Bunun neden böyle olduğunu tam olarak anlamak için analizin kapsamını genişletmek gerekiyor.


VIII. Bölüm
Yeni Normal
Kapitalizmin Krizi ve Distopik Sıfırlama

Bugün, etkili bir isim olan yönetim kurulu başkanı Klaus Schwab'ın vizyonuna uygun hareket eden Dünya Ekonomi Forumu, yaşama, çalışma ve ilişki kurma tarzımızı kökten değiştirecek yapısal bir değişim süreci olarak gündeme gelen distopik “büyük sıfırlama” fikrinin odağında duruyor.

Büyük sıfırlama, geçim kaynaklarının ve tüm sektörlerin, ilâç şirketlerinin, Amazon ve Google gibi yüksek teknoloji/büyük veri devlerinin, önemli küresel zincirlerin, dijital ödeme sektörünün, biyoteknoloji şirketlerinin vs. tekelini güçlendirip hegemonyasını artırmak adına feda edildiği koşullarda, temel özgürlüklerin kalıcı olarak kısıtlanacağı, kitlesel gözetleme pratiklerin yerleşik hâle geleceği bir kapitalist dönüşümü öngörüyor.

Kovid salgını ile mücadele kapsamında alınan kapanma ve kısıtlama tedbirlerinin bahane ve perde olarak kullanıldığı büyük sıfırlama süreci, “Dördüncü Sanayi Devrimi” kılıf altında hızla ilerledi. Bu süreçte küçük işletmeler iflasa sürüklendi, tekeller tarafından satın alındılar. Ekonomiler, birçok işin ve görevin yapay zekâ destekli teknolojiye devredildiği koşullarda, “yeniden yapılandırılıyor.”

Ayrıca bir yandan da, “sürdürülebilir tüketim” ve “iklim acil durumu” retoriğiyle desteklenen “yeşil ekonomi”ye doğru gidişe tanık oluyoruz.

Kapitalizmin kâr için ihtiyaç duyduğu yeni alanlar, “finansallaştırma” ve doğanın tüm yönlerinin mülk edinilmesi yoluyla yaratılacakmış gibi görünüyor; doğa, tam da sahte “çevreyi koruma” anlayışı ile sömürgeleştirilecek, metalaştırılacak ve ticaretin konusu hâline getirilecek. Bu, esasen, “sıfır emisyon” bahanesi altında, kirleticilerin çevreyi kirletmeye devam edebilecekleri, ancak yerli halkların ve çiftçilerin topraklarını ve kaynaklarını karbon yutağı olarak kullanmak ve alıp satmak (dolayısıyla bu topraklardan ve kaynaklardan kâr elde etmek) suretiyle “dengeleyebilecekleri” anlamına geliyor. Bu, aslında “yeşil emperyalizm”e dayanan başka bir finansal Ponzi planı.

Dünyanın dört bir yanında politikacılar, “yeni normal”e geçiş için gerekli zemini “daha iyi” inşa etme gerekliliğinden bahsederken, bu büyük sıfırlama söylemine başvuruyorlar. Hepsinin ağzından aynı lafın dökülmesi, hiç de tesadüf değil.

Peki ama bu sıfırlama neden gerekli?

Kapitalizm, kâr oranlarını korumak zorunda. Hâkim ekonomik sistem, sürekli artan seviyelerde kaynak temini, üretim ve tüketim talep ediyor, ayrıca büyük firmaların yeterince kâr elde etmesi için her yıl belirli düzeyde GSYİH artışına ihtiyaç duyuyor.

Gelgelelim piyasalar doydu, talep oranları düştü, aşırı üretim ve aşırı sermaye birikimi, bir sorun hâline geldi. Buna karşılık, işçi ücretlerinin düşürüldüğü, finans ve emlak spekülasyonlarının arttığı (yeni yatırım piyasalarının oluştuğu) koşullarda, hisselerin alındığına, büyük çaplı kurtarma operasyonlarının yapıldığına, (özel sermayenin hayatta kalma kapasitesini muhafaza etmek için kullanılan kamuya ait para anlamında) sübvansiyonlara, ayrıca (ekonominin birçok sektörü için büyük bir itici güç olarak) militarizmdeki artışa tanıklık ediyoruz.

Ayrıca, küresel şirketlerin yabancı ülkelerdeki pazarları ele geçirmesi ve genişletmesi için üretim sistemleri ortadan kaldırılıyor.

Ne var ki bu çözümler, yüzeysel ve geçiciydi. Dünya ekonomisi, sürdürülemez bir borç dağının altında boğuluyordu. Pek çok şirket, kendi borçlarının faizlerini karşılayacak kadar kâr elde edemeyecek durumdaydı ve sadece yeni krediler alarak ayakta kalabiliyordu. Düşen cirolara, azalan kâr oranlarına ve sınırlı nakit akışlarına, ancak borçla dengelenen bilançolar eşlik ediyordu.

Ekim 2019'da bir Uluslararası Para Fonu konferansında yaptığı konuşmada, eski İngiltere Merkez Bankası başkanı Mervyn King, dünyanın “demokratik piyasa sistemi” olarak adlandırdığı sistem için yıkıcı sonuçları olacak yeni bir ekonomik ve finansal krize doğru yürüdüğü konusunda uyarıda bulundu.

King'e göre, küresel ekonomi, düşük büyüme tuzağına saplanmıştı, üstelik 2008 krizinden çıkış süreci, Büyük Buhran'ı takip eden süreçten daha yavaş ilerliyordu. King, o konuşmada, Amerikan Merkez Bankası’nın ve diğer merkez bankalarının politikacılarla kapalı kapılar ardında görüşmelere başlama zamanının geldiği sonucuna varıyordu. 16 Eylül günü repo piyasasında faiz oranları yükseldi. Amerikan Merkez Bankası, dört gün boyunca, günlük 75 milyar dolarlık bir müdahaleyle sürece dâhil oldu. Bu, 2008 krizinden bu yana görülmeyen bir tutardı.

Cardiff Üniversitesi'nde eleştirel teori profesörü olarak çalışan Fabio Vighi'ye göre, o sırada Amerikan Merkez Bankası, Wall Street'e haftada yüz milyarlarca doların pompalanmasını sağlayan bir acil para programını devreye soktu.

Son iki yıldır, “pandemi” kisvesi altında, ekonomilerin kapatıldığını, küçük işletmelerin ezildiğini, işçilerin işsiz bırakıldığını ve insan haklarının yok edildiğini gördük. Kapanmalar ve kısıtlamalar bu süreci hızlandırdı. Bu sözde “halk sağlığı önlemleri”, kapitalizmin krizini yönetmeye çalışanlara hizmet etmekten başka bir işe yaramadılar.

Neoliberalizm, işçilerin gelirlerini ve aldıkları sosyal yardımları kıstı, ekonomiler dâhilinde kilit rol oynayan sektörleri ülke dışına savurdu, talebi sürdürmek ve zenginlerin hâlâ yatırım yapıp bundan kâr elde edebilecekleri finansal Ponzi planları oluşturmak için elindeki her tür aracı kullandı.

2008 çöküşünün ardından bankacılık sektörüne yapılan kurtarma operasyonları, yalnızca geçici bir soluklanma sağladı. Çöküş etkisini, milyarlarca dolarlık kurtarma paketleriyle birlikte, Kovid öncesinde yaşanan çok daha büyük bir patlamayla ortaya koydu.

Fabio Vighi, tüm bunlarda “pandemi'nin rolü olduğunu söylüyor:

“Sanırım […] bazı insanlar, genellikle vicdansız olan muktedir elitlerin, neredeyse yalnızca üretim dışı olan (seksen yaşın üzerindeki) kişileri öldüren bir virüs karşısında, dünya üzerinde işleyen kâr mekanizmasını durdurmaya neden karar verdiklerini artık merak etmeye başlamıştır.”

Vighi, Kovid öncesi dönemde dünya ekonomisinin başka bir büyük çöküşün eşiğine geldiğinden, İsviçre Ödemeler Bankası’nın, (dünyanın en güçlü yatırım fonu olan BlackRock’un, G7 ülkelerindeki merkez bankalarının ve diğer güçlerin finansal iflası önlemek için nasıl uğraştıklarından bahsediyor.

Kapanma tedbirinin uygulanmasında ve ekonomik işlemlerin dünya genelinde askıya alınmasında asıl amaç, Amerikan Merkez Bankası’nın (Kovid bahanesiyle) zor durumdaki finans piyasalarını yeni basılmış parayla doldurmasına ve hiperenflasyonu önlemek için reel ekonominin kapısına kilit vurmasına imkân sağlamaktı.

Vighi’nin tespitiyle:

“Mart 2020’de borsa, kapanma tedbirinin uygulamaya konulmasının zorunlu hâle gelmesi sebebiyle çökmedi, bilâkis, finans piyasaları çöktüğü için kapanma tedbirleri alınmak durumunda kalındı. Kapanmalarla birlikte ticari işlemler askıya alındı, bu da kredi talebini azalttı, neticede salgın durdu. Başka bir ifadeyle, sıra dışı para politikası ile finansal yapı yeniden inşa edilmeliydi, bu ise ekonominin motorunun durdurulmasına bağlıydı.”

Tüm bu adımların amacı, Kovid “yardımları” kılıfı ardında, Wall Street’i kurtaracak trilyonlarca doların akıtılmasını sağlamaktı. Sonrasında bu yardımları, kapitalizmi yeniden yapılandıracak plan takip etti. İlgili plan dâhilinde küçük işletmeler ya iflasa sürüklendiler ya da tekeller ve küresel zincirler tarafından satın alındılar. Böylelikle, bu yağma ile büyüyen şirketlerin kesintisiz kâr etmeleri güvence altına alınmış oldu. Bunun bedeli, kapanmalar ve hızlanan otomasyon ile milyonlarca insanın işsiz kalmasıydı.

Kovid’le mücadele kapsamında hazırlanan yardım paketlerinin faturasını sıradan insanlar ödeyecek. Eğer finansal kurtarma paketleri plana uygun sonuçlar doğurmazsa, muhtemelen başka bir “virüs” bahanesiyle veya “iklim acil durumu” bahanesiyle tekrar kapanmalar gündeme gelecek.

Burada sadece büyük finans şirketleri kurtarılmıyor. Zaten zor durumda olan ilâç endüstrisi de para kazandıran Kovid aşıları ile önemli bir can simidine kavuşuyor. Zira ilâç şirketleri, geliştirilmesi ve satın alınması için ayrılan kamu fonları ile üretilen bu aşılar sayesinde kurtarılıyorlar.

Öyle ya da böyle, bugün dünya genelinde milyonlarca insanın geçim kaynaklarından mahrum kalışına tanıklık ediyoruz. Ufukta görünen, yapay zekâ ve gelişmiş otomasyon üzerine kurulu üretim, dağıtım ve hizmet temini dâhilinde artık kitlesel bir işgücüne gerek kalmayacak.

Bu süreç, beraberinde kapitalist ekonomik faaliyetin ihtiyaç duyduğu emeği yeniden üretmeye ve sürdürmeye hizmet eden kitlesel eğitim, sosyal yardımlar ve sağlık hizmeti verilmesinin gerekli olup olmadığına, bu alanların geleceğine dair önemli soruları gündeme getiriyor. Ekonomi yeniden yapılandırıldıkça, emeğin sermayeyle ilişkisi de dönüşüyor. Bu da “işin kendisi kapitalistler nezdinde emekçi sınıfların varlığının bir koşulu ise, bugün kapitalistler, artık ihtiyaç duymadıkları bir fazla emek havuzunu neden muhafaza etsinler?” sorusunu sordurtuyor.

Bugün nüfusun büyük bir bölümünün sürekli işsizlik tuzağına düştüğü koşullarda, yöneticiler, kitlesel muhalefetle ve direnişlerle uğraşmak istemiyorlar. Bu sebeple, günümüz dünyası, hareket ve toplanma özgürlüğünden siyasi protesto ve ifade özgürlüğüne kadar birçok farklı özgürlük alanının kısıtlanması için tasarlanmış bir biyogüvenlikçi gözetim devletine tanık oluyor.

Nüfusun giderek büyüyen bir kısmının “üretken olmayan” ve “işe yaramaz yiyiciler” olarak görüldüğü, yukarıdan aşağıya doğru örgütlenmiş bir gözetim kapitalizmi sisteminde elitler, bireyciliği, liberal demokrasiyi, özgür seçim ideolojisini ve tüketimciliği, siyasi haklar, yurttaşlık hakları ve özgürlükler gibi “gereksiz lüksler” olarak görüyorlar.

Bir ülkenin “liberal demokrasiden” ne kadar hızlı bir şekilde toplanma ve protestolara müsamaha gösterilmeyen, sonu gelmeyen karantinaların olduğu, acımasız ve totaliter bir polis devletine dönüştüğünü görmek için Avustralya'da süregiden zorbalığa bakmamız yeterli.

Sağlığı korumak adına insanların dövülmesi, yerlerde sürüklenmesi ve plastik mermilerle vurulması ne kadar mantıklı ve anlamlıysa, “hayat kurtarmak” için sosyal ve ekonomik açıdan insanları yıkıma sürükleyen, tüm toplumları mahveden karantinalar da o kadar mantıklı ve anlamlı.

Esasen burada mantık aranmamalı. Ama tabii, olan bitene kapitalizmin krizi açısından bakarsak, her şey çok daha mantıklı gelmeye başlayacaktır.

İlk kapanma kararı alındığında insanlar, zaten 2008 çöküşünü izleyen kemer sıkma önlemlerinin yol açtığı etkilerin çilesini çekiyorlardı.

Devletler, ileride daha köklü ve daha sert sonuçların doğacağını, daha kapsamlı değişimlerin yaşanacağını biliyorlar. Bu nedenle, kitleleri kölelik kıvamına getirme ve daha sıkı bir biçimde kontrol altına alma konusunda oldukça kararlı görünüyorlar.


IX. Bölüm
Pandemi Sonrası Kurulacak Distopya
Tanrı’nın Eli ve Yeni Dünya Düzeni

Çok sayıda uzun süreli kapanmalar esnasında Avustralya'nın bazı bölgelerinde protesto etme ve halka açık alanda toplanma hakkı ve ifade özgürlüğü hakkı askıya alındı. Yetkililer saçma sapan bir “sıfır Kovid” politikası izledikleri için ülke zamanla dev bir ceza kolonisine dönüştü. Bugünlerde Avrupa genelinde, ayrıca ABD ve İsrail'de, hareket özgürlüğünü ve hizmetlere erişimi kısıtlamak için gereksiz ve ayrımcı “Kovid pasaportları” kullanıma sunuluyor.

Oysa bugün hükümetler, büyük finans şirketleri, Gates ve Rockefeller vakıfları, Dünya Ekonomi Forumu ve ordu-finans kompleksi içerisindeki her türden gücün karşısında kararlılıkla durmak zorunda. “Büyük Sıfırlama”, “Dördüncü Sanayi Devrimi” ve “Yeni Normal” gibi kulağa hoş gelen ama aslında kapitalizmin yeniden yapılandırılmasını ve onun sıradan insanlar üzerindeki acımasız etkilerini gizlemekten başka bir işe yaramayan tabirlere de ve o tabirleri kullananlara da karşı çıkılmalı.

Kapanma ve kısıtlama tedbirlerinin sıradan insanlara ve küçük işletmelere dayatıldığı pandemi koşulları sayesinde trilyonlarca dolar, elitlerin ellerine teslim edildi. Bu süreçte kazananlar, Amazon, büyük ilâç şirketleri ve teknoloji devleri oldu. Bu sürecin kaybedeni olan küçük işletmeler ve nüfusun büyük bir kısmı, geçmişte insanların uğruna mücadele ettikleri çalışma haklarından ve yurttaşlık haklarından mahrum bırakıldı.

Küreselleşme Araştırmaları Merkezi'nden (CRG) Profesör Miçel Çossudovski şunları söylüyor:

“Dünyaya para akıtan finans kuruluşları, krizde olan reel ekonomilere kredi sağlamaktadırlar. Küresel ekonominin kapanması küresel borçluluk sürecini tetikledi. Dünya tarihinde görülmemiş bir şekilde, 193 ülkenin ulusal ekonomileri, aynı anda milyonlarca dolar tutarında borç yüküyle karşı karşıya kalıyor."

Ağustos 2020'de, Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) tarafından hazırlanan bir raporda şu ifadeler yer aldı:

“Kovid-19 krizi, dünyanın tüm bölgelerinde ekonomileri ve işgücü piyasalarını ciddi şekilde sekteye uğratmıştır. 2020'nin ikinci çeyreğinde yaklaşık 400 milyon tam zamanlı işe eşdeğer çalışma saati kaybı tahmin edilmektedir ve bunların çoğu gelişmekte olan ve yeni gelişen ülkelerdedir."

En fazla zarar gören kesimse 1,6 milyarlık nüfusuyla kayıt dışı ekonomi dâhilinde çalışanlar. Dünyadaki toplam işgücünün yarısını teşkil eden bu kesim, diğer kesimlere göre daha fazla işten çıkartmalara maruz kaldı, kapanma döneminde herkesten daha fazla gelir kaybı yaşadı. Süreçten etkilenen işçilerin büyük bir kısmı (1,25 milyar), perakende, barınma, gıda hizmetleri ve imalat sektöründe çalışanlardan oluşuyor.

Bu bağlamda, kapanmaların en fazla etkilediği ülkelerden biri de Hindistan oldu. Kapanma politikası, 230 milyon kişiyi yoksulluğa itti ve birçok kişinin hayatını ve geçim kaynaklarını mahvetti. Azim Premji Üniversitesi Sürdürülebilir İstihdam Merkezi tarafından hazırlanan Mayıs 2021 raporunda, istihdam ve gelirin 2020'nin sonlarına gelindiğinde bile salgın öncesi seviyelere gelemediğini ortaya koyuyor.

“2021 Tarihli Hindistan’da Kovid’le Geçen Bir Yılda Çalışanların Durumu Raporu”, eskiden kaydı bulunan işçilerin neredeyse yarısının kayıt dışı sektöre nasıl geçtiğinden bahsediyor, ayrıca 230 milyon kişinin ulusal asgari ücret yoksulluk sınırının altına düştüğünü söylüyor.

Kovid’den önce zaten Hindistan, çok az iş imkânının oluşturulduğu, eşitsiz gelişmenin damgasını vurduğu, kayıt dışı ekonominin alanının genişlediği, 1991’den bu yana uzanan süreçte ülke tarihinin en uzun süren ekonomik yavaşlama dönemine tanıklık ediyordu. RUPE tarafından kaleme alınan bir makale, ekonominin yapısal zayıflıklarını ve sıradan insanların genellikle umutsuz durumunu ortaya koyuyor.

Modi'nin uyguladığı kapanma tedbirlerinin yükünden kurtulabilmek adına, toplam hane sayısının dörtte birini teşkil eden yoksul aileler, ortalama gelirlerinin 3,8 katı tutarında borç alırlarken, gene dörtte bir oranındaki zengin kesim, ortalama gelirlerinin 1,4 katı tutarında borç aldı. Çalışma, aynı zamanda borç tuzağının yol açtığı sonuçlar üzerinde de duruyor.

Makaleye göre, kapanmadan en fazla etkilenen, ülke nüfusunun beşte birlik kesimini ifade eden aileler, altı ay sonra da kapanma döneminde satın alabildikleri yiyeceği alabilmişler.

Bu dönemde zenginlerin kendilerine iyi baktıklarını söylemeye bile gerek yok. Left Voice’a [“Sol Ses”] göre:

"Modi hükümeti, pandemi sürecini işçilerin geçim kaynakları ve hayatları karşısında büyük şirketlerine öncelik verip milyarderlerin servetlerini koruyarak yönetmeyi tercih etti.”

Hükümetler, artık küresel kredi kuruluşlarının kontrolü altında. Kovid sonrası dönem, işçilere verilen yardımların ve sosyal güvenlik ağlarının iptali de dâhil olmak üzere büyük tasarruf tedbirleri alınacak. Zaten ödenemez durumda olan trilyonlarca dolarlık kamu borcu katlanacak. Büyük finans kuruluşları devletlere kredi sağlayan güçler olarak ileride devletlerin özelleştirilmesini talep edecekler.

Nisan ve Temmuz 2020 arasında, dünyadaki milyarderlerin elindeki toplam servet 8 trilyon dolardan 10 trilyon doların üzerine çıktı. Çossudovski, yeni nesil milyarder yenilikçilerin, gelişmekte olan teknolojilerin artan repertuarını kullanarak hasarın onarılmasında kritik bir rol oynamaya hazır göründüğünü söylüyor. Yarının yenilikçilerinin ekonomiyi dijitalleştireceğini, yenileyeceğini ve devrime uğratacağını da ekliyor: ancak, kendisinin de ifade ettiği gibi, bu soysuz milyarderler halkları yoksullaştıranlar.

US Right to Know [“Bilmek ABD’nin Hakkı”] isimli internet sitesinde çıkan “Bill Gates’in Gıda Sistemleri İçin Hazırladığı Radikal Menü” isimli yazıyı bu bağlamda okumak gerekiyor. Yazı, Gates’in hazırlanma sürecine öncülük ettiği ajandadan bahsediyor. Bu ajanda, biyolojinin, gelecekte gıda ürünlerinin sentetik ve genetik olarak tasarlanmış maddeler üretecek şekilde programlanması üzerinde duruyor. Bu ajandanın arkasındaki fikirse bilgisayarların bilgi ekonomisi dâhilinde programlanmasını temel alıyor. Tabii ki, bu süreçte yapılacak işlemlerle ve ürünlerle ilgili patentleri dün olduğu bugün de Gates gibiler mülkiyetine alıyor.

Örneğin, “özel organizmalar” meydana getiren, Gates destekli bir start-up olan Ginkgo Bioworks, geçtiğimiz günlerde 17,5 milyar dolarlık bir anlaşmayla halka açıldı. Şirket “hücre programlaması” teknolojisine başvuruyor. Burada amaç, ticari anlamda alınıp satılacak küf ve bakteri türlerini laboratuvar ortamında imal edip bunlara genetik mühendisliği üzerinden üretilmiş lezzetler ve kokular katarak, aşırı işlenmiş gıdalar için lezzetler, vitamin, amino asit, enzimler eklemek.

Ginkgo, gıda ürünleri ve diğer birçok kullanım alanı için 20.000 adet tasarlanmış “hücre programı” (ki şimdi bu programdan ellerinde beş tane var) oluşturmayı planlıyor. Müşterilerden “biyoloji platformu”nu kullanmaları için ücret talep etmeyi düşünüyor. Müşterileri ise tüketiciler veya çiftçiler değil, dünyanın en büyük kimya, gıda ve ilâç şirketleri.

Gates, kapitalizmin çürümüşlüğünü gizlemek için onu yeşile boyamak istiyor. Bunun için de her yerde sahte yiyeceklerin reklâmını yapıyor. Eğer Bill Gates gerçekten “iklim felâketi”nden kaçınmak, çiftçilere yardım etmek veya yeterli gıda üretmekle ilgileniyorsa, şirketlerin gıdamız üzerindeki gücünü ve kontrolünü sağlamlaştırmak yerine, toplum temelli/toplumun öncülüğünde ilerleyen zirai ekolojik yaklaşımların önünü açmalıdır.

Ama Gates bunu yapamaz, çünkü o, demokratik süreçleri baypas edip kendi ajandasını uygulamanın derdinde. Bu bağlamda da patentleri, şirketlerin elindeki ürünlerin tarıma sokuşturulması, metalaştırma ve küresel şirketlere bağımlılığı insanlığın tüm sorunlarını çözeceğine inanıyor.

Hindistan bu sözlerimizi dikkate almalı, çünkü burada mevzubahis “gıdanın geleceği”dir. Çiftçiler çiftlik yasalarını yürürlükten kaldıramazlarsa, Hindistan gene gıda ithalatına veya yabancı gıda üreticilerine, hatta laboratuvar yapımı “gıdaya” bağımlı hâle gelecek. Sahte veya zehirli gıdalar, geleneksel beslenme alışkanlıklarını ortadan kaldıracak, yetiştirme yöntemleri dronlar, genetik olarak tasarlanmış tohumlar ve çiftçisiz çiftlikler tarafından yönlendirilecek, bu süreçte yüz milyonlarca insan geçim kaynağını (ve sağlığını) yitirecek.

Dünya Bankası Grup Başkanı David Malpass, uygulanan kapanma tedbirlerinin ardından yoksul ülkelerin ayağa kalkmasına “yardım edileceğini” belirtti. Bu “yardım”, illaki neoliberal reformların uygulanması, kamu hizmetlerinin kesilmesi şartıyla verilecektir.

Nisan 2020'de Wall Street Journal, “IMF, Dünya Bankası Gelişmekte Olan Dünyadan Yoğun Yardım Talebiyle Karşı Karşıya” başlığını attı. Çok sayıda ülke, finans kuruluşlarından kurtarma paketi ve kredi adı altında toplamda 1,2 trilyon dolarlık borç talep ediyor. Bu talebin bağımlılığı daha da artıracağını kimse görmüyor.

Borçların hafifletilmesi veya “destek” karşılığında, Bill Gates gibilerle birlikte küresel şirketler, ulusal politikaları daha fazla belirleme ve ulus devlet egemenliğinin kalıntılarını ortadan kaldırabilme imkânına kavuşacaklar.

Bu ajandayı dayatan milyarder sınıf, doğaya ve tüm insanlara sahip olabileceklerini ve her ikisini de kontrol edebileceklerini düşünüyorlar, çünkü atmosferi jeomühendislik yoluyla, toprak mikroplarını genetik olarak değiştirerek veya bir laboratuvarda biyo-sentezlenmiş sahte yiyecekler üreterek doğadan daha iyi bir iş yapacaklarını zannediyorlar.

İnsan olmanın ne demek olduğunu yeniden şekillendirerek tarihi sona yaklaştırabileceklerini ve çarkı yeniden keşfedebileceklerini düşünüyorlar. Bunu er ya da geç başarabileceklerini umuyorlar. Binlerce yıllık kültürü, geleneği ve uygulamaları neredeyse bir gecede yok etmek isteyen soğuk bir distopik vizyon bu.

Oysa o binlerce yıllık kültürlerin, geleneklerin ve uygulamaların çoğu, gıdayla, onu nasıl ürettiğimizle ve doğayla olan köklü bağlantılarımızla ilgilidir. Atalarımızın eski ritüellerinin ve kutlamalarının çoğu, ölümden yeniden doğuşa ve doğurganlığa kadar varoluşun en temel meseleleriyle yüzleşmelerine yardımcı olan hikâyeler ve mitler etrafında inşa edilmişlerdir. Bu kültüre yedirilmiş olan inançlar ve uygulamalar, doğayla pratik ilişkilerini ve insan yaşamını sürdürmedeki rolünü kutsallaştırmaya hizmet etmiştir.

Tarım, insanın hayatta kalmasının anahtarı hâline geldikçe, ürünlerin ekimiyle, hasadıyla ve gıda üretimiyle ilişkili diğer mevsimsel faaliyetler, bu geleneklerin merkezine yerleştiler. Örneğin Freyfaxi, İskandinav putperestliğinde hasat döneminin başladığına işaret ederken, Lammas veya Lughnasadh putperestlikte ilk hasadın, ilk tahıl hasadının kutlamasıdır.

İnsanlar, doğayı ve doğanın doğurduğu hayatı yücelttiler. Eski inançlar ve ritüeller umut ve yenilenme beklentisi ile yüklüdür. İnsanlar güneş, tohumlar, hayvanlar, rüzgâr, ateş, toprak, yağmur ve hayatı doğurup besleyen mevsimlerle zaruri ve ilk elden bir ilişkiye sahiplerdi. Tarım üretimi ve onunla bağlantılı tanrılarla kültürel ve sosyal ilişkilerimiz sağlam bir pratik zemine sahipti. İnsanların hayatı binlerce yıldır ekime, hasada, tohumlara, toprağa ve mevsimlere bağlı.

Örneğin Prof. Robert W Nicholls, Woden ve Thor kültlerinin güneş ve toprakla, ekinlerle ve hayvanlarla ilgili çok daha eski ve daha köklü inançlar temelinde geliştiğini, mevsimlerin döngüsünün ışık ve sıcaklık mevsimi yaz ile soğuk ve karanlık mevsimi kış arasında gerçekleştiğini söylüyor.

Kültür, tarım ve ekoloji arasındaki önemli ilişkiyi takdir edeceksek eğer, muson yağmurlarının, mevsimsel ekimin ve hasadın ülkesi Hindistan'dan başka bir yere bakmamıza gerek yok. Kır temelli inançlar ve doğayla dolu ritüeller, şehirli Hintliler arasında bile devam ediyor. Bunlar, geçim kaynaklarının, mevsimlerin, yiyeceklerin, yemek pişirmenin, gıda işleme ve hazırlamanın, tohum alışverişinin, sağlık hizmetlerinin ve bilginin iletilmesinin birbiriyle ilişkili olduğu ve Hindistan içindeki kültürel çeşitliliğin özünü oluşturduğu geleneksel bilgi sistemlerine bağlıdır.

Sanayi çağı, insanlar şehirlere taşındıkça gıda ve doğal çevre arasındaki bağlantının azalmasına neden olsa da, geleneksel “yemek kültürleri”, gıda üretimi, dağıtımı ve tüketimini çevreleyen uygulamalar, tutumlar ve inançlar, hâlâ gelişiyor, tarım ve doğayla devam etmekte olan bağımıza vurgu yapıyor.

Tanrı'nın Eli

Ellilere geri dönüp baktığımızda ilginç bir söylemle karşılaşıyoruz. O yıllarda Amerikan kimya şirketi Union Carbide, kendisini insanlığın karşı karşıya kaldığı meseleleri çözsün diye Tanrı’nın gökyüzünden aşağıya uzattığı eli olduğunu iddia ediyor. Hatta şirket, Kızılderililerin topraklarındaki geleneksel tarım uygulamalarını “geri” kabul ettiği için, kendisiyle ilgili hazırladığı görsellerde şirketin elinden Kızılderili topraklarına dökülen zirai kimyasalları resmediyor.

Kamuoyunda reklâmı yapılırken kullanılan cümlelerde söylenenlerin aksine bu kimyasallar gıda üretimini artırmıyor, hatta uzun vadede ekolojiyi, toplumu ve ekonomiyi yıkıma sürükleyen sonuçlara yol açıyor.

Bob Ashley vd.’nin kaleme aldığı Food and Cultural Studies [“Gıda ve Kültür Çalışmaları”] isimli kitapta, birkaç yıl önce, televizyon için hazırlanan bir Coca Cola reklâmında, modernliğin şekerli bir içecekle ilişkilendirildiğinden, eski Aborijin inançlarının zararlı, cahil ve modası geçmiş olarak gösterilmesinden, kitleye ürünün bu tür bir söylem üzerinden satıldığından bahsediliyor. Reklâm metnini hazırlayanlara göre sıcaktan kavrulmuş toprağa can veren yağmur değil kola.

Bu tür bir ideoloji, geleneksel kültürleri itibarsızlaştırmak ve onları “Tanrı’ya benzeyen” şirketlere muhtaç olan, eksik, kusurlu şeylermiş gibi göstermek için geliştirilmiş kapsamlı stratejinin bir parçasını oluşturuyor.

Bugün laboratuvar tabanlı gıdaların kural hâlini aldığı koşullarda, çiftçisiz çiftliklerin sürücüsüz makineler tarafından çalıştırılıp dronlarla izlenmesi üzerinde duruluyor. Bunun ne anlama gelebileceğini tahmin edebiliyoruz: kimyasallarla işlenmiş ve endüstriyel “biyomadde” için yetiştirilen patentli GDO’lu tohumlardan elde edilen, birer mal olarak alınıp satılan bitkiler, biyoteknoloji şirketleri tarafından işlenecek ve gıdaya benzeyen bir şey hâline getirilecek.

Zaten Kovid salgınından önce çiftçisinin ağır borç yükü altında ezildiği Hindistan gibi ülkelerde bu çiftçiler, yüksek teknolojili, veri odaklı, GDO üzerine kurulu endüstriyel ürünlerini bolca üretsin diye, finans kurumlarına ve küresel tarım sektörüne teslim edilecekler mi edilmeyecekler mi, mesele tam da budur.

Dünya Ekonomi Forumu’nun ön ayak olduğu “cesur yeni dünya” bu tür adımları içeriyor. Bir avuç hükümdarın, doğa ve insanlığın üstünde olduklarına inanarak, insanlığa ve kibirlerine olan nefretlerini sergiledikleri bir dünya bu.

Bill Clinton döneminde üst düzey yöneticilik yapmış, ayrıca Dış İlişkiler Konseyi üyesi olan, Henry Kissenger’ın kurduğu Kissenger’ın Dostları Derneği’nde müdür olarak çalışmış David Rothkopf’un 2008 tarihli kitabı SuperClass: The Global Power Elite and the World They Making’de [“Üst Sınıf: Dünyanın Güçlü Elitleri ve İnşa Ettikleri Dünya”] dediğine göre, bu zengin sınıf altı yedi bin civarında insandan oluşuyor (ki bu da dünya nüfusunun yaklaşık milyonda birine denk düşen bir rakam).

Bu sınıf, iç içe geçmiş dev şirketlerden ve dünya genelinde yürütülecek siyasetlere karar veren elitlerden oluşuyor. Bu insanlar, küresel güç piramidinin en tepesinde duruyorlar. Üçlü Komisyon, Bilderberg Grubu, G-8, G-20, NATO, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü'nde ajandaları bu insanlar belirliyorlar, ayrıca finans kapitalin ve ulusötesi şirketlerin yönetim kurullarında da onlar varlar.

Ama bir yandan da son dönemde gazeteci Ernst Wolff'un bahsini ettiği, küreselleşmeyi ve tek dünya tarımını yönlendiren, kendisinin “dijital-finansal kompleks” olarak adlandırdığı şeyin yükselişine tanıklık ediyoruz. Bu kompleks, Microsoft, Alphabet (Google), Apple, Amazon ve Meta (Facebook) gibi daha önce bahsedilen şirketlerin çoğunun yanı sıra, ulusötesi yatırım/varlık yönetimi şirketleri olan BlackRock ve Vanguard'ı da içeriyor.

Hükümetlerin yanı sıra Avrupa Merkez Bankası ve ABD Merkez Bankası gibi önemli kurumların dizginleri de bu kuruluşların ellerinde. Gerçekten de Wolff, BlackRock ve Vanguard'ın Avrupa Merkez Bankası ve Amerikan Merkez Bankası’nın toplamından daha fazla finansal varlığa sahip olduğunu belirtiyor.

BlackRock ve Vanguard'ın gücünü ve etkisini anlayabilmek için bu noktada dünyanın en büyük şirketlerinin hisselerinin aynı yatırımcı şirketlere ait olduğunu savunan Monopoly: An Overview of the Great Reset [“Tekel: Büyük Resete Genel Bakış”] isimli belgesele dönüp bakmak gerekiyor. Buradan görüyoruz ki, Coke ve Pepsi gibi “rakip” markalar aslında gerçekte rakip değiller, çünkü hisseleri aynı yatırım şirketlerine, yatırım fonlarına, sigorta şirketlerine ve bankalara ait.

Daha küçük yatırımcılar daha büyük yatırımcılara bağlı. Bu büyük yatırımcılarsa daha büyük yatırımcılara ait. Bu piramidin görünür tepesi sadece iki şirketi gösteriyor: Vanguard ve Black Rock.

Bloomberg’in 2017 tarihli raporunda, 2028 yılında bu iki şirketin toplamda 20 trilyon dolar tutarında yatırımları olacağı belirtiliyor. Başka bir deyişle, sahiplenilecek hemen hemen her şeye sahip olacaklar.

Dijital-finansal kompleks, hayatın her alanında kontrol istiyor. Nakitsiz bir dünya talep ediyor, gelişmekte olan dijital teknolojilerle ve biyoeczacılık teknolojileriyle bağlantılı zorunlu bir aşılama gündemiyle bedensel bütünlüğü yok etme, tüm kişisel verileri ve dijital parayı kontrol altına alma, gıda ve çiftçilik de dâhil olmak üzere her şey üzerinde tam hâkimiyet tesis etme ihtiyacı duyuyor.

2020'nin başından bu yana yaşanan olayların da bize gösterdiği gibi, hesap vermek nedir bilmeyen otoriter elitler, yaratmak istedikleri dünyanın nasıl bir yer olacağını iyi biliyorlar, kendi ajandalarını dünya ölçeğinde koordine etmeyi bilen bu elitler, emellerine ulaşmak adına hileye ve ikiyüzlülüğe başvuruyorlar. Kapitalist “liberal demokrasi”nin yürüdüğü bu cesur yeni Orwellci dünyada gerçekten bağımsız ulus devletlere veya bireysel haklara yer olmayacak.

Ulus devletlerin bağımsızlığı, dijital-finansal kompleksin “doğanın finansallaşması”, ülke ve şirketlerin “çevrecilik maskesi takması” ile daha da aşınacak.

Yine, Hindistan örneğini alırsak, Hindistan hükümeti, (küresel yatırımcılar için kazançlı bir pazar meydana getiren) devlet tahvilleri konusunda yabancı yatırım girişlerini çekmek için dizginlenemez bir dürtüye sahip. Yatırımcıların bu tahvillerin içinde veya dışında büyük hareketlerle ekonomiyi nasıl istikrarsızlaştırabileceklerini görmek için çok fazla hayal gücüne gerek yok, aynı zamanda Hindistan'ın çevreyle ilgili sicilinin, ülkenin kredi notunu düşürme noktasında nasıl hesaba katılabileceğini görmek için de çok fazla hayal gücüne ihtiyaç yok.

Peki Hindistan çevreyle ilgili sicilini, dolayısıyla “kredi alma konusunda değerli olduğunu” nasıl ortaya koyabilir? Bunun için muhtemelen Hindistan, GDO sektörünün yanıltıcı bir şekilde “iklim dostu” olarak tasvir ettiği herbisit dirençli GDO’lu ticari ürünlerin tek tür olarak ekilip biçilmesine izin vermek ya da halkı yerinden edip, ona ait toprakları ve ormanları küresel şirketler karbon yutağı olarak kullanıp kendi kirlilik oranlarını dengelesinler diye onlara teslim etmek zorunda kalacak.

Gıda üretimi, doğa ve hayata anlam ve ifade veren kültüre yedirilmiş inançlar arasındaki bağın tümüyle koptuğu koşullarda elimizde sadece, karnını laboratuvarda üretilmiş yiyeceklerle doyuran, gelirini devletten alan, üretim dâhilinde kendisini tatmin eden bir işlev göremeyen, kendisini gerçek manada gerçekleştiremeyen birey kalacak.

Bugün Hindistan’da çiftçilerin eylemleri ve dünya genelinde gıda ile tarımın geleceği konusunda verilen mücadele, insanlığın gelecekte yüzünü döneceği yönle ilgili kapsamlı mücadelenin ayrılmaz birer parçası olarak görülmelidir.

Kalkınma eleştirisi teorisyeni Arturo Escobar’ın da izah ettiği gibi, bugün kalkınmanın kendisine bir alternatif sunulması gerekiyor:

“Çünkü İkinci Dünya Savaşı'ndan yetmiş yıl sonra belirli temel unsurlar hâlen daha değişmiş değil. Küresel eşitsizlik, hem ülkeler arasında hem de ülkeler içinde ciddiyetini koruyor. Siyasi ve ekolojik faktörlerin yol açtığı çevresel yıkım ve insanın yerinden yurdundan olması gibi meseleler giderek derinleşiyor. Bunlar, ‘kalkınma’nın başarısızlığının belirtileridir, entelektüel ve siyasi gelişim sonrası projenin acil bir görev olarak önümüzde durmaya devam ettiğinin delilidirler.”

Latin Amerika'daki durumu ele alan Escobar, kalkınma stratejilerinin palmiye ağacı ekim alanlarının genişletilmesi, madencilik ve büyük liman geliştirme gibi büyük ölçekli müdahalelere odaklandığını söylüyor.

Hindistan’da da benzer bir süreç işliyor: salt ticari meta olarak ekilen tek bir türün yetiştirilmesine dayalı tarımsal faaliyet, kırsalın boşalması, biyolojik çeşitliliğin temellük edilmesi, milyonlarca köylünün geçim araçlarına el konulması, gereksiz yere, uygunsuz bir biçimde çevrenin tahrip edilmesi, insanları yerinden eden altyapı projeleri, ayrıca devletin toplumun en yoksul ve en marjinal kesimlerine uyguladığı şiddet.

Bu sorunlar kalkınma eksikliğinin değil, “aşırı kalkınma”nın birer sonucudur. Escobar, yerli halkların dünya görüşlerine kulak veriyor, çözümleri insanların ve doğanın ayrılmazlığında, birbirine olan bağımlılığında arıyor.

Escobar bu konuda yalnız değil. Felix Padel ve Malvika Gupta, Adivasi (Hindistan'ın yerli halkları) ekonomisinin gelecek için tek umut olabileceğini, çünkü Hindistan'ın kabile kültürlerinin kapitalizmin ve sanayileşmenin antitezi olmaya devam ettiğini savunuyor. Asırlık bilgi ve değer sistemleri, doğadan alınanlara getirilen kısıtlamalar üzerinden, uzun vadede sürdürülebilirliğe katkı sunuyorlar. Kabile toplulukları, aynı zamanda hiyerarşi ve rekabetten ziyade eşitliğe ve paylaşıma vurgu yapıyorlar.

Dünyanın neresinde yaşıyor olursak olalım bu ilkeler, alternatif arayışı içinde olanların eylemlerine rehberlik etmelidir. Narsisizm, tahakküm, ego, insanmerkezcilik, türcülük ve yağma ile yönlendirilen bir sisteme alternatif üretilmek zorundadır. Çünkü mevcut sistem, doğal kaynakları yenilenmelerine fırsat vermeden, oldukça hızlı bir biçimde tüketen bir sistemdir. Nehirleri ve okyanusları zehirledik, doğal yaşam alanlarını yok ettik, yaban hayatı yok olmanın eşiğine getirdik, doğayı kirletmeye, tahrip etmeye hâlen daha devam ediyoruz.

Tam da tanık olduğumuz üzere, nükleer füzelerin Demokles’in kılıcı misali insanlığın başının üzerinde asılı durduğu koşullarda, sınırlı kaynaklar için bitmek bilmeyen çatışmaların yaşanmasından başka bir netice beklenemez.

Colin Todhunter
13 Ağustos 2022
Kaynak

0 Yorum: